13 Ocak 2021 Çarşamba

Modern-Bilim ve Manipülasyon

 

“Göklerin ve yerin gizemleri Allah’a âittir. (Göklerin ve yerin uçsuz-bucaksız derinliklerini bilmek Allah’a mahsustur). Saat, (Dünyâ’nın sonu) bir göz-kırpması kadar veyâ daha kısadır. Allah her-şeye Gücü Yeten’dir” (Nâhl 77).

 

Manipülasyon: “İnsanları kendi bilgileri dışında veyâ istemedikleri hâlde etkileme. Seçme, ekleme ve çıkarma yoluyla bilgileri değiştirme. Varlıkları yapıcı, açıklayıcı ve yararlı bir biçimde kullanma işi. Yönlendirme. Kurguyu oluşturan bölüm içerisinde, konuşulan kelimelerin veyâ cümlelerin yerlerini değiştirerek farklı anlamlar üretmek ve farklı sesler eklemek veyâ çıkarma yoluyla kaydın anlam bütünlüğünü değiştirme işlemi”.

 

Modern-bilim büyük oranda “bilim-kurgu”dur. Kesin olmayan şeyler kurgu olur, kesin olan şey ise hakîkat. Tek ve mutlak kesin olan şey sâdece Allah ve O’nun sözü olduğu için, Allah’a ve O’nun sözüne aykırı olan şeyler hakîkat olamaz. Zâten Allah’ın hesâba katılmadığı ve tam-aksine inkâr edildiği bir yerde ve araştırmada hakîkate ulaşmak imkânsızdır. Bu nedenle Allah’ı ve O’nun sözünü inkâr eden modern-bilimin hakîkate ve kesinliğe ulaşması mümkün değildir. Kesinliğe ulaşamayacağı için de ortaya koyduğu veriler ve teoriler kurgu olmaya mahkûm olur.

 

Modern-bilimin Dünyâ-dışı uzay hakkındaki verilerinin -en iyimser rakamla- %90’ı, Dünyâ içindeyse -en iyimser rakamla- %60’ı kurgudur, zandır. Masa-başında üretilmiş fikirler ve teorilerden oluşmaktadır. Ne isterlerse onu düşünürler ve düşündükleri şeyleri kanıtlamak için gözlemler ve deneyler yaparlar. Bu gözlem ve deneyler ne sonuç verirse-versin, zorlayarak ve aşırı yorumlayarak da olsa, masa-başında düşündükleri ve kararlaştırdıklarına uydurulmaya çalışılır. Deneyleri ve gözlem sonuçlarını masa-başında düşündüklerine uydurmak ve uyarlamak için aşırı zorlarlar. Yine de yeterince uyum olmazsa uydurdukları sâbitelerden birini ekleyiverirler. Tâ ki masa-başında ürettikleri ön-kabûllerine uydurana kadar. Fakat hiç-bir zaman tam bir uyum olmaz ve görebilenler için bir-çok eksikler, yanlışlar, hatâlar ve saçmalıklar olur teorilerinde ve önermelerinde. Zâten genelde Allah’ın sözüne aykırı veriler ortaya çıkar.

 

Hakîkat ise Allah’a ve O’nun sözüne uygun olan ve aykırı olmayan şeydir. Allah’ın sözüne, kazandırdığı ferâsete ve bakış-açısına göre yapılan ve tespit edilen şeyler hakîkattir yada hakîkate en yakın olandır.

 

Modern-bilim Allahsız olduğu, Allah’ı yâni bilim-adamlarının üzerinde çalıştığı kâinâtı Yaratan’ı inkâr ettiği için, bakış-açısında mutlakâ bir problem olur. Allah’ı hesâba katmayanların gözlerine perde iner ve hakîkati göremez hâle gelirler. Sonuçta da bir-çok yanlışlar ve saçmalıklar üretirler. Zâten bu nedenle de “bilim yanlışlanabilir olandır” demek zorunda kalırlar. Böylece açıklarını ve yanlışlarını kapatıp düzeltme fırsatı yakalamış olurlar. Yanlışlana-yanlışlana en doğruya ulaşılacağı söylenir. Peki siz en doğruya ulaşana kadar biz ürettiğiniz ve üzerinden rant sağladığınız yanlışlara ve saçmalıklara inanmak zorunda mıyız?. Tabi ki de değiliz. Öyleyse ne yapılmalıdır?. Allah’ın kazandırdığı ferâset ve bakış-açısıyla gözlem yapmak ve düşünmekle en doğru olan yâni hakîkat ortaya konmalıdır.

 

Modern-bilim “Kesin Olan”ı inkâr ettiği için hiç-bir zaman kesin olana ulaşamaz. Zâten ulaşamıyor da. Bu nedenle de sürekli olarak manipülasyon yapıyor. Yanlış ve saçmalık olan verileri ve teorileri manipülasyonlarla tüm Dünyâ’ya kabûl ettirebiliyor. Peki bu nasıl mümkün olabiliyor?. Manipülasyon nasıl bu kadar başarılı olabiliyor?. Modern-bilim ve bilim-adamları bunu nasıl yapabiliyorlar?. Niçin kimseden bir îtirâz gelmiyor?. Kanımca şöyle oluyor…

 

Nasıl ki Amerikan Merkez Bankası FED tüm Dünyâ’yı, aldığı kararlarla, dayatmalarla ve karşılıksız bastığı dolarlarla manipüle ediyorsa, meselâ bilimsel bir kuruluş olan NASA da aynı şekilde yapıyor ve manipüle ediyor. Nasıl ki Dünyâ’daki tüm bankalar, yatırımcılar ve hattâ küçük esnafa kadar herkes iş yapmak yada yapmamak için FED’in ağzına bakarak kararlarını bekliyorsa ve FED’in yaptığı açıklamalara göre hareket ediyorsa NASA da öyle yapıyor. Çünkü FED’in ekonomi konusundaki kuşatması, baskısı ve dayatması ile NASA’nın bilim konusundaki kuşatması, baskısı ve dayatması arasında etki bakımından bir fark yoktur. Kimse FED’in kararlarını ve sistemini sorgulamadan aynen kabûl ederek ekonomilerini düzenliyorlarsa ve işlerine devâm ediyorsa ve de artık FED merkezli bir ekonomiye inanıyorsa, aynı şey NASA için de geçerlidir. Diğer bilim-kuruluşları ve bilimsel yayın yapanlar da aynı şeyi yapıyor ve en baskın kuruluşa göre pozisyon alıyor.

 

Yine; nasıl ki Dünyâ Sağlık Örgütü DSÖ, tüm Dünyâ’da tıp ile ilgili karalar alıyorsa ve DSÖ aldığı kararları Dünyâ’daki tüm sağlık kuruluşlarına sorgusuz-suâlsiz uygulanması için gönderiliyorsa ve dayatıyorsa, modern-bilimi tekelinde tutan dünyâ-çapındaki kurumlar da bu dayatmayı bilim konusunda yapıyor. Nasıl ki sağlık kurumları “ne de olsa DSÖ’nün açıklaması, uygulaması ve kararı” diyerek DSÖ’nün direktiflerini, hiç sorgulamadan ve hiç şüphelenmeden kabûl edip uyguluyorsa, böylece DSÖ tüm Dünyâ’yı manipüle ediyorsa; modern-bilimi tekelinde tutanlar da aynı şekilde manipüle edebiliyor.

 

Meselâ korona sürecini DSÖ yürütüyor. Onun yönlendirmesi ve aslında manipüle etmesiyle tüm Dünyâ DSÖ’nün kontrôlüne girmiş oluyor. Üstelik hiç eleştiri ve îtirâz almıyor. Sorgusuz-suâlsiz bir güven duyulduğu için Dünyâ’yı ve dolayısı ile tüm insanlığı istediği gibi yönetiyor, manipüle edebiliyor. Şu da var ki DSÖ’yü finanse edenler; Rockefeller, Rothshild, Gates ve BM gibi “insan düşmanı” kişi ve kurumlardır. Bunların insanlığın faydasına ve hayrına çalışma ihtimâli yoktur.

 

Pentagon nasıl ki tüm Dünyâ’da askerî yönlendirmeler yapıyorsa, kendisi -nükleer silah üretimi dâhil- her türlü silahları üretirken, başkalarının özellikle nükleer silah üretmesine karışıp karşı çıkıyorsa ve hattâ nükleer silah üreten ülkelere yaptırım uygulatabiliyorsa, böylece Pentagon’un gücü tüm Dünyâ’da abartılıyor ve böylece tüm Dünyâ manipüle edilmiş oluyorsa, modern-bilimin elinde tutanlar da aynı şekilde tüm Dünyâ’yı ve insanları manipüle edebilirler ve yanlışlara, saçmalıklara ve olmayacak şeylere de inandırabilirler.

 

İşte aynen ekonomi, sağlık, askeriye gibi konularda tekel olanlar nasıl ki tüm Dünyâ’yı ve insanları yönlendiriyor, onlara kendi düşüncelerini, kararlarını ve uygulamalarını dayatıp kabûl ettiriyor ve uygulatıyorlarsa, başta NASA olmak üzere bir-kaç bilim-merkezi de tüm Dünyâ’yı ve insanları, sürekli olarak medyada manşet yaptığı kararlarıyla, deneyleriyle ve teknolojisiyle manipüle ediyor, yönlendiriyor ve mevcut küresel-seküler telakkiye uygun olan keyfî sonuçları ve kuralları dayatabiliyor. Böylece “küresel” olunca hiç-bir bilim-adamı ve bilim kuruluşu bunu sorgulayamıyor, sorgulamaya cesâret edemiyor. Artık söylenen her-şeyi kabul ediyor, alınan her karârı kabûl edip uyguluyor. Çünkü bilim ve teknoloji aracılığı ile birileri Dünyâ’nın başına ilah kesilmiştir. Üstelik kendi kararlarına ve ulaştıkları sonuçlara şirk koşulmasına da aslâ tahammül edemiyorlar.

 

Durum bu olunca bilim-adamları, NASA’nın ve Avrupa Uzay Ajansı gibi merkezlerin ulaştığı sonuçlara ve teorilere karşı kendilerine aykırı ve saçma gelse de bir şey söyleyemiyorlar. Çünkü bilime karşı bir şey söylemek, “Allah’a karşı gelmek” gibi algılanmakta, “rezil olmak” yada “mesleğinden atılmak” riskiyle karşı-karşıya kalınmaktadır. Bunu göze alabilenler çok azdır ve zâten onların da sesi bir şekilde kesilmektedir. Çünkü ekonomiyi, sağlığı, silahı ve bilimi elinde tutanlar ile medyayı elinde tutanlar aynı kişilerdir yada bu küresel şeytanlar dayanışma içindedirler. Böylece mevcut modern-bilimi tekellerinde tutarak manipüle edenler, büyük bilimsel yalanlar bile söyleyebilmekte ve insanları bâzı doğru teoriler ve sonuçlar yanında saçmalıklara da inandırabilmektedirler. Düz Dünya Teorisi savunucuların bahsettikleri manipülasyon budur. Onlar Dünyâ’nın yuvarlak olduğunun ve döndüğünün, modern-bilimi tekelinde tutanların büyük bir manipülasyonu olduğuna inanıyorlar.

 

Nasıl ki ekonomi, sağlık, askerî güç vs. kimin tekelinde ise, onların kararları sorgusuz-suâlsiz ve tartışmasız kabûl edilebiliyorsa, bilim konusunda da bilimi tekelinde tutanların kararları, söylemleri, verileri, deneyleri ve gösterimleri de sorgusuz-suâlsiz ve tartışmasız kabûl ediliyor. Dünyâ yuvarlaktır ve döner, uzaya çıkılmış ve Ay’a gidilmiştir, Mars’a gidilecektir, 5 milyar ışık-yılı ötedeki bir gezegende su bulunmuştur, insan maymundan gelmiştir, kâinat leblebi büyüklüğündeki sonsuz yoğunluktaki bir noktadan yaratılmıştır vs. deniyorsa herkes onu öyle kabûl ediyor yada etmek zorunda kalıyor. Çünkü hem modern-bilime bir eleştiri ve îtirâz yok, hem karşıt görüşlere yer verilmiyor ve karşıt düşünceler ve görüşler yobazlık olarak gösteriliyor, hem de modern-bilimi tekelinde tutanlar, uydurmacılığı ve yalancılığı profesyonelce yapıyorlar ve saçmalıkları profesyonelce bir şekilde yaygınlaştırıp kabûl ettiriyorlar. Tabi bir de bâzı verileri ve teorileri ulaştıkları doğru sonuçlarla karışmış olduğu için insanlarda “o doğruysa bu da doğrudur” düşüncesi açığa çıkıyor. Zâten güç ellerinde olduğu için müthiş bir kuşatma, baskı ve dayatma da var. Bu yüzden her konuda bilimi tekelinde tutanların ağzına bakılıyor ve ona göre gündem ve söylem oluşturuluyor.

 

Bilimi tekellerinde tutan ve manipüle edenler, aslında olmayacak şeyler için bile; “yapmak, bulmak ve ulaşmak üzereyiz” gibi şeyler söylemekte, kısa bir süre sonra da “aslında şu-an bu mümkün değil ve nasıl olacağı hakkında da bir fikrimiz yok” diyerek halka sürekli olarak modern-bilimin sözde büyüklüğünü bilinç-altlarına yerleştirmektedirler. Halk da, “bilim-adamları dediyse doğrudur” zannediyor. Çünkü bilim-adamlarını peygamber gibi görüyorlar. Onların her-şeyi yapabileceklerini zannediyorlar. Oysa modern-bilimin Dünyâ-dışı uzay hakkındaki verilerinin -en iyimser rakamla- %90’ı, Dünyâ içindeyse -en iyimser rakamla- %60’ı kurgudur, zandır.

 

Avrupa Uzay Ajansı 1975 yılında, uzayın keşfini amaçlayan, hükümetler-arası bir organizasyon olarak kurulmuştur. Şu-an 22 üyesi olan örgütün merkezi Fransa’nın başkenti Paris’tedir. 2006 yılı sayılarıyla üç milyar Avro’luk bütçeye ve yaklaşık 1.900 çalışana sâhiptir. Bilim konusunda suyun başını tutan kurum ise NASA’dır. Amerika Birleşik Devletleri’nin uzay programı çalışmalarından sorumlu olan kurum. 29 Temmuz 1958 târihinde ABD Başkanı Dwight Eisenhower tarafından kurulmuştur. 25 milyar dolarlık bir bütçeye sâhiptir. Bu bütçeyle istediği manipülasyonu yapabilmektedir.

 

Manipülasyonun farkına varabilmek için vahiy-merkezli bir bakış-açısına sâhip olmak ve eleştirel bir kişilik olmak gerekir. Tabî ki bilimsel bilgiye âşinâ olmak da lâzımdır. Vahiy-merkezli ve eleştirel bir bakış-açısıyla yapılan modern-bilim okumalarında, aslında modern-bilimin üretip ortaya koyduğu ve “kesin doğru” olarak söylediği şeylerin yanlış yada bâzen eksik olduğu görülebiliyor. Fakat modern-bilim ve de teknolojinin tüm Dünyâ’da kurduğu tahakküm ve güven, yanlışları görmeye mâni oluyor. Çünkü korkunç bir kuşatma, dayatma baskı ve ön-kabûl var. Öyle ki bir bilim-adamı bir teorinin yanlış yada eksik olduğunu görse yada bir sorun olduğunu fark etse bile bunu ya hiç söyleyemiyor yada hemen söyleyemiyor. Çünkü yobazlıkla yaftalanması ve işini kaybetmesi çok olasıdır. Bu nedenle de bilim-dünyâsından aykırı bir ses çıkmıyor, bilim hiç eleştirilmiyor ve îtirâz edilmiyor. Buna müslümanlar da dâhil oluyor. Kur’ân’ı okuyanların bir-çoğu ise, hem bilimi bilmediklerinden dolayı hem de modern-bilim hakkındaki ön-kabûllerinden dolayı bir şey diyemiyorlar. Modern-bilime karşı eleştiri ve îtirazların bu kadar az olmasının nedeni budur. Yoksa modern-bilim kesin sonuçlar ortaya koyamaz.

 

En bilinçli olan mü’minlerin bile bir kısmı, modern-lâik-seküler-Allah’sız ideolojilere, kânunlara-kurallara, şirke ve küfre karşı net ve kesin sözlerle karşı çıkmalarına rağmen, meselâ modernizmin ortaya çıkardığı yada kışkırttığı, servetin ve modern-bilim ve teknolojinin ortaya çıkardığı şirk, küfür ve dolayısıyla zulüm konusunda tâvizsiz olamamaktadırlar. Böylece zamânında; “batı’nın ilmini alalım ama ahlâkını almayalım” diyenlerin düştüğü tuzağa yeniden düşmektedirler. Zımnen; “batı’nın ideolojisini, lâikliğini, demokrasisini, şirkini, küfrünü ve zulmünü almayalım ama servet elde etme şeklini yada daha da önemlisi ve popüler olan bilim ve teknolojisini alalım” demekte ve bunda bir beis görmemektedirler. Bu konuda tâvizsiz değillerdir. Oysa batı’nın dîni de, îmânı da nefsin kontrôlü ve yönlendirmesindeki akıl ve bilimdir. Allahsız ideolojilerinin de, şirkinin de, küfrünün de, zulmünün de arkasında servet, modern-bilim ve teknoloji vardır. Zâten batı, mevcut zenginliğinin kaynağı olan modern-bilim ve teknolojisini geliştirmeyi; yaptığı hırsızlık, yolsuzluk, sömürü ve cinâyetlere borçludur. Yâni -müslümanlar da dâhil- insanların o çok güvendikleri ve iyi buldukları modern-bilim ve teknoloji, hırsızlığın ve şerefsizliğin bir sonucudur. Zâten bu nedenle tüm Dünyâ için bir hayır getir(e)memekte ve Dünyâ’nın yarısını yakıp-yıkmaktadır.

 

Allah’ı hesâba katmayanları ben de hesâba katmıyorum ama Kur’ân’ı merkeze almış olan müslümanlardan şöyle bir îtirâz geliyor; “sen kimsin ki!, bırak da bu işlerle bilim-adamları ilgilensin”. O zaman onlara; o hâlde bırakın da, Kur’ân’ı, konusunda uzman olan ilahiyatçılar okuyup yorumlasın, biz uzman olmadığımız için, siyâsetçi olmadığımız için siyâsetten ve kânunlardan bahsedemeyiz ve seküler siyâsetin ve kânunların şirk ve küfür içerdiğinden bahsedip duramayız. Bu konulardan ancak, müslüman olan siyâsetçiler ve hukukçular anlar. Biz bilemeyiz ve anlayamayız. Fıkıhçı da değiliz, hadislerden, hukuktan anlamayız, ekonomist değiliz, ekonomiden anlamayız, bunları da konularında uzman olan profesörleri konuşsun, tefsiri de tefsirciler yapsın vs. Biz ise sâdece onların kayıtlarını tekrar-tekrar okuyup duralım, aynen bilim-adamlarının kayıtlarını okuduğumuz ve sorgusuz-suâlsiz kabûl ettiğimiz gibi kabûl edelim. Yâni her konuda Kur’ân-merkezli konuşalım ama, modern-bilim konusunda uzmanlar konuşsun. Biz sesimizi bile çıkarmadan ortaya konulanları kabûl edelim ve hattâ Kur’ân’ı modern-bilimin verilerini kabûl ederek yorumlayalım.   

 

Doğala, normâle ve fıtrata birebir uygun olan Kur’ân-merkezli apaçık hakîkate inanmakta aşırı zorlananlar ve hattâ vahiy-merkezli hakîkati “zaman-dışı” görüp inanmayarak inkâr edenler, aslında görülmesi ve fotoğraflanması imkânsız olan bir kara-deliğin, Samanyolu Galaksisi’nin “uyduruk” bir sentez resmini ve hattâ kâinâtın tamâmının fotoğrafını hiç-bir eleştiri-îtirâz getirmeden ve hiç sorgulamadan ânında kabûl edebiliyorlar. Modern-bilime olan bu sorgusuz-suâlsiz ve kayıtsız-şartsız “mutlak îman ve güven”in nedeni nedir?.

 

Bu güvenin nedeni, hakîkate olan güvenin eksikliğidir. Hakîkate olan güveninin kişide bir özgüven, ferâset, bakış-açısı ve eleştirellik ortaya koymamasıdır. Böylece modern-bilim, meydanı boş bulmakta ve şeytanın, nefsin ve tâğutların ihtiyâcına göre konuşmakta ve insanları bu telakkiye göre yönlendirebilmektedirler. Bunu yapmak için önlerinde hiç-bir engel yoktur çünkü. Lâkin Allah hakkı söyler ve hakîkatin ortaya konulmasını ister. Bunun bilincinde olan kişiler, Allah sözünün dışında her-şeye şüpheyle ve eleştirel bir bakış-açısıyla bakarlar. Bu bakış-açısına sâhip olanlar hakîkatin ne kadar da farklı olduğunu görmekte zorlanmayacaktır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2020

 

 

Devamını Oku »

6 Ocak 2021 Çarşamba

Kur’ân ve Modern-Bilim

 

“Göklerin ve yerin gizemleri Allah’a âittir. (Göklerin ve yerin uçsuz-bucaksız derinliklerini bilmek Allah’a mahsustur). Saat, (Dünyâ’nın sonu) bir göz-kırpması kadar veyâ daha kısadır. Allah her-şeye Gücü Yeten’dir” (Nâhl 77).

 

Kur’ân’ın âyetleri tüm zamanlar ve tüm konular için bir şeyler söyler yada en azından bir bakış-açısı oluşturur. Zâten ancak bu bakış-açısı ile en doğru sonuca ulaşılabilir. Zîrâ Kur’ân âyetleri Allah’tandır ve kâinâtı da Allah yaratmıştır. Bu nedenle kâinât hakkında en doğru yargıya Allah’ı ve vahyi hesâba katmadan varamayız. Varlığın en iyi ve tam doğru bir şekilde bilinebilmesinin yolu, Kur’ân’ın kişiye kazandırdığı bakış-açısı ve ferâsettir. Modern-bilim ise, Allah’ı hesâba katmadığı, meta-fizik olanı yok saydığı (hattâ inkâr ettiği) ve her-şeyi madde ile değerlendirdiğinden dolayı yanlışa düşmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle de teorilerinin ve önermelerinin çoğunda yanlışa düşmektedir. Bu çelişkisini de “bilim yanlışlanabilir olandır” sözüyle kapatmaya çalışmaktadır. Tamam, tabî ki bilimsel alanda da hatâ yapılabilir, fakat bugün “kesin olarak doğru” kabûl ettiğine, “yanlışlanabilir” diyerek bir zaman sonra “kesin olarak yanlış” diyerek reddetmek kabûl edilebilir değildir.

 

Meselâ Newton’un yerçekimi teorisiyle Einstein’in yerçekimi teorisi birbirinden çok farklı ve hattâ birbiriyle alâkasızdır. Newton zamânında “mutlak doğru” kabûl edilen klâsik yerçekimi açıklaması, Einstein ile birlikte “mutlak yanlış”a dönüşmüştür. Bu durum bir zaman sonra Einstein’in teorisi için de geçerli olacaktır. Çünkü varlığı, “varlığı Yaratan”ı hesâba katmadan açıklamaya çalışmaktadırlar. Bu nedenle hiç-bir zaman kesinliğe ulaşamayacaklar ve ortaya atılan teoriler başka bir teoriyle çürüyecektir.

 

Kur’ân’ın bilime, ekonomiye ve siyâsete tüm zamanlar ve mekânlar için önerilerinin olmadığını yada en azından bir bakış-açısı kazandırmadığını söylemek mantıklı ve doğru değildir ve bu söylemin altında “seküler sistemle alâkalı” nedenler vardır.

 

Kur’ân her konu ile ilgili en azından bir bakış-açısı sunar ki, bu bakış-açısı hem ahlâk-merkezli hem de maddeyle sınırlı olmadığından dolayı daha geniş olacağından, en doğru bakış-açısı olacaktır ve en doğru sonuca ulaştıracaktır. Allah’ı hesâba katmayan modern-bilim (doğal-bilim değil) ise, bu bakış-açısından mahrûm kalacağından dolayı her zaman çelişkiler içinde olacaktır. Bu nedenle bir dengenin sağlanması önemlidir.

 

“Kur’ân’ı modern-bilim ışığında anlamak ve açıklamak” sözünü doğru bulmuyorum. Tam tersine; “bilimi Kur’ân’ın ışığında yapmak ve anlamak” önemlidir ki en doğruya da ancak bu şekilde ulaşılabilir. Aksi-hâlde modern-bilimin “özne”, Kur’ân’ın ise “nesne” olması kaçınılmaz olacaktır. Zîrâ açıklayan, açıklanandan üstündür. Bu bağlamda, modern-bilimin bir-çok tutarsızlığı olduğunu, “modern-bilim” yerine, “vahyin ışığında doğal-bilim”in doğruya ve tutarlı sonuçlara ulaştıracağını düşünüyorum.

 

Bir de şu var ki, Kur’ân’ın her âyetini ille de modern-bilimle anlamak gerekmiyor ve zâten Kur’ân da her söylediğinin bilim ile değerlendirilmesini beklemiyor. Doğal ve herkesin gözlemlediği bir olayı anlamak için bilime gerek olmayan bir-çok yer vardır Kur’ân’da.

 

Kâinâtın yaşının 13.8 milyar yıl; Dünyâ’nın yaşının 4.54 milyar yıl, insanın yaşının da 2 milyon yıl olduğu, seküler bir tahminden başkası değildir. Kâinâtı ve Dünyâ’yı yaratanı hiç hesâba katmadan yapılan düşünceler ve zaman belirleme çalışmalarının doğru bir sonuç vermesi imkânsızıdır. Batı’nın dinsiz bilimine göre yapılan hesaplamaları maymun gibi taklit edip tekrâr etmek “bilim” zannediliyor. Öyle ki, bu verilere vahiyden daha çok îman edildiği de ortadadır. Üstelik hiç-bir şüphe de duymuyorlar. Modern-bilimin verilerinden şüphe edip de eleştiren ve îtirâz eden kişi sayısı çok azdır. Çünkü modern insan modern-bilime körü-körüne inanmaktadır. Oysa modern-bilimin verileri “dayatılmış” verilerdir. Öyle ki modern insan, modern-bilimin verileri dışında farklı bir düşünce ve teori gördüğünde ve duyduğunda sırıtmaktan başka bir şey yapamıyor.

 

Modern-bilimin sunduğu verileri, zihinler iğdiş olmadan “mutlak-kesin ve şaşmaz veriler” olarak kabûl etmek mümkün değildir. Çünkü verilen ölçümler ve târihler tahmindir. Teoriler tahmindir. Deneyler hem yetersiz hem de iknâ edici değildir. Çünkü tahminler ve çalışmalar Allah’tan bağımsız yapılmıştır ve bu nedenle de eksik, eksik olduğu için de yanlış olacaktır. Ancak kısa mesâfeler, zamanlar ve basit şeyler için yapılan tahminler tutarlı olabilir ki onlarda bile bir-çok yanlışlar çıkmaktadır.

 

Modern-bilim en çok yaş tâyininde zırvalıyor. Meselâ Karbon 14 örneği verilebilir. Karbon 14’ün yarılanma ömrü 5.730 yıldır. Bu durumda Karbon 14 metodu “en doğru bir şekilde” en fazla 11.460 yaşında olan bir organizmada, o da %20 hatâ payıyla ölçülebilir. Yarı-ömür belirlenerek yapılan hesaplamalar “olasılık hesapları”dır. Radyo-karbon oluşur-oluşmaz bozulmaya başlar. Atmosferde bir miktar radyo-karbon oluştuğunda, bu miktârın yarısı 5.700 yıl kadar sonra bozulmuş olur (ve azot-gazına dönüşür). Geri kalan miktârın yarısı da daha sonraki 5.700 yılda bozulur ve ölçülemeyecek kadar küçük bir kalıntı kalıncaya kadar bu böyle devâm eder. Meselâ bir ağaç, ölümünden 5.700 yıl sonra, canlıyken bünyesinde bulunan radyo-karbonun, olağan karbon oranının sâdece yarısını ihtivâ eder. 11.400 yıl (veyâ iki yarı-ömür) sonra, tabiattaki oranın sâdece dörtte birini içerir. Yaklaşık beş yarı-ömür veyâ kabaca 30 bin yıl sonra ise çok zor ölçülen bir kalıntı kalır, bu yüzden radyo-karbon testi sâdece 30 bin yıldan daha genç kalıntıların yaş tâyininde ve tahmininde kullanılabilir. 

 

“Karbon-14’ün yarı-ömrü yaklaşık 5.730 yıldır. 8 yarı-ömür sonrasında geriye kalan, başlangıçtaki radyoaktif karbonun yalnızca 1/256’sı olur. Bu miktar güvenilir, bir ölçüme elvermeyecek derecede azdır, dolayısıyla radyo-karbonla târihlendirme yöntemi yalnızca kırk bin küsur yıldan yaşlı olmayan nesnelerde işe yarayabilir”. Diğer uzaklık ölçüm teknikleri de böyledir ve kesin güvenilir değildir. Fakat buna rağmen milyonlarca hattâ milyarlarca ışık-yılı uzaklıktan bahsedebiliyorlar ve daha da ilginci, bu uzaklıktaki bir yıldız hattâ gezegen hakkında kesin yargılara varıyorlar.

 

Karbon 14 metoduyla yapılan ölçümlerde bâzen komik sonuçlar da ortaya çıkar. Meselâ bir keresinde bir tarlada bulunan bir eşyânın yaşı ölçüldüğünde 20.000 yıl ömür biçilmişti. Meğerse o eşyâ, tarlanın sâhibinin 15-20 yıl önce kaybettiği bir eşyâsıydı. Bu târih ölçme metodları zannedildiği gibi çok da bilimsel değildir. Masa-başında belli kriterler ortaya koyup bunları kabûl ediyorlar, sonra da “bu parça şu dönemdedir, şu özelliktedir” deyip, ortalama bir yaş biçiyorlar.

 

Bir-çok sahtekârlıklar da yapılmıştır. Meselâ amatör bir arkeolog olan Japon Shinichi Fujimura, sürekli olarak “binlerce yıl öncesine âit(!)” taşlar buluyordu. Fakat bu taşlar, önceden yontularak hazırlayıp gömdüğü taşlardı. Gömdüğü bu taşları bir süre sonra sanki “elleriyle gömmüş gibi” buluveriyordu. Bu taşlara nice yaşlar biçildi. Daha yeni gömdüğü taşlara 570.000 yıllık ömürler biçildi. Fakat sürekli târihi taş bulmasından şüphelenen haberciler, onu, yonttuğu taşları gömerken yakaladı ve gizlice fotoğraflarını çekti. Tabi bir süre sonra 570.000 bin yıllık yeni taşlar bulduğunu duyurduğunda kendini ele vermiş oldu. Yaptığını îtiraf etti ve bunu kendisinde bulunan bir hastalığa bağladı. Böylece kendilerine uzun yaşlar biçilen taşlar bir-anda sıradan taşlar hâline geldiler. 

 

Peki çok eski târihlere âit olduğu söylenen nesneler niçin bu kadar ilgi görüyor?. Çünkü modern-bilim ve modern insan Allah’tan, âhiretten, dinden, kitaplardan, peygamberlerden, mânâdan ve meta-fizikten umûdunu kesmiştir. Fakat vicdanı onu sürekli olarak rahatsız etmektedir. Bu nedenle de vicdânını susturabilmek için, her-şeyin zamanla oluştuğunu gösterecek argümanlara ihtiyâcı vardır. Bu ihtiyaç nedeniyle sürekli olarak yeni deliller ararlar ve uydurma da olsa bir şeyler ortaya çıktığında, “demek ki Allah yaratmamış ve zamanla kendi-kendine oluşmuş” düşüncesine alan açarak, bâtıl inançları için sığınacakları bir şeyler olmuş olur.

 

Utah Üniversitesi’nden metalürji profesörü Melvin Cook, radyo-karbon oluşması ve bozulmasıyla ilgili eldeki en son rakamları aldı ve buradan sıfır radyo-karbona ulaşacak şekilde geriye doğru hesaplamalar yaptı. Aslında bunu yaparken, radyo-karbon tekniğini kullanarak Dünyâ atmosferinin yaşını hesaplamaya çalışıyordu. Sonuçta, Dünyâ atmosferinin yaşı 10.000 yıl civârında çıktı.

 

Desteğimizi, kâinâtı yaratan âlemlerin Rabbi Olan Allah’ın kitabından almayacağız da, dinsiz batı’nın seküler biliminden mi alacağız ille de?. Bilimi, batı’nın seküler “modern” bilimine göre araştırmak zorunda değiliz. Bir dayanışma olabilir tabi. Fakat seküler bilim zorunlu değildir. Çünkü mutlak kesin sonuçlar vermez. Sürekli yanlışlanıp-yanlışlanıp değişen bir bilgi-sistemine mutlak anlamda neden güvenelim?.

 

Modern-bilim vahiy-merkezli eleştiriye muhtaçtır. Buna rağmen âyetleri modern-bilime uydurduğumuzda çok iyi iş yapmış olduğumuzu düşünüyoruz. Fakat âyetlerin ilhâmıyla farklı bir şey söyleyince yobaz olarak görülüyoruz?. İşte müslümanların hâl-i pür melâlinin nedeni, batı-merkezli modern-bilim ve ideolojilerin müptelâsı ve taklitçisi olmalarıdır. Batı’nın bilimine, ideolojilerine, siyâsetine, sanatına vs. olan körü-körüne olan inanç, batı’nın dinsiz bilimini “mutlak doğru” zannetmeye yol açıyor. Batı’nın ve modern-bilimin her dediğinin doğru olduğunu kabûl etmek cehâletin daniskasıdır. 

 

Farklı veriler ve sonuçlara ulaşan kişilere “gülesim geldi”, “çok komik”, “yobazlık”, “gericilik” gibi şeyler söylemek modern insanın ve müslümanın şiarı hâline geldi. Ne yâni?; modern-bilime bir eleştiri ve îtirâz yapılamaz mı?. İddialarını çürütecek ve yanlışlayacak, vahiy-merkezli çalışmalar yapılamaz mı?. Modern-bilime körü-körüne kapılmak, yalan-yanlış ve sapık verileri tekrarlamaktan başka bir şey yapmamak modern bir cehâlet şeklidir. Aynı-zamanda ezikliktir de. Gerçek âcizlik ve gülünç duruma düşmek budur işte!.

 

 “Bilim-insanları” ifâdesi, feminizmin baskısının bir sonucudur. Artık “bilim-adamları” sözü değil, “bilim-insanları” ifâdesi kullanılıyor. Çünkü kadın olan bilimciler de vardır ve çoğalmaktadır. Bu da başka bir zulümdür ama bunun tartışmasının yeri burası değil.

 

Modern zaman ve modern insan, “bir ön-kabûl olarak” bilim-adamlarından yana olduğu için, bilim-adamlarının ortaya koydukları önermeleri çok kolay kabûl edebiliyorlar. Onların teorilerden, önermelerinde yada söylediklerinden hiç şüphe duymuyorlar. Hele ki işin içine matematik karıştıysa, zinhar aksine bir şey söylemeyi düşünemiyorlar bile. Oysa gerçekte vâr olmayan şeylerin matematikte doğru gibi gösterilebilmesinin mümkün olduğunu ünlü matematikçi Sir Herbert Dingle şöyle açıklar: “Matematiğin lîsânı içinde biz doğrular kadar yalanlar da söyleyebiliriz. Ve matematiğin sınırları içinde bunların birini diğerinden ayırma şansı yoktur. Bu ayrımı ancak deneyle yada matematik dışında kalan bir akıl yürütme ile yapabiliriz; matematiksel çözüm ile onun fiziksel karşılığı arasındaki muhtemel ilişkiyi inceleyerek. Kısaca, matematikte soyut-teorik olarak varılan bir sonuç, bunun gerçek bir karşılığının olmasını gerektirmez”.

 

Modern-bilimin verilerini ve teorilerini kabûl etmemek saçmalık olarak görülüyor. Bunun en komik yanı ise, bu teorilerden haberi olmayan ve bilimden hiç anlamayan insanların da bilimi “yanılmaz-şaşmaz bir kuyumcu terâzisi” zannetmelerindendir. Oysa müslümanlar hayâtı din-merkezli yâni Allah-merkezli okumayı şiar edinmiş olmalıdır. Zîrâ “en doğrusunu sâdece, her-şeyi yaratan Allah bilir” diyerek modern-bilimden biraz olsun şüphelenmelidirler.

 

Şu “biz kimiz ki, adamlar neler yapıyor” kompleksinden kurtulun artık. O “bilim-adamları” denilen insanlar, kronik hastalıklara, meselâ daha romatizmaya bile çâre bulamamış kişilerdir. Onların yaptıkları şeyler şişirildiği kadar önemli değildir. Hem modern-bilim, hem de bilim-adamları şişirilmiş balonlardır.

 

Modern-bilimin ve bilim-adamlarının dinle ve siyâsetle ilgilenmedikleri zannediliyor. Fakat onların önemli bir kesimi, bâtıl ideolojilerin ve bu ideolojilerin başındaki siyâset(çi)lerin, paranın sâhibi sermâyedarların ve şeytânî projelerin başındakilerin güdümünde iş yapan ve din-karşıtı ideolojiler için teori üreten kişilerdir. Din yâni İslâm, “aşılabilecek” bir şey değildir. Batı’lı bilim-adamlarının tek derdi, tâbi oldukları kişilerin hedefi doğrultusunda, müslümanlar ve stratejik ülkeler ve bölgeler için teoriler geliştirmektir. Bu nedenle modern-bilimi ve bilim-adamlarını, zannedildiği gibi “kutsal” kişiler falan zannetmeyin. Ortaya koydukları teorilerin ve önermelerin çoğu zırvalıktır. İnsanların bilim-adamlarını “ulaşılmaz-kutsal-üstün insanlar” zannetmelerinin içi boştur. Bilim-adamlarını finanse eden ve onlara alan açan küresel güçlerin tek derdi, müslümanların gerçek îmandan uzak kalmasını sağlamak ve böylece sömürülerini daha rahat yapabilmektir. Bunun için de bilim-adamlarını kullanmaktadırlar. İşin trajikomik yanı ise, sömürülen ve ezilen insanların bu kişilere körü-körüne inanması ve onları savunmasıdır.

 

Şu-an Dünyâ’da çıkarılan savaşları, çok matah insanlar zannedilen bilim-adamlarının yaşadığı ülkelerin başında bulunan şeytanlar çıkarıyor ve zâten bu durum onların çok işine geliyor.

 

“Bilimsel devrim” denilen zamanda yâni Galile, Kepler ve Kopernik ile başlayan süreçteki buluşları yapanlar “kilise mensubu” râhip ve papazlardı. Okudukları bölüm de ilâhiyattı. Onların tâlihsizliği, İslâm ile yeterince ilgilenmemiş olmalarıdır. Demek ki ille de meşhûr üniversitelerde okumakla olmuyor. Einstein okulda başarılı bile değildi. Cins kafalar iyi üniversitelerden çıkmıyor, cins kafalar o üniversitelerde toplanıyorlar sâdece. Bilim-adamlarının insan-üstü gösterilmesi şehir efsânesidir. Medyanın modern-bilimi ve bilim-adamlarını pohpohlamasından başka bir şey değildir.

 

Kur’ân-merkezli bir okuma yapıldığında hem modern-bilim hem de bilim-adamlarının eleştirilecek bir-çok yanı olduğu görülüyor. Bunu yapanlar da var fakat sesleri kısılıyor ve boğuluyor. Çünkü modern insanın kafasında modern-bilim ve bilim-adamları ilahlaşmış durumda. Dünyâ’da çoğu insan böyle. Çünkü yoğun bir pohpohlama ve psikolojik dayatma var.

 

Modern-bilim bir dogmadır. Kendisine inanılmasını bilimi anlamayanlar için bile zorunlu kılar. İnsanların çoğu bilimden anlamaz, ama modern-bilim, insanları, anlamasa da inanmaya ve saygı duymaya hattâ modern-bilimi ilahlaştırmaya zorlar. Hattâ modern-bilimin teorilerine inanmayanları câhil, ilkel, yobaz ve terörist olarak görür ve gösterir.

 

İslâm’a göre cehâlet ve câhil, bir okul bitirmemiş anlamında değildir. İslâm’a göre cehâlet, “Allah’ı hesâba katmamak” demektir. Daha düne kadar Newton’un yerçekimi teorisini dinleştirenler, son 100 yıldır ise bundan vazgeçti ve Einstein’in yerçekimini kuralını din yaptı da şimdi de ona tapıyor. Modern-bilimin, çoğu saçma-sapan olan ve kesinlik ifâde etmeyen teorilerinin peşine hiç sorgulamadan körü-körüne düşenler câhil, ahmak ve zavallıdır.

 

Kur’ân hem iç-âlemi hem de dış-âlemi en doğru şekilde aydınlatan tek kaynaktır. Enerjisini vahiyden almayan tüm “aydınlatma cihazları” ise yarı yolda sönmeye mahkûmdur.

 

Söylediklerim, içinde yanlışlar olma ihtimâli olan doğrular toplamıdır. Modern-bilimin verileri ise, içinde doğrular olma ihtimâli olan yanlışlar toplamıdır.

 

Yazdıklarım “resmen” saçmalıktır ama “gayri resmî” olarak gâyet tutarlıdır.

 

“Kimse kimsenin günahını yüklenmez. Günahla yüklenmiş birisi yükünü taşımak üzere akrabâlarını bile çağırsa onun yükünden hiç-bir şey taşınmaz” (Fâtır 18).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2020

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

1 Ocak 2021 Cuma

İslâm’ın Yönetim Şekli ve Teokrasi

 

“Rablerine icâbet edenler, namazı dosdoğru kılanlar, işleri kendi aralarında şûrâ ile olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk edenler..” (Şûra 38).

 

Kur’ân’da bâzı yönetim-şekillerinden bahsedilir. Bunlar; Hilâfet, Monarşi, Meşrûtiyet ve Şûrâ’dır. Bu kavramlardan bahseden âyetler ise şöyledir:

 

Hilâfet: “Ey Dâvud!; gerçek şu ki, Biz seni yeryüzünde halife (yönetici) kıldık. Öyleyse insanlar arasında hak ile hükmet, istek ve tutkulara (hevâya) uyma; sonra seni Allah’ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah’ın yolundan sapanlara, hesap-gününü unutmalarından dolayı şiddetli bir azab vardır” (Sâd 26).

 

Monarşi: “Süleyman, Dâvud’a mîrasçı oldu ve dedi ki: Ey insanlar, bize kuşların konuşma-dili öğretildi ve bize her-şeyden (bol bir nîmet) verildi. Gerçekten bu, açık bir üstünlüktür” (Neml 16).

 

Meşrûtiyet: “(Hüdhüd’ün mektubu götürüp bırakmasından sonra Saba melikesi Belkıs) dedi ki: Ey önde gelenler!, gerçekten bana oldukça önemli bir mektup bırakıldı. Gerçek şu ki, bu, Süleyman’dandır ve Şüphesiz ‘Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla’ (başlamakta)dır. (İçinde de:) ‘Bana karşı büyüklük göstermeyin ve bana müslüman olarak gelin’ diye (yazılmaktadır). Dedi ki: ‘Ey önde gelenler!; bu işimde bana görüş belirtin, siz (her-şeye) şâhidlik etmedikçe ben hiç-bir işte kesin (karar veren biri) değilim’. Dediler ki: Biz kuvvet sâhibiyiz ve zorlu savaşçılarız. İş konusunda karar senindir, artık sen bak, neyi emredersen (biz uygularız)(Neml 29-33).

 

Şûrâ: “Rablerine icâbet edenler; namazı dosdoğru kılanlar, işleri kendi aralarında şûrâ ile olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk edenler ve haklarına tecâvüz edildiği zaman birlik olup karşı koyanlardır” (Şûrâ 38-39).

 

Bu yönetim-şekillerinden tercih edilen ve hakka ve hakîkate en uygun olanının “şûrâ” olduğu söylenir ve emredilir. Peki “şûrâ yönetim-şekli” neye dayanır?. Şûrâ “demokrasi” midir?. Tabî ki hayır ve aslâ!. O hâlde şûrâ neye dayanır?. Elbet de İslâm-merkezliliğe, yâni Kur’ân ve Sünnet örnekliğine göre olan İslâm’a. Peki bunu sağlayacak ve uygulayacak yada denetleyecek olanlar kimdir?. Rubanlar mı?. İslâm’da ruhbanlık yoktur. “Ruhbanlık yönetimi” anlamında “teokrasi” de yoktur İslâm’da. Peki başka anlamda bir teokrasi var mıdır?. Teokrasi ne demektir?.

 

Teokrasi: “Siyâsal gücün ve erkin Tanrı’dan geldiği inancına dayalı olarak toplum yönetiminin, Tanrı’nın yeryüzündeki vekilleri olduklarına inanılan din-adamlarının elinde bulunduğu toplumsal ve siyâsal düzen, din-adamlarının egemenliğine dayalı yönetim-biçimi”.

 

Teokrasi; devlet işlerinden bir tür ruhban sınıfının sorumlu tutulduğu ve devlet-işlerinin dînî temellere dayandırıldığı yönetim-biçimine verilen addır. Din kurallarının geçerli olduğu sistemdir. Kurallar, dînî kurallardan etkilenir veyâ dînî kurallar aynen uygulanır. Kuralların dînî temelli olması veyâ dinden meşrûiyet alması istenir. Hukuk-sistemi dîne dayandırılır; hukûkî kararların en yüksek mercii bir tür ruhban sınıfıdır. Bâzı pratik durumlar, dogmatik olgularla açıklanmaya çalışılır. Bir-çok teokratik sistemde hükümet lîderleri ruhban sınıfının bir üyesidir. İngiltere’de Lordlar Kamarası’nda 30’a yakın Piskopos bulunur. Günümüzdeki teokratik devletlere örnek olarak Vatikan ve Îran verilebilir.

 

Peki ruhbanlık mutlak anlamda kötü bir yönetme şekli midir?. Yorum yapmadan sâdece konuyla ilgili âyeti vermekle yetinmek istiyoruz:

 

“Sonra onların izleri üzerinde elçilerimizi birbiri ardınca gönderdik. Meryem-oğlu Îsâ’yı da arkalarından gönderdik; ona İncil’i verdik ve onu izleyenlerin kâlplerinde bir şefkat ve merhâmet kıldık. Türettikleri ruhbanlığı ise, Biz onlara yazmadık (emretmedik). Ancak Allah’ın rızâsını aramak için (türettiler) ama buna da gerektiği gibi uymadılar. Bununla birlikte onlardan îman edenlere ecirlerini verdik, onlardan bir-çoğu fâsık olanlardır” (Hadîd 27).  

 

“Teokrasi” kelimesi; Yunanca “tanrı” anlamına gelen “theos (teos)” ve “kudret, düzen ve hükûmet” anlamlarına gelen “kratos” kelimelerinden türetilmiştir. Yunan sözcüklerinden biri olan “theokratia”dan gelmektedir. Bu kelimde, Yunanca “Tanrının Düzeni” anlamındadır. “Theos” kelimesi ayrıca, Hint-Avrupa dillerinde dînî bir kavramdır. Hiç-bir dilde gerçek anlamında kullanılmasa da “teokrasi” kelimesinin İngilizce’de kaydedilen ilk kullanımı 1622 yılında “İlâhi Esin Altındaki Papazların Hükûmeti” şeklindedir. 1825 yılından beri de din-adamlarına ve dîne dayalı politik ve sivil gücü temsil eder.

 

Teokrasi, “dîne dayalı yönetim-biçimi”ni tanımlamak için kullanılan terim. Daha doğru bir anlatımla, dînî otorite organlarının siyâsî otorite organları yerine devlet idâresini elde tuttuğu devlet-biçimidir.

 

Teo=Tanrı, Krasi=Yönetim. Yâni “Tanrı Yönetimi”. Aslında teokrasi kelimesinin özgün anlamıyla terim anlamı arasında fark vardır. Terim anlamı esas kabûl edilmektedir yada hristiyanlar kelimeyi terim anlamına sokmuşlar ve “ruhbanların yönetimi” anlamını kazandırmışladır. Yaptıkları uygulama, bu anlamı vermiştir teokrasi kelimesine. Oysa teokrasi kelimesinin etimolojik anlamı “Allah’ın Yönetimi” demektir. Teo-loji nasıl ki “Tanrı bilimi” demek ise, teo-krasi de “Tanrı yönetimi demektir. Peki bu anlam yanlış ve kötü müdür?. Bu anlam Hristiyanlıkta yozlaştırılmış ve “Allah adına ruhbanların yönetimi” şekline çevrilmiştir. Bu nedenle de kötü görülmüştür. Fakat orijinâl ve etimolojik anlamıyla teokrasinin kötü bir anlamı yoktur ve İslâm’ın istediği yönetim-şekli de budur:

 

“Hüküm vermek yalnızca Allah’a âittir” (Yûsuf 40).

 

Bu âyet teokrasiden bahsetmiyor mu?. Buna ille de “teokrasi” demek gerekmez tabi. Önemli olan, “dîni yâni iç ve dış-âlemin yönetimini Allah’a has kılmak”tır. Bu anlamda hükmün “sâdece Allah’a” âit olduğu yönetim-şekline teokrasi=Allah yönetimi adını vermenin bir zarârı yoktur. Zâten göklerdeki yönetim teokrasi yâni Allah’ın yönetimi ile olmaktadır ve Allah da zâten yeryüzünün de aynen gökler gibi Allah’ın yönetimiyle olmasını ister ve emreder. Zîrâ bu yönetim-şeklinde bir uygunsuzluk olmaz:

 

“O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayâtı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır. O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahmân (olan Allah)ın yaratmasında hiç-bir çelişki ve uygunsuzluk (tefâvüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; her-hangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?. Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umûdunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk 2-4).

 

Mevdûdi, “İslâmî yönetim teokrasidir” derken, “Allah’a has kılınan bir yönetim”den bahseder. Mevdûdi, “İslâm’da Hükûmet” kitabında yönetim-şekillerinden ve teokrasiden bahsederken şunları söyler:

 

“Bu konu incelendiği zaman, ilk nazarda şu hususlar göze çarpacaktır: İslâmî hükümet, Avrupa-vâri gayr-ı dînî Cumhuriyet (Seculer Democracy) değildir. Ancak bu isim felsefî noktayı nazardan Cumhuriyet olmuştur. Gayr-ı İslâmî cumhûrî hükûmette, ‘en yüksek hâkimiyet’ ülkenin sâkinlerinin çoğunluğunun elindedir. Onların görüşlerine göre, kânunlar yapılır; onların görüşlerine göre bu kânunlarda değiştirmeler olur. Bu kânunlar istendiği zamanda icrâ ve infâz edilir yahut da icrâ edilemez, kâğıt üzerinde kalıp gider. İslâm’da ise böyle bir şey yoktur ve olamaz.

 

İslâm’da insanların yaptığı kânunlarla mukâyese kabûl etmeyecek yükseklik ve derecede bir kânun yapma makâmı vardır. O da Allah Teâlâ’dır. Resûlleri vâsıtasıyla bu gerçek ve ulvî kânunlar gönderilmiş olup bu hükümler milletlere ve hükûmetlere tebliğ edilmiştir. Bu bakımdan İslâmî Hükümete, Avrupa-vârî mânâda ‘Cumhuriyet’ demek imkânsızdır. Böyle bir İslâmî Hükümete; ‘İlâhî Hükûmet’ ismi vermek daha doğru olur. İşte bu ıstılaha İngilizce’de (theocracy): ‘Dînî Hâkimiyet’ denebilir. Fakat burada da yine mühim bir başkalık vardır. Avrupa-vârî (theocracy) ile İslâmî teokrasi, yine birbirinden ayrı ve bambaşka bir şeydir. Avrupa teokrasisinde malûm bir zümre, bir rûhânî sınıf, husûsî bir mezhebi topluluk (Priest Class) Hak Teâlâ’nın ismini kullanarak, kendilerine âlet ederek, bu ismin arkasına sığınarak, kendileri hâkimiyeti ele geçirirler, kendileri kânun vâz ederler ve bu kânunları da yürürlüğe koymak yolunu tutarlar. Bunlar, amelî ve fiîlî bir şekilde, kendilerini Tanrı yerine koyarak, halkın üzerine musallat olup, halkın ensesine binerler. İşte böyle bir hükümete, böyle bir durumda ‘ilâhî hükûmet’ yerine, ‘şeytânî hükûmet’ ismi vermek daha doğru olur.

 

Bunun aksine, İslâmî teokrasi, bambaşka bir mâhiyet arz-eder. İslâmî teokraside hâkimiyet herhangi bir rûhânî zümrenin yahut da mezhebin ve dînî bir sınıfın elinde değildir. Bu hâkimiyet bütün müslümanların, hattâ tek-tek her müslümanın elindedir. Bütün müslümanlar, hattâ müslümanların her ferdi bile, Allah Teâlâ’nın kitabı ve O’nun Resûlünün Sünnet’ine uyarak bu hâkimiyeti yürütüp giderler. Eğer bana bu husus için ayrı ve yeni bir ıstılah ortaya koymak ve bir terim ismi vermek müsâdesi verilirse, ben buna (Theo-democracy) yani ‘ilâhî cumhurî hükümet’ demek isteyeceğim. Zîrâ, böyle bir hükûmette, böyle bir idâre sisteminde ‘hâkimiyet’ yalnız Hak Teâlâ’nın elindedir.

 

Hükûmet idâresinin başında bulunanları, müslümanlar istedikleri zaman azletmek yetkisine sâhiptirler. Bütün nizamlar, muâmelât ve şeriat-ı ilâhî’de, hakkında açıklık bulunmayan hükümlerde, müslümanların icmâ şeklinde alacakları müşterek kararla ve ilâhî kânuna mutâbık olması şartıyla hüküm ortaya çıkarırlar. İlâhî kânunun tefsiri ve şerhi de hiç-bir zümreye, hiç-bir hânedan veyâ nesle yâhut da bir husûsî topluluğa verilmiş değildir. Bütün müslümanlar arasında herkes bu hakka sâhiptir. Ancak, ictihad kâbiliyeti olmak ve bu mevzuda derin bilgi sâhibi olmak şartı ile tefsir ve şerh edilebilir. İşte bu îtibarla bu hükûmet bir demokrasi hükümetidir. Ancak, böyle bir demokrasi hükûmetinde de ilâhî kânun mevcut olunca, Allah Teâlâ’nın Resûlü vâsıtasıyla göndermiş bulunduğu hükümler elde olunca da, herhangi bir müslüman, ister bu müslüman bir tek kişi olsun, isterse herhangi bir emîr olsun; yâhut kânun koyan zümre olsun, müctehid veyâ âlim olsun, dinde en ileri gelen bir şahsiyet olsun, hattâ bütün Dünyâ’daki müslümanlar bir-araya toplanıp gelseler dâhi bu ilâhî kânun hükümlerinde en ufak bir değişiklik yapmak hakkına sâhip olamazlar. İşte bunun için bu hükümet nizâmı ‘teokrasi’dir.

 

Avrupa’daki teokrasi bildiğiniz gibi, İslâmî teokrasiden bambaşka bir mâhiyet taşır. Bilindiği gibi Avrupa teokrasisinde husûsî bir zümre olan dinî lîderler, Allah’ın adına, kendilerinin uydurup koydukları kânunları icrâ ederler. Fiîliyatta da kendilerini Allah yerine koyup halk üzerinde tahakküme kalkarlar. Böyle bir hükûmete de ‘ilâhî hükümet’ derler. Hâlbuki, böyle devlet nizamlarının ilâhîlikle alâkaları olmadığı gibi bunlara ‘şeytânî hükûmet’ denmesi daha doğru olacaktır. Bunun tam aksi olarak, İslâm’da ileri sürülen teokrasi’de, hükûmet herhangi bir mezhebi veyâ dînî zümrenin elinde değildir. Bu hükümet bütün müslümanların ‘kâffe-i müsliminin’ (tüm müslümanların) elindedir. Bütün müslümanlar bu hükûmeti Allah’ın Kitab’ı ve O’nun Resûlünün Sünnet’inin ışığı altında yürütmeye gayret ederler”.

 

Mevdûdi’nin burada yanıldığı nokta kanımca, gösterdiği yönetim-şekline “demokrasi” demesidir. Demokrasinin özünde, “kânunların Allah’tan değil de halktan yâni beşerden alınması” durumu olduğu için, teo-demokrasi tanımı yanlıştır. Direkt olarak teokrasi demesi uygun olurdu. Muhammed Esed, İslâm’ın yönetim-şekli konusunda bu bağlamda şunları söyler:

 

“İslâm’ın bir ‘teokrasi’ oluşturma hedefi olup-olmadığı sorusu basitçe ‘evet’ veyâ ‘hayır’ şeklinde cevaplanamaz. Teokrasi kelimesiyle herkes için geçerli olan ve belirli bir zaman için meydana getirilen bütün kânunların, toplumun ‘ilâhî kânun’ diye bildiği kânunlardan çıkartılmasını kastedecek olursak, bu soruyu ‘evet’ diye cevaplandırabiliriz. Fakat biz, teokrasi ile, târihin Orta Çağların Avrupa’sından bize aktardığı ve din-adamlarının, yüksek siyâsî egemenliklerin yularlarını ellerine almaya çalıştığı dönemleri kastedecek olursak o zaman kesinlikle bu soruya ‘hayır’ diye cevap veririz. Bunun nedeni ise gâyet basittir, zîrâ İslâm’da papazlara veyâ ‘din-adamları (ruhban) sınıfı’ diye bilinen ayrıcalıklı bir sınıfa, bu nedenle dînin sırlarına vâkıf ve âyinleri yönetmekle yalnızca kendisi görevli bulunan hristiyan kiliselerine benzer bir kuruma da yer yoktur. Yetişkin her müslüman tek-başına dînî emirleri yerine getirebildiğine göre, dînî görevleri bilmekten ve sıradan insanın yapamayacağı bâzı kehânetlere sâhip olmaktan dolayı kazanılacak bir nevî kutsallık, İslâm’da hiç-bir topluluk veyâ kişi için söz-konusu olamaz. Sözün özü: Batı’nın anladığı anlamda bir ‘teokrasi’nin, İslâm toplumunda hiç-bir anlamı olamaz”.

 

Demokrasi ve diğer beşerî ideolojiler, teokrasiye karşı ortaya çıkarılmış yönetim-şekilleridir ve teokrasinin anlamını değiştirip bozmuşlar ve kötülemişlerdir. Tabi ilk başta ruhbanlar, yönetimi ve dîni Allah’a değil de kendilerine has kılınca ve de bunun kötü sonuçları ortaya çıkınca, teokrasi kavramı kötü anılmaya başlamış ve yeni terim anlamlar yüklenmiştir. Oysa teo-krasi “Allah yönetimi” demektir. Allah yönetimi de “dînî yönetim” demek oluyor. Gökler zâten teokrasiyle yönetilmektedir ve mesele zâten budur. Allah dinleri ve peygamberleri, yeryüzünün de aynen gökler gibi Allah’a göre yönetilmesi için yâni teokrasiyle yönetilmesi için göndermiştir.

 

İslâm’da şûrâ vardır. İslâm’da ruhbanlık yoktur ama takvâ (sorumluluk bilinci) vardır. Takvâda üstün olanlar bu üstünlüğe mebnî olarak, liyâkatlerine göre devletin yöneticileri olacaklardır. Fakat şûrâ üyeleri yönetimi vahye ve de Peygamber’e yâni “güzel örneklik” olan Sünnet’e göre yapmak zorundadırlar. Anayasa Kur’ân’dır ve uygulama Sünnet örnekliğine göre olur. Yeni yada geçi kânunlar da yine vahye uygun olarak ve aykırı olmayacak şekilde çıkarılır. Böyle olunca da aslında kânunlar ve dolayısıyla yönetim de Allah’a göre olur ki buna teokrasi denebilir. İslâm’da şûrâ üyelerinin kendilerine göre kânun koymaları ve buna göre yönetmeleri söz-konusu değildir. Kânunlar ve yönetim Allah’a göre olacaktır.

 

Mesele şu ki, yeryüzünü, gökyüzünü yönettiği gibi Allah mı yönetecek yâni kararlar O’na göre mi verilecek?, yoksa beşere göre mi?. Karar Allah’a göre verildiğinde yâni “teo”ya göre verildiğinde, o yönetim teo-krasi yâni “Allah yönetimi” olur.

 

Teo-krasi “Allah yönetimi”dir. Fakat teokrasi, “ruhban yönetimi” olarak biliniyor ve anlaşılıyor. Bunun böyle anlaşılmasının nedeni ruhbanlardır.  

 

Peki “ehlü’l-akd ve’l-hâl” kimlerdir?. İslâm âlimlerinden oluşan yüksek kurul. Yeni ve geçici kânunları ortaya atan ehliyet ve liyâkat sâhibi topluluk. Zâten “imam” da bunların içinden çıkar. “Ehlü’l-akd ve’l-hâl”i oluşturan âlimlerin ruhbanlardan farkı, kânunları ve yönetimi akıllarına ve çıkarlarına göre değil, Allah’ın hükümlerine yâni vahye göre yapmalarıdır ve bunun dışına çıkamamalarıdır. Tüm halkın bu kurumu denetleme ve îtiraz etme hakkı vardır. Ruhbanlar ise, Allah adına kendi kafalarına ve çıkarlarına göre istedikleri kânunları çıkarırılar ve yönetimi îcâbında keyiflerine göre yaparlar.

 

İslâm’da ruhbanlık yoktur ama pratikte bu yasak aşılmış gibidir. Ahmet Yaşar Ocak, İslâm’da ruhbanlıkla ilgili şunları söyler:

 

“İslâm târihinde bir ulemâ zümresinin ortaya çıkışı, aslında yaklaşık olarak Emevi devrinin (661-750) ortalarından îtibâren gözlemlenebilir. Teorik olarak İslâm’da bir ruhban (râhipler) sınıfının olmadığı, Peygamber’den nakledilen ‘İslâm’da ruhbanlık yoktur’ (Lâ rahbâniyyete fi’l-İslâm) hadisine dayanılarak hep söylene-gelmiştir. Fakat pratikte bunun pek de böyle olmadığını görmek zor değildir. Zîrâ diğer kitaplı dinlerdeki ruhban statüsünün tam anlamıyla bir benzeri olmasa da, yaklaşık 8. yüzyıldan îtibâren İslâm dünyâsında, İslâm ülkelerinin genişlemesi ve İslâm toplumlarının çeşitlenip karmaşıklaşması sonucu beliren ihtiyaçlar karşısında, dînî emirlerin, kuralların yorumlanması, halka açıklanması ve bâzı meselelerde karar ve hüküm mercii olma konusunda uzmanlaşmış bir zümrenin teşekkülü er-geç zorunlu hâle gelecekti. Nitekim öyle de oldu. Bu sebeple, bu zümrenin toplumsal yapı içinde yavaş-yavaş belirli bir statü oluşturarak bir ‘sınıf’ hâline geldiğini, târihsel bir gerçeğin ifâdesi olarak görmemiz gerekir. Özellikle Şii Îran’da ulemânın, Sünnî ulemâdan çok daha önce, 9. yüzyıldan îtibâren bu belirtilen fonksiyonları yüklenerek tam anlamıyla rûhânî yetkilere ve otoriteye sâhip bir çeşit ruhban sınıfı oluşturduğu söylenebilir. Sünnî İslâm, târihinin hiç-bir devrinde Şii ulemâ tarzında bir rûhânî sınıf oluşturamamıştır. Bunun sebepleri üzerinde durulması gerekir ve ayrıca tartışılabilir. Ancak Şii ulemâ ile sınırlı olsa da, İslâm dünyâsında bir ruhban sınıfı özelliğini gösteren yalnız ulemâ değildir. Ulema bu sınıfın bir kesimini teşkil eder; diğer kesimini ise sufiler (dervişler ve şeyhler) oluşturur ki bu, özellikle İslâm toplumlarının, bu-arada Osmanlı sosyâl târihinin derinlemesine tahliline ihtiyaç gösteren apayrı bir konusudur”.

 

Fakat İslâm, günümüzde de diyânetin yaptığı gibi, devleti meşrûlaştırma aracı olarak kullanılan ve sâdece devletin izin verdiği kadar konuşan bir ulemâ sınıfı öngörmez. Ulemâ aslen, halkın Hz. Ömer’e “seni kılıçlarımızla düzeltiriz” örneğinde olduğu gibi, dînî idrâk edip okumak-yazmak-yaygılaştırmak-anlatmakla görevli olduğu gibi, devletin yanlışlarını da ve dîne uygun olup-olmadığını da denetleyip düzenleyen yapıdır. Bu uğurda gerekirse devlet-başkanını hâl etme yetkisi bile vardır ki aslında “Kunut Duâları”nda bunu söyleriz:

 

“Allâhumme inna nesteînuke ve nesteğfiruke ve nestehdîke ve nu’minu bike ve netûbu ileyke ve netevekkelu aleyke ve nusnî aleykel-hayra kullehû neşkuruke velâ nekfuruk ve nahla’u ve netruku men-yefcuruk”.

 

“Allah’ım!; Sen’den yardım isteriz ve Sen’den günahlarımızı bağışlamanı isteriz, râzı olduğun şeylere hidâyet etmeni isteriz. Sana inanırız ve sana tevbe ederiz. Sana tevekkül ederiz. Bize verdiğin bütün nîmetleri bilerek seni hayır ile överiz. Sana şükrederiz. Hiç-bir nîmetini inkâr etmez ve onları başkasından bilmeyiz. Nîmetlerini inkâr eden ve sana karşı geleni bırakırız. ‘Hâl ederiz’ (nahlû)” denir.

 

Bu duâda “ve nahlâu ve netrukü men yefcuruk” diye Allah’a söz veriyoruz. Yâni diyoruz ki: “(Ey Allah’ım!) Biz Sana isyân eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden, lîderlikten) hâl’ edip al-aşağı ederiz, onu kendi hâline terk ederiz”. Böyle söz veriyor, geceyi bu sözle kapatıyoruz. İsyân eden, fâcirlik ve fâsıklık yapan kişileri makamlarından indirme sözü veriyoruz. Öyleyse milyonlarca insanı cehenneme doğru sürükleyen, onların şirke girmesine, Allah’a isyân etmesine sebep olan ve hattâ bunu dayatan tâğutlara karşı ne yapmamız gerektiğini düşünmek zorunda değil miyiz?.

 

Nahlâu (hâl’ ederiz) derken kullandığımız “hâl” kelimesi, “ehl-i hâl’ ve’l-akd” denilen yöneticiyi azletme ve yeni bir yönetici atama konusunda ehil olan şahısların yaptığı iştir. “Yöneticiyi makamından indirmeye, alaşağı etmeye” “hâl etme” denir. Ve netrukü: Terk ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır, onunla ilişkilerimizi keseriz, ona destek olmayız, onu inkâr ederiz. İşte, bizim namazımız bile tâğutlara bir ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır takınacağımıza dâir bir ahid ve söz vermeeylemi, bir siyâsî bilinçtir.

 

İslâm’da âlimler, Îran mezhep mollaları gibi değildirler. Çünkü onlar İslâm’ın sâdece şii yorumuna göre hüküm verirler. Oysa hüküm, Şiiliğe ve Sünniliğe aykırı da olsa Kur’ân ve Sünnet’e göre olmalıdır. Demek ki İslâm’da “ehlü’l-akd ve’l-hâl” imamları, Kur’ân’a göre hükümleri ortaya çıkarıp Sünnet’e göre de eylemi gösterenlerdir. Kânunlar ve kurallar Kur’ân’a göre, amel-eylem ise Sünnet örnekliği göz-önüne alınarak yapılacaktır. Böylece her-şey İslâm’a göre olmuş olur. Zîrâ İslâm yâni Kur’ân ve Sünnet’e aykırı bir şey olmamış olur. Teokrasi yâni “Allah’ın yönetimi” bu şekildedir Allâhuâlem.

 

İslâm’da tabî ki hristiyanlıktaki gibi, dîn pazarlayan ruhbanlar yoktur ve zâten ruhbanlık da yoktur. Fakat hükümleri ortaya koyan ulemâ vardır. Kur’ân’ın hükümlerini ve Peygamber örnekliğini en iyi şekilde ulemâ ortaya çıkardığı için, ulemâ olmazsa-olmazdır. Bu ruhbanlık değil, emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker vazîfesi yapmaktır. Bu işe kim daha liyâkatli ve ehliyetli ise onlar getirilir.  

 

Kendilerini İslâm’a âit olarak gören tasavvufçular, hristiyanlıktaki ruhbanlıktan bile çok daha aşırı bir ruhbanlık yaparlar. Tasavvufçuların ruhbanlardan farkı, ruhbanlar yaptıklarını Allah adına yaparlarken, felsefî tasavvufçular denilen mistik kesim, yaptıklarını -hâşâ- bizzat “Allah olarak” yaparlar. Kutup, Kutbûl Aktab, Gavs, Yediler, Kırklar, Yediyüzler vs. bunlar İslâm’ı sözde en iyi bilen kişiler olduklarını sandıkları gibi, aslında Allah’ın görevini de yüklenip, göklerin düzenini bile kendilerinin sağladığını söylerler. Meselâ bu bağlamda “kâinâtı ellerinde tesbih gibi oynamak” ifâdesi vardır.

 

Yönetim “teokrasi” yâni “Allah’ın yönetimi” olmayınca ne olur?. “Beşerokrasi” yâni beşerin yönetimi olur ki bu yönetim şeytana, nefse ve tâğutlara göre olan bir yönetim olacaktır. Bernard Lewis şöyle der: “İslam bir teokrasi midir?. “Allah'ın en yüce makâm olarak görüldüğü” anlamında, yanıt ‘evet’ olmak zorundadır. “Ruhban sınıfının bir yönetimi” anlamında ise yanıt kesinlikle ‘hayır’ olacaktır”.

 

Tabî ki hristiyanlıktaki gibi kutsal törenler eşliğinde ruhbanları kutsamak değildir bahsettiğimiz teokrasi şekli ve ulemâ gurubu. Bu kişiler ilim-merkezlidir ama İslâm’ın emrine göre, siyâsete, ekonomiye ve sosyâl-kültürel hayâta karışırlar. Eğer her-şey İslâm’a göre olacaksa -ki biz İslâm Devleti ve yönetiminden bahsediyoruz- kânunları-kuralları vahye göre belirleyenler “dînî en iyi bilenler” olacaktır ve elbette bunlar da ulemâ sınıfıdır. Allah’ın yönetimi ancak bu şekilde açığa çıkar. Allah’ın yönetimi “vahiy-merkezli yönetim” demektir. Bu bağlamda ulemâ yâni her alandan âlimler olmalıdır ve onlara her konuda danışılmalıdır. Zîrâ Allah’tan en çok korkanlar âlimlerdir. Bu nedenle Allah âlimlere yâni bilenlere sorun der: “…Eğer bilmiyorsanız, âlimlere-bilenlere sorun” (Nâhl 43). Bu âyette “zikir ehli” vahiy yâni zikir konusunda uzmanlaşmış olanlardır.

 

Halkın tamâmının Kur’ân’ı bilmesi mümkün değildir ve zâten târihin hiç-bir döneminde olmamış bir şeydir bu. Hattâ Peygamberimiz zamânında bile bu böyledir. Bu nedenle âlimler-ulemâ olacaktır. Bunlar ruhbanlar gibi değildirler. Söyledikleri şeyler vahye aykırı düşemez. Ahmet Yaşar Ocak bu konuda da şöyle der:

 

“Ulemânın eskiden bêri İslâm toplumlarında çok önemli bir yeri ve nüfûzu olmuştur. Bu nüfûz bir-yandan halk, diğer yandan bununla bağlantılı olarak devlet nezdinde ortaya çıkıyor. Halk nezdindeki nüfûz ve îtibâr, bir yanıyla tabî ki ulemânın İslâmî ilimleri en iyi anlayan ve yorumlayan kişiler olarak düşünülmelerinden, diğer yanıyla da İslâm’ın emir ve yasaklarını, bunlarla  ilgili olarak yaptıkları yorumları en iyi kendi şahıslarında uygulayan, yaşayan ve yaşatan kişiler olarak algılanmalarından kaynaklanıyordu. Ancak söz-konusu nüfûz ve îtibâr, ulemâya önemli bir sorumluluk da yüklemekte, onları halk nazarında saygı duyulması, örnek alınması, çeşitli konularda fikirlerine ve görüşlerine mürâcaat edilmesi gereken bir hakem olarak öne çıkarmaktaydı. İşte bu imajıyla ulemâ, bir anlamda halk kitleleriyle siyâsal iktidâr ve otorite mercîleri arasında kendiliğinden bir aracı konumuna yükseliyordu. Böylece, devlet ve hükûmet nezdinde de dikkate alınması, sözlerine kulak verilmesi gereken bir statü elde ediyor ve belli bir otorite ve saygınlık kazanıyordu”.

 

Seküler-lâik devletlerde din, devlete tâbi olurken; teokraside devlet, dînê tâbi olur.

 

İslâm “teo-sentrik” bir dinidr. Yâni Allah-merkezlidir. Böyle olunca da “Teo-kratik” oluyor.  

 

İslâm Devleti’nin yönetim-şekli şûrâdır ve şûrâ yeryüzünde de göklerde olduğu gibi teokrasiyi yâni Allah yönetimini ortaya koymak içindir. Böylece tüm her-şey “Allah’a göre” olmuş olur. Ulemâ yada “ehlü’l-akd ve’l-hâl” işte bunu sağlamakla ve korumakla yükümlüdür. Bunun denetlemesi ve bir terslikte kılıçla da olsa düzeltilmesi ise halka bırakılmıştır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2019

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »