“Andolsun,
Biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adâleti ayakta
tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizânı indirdik. Ve kendisinde çetin
bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik;
öyle ki Allah, kendisine ve elçilerine gayb ile (görmedikleri hâlde) kimlerin
yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah, büyük kuvvet
sâhibidir, üstün olandır” (Hadîd 25).
Haçlı Seferleri’yle yıpranıp, Moğol İşgâli’yle
çatırdayan İslâm toplumu ve medeniyeti, Rönesans, Aydınlanma ve Sanâyileşme’yle
birlikte etkinliği yitirdi. Bunda en büyük etken, içtihad kapısının kapanması,
tasavvufun palazlanması ve Osmanlı’nın ilim alanındaki cılızlığıdır. Üstelik
Osmanlı’nın “imparatorluk” hâline geldiği zamanlarda İslâm medeniyetinin
gözbebeği olan Endülüs de yıkılmış ve o “ilim medeniyeti” mirâsını Osmanlı’ya
aktaramamıştı. Osmanlı ilimden ziyâde kültürle yol almıştır. Başarılı devlet
adamları, asker ve şâir yetiştirmiş fakat İslâm-merkezli ilim alanında zayıf
kalmıştır. İslâm’dan gelen ve Selçuklular’la yükselen kültür, Osmanlılar’la
zirve yapmıştır. Fakat bu durum aynı-zamanda bu kültürün harcandığı bir zaman
da olmuştur. Zîrâ yeterli ilmî çalışma olmadığı için kültürün yükselmesi durmuştur.
İslam-merkezli ilmî çalışmaların yokluğu, kültürü doğuramamış, üretememiş ve
ilerletememiştir. “Kâlem kılıçtan üstündür” sözü yabana atılmış ve kalemler
sivrilmeyince, kılıçlar da körelmiştir.
“Turan Taktiği” işe yaramamaya başlayınca durum
değişti. Alternatif deniz yolları bulununca iş değişti. Kalem ile kılıç
birlikte hareket etmeyince dirâyet azaldı. Müslümanlar hâlâ suçu kılıçta
bulurlarken, batı tarafındakiler nice kalemler tüketti.
Müslümanlar bu kötü gidişâtı fark etmiştir ve tedbir
alma yoluna da girmiştir tabî ki. Fakat batı hızını almış, bu hızla “zirve”yi
aşmış ve yokuş-aşağı inmeye başlamıştır. Üstelik yokuş aşağı inerken bir “yol”
da oluşturmuştur ve arkadan gelenler artık bu hazır yolu -biraz da mecbûren- tâkip
etmeye başlamıştır.
Müslümanlar artık savaşlarda yenilmeye başlayınca ve
kalem erbapları da olmayınca, toplumu sürükleyecek bir etken kalmadı. Kalem
erbâbı en son Çanakkale’de eriyince, (daha doğrusu bir plân dâhilinde
eritilince) artık taklitçi bir zihniyet peydâh oldu ve hâlen de bu mukâllitizm
devâm etmekte.
Müslümanlar batı’nın teknolojisini almakla ahlâkını
da almış oldu ve artık düşmanın her-şeyleri alınmaya başladı ve bunda bir
sakınca da görülmedi. Böylece düşman, “dost” olarak görülmeye başlandı. Düşmana
yetişmek için onun “modern kalem”leri olan silahları alındı. Tabi aslında
alınan şey ikinci el “silah artıkları”ydı. Batı, yeni ürettiğini vermiyor, yada
verse bile günümüzde olduğu gibi silahın kontrôlünü kendi elinde tutuyor.
İlim-teknik yolu kim açılmışsa, geriden gelenler
genelde o yolu tâkip ederler. O yolu tâkip edince de onların tarzı da tâkip
edilmiş olur. Onların zihniyeti tâkip edilmiş olur. Olan da bu olmuştur. Onlar
gibi olunmuştur. Oysa “düşmanı gibi olanların düşmanlarını yendiği ve onlardan
üstün olduğu vâki değildir”. Düşmana karşı ancak iç-dinamiklerle hareket
edildiğinde üstün olunabilir. Fakat taklitçi için kendi iç-dinamiklerini
kullanmak çok zordur. Hazır olanın câzibesine, kolaylığına ve hazzına
kapılmıştır çünkü.
Osmanlılar ve müslümanlar, batı’yı târih boyunca “gevur”
ve “kâfir” olarak görmüştür. Bu nedenle onları “küçük” gördüğünden, araştırıp
değerlendirmeyi düşünmemiştir 18-19. yüzyıla kadar. Oysa İslâm’da “düşmanı iyi
tanımak” vardır. Yapılan şey yanlıştı ve bu yanlış fark edildi fakat, batı’yı araştırmaya
başlayınca, kendi iç-dinamiği ile kendini düzelteceğine, hazır batı bilimini
taklit etmek kolay geldi. İşin kötüsü, tâkipçiler ve taklitçiler tâkibi de
taklidi de doğru-düzgün yapamamışlardır. Taklit ettiklerini bu nedenle kendilerine
uygun olarak geliştirip üretememektedirler. Batı ilmi ve tekniği üzerinden
kendi ilim ve tekniği geliştirememiş ve 20. yüzyıla kadar “yakın batı”yı tâkip
ve taklit ederken; bu tâkip ve taklitçilik 20. yüzyıldan îtibâren daha batı’ya kayarak
“uzak batı”ya yâni Amerika’ya ulaşmıştır. Bu durum hâlen de devâm etmektedir.
Müslümanların sorunu teknik ürünlerden mahrum olmaları
değildir. Zîrâ daha 1.700’lü yıllarda batı’daki her tekniğe onlar da sâhipti.
Fakat tekniğin bilgisi yâni “kılıcın bilgisine” sâhip değildik. Kalemimiz
yazmıyordu. Bunun için ödenmesi gereken bedeller ödenmemişti ve gayretler
gösterilmemişti. Yenecek “kırk fırın ekmek” vardı ve bu kadar beklemeye
tahammül yoktu ve konjonktür uygun değildi. Mesele ekonomik de değildi ve “lâle
devri”, ekonomik olarak Osmanlı’nın zirve yaptığı zamanlardır. Osmanlı ve
müslümanlar “ileriye dönük” düşüncesini yitirmiştir ve artık bekleyecek
tahammülleri de olmadığı için dışarıdan ithâl edilmiştir bilgi ve dolayısı ile
ahlâk ve davranış. Böylece dünyevîlik güçlenmiş ve ortalıkta mütevâzi insan
kalmamış, “adanmış insan” kalmamıştır.
Zamanla batı’nın rüzgârına iyice kapılınmış ve onun
okul tarzı, kitapları, dili ve en nihâyet kânunları, ideolojileri ve
yaşam-tarzları baş-tâcı edilmiştir. Onlar gibi düşünüp, onlar gibi davranılmaya
başlanmıştır. O ilmî tavır ise bir türlü alınmamıştır. “İlim Çin’de bile olsa
gidiniz” sözü, “ilim evrenseldir, alın o ilmi ve müslümanlaştırın” demeye
gelir. Bunu bir türlü başaramıyoruz ve böyle bir düşünce de çok zayıf. “Mağlûplar
gâlipleri taklit ederler” sözü yerini bulmaktadır. Karşısında zayıfladığınız
yapının zamanla her-şeylerini almaya başlarsınız. Askerî alanda başarı
göstermiş ve onlara karşı iyi mücâdele etmiş olsanız yine de fark etmez. Meselâ
Türkiye Cumhuriyeti “Kurtuluş Savaşı’nı kazandı ama kânunlarını, Almanya’dan, İtalya’dan,
İsviçre’den, Fransa’dan vs. aldı. İdeolojilerini düşmanlarından aldı. Savaş
meydanında yendiği düşmanlarından. Çünkü kendisi üretemiyordu ve yada eskisini yenileyip
zamânına taşıyamıyordu.
Bunun nedeni öyle dendiği gibi matbaanın geç gelmiş
olması falan değildir. Zâten bahsedildiğinden çok-çok daha önce gelmiştir
matbaa. İslâm medeniyeti 1.000 yıl boyunca sürdürdüğü medeniyetini matbaa ile
mi kurdu?. Hayır!. Kalem ve kılıçla kurdu. Hem müslümanlar matbaanın bastığı
kitapları isteseler alabilirlerdi. Alınıyordu da zâten ama yeterli değildi.
Batı’dan her-şeyi alıyorsunuz da matbaaların bastığı kitapları mı alamayacaksınız?.
Matbaası olanlara parasını verince; “al şunu bas” dersin, o istediğiniz kadar
basar getirir. Hattâ matbaanın kendisini bile alırdınız isteseydiniz. Meselâ o
zamanlar bu işte gelişmiş olan Venedik’e el-yazısı ile yazılmış örnek bir kitap
gönderirsiniz, binlerce basılıp geri gelir. Mesele o değil. Mesele, aynen şimdi
olduğu gibi, “böyle bir talebin olmaması” idi. Mesele, matbaanın yokluğu değil,
matbaanın bastığı kitapları okuyacak ve ilim elde edip kendi iç-dinamiğine göre
o ilmi üretip yükseltecek adamların olmayışı idi. İlim böyle gelişir ve
yayılır. Kitaba-ilme yönelecek adam saygısının azlığı idi sorun. Hem yıllarca
uzak kalındığından, hem de hazırı vâr olduğundan böyle bir kadro oluşmadı.
Oluşanlar da -dediğimiz gibi- en son Çanakkale’de toprağa düştü.
Sorunu matbaanın geç gelişinde görenlere sormak
lâzım; şimdi her taraf kitap kaynıyor da ne oluyor?. Küçücük bir hafıza
kartına, insanın ömrü boyunca okuyamayacağı sayıda kitap sığıyor. Elimizi
attığımız her yerde kitap var. Peki ne değişiyor?. Matbaanın ürünlerinden çok,
o ürünleri değerlendirecek kadro eksikliğidir sorun. Bu konuda İlber Ortaylı
şöyle der:
“Matbaanın gelmesi için bir sebep yok, gelmemesi için de bir sebep yok.
Camı alıyorsun Venedik’ten, Acemistan’dan kendi malını beğenmeyip halı
getiriyorsun, kitabı da getirirsin ihtiyaç duyarsan. Venedikliler basar,
getirir. Viyana’da var Mekitarist matbaası, Venedik’te var. Bunlar Anadolu
Türkçesi, Arapça, Farsça bilen Ermeniler. Döküm hurûfat var orada. Arapça hurûfat
bu memlekette ortaya çıkmış değil ki!. O zaman da var. Onu da abartıyorlar. 18.
asırda onun evveliyatı var teknik olarak oralarda. Niye gelmiyor?. Okumuyoruz
çünkü. Ben söyleyeyim, en çok okunan kitap Menâkıbnâme-i Mahmud Paşa-yı
Veli meselâ. Elden-ele kopya edile-edile pek-çok nüshası var. Bunu okuyorlar
meselâ. Demek ki millet Nâima Târihi’ni bile çok bilmiyor. Ortada 20 nüsha
dolaşsa okuyup dinleyen 200 kişi oluyor, o da yetti!. Fazlasını da zâten
aradığı yok. Burada matbaa olmaz. Matbaa gelmiş ve hakîkaten çok fazla bir şey
yapamamış, durgunlaşmış ve öylece asrı tamamlamıştır. Ne zaman ki sistematik
eğitim müesseseleri, yeni bürokrasi kuruluyor, o zaman iş değişiyor. O zaman
Karamanlı Rum bile İncil istiyor artık. Çünkü Yunan harfleriyle Türkçesi
basılıyor.
“Yobazlar istemedi de matbaa gelmedi” deniyor. Evet, belki bâzı
yobazların bâzı lafları vardır ama mekanizmayı bu fazla îzah etmez. “Efendim
hattatlar karşı geldi”. Hayır, hattatlar karşı geldiği için de durmaz. Çünkü
iki bin kişi kitap okuyacak olsa İstanbul’da, iki bin tâne nüsha istenecekse bir
eserden hattatlar o işe kolay-kolay yetişemezler zâten. Patlar arz-talep
mekanizması. Meselâ Mushaf-i Şeriflerin matbû olması 19. asırda bile yasaktı.
İrâdelerde görülüyor toplatılması. Dinlediler mi?. Her ev Kur’ân istedi de
ondan. Vazgeçildi yasaktan”.
Kılıç köreldikçe kalem yazmamaya başladı ve kalem yazmadıkça
da kılıçlar daha köreldi. Ne kalem yazıyor ne de kılıçlar kesiyor. Burada artık
yapılacak şey, kendi iç-dinamiğine bağlı üstün gayretlerdir. Bu bağlamda bâzı
kıpırdanışlar olduysa da güçlü kıpırdanışlar ve silkinişler değildi bunlar.
Başlatılabilirdi ama başlatılamadı. Yenilgi, yenilmemeyi öğretemedi. İslâm ve
Kur’ân-sünnet ilk günkü canlılığıyla dimdik ayaktaydı ama müslümanların dizinde
derman kalmamıştı. Zîrâ gönlündeki derman tükenmişti. Nefsi ise coşmaya
başlamıştı. Bu biraz da kader miydi, termodinamik yasa mıydı (entropi)
bilinmez. Yada; “Eğer bir yara
aldıysanız, o kavme de benzeri bir yara değmiştir. İşte o günleri biz onları
insanlar arasında devrettirip dururuz. Bu, Allah’ın îman edenleri
belirtip-ayırması ve sizden şâhidler (veyâ şehidler) edinmesi içindir. Allah,
zulmedenleri sevmez” (Âl-i İmran 140) âyetinin vermek istediği mesajın gereği
olan imtihan mıydı?. Artık orası tartışılmalıdır. Bu tartışma kalemin yeniden sivriltilmesi
ve kılıcın yeniden bilenmesine kadar süreceğe benzer.
Sadece kılıç nasıl ki işe yaramıyor ve hemen
körelmeye başlıyorsa, kalem de kılıçsız tükenir gider. Yazmaz. Nede olsa kalemi
sivriltmek için de kesici bir şey lâzımdır; kılıç lâzımdır. Kalemi en iyi kılıç
sivriltir ve kılıcı da en iyi kalem bileyler. Toplumları dik ve diri tutan şey,
kalem ve kılıç birlikteliğidir. Kalemler yazarken kılıçlar şakırdayacak ve
medeniyet güneşi sürekli aydınlatacaktır Dünyâ’yı. Bakın Zu’l-Karneyn’e; ilim
ile tekniği, yâni kitap ve demiri nasıl birleştiriyor ve toplumu Ye’cüc ve
Me’cüc’ün saldırısından kurtarıyor:
“Dediler
ki: Ey Zu’l-Karneyn!, gerçekten Ye’cüc ve Me’cüc, yeryüzünde bozgunculuk
çıkarıyorlar, bizimle onlar arasında bir sed inşâ etmen için sana vergi verelim
mi?. Dedi ki: Rabbimin beni kendisinde sağlam bir iktidarla yerleşik kıldığı
(güç, nâmet ve imkân), daha hayırlıdır. Mâdem öyle, bana (insânî) güçle yardım
edin de, sizinle onlar arasında sapasağlam bir engel kılayım. Bana demir
kütleleri getirin, iki dağın arası eşit düzeye gelince, ‘körükleyin’ dedi. Onu
ateş hâline getirinceye kadar (bu işi yaptı, sonra:) dedi ki: ‘Bana getirin, üzerine
eritilmiş bakır dökeyim’. Böylelikle, ne onu aşabildiler, ne onu delmeye güç
yetirebildiler” (Kehf 94-97).
Fakat İslâm kalem ve kılıçtan başka bir şeyin daha
altını çizer: Adâlet:
“Andolsun,
Biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adâleti ayakta
tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizânı indirdik. Ve
kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri
de indirdik; öyle ki Allah, kendisine ve elçilerine gayb ile (görmedikleri
hâlde) kimlerin yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah,
büyük kuvvet sâhibidir, üstün olandır”
(Hadîd 25).
Kılıç, kitap yâni kalem ve adâletten sonra gelir.
Adâlet olmadığında bâtıl batı’nın geldiği yere gelinir. Adâletsiz ve zâlim bir
uygarlık çıkar ortaya. Kalem sivridir ve kılıç keskindir fakat kalem ve kılıç
adâleti ortaya koyamazsa, -adâlet sağlanamayınca hayat bir boşluk kabûl etmeyeceği
için- zulüm çıkar ortaya. Kalem ve kılıç birlikteliği adâlet-merkezli olmayınca
zulüm üretir yâni. Açlık-susuzluk üretir, ahlâksızlık üretir, acı, feryat ve
ölüm üretir. Bakın batı’ya, Dünyâ’yı nasıl da ifsâd etmiş ve zulmü ayyuka
çıkarmış. Kalem ve kılıç var ama adâlet yok, ahlâk yok. Bu yüzden Dünyâ’nın her
yerinden iniltiler geliyor. Kimi ölürken kimisi ölmekten beter oluyor. Kimisi
bir kere ölürken kimisi her-gün ölüyor. Birileri zâhiren ölürken birileri de bâtınî
olarak içten çürüyüp ölüyor. Neden?, çünkü ahlâk ve adâlet yok. Adâlet neden
yok?. Çünkü adâletin neş’et ettiği din yok, İslâm yok. O hâlde İslâm demek,
kitap (kalem), mîzan (adâlet) ve demir (kılıç) demektir.
Batı’nın ilmî mâcerâsı Haçlı Seferleri’yle başlıyor
ama aslında “Amerika hırsızlığı”ndan sonra Afrika ve doğu sömürüsüyle zenginleşince
ortaya çıkıyor. Zehirli bir ilimdir bu ve hâliyle tüm Dünyâ’yı zehirlemektedir.
Bu nedenle temeli zulüm olan batı ilmi, sonuçta da zulüm üretiyor ve iki taşlı üst-üste
koy(a)madığı gibi, taş üstünde taş bırakmamaktadır. Hırsızlıkla zenginleşen
burjuvazi kapitâlizme dönüşüyor ve suyun başını tutmuş olanlar bu ilmi ve
tekniği insanlığın yarârına değil de sömürüye ve çıkarlarına yönelik kullanıyor
ve destekleyip ilerletiyor. Liberâl-kapitâlist ekonomi modeli ve
lâik-seküler-profan ideolojiler bu ilmin ve anlayışın sonucudur. İlk başta
ortaya çıkan düşünceler, İngilizlerin öncülüğünde sanâyi devrimiyle berâber
maddîleştirilip dönüştürülüyor. İşte mevcut dünyâ hâlen bu doğrultuda
sürüklenmeye devâm etmektedir.
Velhâsıl kelam; İslâm kültürü, medeniyeti ve târihi,
dışarıdan (kılıç) çok içeriden (kalem) yıkılmıştır ve yine dirilmesi (adâlet) de
“içeriden” olacaktır inşallah!.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Nîsan
2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder