28 Şubat 2023 Salı

Yarım-Yamalak İş Yapmak

 

“De ki: Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?. Onların, dünyâ-hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar” (Kehf 103-104).

 

Zamânında yapılmayan yada yarım-yamalak yapılan işler hiç yapılmamış gibi olur. Zîrâ bu tür işler sağlam, dayanıklı ve uzun ömürlü olmaz da her zaman sıkıntı verir. Modernizm, bir “çürüklük-sağlamsızlık uygarlığı”dır. Modernizmde hiç-bir şey uzun-ömürlü olmaz. Çünkü zâten modernizm her-şeyin kısa-ömürlü olmasından beslenir. Her-şey dayanıksız olsun, hemen eskisin de yenisi üretilsin ve satılsın ister. Zîrâ modernizm, varlığını ancak böyle olursa sağlayabilir ve sürdürebilir. Sonuçta da modernizmin ürettiği ürünler görünüşte parlak ve pürüzsüz olsa da aslında sağlam değildir, çürüktür ve kısa-ömürlüdür. Çünkü modernlerin yaptıkları işler ve şeyler yarım-yamalaktır. Yarım-yamalak işler hiç güven vermez, güven vermediği için huzur da vermez ve insanlar güvensiz ve huzursuz varlıklar olup çıkar.      

 

En güzel amel, “yarım bırakılmayan amel”dir. Bir şeyi yarım bırakmak, “o şeyi hiç yapmamak” gibidir. Yarım-yamalak işler yapmak, o iş ve şey tam yapılmadığı için “eksik ve gevşek iş yapmak” demektir. 

 

Bir işi tam yapmak ancak gerçek bir sorumluluk bilinciyle yapıldığında olur. Modernizm bir “sorumsuzluk uygarlığı” olduğu için hiç kimse sorumluluk almak istemez ve bu nedenle de işini doğru-düzgün yapmaya gayret etmez. Böylece işler de yarım-yamalak olmuş olur. Bu durum “ustalık”ın bitmesi demektir. Modernizmde “usta” yoktur, “teknik eleman” vardır.

 

Ustaca ve sağlam bir şekilde iş yapmak, ancak sorumluluk biliniciyle yapılan işlerde olur. Bu sorumluluk bilincini kazandıracak olan tek şey ise, Allah, âhiret, vahiy ve din yâni İslâm’dır. Çünkü İslâm’da yapılan her-şeyin âhirette hesâbı verilecektir. İslâm’ın kazandırmış olduğu bilinç ve âhirete îmânın kişide oluşturduğu “yaptıklarının hesâbını verme” düşüncesi kişiye, “işini doğru-düzgün yapma” bilinci ve gayreti kazandırır. Bu niçin böyledir?, yâni İslâm niçin işin doğru-düzgün ve sağlam yapılmasını emreder?. Çünkü Allah her-şeyi yerli yerinde ve sağlamca yarattığı için, bizim de yaptığımız her işi yerli-yerinde ve sağlamca yapmamızı emreder. Zîrâ düzen ancak her-şey yerli-yerine sağlamca konduğunda düzenini devâm ettirebilir, aksi-hâlde düzen bozulur ve fitne çıkar. Adâletsizlik ve zulüm böyle ortaya çıkar.     

 

İslâm tevhid-temelli bir din’dir. “Tevhid ise ya %100 olur, yada %0. Tevhid yâni “şirksizlik”, yarım-yamalak olacak şey değildir. Tevhid %100 olmadığında Allah’ın yardımının ulaşması söz-konusu bile olmadığı gibi, azâbı her yönden kuşatır bizi. İşte bu nedenle tevhid “%100 tevhid” olduğu için, tevhidi hayatlarının merkezine alan mü’minlerin işleri de %100 olmalı yada işlerini en iyi şekilde yapmaya çalışmalıdırlar. Bu da yarım-yamalak iş yapmanın önüne geçer. 

 

İslâm’da sâdece dünyevî işler değil, mânevî işler de doğru-düzgün ve sağlam olur. Zâten dış-âlemdeki işlerin doğru-düzgün ve sağlam olması yâni yarım-yamalak olmaması, iç-âlemdeki işlerin doğru-düzgün ve sağlamca olmasıyla olabilir. Zîrâ küp, içinde ne varsa onu sızdırır. Bu bağlamda, kişinin ahlâkı iyi olmadığında ahlâk yarım kalır yada hiç olmaz ve ona artık ahlâk yerine “etik” denmeye başlanır. Ahlâk, yarım-yamalak iş yapmaya müsaade etmezken, etikte işlerin savsaklandığı çok görülür. Zîrâ etik, aşkın bir hakîkate dayanmaz. 

 

Bir iş en iyi şekilde yapılmamışsa, o iş boşa gitmiş bir iş olmuş olur. Yada yarârı kadar zarârı da olur. Nefret ile yapılan iş çok yorar. Sevmeden, istemeden yapılan hiç-bir iş “iyi” ve güzel olmaz da yarım-yamalak olur.

 

Yine; aptalca işler yaparsanız, kendinizi aptal gibi hissedersiniz. Yarım-yamalak işler kişiyi değersiz hissettirir yada hissettirmelidir. Zâten mü’minler bu duygu nedeniyle yarım-yamalak işler yapamazlar. İyi işler yapmada olmazsa-olmaz olan şey, merkezde kazanılacak paranın değil, iyi iş yapma düşüncesinin olmasıdır.

 

Peygamberimiz bir gün, üstü iyi düzeltilmemiş bir kabir gördü. Bozuk yerlerin düzeltilmesini emir buyurdu ve ilâve etti: “Bu işin ölüye ne faydası ne de zarârı olur; fakat yaşayanların gözlerine düzgün kabir daha güzel görünür. Kim bir şey yaparsa bilsin ki, Cenâb-ı Hak, onun mükemmel ve güzel bir şekilde yapılmasını sever”.

 

İslâm bir işin yarım-yamalak yapılmasını ve işin yarım bırakılmasını yasaklar. Öyle ki, fidan dikmekte olan bir insan, kıyâmetin koptuğunu bile görse o fidanı yine de dikmekle mükelleftir. Zîrâ bir mü’min işini hiç-bir şekilde yarım bırakamaz ve tamamlamaya gayret eder.

 

İnsanın yapması gereken en iyi iş ibâdettir. Kulluk tam yapılmalıdır. Yarım-yamalak kulluk “kulluk” değildir. Yarım-yamalak yapılan ibâdetler, kişinin yüzüne çarpılır.

 

Peygamberimiz iş yapmak konusunda şunları söyler: “Yaptığın işler kendinin yada başka birinin yükünü kaldırsın, yeni bir yük yüklemesin. Çalışırken, en çirkin insan bile güzeldir. Çalışmak, en hayırlı sermâyedir”. “Allah sanatkâr mü’min kulu sever. Şüphesiz Allah güzeldir, güzeli/güzel işi sever” (Müslim, Îman, I/93; İbn Mâce, Duâ 10)

 

Mehmet Akif, batı için; “işleri dînim gibi, dinleri işim gibi” demiştir. Fakat batı’nın ürettikleri ne kadar parlak ve yaptıkları şeyler ne kadar yerli-yerinde gibi gözükse de, merkeze aşkın bir hakîkati değil de beşerî, insanı ve aklı aldıkları için yaptıkları işler bereketli olmaz, yaptıkları da dayanıklı uzun-ömürlü olmaz. Zîrâ Allah’ı hesâba katmayan işlere mutlakâ şirk karışır. Şirkin karıştığı işler çürük olur ve bu yüzden de şirk koşulduğunda yapılan her-şey boşa gitmiş olur. Yapılanlar boşa gider ve Dünyâ’da bir süreliğine fayda verse de âhirette bir yararı olmaz. Bu nedenle batı’nın-modernizmin yaptıkları işler aslında örümcek ağı gibidir, gösterişli ama zayıftır, zîrâ köksüzdür.

 

Yarım-yamalak olmayan güzel işler ve sâlih ameller ancak Allah ve vahiy merkeze alındığında olur. Aksi-hâlde tüm işler yarım-yamalak olmakla cezâlandırılacaktır.

 

“Kim âhireti ister ve bir mü’min olarak ciddî bir çaba göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası şükre şâyandır” (İsrâ 19).

 

Allah, işini doğru-düzgün yapmaya çalışanlara mutlakâ yardım eder:

 

“Gerçekten güçlükle berâber kolaylık vardır. Şu-hâlde boş kaldığın zaman, durmaksızın (başka bir iş ile) yorulmaya-devâm et” (İnşirâh 6-7).

 

Yapılacak işleri yapmayanlar, yapılmayacak işler yapmaya başlarlar. Fakat bu işler yarım-yamalak işler olacaktır. Belki de bu durum bir cezâdır. İnsanların fıtrata aykırı davranarak bir zulüm ve ifsâd sistemi olan moderniteye bağlanmalarının bir cezâsı..

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2022

 

Devamını Oku »

Mâzereti Rehber Edinmek


“Hayır; insan, kendi nefsine karşı bir basîrettir. Kendi mâzeretlerini ortaya atsa bile” (Kıyâmet 14-15).

 

Arapça bir kelime olan mâzeret, “mâzur görmek” sözcüğünden türetilmiştir. Birini mâzur görmek; “yaptığı hatâyı affetmek yada kusurunu yok saymak” anlamına gelirken, mâzeret ise; “bir şeyi yapmamak için öne sürülen bahane” demektir.

 

Mâzeret şeytan-merkezlidir. Zîrâ ilk mâzereti üreten varlık şeytandır. Zâten şeytan insanı en çok, mâzeret üretecek telkinler fısıldamakla kandırır. Şeytan’ı “şeytan” yapan şey, mâzeret üretmesiydi. Şeytan “ben Âdem’den üstünüm, çünkü beni ateşten, Âdem’i ise topraktan yarattın” şeklinde saçma-sapan bir mâzeret ortaya atmıştı. Şeytan, Allah’ın “secde et” emrine karşı çıkıp absürd bir mâzeret üretince, Allah onu bulunduğu yerden kovmuş ve bunun üzerine şeytan şöyle demişti:

 

“Dedi ki: Rabbim, beni kışkırttığın şeye karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde onlara, (sana başkaldırmayı ve dünyâ-tutkularını) süsleyip-çekici göstereceğim ve onların tümünü mutlakâ kışkırtıp-saptıracağım” (Hicr 39).

 

Şeytan, insanı, “kendisine benzeterek” yoldan çıkarır.

 

Nefs, şeytanla çok ilişkilidir ve şeytandan aldığı taktikle sürekli olarak mâzeret üretir ve sonra da bu mâzeretlere göre kendine yol belirler. Şeytanda mâzeret bitmeyeceği için nefste de mâzeret bitmez. Böylece nefs şeytanın yörüngesine girerek şeytanın eline geçer ve şeytan onu istediği gibi yönlendirir ve yönetir.

 

Affedilmeyecek tek günah olan şirk, her zaman bir mâzerete dayanmıştır: “Bizi Allah’a yaklaştırsın” diye yapılan şirk, şirkin en bâriz mâzeretidir. Her şirkin bir mâzereti vardır. Tüm günahların bir mâzereti vardır. Fakat hiç-bir mâzeret şirki mâzur kılmaz. Zîrâ tâviz vermedikçe yâni mâzeret üretmedikçe şirk açığa çıkmaz.

 

Sosyâl hastalıklar bizi cimrilik, yalancılık, hırsızlık, su-i zan, gıybet, tembellik, rahat düşkünlüğü, mâzeret üretme, üşengeçlik, ibâdeti erteleme gibi sosyâl ve mânevî olarak yozlaştırmaktadır.

 

Harama ve günaha mâzeret bulmak çok kolaydır. Şeytan insana sağdan yaklaşır ve haramı normâlleştirir yada en azından zarârını azmış gibi gösterir. Modern zaman en çok mâzeret gösterilen şeylerin başında gelir. “Bu zamanda olmaz” sözü en çok kullanılan mâzeretlerin başında gelir. Allah’ı, âhireti, dîni, İslâm’ı, peygamberliği ve vahyi hesâba katmayan hattâ inkâr eden bir zaman-dilimini mâzeret göstermek, “mâzereti din yapıp rehber edinmek” demektir. Bu nedenle modernizm eleştirisi kabûl edilmemekte, modernizmi eleştirenler yobaz olarak görülmektedir. “Aman modernizmi eleştirme, moderniteye aykırı söz söyleme!, çünkü gençler ateist-deist-agnostik olurlar-oluyorlar” diyorlar. Modernizm demek “haz” demektir. Hazzı eleştirmek birilerini ateist-deist yapıyorsa, yapacak bir şey yok. Onlar zâten modernizme gönül verdikleri ve de tam da modernizme uygun bir yaşam üzere oldukları için ateist-deist olmak için mâzeret arayıp durmakta ve ateist-deist olmaktadırlar. Yoksa İslâm’ın yolunda gittikleri için değildir sapkınlıkları.

 

İslâm’a gelince, müslümanlık yapmaya gelince bin-bir şart ve mâzeret ortaya koyanlar, şeytanın, nefsin ve tâğutların emir ve nehiylerine kayıtsız-şartsız uyuyorlar. Meselâ haz veren bir şey için saatlerini harcayanlar, sıra Allah rızâsı için bir şey yapmaya geldiğinde yada Allah’ın bir emrini yerine getirmeye çağrıldığında bin tâne mâzeret üretiyor. Çünkü onun rehberi mâzeret olmuştur. Öyle ki, bir mâzeret bulduğunda kendilerini haklı görmektedirler. 

 

Müslümanlar da yapmaları gerekip de yapmadıkları şeyler için çeşitli mâzeretler üretmektedirler. Meselâ İslâm’ı eğitime indirgemek, müslümanların amel-eylemden kopmak için mâzeretleri hâline geldi. Oysa insan âhirete, “bildiklerini” değil “yaptıklarını” götürecek ve bildiklerinden değil, yaptıklarından sorulacaktır. Bir şeyi yapmamak için başka bir şeyi yapıyor olmak bir mâzeret hâline gelmiştir.

 

Ehven-i şer birileri tarafından mâzeret olarak kullanılmaktadır Modern müslümanların İslâm’a bağlılığı “psikolojik müslümanlık” şeklinde olsa da, vicdanlarını susturmak, modern hayâtı doya-doya yaşamak ve modernizmi meşrûlaştırmak için çeşitli mâzeretler arıyorlar. Bu mâzereti sağlayan en kolay ve etkili şey, müslümanların kadim târihini eleştirmekten geçmektedir. Geleneği eleştiriyorum diye İslâm târihini tümden yanlış ve yok saymak, “iyi müslüman” olmanın mâzereti olarak görülüyor. Bir şeyi biliyor olmak, o şeyi yapmamanın mâzereti olarak görülüyor ve gösteriliyor.

 

Modern insan, insanlık târihinde en çok mâzeret üreten varlıktır. Öyle ki mâzeret konusunda uzman hâline gelmiştir. Çünkü modern insan, yapmaya değil yapmamaya ayarlıdır. Nefsine uygun olmayan şeye en çok ve ânında mâzeret üretebilmekte ve ürettiği mâzereti dinleştirerek rehber edinmektedir. Hattâ en başarılı insan, en iyi mâzereti üretebilen insanlar olarak görülmekte ve örnek alınmaktadır. 

 

Allah’ın indirdiği ve Peygamberimiz’in örneklediği din olan İslâm, uygulanamayacak bir din değildir. Bu nedenle dînde, dînin belirlediği ve kabûl ettiği mâzeretler dışında mâzeret olmaz.

 

İslâm, hem Dünyâ’da hem de âhirette, günahsız, cezâsız ve azapsız bir hayat kılavuzu ve bir yaşam-tarzı olarak gönderilmiştir. Yoksa Allah cezâ vermek ve azap etmek için mâzeret aramaz:

 

“Şükredip îman ederseniz, Allah size ne diye azap etsin?. Allah şükrün karşılığını verendir, bilendir” (Nîsâ 147).

 

“Zâlimlere kendi mâzeretlerinin hiç-bir yarar sağlamayacağı gün; lânet onlarındır, yurdun en kötüsü de” (Mü’min 52).

 

“Artık o gün, zulmedenlerin ne mâzeretleri bir yarar sağlayacak, ne (Allah’tan) hoşnutluk dilekleri kabûl edilecektir” (Rûm 57).

 

Evet; Dünyâ’da üretilen mâzeretler görece geçerli olsa da âhirette hiç-bir mâzeret kabûl edilmeyecek ve “keşke”lerin hiç-bir faydasının olmayacağı cehennem, mâzereti rehber edinenlerle dolacaktır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.  

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2022

 

Devamını Oku »

27 Şubat 2023 Pazartesi

Kur’ân’da Aklı Aşan Âyetler

 

“Allah’ın izni olmaksızın, hiç kimse için îman etme (imkânı) yoktur. O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus100).

 

“De ki: Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?. Onların, dünyâ-hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar” (Kehf 103).

 

İslâm’a göre akıl mutlakâ işletilmesi gereken bir şeydir. Akıl işletilmediği takdirde insanın hayâtı alt-üst olur ve üzerine “pislik” yağmaya başlar. Aklın mutlakâ işletilmesi noktasında sorun yoktur. Fakat aklın, vahyin kontrôlünden çıkıp da şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlüne girmesiyle birlikte ilahlaştırılması ve aklı her-şeyin üzerinde görmek durumu da vardır ki sorun buradadır. Üstelik kendilerini müslümanlar olarak tanımlayanlar da vahiy yerine aklı merkeze almışlar ve aklı en değerli ve ilk dayanak olarak kabûl etmektedirler. Bu bağlamda aklı vahyin de üstünde görmekteler ve akıl ile her-şeyin çözülebileceğini, aklın işletilemediği bir alanın olmadığını söylerler. Böyle olunca akla uymayan, vahiy dâhil her-şeyi ya inkâr ederler yada akla uydurana kadar aşırı yoruma boğarlar. Tabi uydurmaya çalıştıkları akıl, mevcut modern zamânın, mekânın, tasavvurun, düşüncenin, söylemin ve eylemin sonucunda şekillenen akıldır. Yoksa akıl ilk baştan bêri hiç değişmeyen, yanılmayan ve şaşmaz bir cevher değildir. Akıl eğer Allah ve vahiy-merkezli değilse mutlakâ şeytan, nefs, haz, ve tâğutların yönlendirmesindedir. Bu da aklın, “zamânın nesnesi” olduğu anlamına gelir.   

 

Oysa dediğimiz gibi, akıl, şaşmaz-yanılmaz bir kuyumcu terâzisi değildir. Bâzen saçma-sapan akıl yürütmeler de yapar ve hattâ şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlü ve yönlendirmesiyle sapıklığa meyleder: “Yoksa bunu kendilerine saçma-akılları mı emrediyor?. Yoksa onlar azgın bir kavim midir?” (Tûr 32). Bu nedenle Kur’ân boyunca “temiz akıl-sâhipleri” ifâdesi kullanılır. Çünkü her akıl-sâhibi “temiz akıl-sâhibi” değildir. Kur’ân ancak, temiz akıl-sâhipleri için bir hidâyet ve zikirdir: “(Ki o,) temiz akıl-sâhipleri için bir hidâyet rehberi ve bir zikirdir” (Mü’min 54). Şu da var ki, akıl erdirebilmek için “temiz bir kâlple ve sağlam bir îmân” ile “bilenlerden” olmak gerekir. Kişi bilmediği şey üzerinde akıl yürütemez: “İşte bu örnekler; biz bunları insanlara vermekteyiz. Ancak âlimlerden başkası bunlara akıl erdirmez” (Ankebût 43). Fakat aklı sonsuz bir hakîkat ve şaşmaz-yanılmaz bir cevher olarak görenler, îmânı hesâba katmazlar da şöyle derler: “Ve (yine) onlara: ‘İnsanların îman ettiği gibi siz de îman edin’ denildiğinde: ‘Düşük akıllıların îman ettiği gibi mi îman edelim?’ derler. Bilin ki, gerçekten asıl kendileri düşük-akıllılardırlar; ama bilmezler” (Bakara 13). Îman ve sâlih amel olmadığında akıl kısır ve zayıf kalır ve gerektiği gibi kullanılamaz.  

 

Îman ve de sâlih amel olmadıktan sonra akıl erdirmek tek-başına işe yaramaz. Hem doğru akıl yürütme yapıldığını hem de aklın temiz olduğunu gösteren şey sâlih ameldir. Çünkü aklı işletmek tek-başına yeterli değildir ve akıl erdirdikten sonra da kayanlar ve sapanlar olabilir: “Siz (müslümanlar,) onların size inanacaklarını umuyor musunuz?. Oysa onlardan bir bölümü, Allah’ın sözünü işitiyor, (iyice algılayıp) akıl erdirdikten sonra, bile-bile değiştiriyorlardı” (Bakara 75). Allah’a değil de atalarına, şeytana, nefislerine ve tâğutlara uyanlar doğru yolda olduklarını zanneden zavallılardır. Çünkü “ata”larının hep doğru yolda olduklarını ve akıllarını en doğru şekilde işlettiklerini zannederler: “Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” (Bakara 170). Bunun nedeni, inkâr üzere olmalarıdır. İnkâr edince sağır, dilsiz ve kör olurlar, yâni hiç-bir insânî yeteneklerini kullanamaz ve akıllarını işletemez hâle gelirler: “İnkâr edenlerin örneği, bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyip (duyduğu veyâ bağırdığı şeyin anlamını bilmeyen ve sürekli) haykıran (bir hayvan)ın örneği gibidir. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl erdiremezler” (Bakara 171).

 

“…Ancak inkâr edenler, Allah’a karşı yalan düzüp-uyduruyorlar. Onların çoğu akıl erdirmez” (Mâide 103).

 

İnsan ne kadar akıllı olursa-olsun, îmân ve onun doğal sonucu olan sâlih ameller işlemediğinde mecbûren yanlış sonuçlara ulaşacaktır:

 

“Çünkü o bir düşündü, ölçtü-biçti. Kahrolası, nasıl ölçüp-biçti. Sonra (yine) kahrolası nasıl ölçüp-biçti. Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: ‘Bu, yalnızca aktarılarak öğrenilen bir büyüdür’ dedi. ‘Bu, bir beşer sözünden başkası değildir’ dedi” (Müddesir 18-25).

 

Üstün zekâya sâhip bir Arap dâhisi olan Velid bin Muğire, burada aklını nakil-merkezli olarak kullanmayıp da nefis-merkezli kullanınca, vahyin âyetleri belki de zihnini ve kâlbini etkilemiş olsa bile, çıkarına endekslenmiş olan beynini yâni akıl, zekâ ve mantığını etkilemediğinden dolayı, apaçık bir nûr olan âyetler için, “eskilerin masalları” deyivermişti.

 

Akılla her-şeyin bilinip çözülebileceği inancı bâtıldır. İnsanlık târihinde insanın başına gelen zulümler ve kötülüklerin yarısı “aklı kullanmamaktan dolayı” ise, yarısı da “aklı nefis-merkezli kullanmaktan dolayı”dır. Akıl, nakilsiz yâni vahiysiz kullanıldığında yanlış işletileceği için mutlakâ fitne üretir ve ifsâd eder ki modern zamanlarda nakli inkâr ve iptâl edenlerin “akıllarını kullanarak yaptıkları zulümler”, tüm insanlık târihinde meydana gelen kötülüklerden ve zulümlerden kat be kat fazladır.

 

Akıl maddî ve dünyevî alanda iş yapar ve zâten sâdece bu alanda çalışabilir. Aklın sınırı “gaybın kapısı”dır. Akıl buraya gelince çâresizdir ve susmak zorunda kalır. Kur’ân da gaybî bir îman konusu olduğu için, akıl, Kur’ân’ın bir-çok âyeti karşısında yetersiz ve çâresiz kalır. Zirâ genel anlamda tüm vahiy, özel anlamda Kur’ân âyetlerinin bir-çoğu akla aykırı olmasa da akıl-üstüdür. Meselâ tüm hurûf-u mukattâ âyetleri böyledir. Akıl, hurûf-u mukattâ âyetleri karşısında sus-pus olur. Kur’ân’da 29 sûre hurûf-u mukattâ ile başlar. Bunlar şöyledir:

 

Bakara 1: Elif Lâm Mîm. Âl-i İmrân 1: Elif Lâm Mîm. A’râf 1: Elif Lâm Mîm Sâd. Yûnus 1: Elif Lâm Râ. Hûd 1: Elif Lâm Râ. Yûsuf 1: Elif Lâm Râ. Ra’d 1: Elif Lâm Mîm Râ. İbrâhîm 1: Elif Lâm Râ. Hicr 1: Elif Lâm Râ. Meryem 1: Kâf Hâ Yâ Ayn Sâd. Tâ-hâ 1: Tâ Hâ. Şu’arâ 1: Tâ Sîn Mîm. Neml 1: Tâ Sîn. Kasas 1: Tâ Sîn Mîm. Ankebût 1: Elif Lâm Mîm. Rûm 1: Elif Lâm Mîm. Lokmân 1: Elif Lâm Mîm. Secde 1: Elif Lâm Mîm. Yâsîn 1: Yâ sîn. Sâd 1: Sâd. Mü’min 1: Hâ Mîm. Fussilet 1: Hâ Mîm. Şûrâ 1:-2- Hâ Mîm Ayn Sîn Kâf. Zuhruf 1: Hâ Mîm. Duhân 1: Hâ Mîm. Câsiye 1: Hâ Mîm. Ahkâf 1: Hâ Mîm. Kâf 1: Kâf. Kalem 1: Nûn.

 

Bu âyetlerin hepsi mecbûren akıl-üstüdür. Bâzı yorumlar yapılsa da bu âyetlerin net ve kesin bir yorumu yapılamamaktadır. Zâten yapılması da istenmemektedir. 

 

Yine aklın, söylenenleri dinleyip anlasa da, söylenenler üzerinde bir değerlendirme yapamadığı akıl-üstü âyetler vardır. Bunların en meşhûru Nûr Sûresi 35. âyettir:

 

“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misâli, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça, sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğu’ya da, batı’ya da âit olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu,) Nûr üstüne nûrdur. Allah, kimi dilerse onu kendi nûruna yöneltip-iletir. Allah insanlar için örnekler verir. Allah her-şeyi bilendir” (Nûr 35).

 

Biz bu âyette söylenenleri anlıyoruz, kelimeler bildiğimiz-tanıdığımız kelimeler ama cümlenin bütünlüğüne baktığımızda âyetin ne dediğini yine de idrâk edemiyoruz. Çünkü âyet, Allah’tan bahsediyor. Hiç görmediğimiz ve hakîkatini kesin şekilde bilmediğimiz bir varlıktan bahsediliyor. Apaçık şekilde anlatmasına rağmen o kelimelere anlam veremiyoruz. Bu âyet 1.400 yıldır tefsir ve te’vil ediliyor ama net ve kesin yorumu yapılamıyor, yapılamaz da. Çünkü âyette anlatılan varlık, bizce neliği-nasıllığı bilinemeyecek ve aklın kesin bir değerlendirme ve tanım yapamayacağı akıl-üstü olan Allah’ın varlığıdır. Kanımca bu âyet bize Allah’ın ne ve nasıl olduğunu anlatmak için değil, “söylesek de anlamazsınız”ı göstermek için inmiştir. İşte bunun gibi, Allah gökte kendini apaçık bir şekilde gösterse bile, biz bir şeyler görürüz ama gördüğümüze bir anlam veremediğimiz gibi, gördüğümüz şeyin ne olduğunu idrâk edip de bilemeyiz ve anlatamayız. Akıl, Allah’ı görse bile O’nun hakkında bir tanım yapamaz. Üstelik her gören farklı bir şey söyler ve böylece görülen şey hakkında hiç kimse net bir şey söylememiş olur.

 

Bir de “müteşâbih” denen âyetler vardır ki, bunlar aklı aşan ve te’vilini sâdece Allah’ın yapacağı âyetlerdir:

 

“Sana Kitab’ı indiren O’dur. O’ndan, Kitab’ın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise müteşâbihtir. Kâlplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşâbih olanına uyarlar. Oysa onun te’vilini Allah’tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır’ derler. Temiz akıl-sâhiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez” (Âl-i İmran 7).

 

Kur’ân’da sözlük anlamları bilinmesine rağmen bâzı kavramlara Rabb’ca diyebileceğimiz yeni anlamlar yüklenmiştir ve bu anlamları tüketebilmek mümkün değildir.

 

Kur’ân’ın büyük kısmı muhkem yâni “anlaşılır ve açıklanır” olsa da müteşâbihler de vardır ve müteşâbih âyetleri ise ancak Allah bilir ve ilim-sahipleri de bunu tasdik eder. Bu âyeti; “Allah ve ilim-sâhipleri bilir” diye çevirmek yanlıştır. Kur’ân’ın mübîn olması daha çok muhkem âyetler içindir ve müteşâbih âyetler ise lafız olarak anlaşılır olsa da idrâk etme noktasında insanın idrâk ve anlayış düzeyini aşar.

 

Evet; bu âyet 1.400 yıldır okunup yorumlanıyor ama idrâk noktasında bir kesinliğe ulaşılmış değildir. Çünkü akıl-üstü âyetler idrâk etmeye müsâit değildir. Demek ki Kur’ân’da, okunduğunda yada dinlenildiğinde hiç anlaşılamayacak âyetler olduğu gibi, ne dediği anlaşılmasına rağmen idrâk edilemeyecek âyetler de vardır. Çünkü Kur’ân akıl-üstüdür, idrâk-üstüdür, tüketilemez, bitirilemez.

 

Kur’ân’da mûcize âyetleri de akıl-üstüdür, zâten akıl-üstü olduğu için mûcizedirler. Modernistler mûcize âyetlerini akla, mantığa, modern-bilim ve teknoloji ile açıklamaya çalışa-dursunlar, yapılan yorumlar âciz yorumlar olmaktan kurtulamamaktadır. Zîrâ mûcizeyi açıklamaya çalışmak kişiyi mecbûren âcizliğe düşürür. Kur’ân’da akıl-üstü olan mûcize âyetleri şunlardır:

 

Tâ-Hâ

 

17- Sağ elindeki nedir ey Mûsâ?.

18- Dedi ki: O, benim asamdır; ona dayanmakta, onunla davarlarım için ağaçlardan yaprak düşürmekteyim, onda benim için daha başka yararlar da var.

19- Dedi ki: Onu at, ey Mûsâ.

20- Böylece, onu attı; (bir de ne görsün) o hemen hızla koşan (kocaman) bir yılan (oluvermiş).

21- Dedi ki: Onu al ve korkma, biz onu ilk durumuna çevireceğiz.

22- Elini koltuğuna sok, bir hastalık olmadan, başka bir mûcize olarak bembeyaz bir durumda çıksın.

23- Öyle ki, sana büyük mûcizelerimizden (birini) göstermiş olalım.

 

Şuârâ

 

32- Bunun üzerine âsâsını bırakıverdi, bir de (ne görsünler) o, açıkça bir ejderha oluverdi.

33- Elini de çekip çıkardı, bir de (ne görsün) o, bakanlar için parlayıp aydınlanıvermiş.

 

61- İki topluluk birbirini gördükleri zaman Mûsâ’nın adamları: ‘Gerçekten yakalandık’ dediler.

62- (Mûsâ) ‘Hayır!’ dedi. Şüphesiz Rabbim benimle berâberdir; bana yol gösterecektir.

63- Bunun üzerine Mûsâ’ya: ‘Âsanla denize vur’ diye vahyettik. (Vurdu ve) deniz hemencecik yarılıverdi de her parçası kocaman bir dağ gibi oldu.

64- Ötekileri de buraya yaklaştırdık.

65- Mûsâ’yı ve onunla birlikte olanların hepsini kurtarmış olduk.

66- Sonra ötekileri suda boğduk.

 

Neml

 

40- Yanında kitaptan ilmi olan biri dedi ki: ‘Ben, (gözünü açıp kapamadan) onu sana getirebilirim’. Derken (Süleyman) onu (tahtı) kendi yanında durur vaziyette görünce dedi ki: Bu Rabbimin fazlındandır, O’na şükredecek miyim, yoksa nankörlük edecek miyim diye beni denemekte olduğu için (bu olağan-üstü olay gerçekleşti).

 

Kehf

 

11- Böylelikle mağarada yıllar-yılı kulaklarına vurduk (derin bir uyku verdik).

 

Bakara

 

72- Hani siz bir kişiyi öldürmüştünüz ve bu konuda birbirinize düşmüştünüz. Oysa Allah, gizlediklerinizi açığa çıkaracaktı.

73- Bunun için de: ‘Ona (cesede, kestiğiniz ineğin) bir parçasıyla vurun’ demiştik. Böylece, Allah ölüleri diriltir ve size âyetlerini gösterir; ki akıllanasınız.

 

259- Yada altı üstüne gelmiş, ıssız duran bir şehre uğrayan gibisini (görmedin mi?). Demişti ki: ‘Allah, burasını ölümünden sonra nasıl diriltecekmiş?’. Bunun üzerine Allah, onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra onu diriltti. (Ve ona) dedi ki: ‘Ne kadar kaldın?’. O: ‘Bir gün veyâ bir günden az kaldım’ dedi. (Allah ona:) ‘Hayır, yüz yıl kaldın, böyleyken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış; eşeğine de bir bak; (bunu yapmamız) seni insanlara ibret-belgesi kılmamız içindir. Kemiklere de bir bak nasıl bir-araya getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?’ dedi. O, kendisine (bunlar) apaçık belli olduktan sonra dedi ki: (Artık şimdi) biliyorum ki gerçekten Allah, her-şeye güç yetirendir.

 

Âl-i İmran

 

38- Orada Zekeriya Rabbine duâ etti: ‘Rabbim, bana katından tertemiz bir soy armağan et. Doğrusu Sen, duâları işitensin’ dedi.

 

40- Dedi ki: ‘Rabbim, bana gerçekten ihtiyarlık ulaşmışken ve karım da kısırken nasıl bir oğlum olabilir?’. ‘(Bu) böyledir’ dedi, Allah dilediğini yapar.

 

47- Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken, nasıl bir çocuğum olabilir? dedi. ‘(Bu) böyledir’ dedi: Allah neyi dilerse yaratır. Bir işin olmasına karar verirse, yalnızca ona ‘ol’ der, o da hemen oluverir.

48- Ona kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretecek.

49- İsrâiloğullarına elçi kılacak” (O, İsrâiloğullarına şöyle diyecek:) Gerçek şu, ben size Rabbinizden bir âyetle geldim. Ben size çamurdan kuş biçiminde bir şey oluşturur, içine üfürürüm, o da hemencecik Allah’ın izniyle kuş oluverir. Ve Allah’ın izniyle doğuştan kör olanı, alaca hastalığına tutulanı iyileştirir ve ölüyü diriltirim. Yediklerinizi ve biriktirdiklerinizi size haber veririm. Şüphesiz, eğer inanmışsanız bunda sizin için kesin bir âyet-mûcize vardır.

 

59- Şüphesiz, Allah katında Îsâ’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona ‘ol’ demesiyle o da hemen oluverdi.

 

Mâide

 

110- Allah şöyle diyecek: Ey Meryem-oğlu Îsâ!; sana ve annene olan nîmetimi hatırla. Ben seni Rûhû’l-Kudüs ile destekledim, beşikte iken de, yetişkin iken de insanlarla konuşuyordun. Sana kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğrettim. İznimle çamurdan kuş biçiminde (bir şeyi) oluşturuyordun da (yine) iznimle ona üfürdüğünde bir kuş oluveriyordu. Doğuştan kör olanı, alacalıyı iznimle iyileştiriyordun, (yine) benim iznimle ölüleri (hayâta) çıkarıyordun. İsrâiloğullarına apaçık belgelerle geldiğinde onlardan inkâra sapanlar, ‘şüphesiz bu apaçık bir sihirdir’ demişlerdi (de) İsrâiloğullarını senden geri püskürtmüştüm.

 

Tahrîm

 

12- İmran’ın kızı Meryem’i de (hatırla). Ki o kendi ırzını korumuştu. Böylece Biz ona rûhumuzdan üfledik. O da Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti. O, (Rabbine) gönülden bağlı olanlardandı.

 

Gerek kâinâtın gerekse bitki, hayvan ve insanın yaratılışıyla ilgili âyetler de aklı aşan âyetlerdir. “İlk yaratılış” hakkındaki tüm âyetler aklı aşana âyetlerdir. Yine şu âyetler de aklı aşan âyetlerdir:

 

“Sana rûh’tan sorarlar; de ki: ‘Rûh, Rabbimin emrindendir, size ilimden yalnızca az bir şey verilmiştir” (İsrâ 85).

 

“Rahmân (olan Allah) arşa istivâ etmiştir” (Tâ-hâ 5).

 

Kur’ân’da söylenen emir ve yasaklar, yapılması emredilen ibâdetler de akıl-üstüdür. Çünkü emredilenlerin ve yasaklananların ve de yapılması istenen ibâdetlerin bir-çoğu akla ve mantığa uymaz. Meselâ namaz kılmak için uykunun bölünmesi akla ve mantığa aykırıdır. Çünkü uykunun bölünmesi normâl değildir. Yine sabahtan akşama kadar aç ve susuz kalmak hele uzun ve çok sıcak yaz aylarında oruç tutmak akla ve mantığa aykırı olduğu gibi vücûda bir miktar zarar da verir. Zekat, sadaka ve infâk etmek paranın ve malın eksilmesi demek olacağı için akla ve mantığa aykırıdır. Büyük miktarda para ve zaman harcayarak Hacca gitmek de akıl ve mantık-dışıdır. Hele ki milyonlarca sayıdaki kalabalık arasında bulunmak, üstelik Arabistan sıcağında bağıra-bağıra saatlerce yol yürümek akla ve mantığa terstir. Milyonlarca hayvanı bir günde kesmek ve ortalığı et ve kan kokusuna büründürmek de akla uygun değildir. Büyük risklere girerek toplumda câri olan düzene karşı çıkmak, bu düzeni eleştirmek, îtirâz ve isyân etmek olacak iş değildir. Malını-mülkünü mü’min kişilerle paylaşmak, doğduğun-büyüdüğün vatanı terk ederek hicret etmek, başkasını kendine tercih etmek, büyük devletler varken bir devlet kurmaya çalışmak, yeterli güce sâhip olunmamasına rağmen savaşa çıkmak, Allah için, dâvâ için malını ve canını ortaya koymak, savaşta yaralanmak ve ölmek, Allah için de olsa alışkanlıklardan vazgeçmek, îcâbında ana-babayı, eşi-dostu, hısım-akrâbayı karşına almak, bedenin zevklerinden vazgeçmek, olmadık devrimci söylemlerde ve eylemlerde bulunmak, öldükten sonra başka bir âlemde ve mekânda dirileceğine ve sonsuz cehennem ve cennetin varlığına inanmak akla ve mantığa aykırıdır. Çünkü bu söylediklerimiz akıl-üstü olan şeylerdir ve bunlar akıl ve mantık ile değil, ancak îman ile yerine getirilebilir. Allah’ın dîni ve dâvâsı için malları ve canları ortaya koymak ve her-şeyden vazgeçebilmek aklın yapabileceği şeyler değildir ve bunlar ancak îmânın gücü ile yapılabilecek işlerdir. Bunları insana yaptıran şey akıl değil îmandır. Aklın bunları yapmaya-yaptırmaya gücü de yetmez, çapı da yetmez.

 

Aklı, mantığı ve zekâsı üstün olanların değil, îmânı ve takvâsı üstün olanların yapabileceği şeylerdir bunlar. Bu bahsettiklerim, aklını, zekâsını ve mantığını ilahlaştırmış olanların zinhar yapamayacağı şeylerdir. Bu nedenle de onlar, kendileriyle çelişmemek için, bu âyetleri -işkence ederek de olsa- aşırı yoruma boğmak ve şeytana, nefse, hazza, tâğutlara, akla, mantığa ve mevcuda düşüncelerine, inanışlarına ve yaşam-şartlarına uydurmak zorundadırlar.

 

Evet; Allah, âhiret, melekler, vahiy ve peygamberlik gaybî konulardır. Akıl ve mantık bu konuda çalışmaz ve işlemez. Burada insana gerekli olan tek şey îmandır. Akıl, akıl-üstü olana teslim olmak zorundadır. Zâten akıl ancak îmânın yâni akıl-üstü olanın yönlendirmesinde olunca doğru çalışır ve yararlı işler yapabilir. Aksi-takdirde yakın-uzak vâdede mutlakâ fitne üretir ve ifsâd eder. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2022

 

Devamını Oku »

İslâm’da “Yeni” Yoktur, “Yeniden” Vardır


“…Sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir sapma da bulamazsın” (Fâtır 43).

 

“O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahmân (olan Allah)’ın yaratmasında hiç-bir çelişki ve uygunsuzluk (tefâvüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?. Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umûdunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk 3-4).

 

Hemen söyleyelim ki bahsettiğimiz yenilik, bâtıla doğru meyleden ve “bambaşka bir şekle dönüşme” anlamında olan yeniliktir. Yoksa arka-arkaya yüzde-yüz aynı olan bir şey hiç-bir zaman olmamıştır kâinatta, çünkü Allah her-an yeni bir iştedir ve birbirine mutlak anlamda benzer olmayan yeni yaratışlar yapıp-durmaktadır. Bir fabrikada milyonlarca sayıda üretilen gazoz kapaklarının bile hiç-biri birbirinin tam olarak yüzde-yüz aynısı değildir. Fakat Allah’ın kâinat ve madde formatında yarattığı varlıkta, öyle “başkalaşma” anlamında değişimler de yaşanmaz. Çünkü Allah tam ve eksiksiz yaratır. Eksiksiz, kusursuz ve mükemmel olanda bir yeniliğin olmasına gerek yoktur. Çünkü kâinatta ve Dünyâ’da her-şey yerli-yerindedir ve en mükemmel hâlindedir. Üstelik -insanlar arasındaki işler hâriç- kâinattaki bu nizam ve düzen hiç-bir zaman bozulmaz. Fakat insanlar, şeytan ve nefsin etkisiyle kendi aralarındaki nizâmı ve düzeni genelde bozarlar. Peki bu bozulma ne olunca olur?. Şeytan ve nefs insana ne olursa ve ne zaman etki eder?. 

 

Bozulma, başkalaşma ve bâtıla doğru değişme ve yeni şeylerin ortaya çıkması, tüm varlıkta olduğu gibi, insanların da Allah-merkezli bir tasavvur, düşünme, konuşma, yazma ve amel-eylem hâlinde olmamalarından dolayı olur. Ne zaman ki insanlar Allah’a, vahye ve peygamberlere göre değil de, şeytana, nefse ve tâğutlara göre düşünürler, konuşurlar ve eylemde bulunurlarsa bozulma kaçınılmaz olur ve bu bozulmaya göre de yeni şeyler ortaya çıkar ki bu yeni şeyler hak-merkezli olmadığı için bambaşka bir değişmeye sebep olur. Modernizm işte böyle bir değişmenin ve dönüşmenin sonucudur. Böyle bir değişimin sonucunda her-şey yeni olana göre düzenlenmeye başlanır. Hattâ din yâni İslâm bile bu yeni mevcuda uydurulmaya çalışılır ve “artık her-şey değişti, yeni şeylere göre konum almamız, yeni şeyler söylememiz, yeniye uymamız ve yeniyi kazanımımız olarak görmemiz gerekir” denmeye başlanır. Böylece merkezde olan yeniye göre din de değiştirilmeye ve yenilenmeye çalışılır. Lâkin vahiy Allah tarafından korunduğu için bunun olmasına izin verilmez ve Allah’ın lâyık bulacağı ve râzı olacağı mü’minlerin ortaya çıkmasıyla birlikte bâtıldan hakka doğru bir değişim ve dönüşüm olur. Hak ve hakîkat ortaya konduğunda ve hâkim kılındığında da doğal, normâl ve fıtrî döngü yeniden kurulur ve korunur. Böylece “yeni”den, “yeniden”e doğru bir süreç izlenmiş olur. Demek ki İslâm’da “yeni”ye doğru değil, “yeniden”e doğru bir süreç olabilir.      

 

Tüm kâinâtın olduğu gibi insanın da değişmeyen yada çok da farklılaşmayan bir doğası vardır. Bu doğa tüm zamanlarda ve mekânlarda aynı yada benzerdir. O-hâlde bir zaman önce yaşanmış hayatlar ile bir zaman sonra yaşanmış hayatlar birbirlerine benzeyecektir. Bu nedenle sorular ve sorunlar da benzer olacak, dolayısıyla da yüzde-yüz farklı sorular ve sorunlar ortaya çıkmayacaktır. İnsanın başına gelebilecek olaylar sonsuz çeşitlilikte değildir ki!. Olaylar ve olgular târihte her zaman aynı yada benzer şekilde tekerrür eder. Çünkü doğa da bir zorunluluğa tâbidir. Yağmur yağar, Güneş açar ve bitkiler çıkar vs. Kevnî âyetler değişmez, o yüzden indirilmiş şeriat da değişmez. O-hâlde doğal durumda insanların genel yaşam-şekillerinde de pek bir değişiklik olmaz. Belki sâdece çok az bir farklılık olabilir. Bu farklılaşma aşırılaştığında insana zarar verecek sonuçlar açığa çıkar.

 

Kur’ân yâni kavlî âyetler de böyledir, değişmez. O yüzden şeriatta da fazla değişiklik olmaz. Toplumda da -sünnetullah değişmeyeceği için- sanıldığı gibi öyle çok fazla bir değişim olmaz. Eğer oluyorsa bu hak-merkezli bir değişim değildir ve bâtıl-merkezli bir değişim ortaya çıkmış demektir. Bâtılın ortaya çıkardığı a-normal bir yaşam-şekli içeren modernizm; şeytanın, nefsin ve tâğutların birlikte ortaya çıkardıkları bir sapkınlıktan başkası değildir. Modernizm yeni bir sapkınlıktır, yenilenmeyle ortaya çıkan bir sapkınlık. O-hâlde yapılması gereken şey “modernizme uygun yeni bir şeriat çıkarmak” değil, modernizmi bir-an önce ortadan kaldırmak ve İslâmî düzeni “yeniden” hâkim kılmaktır. Yeniden İslâmî düzene dönmek sürecinde her-şey elbette Kur’ân ve Sünnet-merkezli yapılacaktır. Dünyâ, hayat ve insan yeniden ıslah edilecek ve yeniden yörüngesine sokulacaktır.

 

İslâm’ın hiç-bir sâbitesi yokmuş gibi davranılamaz. İslâm’ın sâbiteleri Kur’ân bütünlüğü içinde vahyin tamâmıdır. Çünkü İslâm’da Kur’ân’ın zamâna ve mekâna uyması değil, tam-tersine, zamânın ve mekânın Kur’ân’a uyması esastır. Uymayan yönler değiştirilir, uyan yönler gerekiyorsa ıslah edilerek kabûl edilir. Değişimin koordinatlarını zaman ve mekân değil, vahiy belirler. Çünkü vahiy bu nedenle indirilmiştir. O-hâlde yapılacak olan şey, “zamâna ve mekâna göre” İslâm’ın hükümlerinin değiştirilmesi değil, zamânın ve mekânın “İslâm hükümlerine ve şeriata göre” değiştirilmesi, ıslah edilmesidir. Çünkü insanlık târihi boyunca gönderilen peygamberler böyle yapmıştır. İslâm’ın amacı ve hedefi budur.

 

İbn-i Hâldun: “Târih; tekrar-tekrar sahnelenen bir tiyatro oyunu gibidir. Rôl alanlar değişse de, senaryo değişmez” der. İbn Hâldun, Mukaddime’de şu tezi savunmuştur:

 

“Târih, yaşanan zamânın ve hâlin bir aynasıdır. Günümüzde ne olmakta ise, geçmişte de o olmuştur. Târihî hadiselere hâkim olan kânunlar hiç-bir zaman değişmez ve her-zaman aynıdır. Hâl de mâziyi aksettirir. Esâsen, yaşanan hayâtın geçmişe intikâl eden kısmına ‘târih’ denir ve insanlığın hayâtı geçmiş, hâl ve geleceği ile bir bütündür. Onun için günlük hayâtımızı geçmişten tecrid edemeyiz. Târihi ve geçmişi iyi öğretmek, hâl ve istikbâl hakkında sağlam tesbitler ve doğru teşhisler yapılmasına imkân verir. Mâzi hâlin, hâl de mâzinin şâhidi ve delîlidir”.

 

Dünyâ’nın ve tüm varlığın formatı gereği insanların karşılaşabileceği olaylar ve olgular belli bir sınırda olmak zorundadır. Başka zamanlarda farklı görünümler olsa da temel ilkeler ve yaşama-şekilleri ve yapılan doğrular ve yanlışlar değişmez. Azapla cezâlandırılan kavimlere bakıldığında aynı yanlışları yaptıkları görüldüğü gibi peygamberler de onları hep aynı şekilde uyarmışlardır. Hiç-bir zamanda ve hiç-bir mekânda, daha önce görülmemiş, duyulmamış ve ne yapılacağı bilinemez olaylar ve olgular ortaya çıkmamıştır ve çıkacak değildir. Hiç-bir zaman sonsuz çeşitlilikte olay ve olgular ortaya çıkmayacaktır ve hep benzer olaylar ve olgular yaşanacaktır. Kâinâtın, Dünyâ’nın ve insanın yapısı ve karakteri bellidir ve bu yapı ve karakter hiç değişmeyecektir. Öyleyse insanların olaylara ve olgulara karşı vereceği tepki de temelde aynı ve benzer olacak ve sâdece görünümde küçük farklılıklar olacaktır. İnsanlar yine aynı günahları işleyecek, aynı tevbeleri edecektir. Dolayısıyla İslâm’da “yeni” diye bir şey yoktur fakat “yeniden” vardır. Peygamberimiz Hz. Muhammed bir “yenilikçi” değildir. Hiç-bir peygamber yenilikçi değildir. Çünkü İslâm eskiyecek bir din değildir. Fakat Allah, peygamberler gönderip ifsâd edilen dîni, indirdiği vahiyler ile yeniden rayına sokar ve düzenler.

 

En son inen vahiy olan Kur’ân ve Peygamberimiz ile ortaya konan hayat-şekli, olaylar ve olgular, Dünyâ’da insanların yaşayabilecekleri özet ve muhtasar hayat-şekli, olaylar ve uygulamalar olacaktır. Bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da ortaya çıkacak olan olaylar ve olgular, daha önce benzerleri yaşanmış ve görülmüş olan benzer olaylar ve olgular olacaktır. Bu nedenle Kur’ân tüm zamanlara ve mekânlara aynı reçeteyi verecek ve Peygamberimiz’in güzel örnekliği tüm zamanlarda ve mekânlarda geçerli ve bağlayıcı olacaktır. Peygamberlerin ortaya koydukları gelenek ve örneklik, eğer yeni zamanlarda geçerliliğini yitirecekse, o zaman onlara inen vahiyler de yeni zamanlarda çalışmayacak ve geçerliliğini yitirecek demektir ki yenilikten bahsedip duranlar üstü-kapalı şekilde bunu söylerler. Fakat peygamberlerin, Allah’ın kontrôlünde ve onaylamasıyla, zaman-zaman da düzelterek ortaya koydukları eylemler, vahiy-merkezli en güzel örnekliklerdir. Vahiyden daha üstün bir şeyin ortaya konulup uygulanması mümkün değildir. Hele insanın ve aklın bunu yapabilmesi söz-konusu bile değildir.

 

İmam Mâlik şöyle der: “İslâm’da bir bid’at çıkaran ve sonra da bunu güzel gören kimse, Resûlûllah’ın peygamberlik ve dîni-tebliğ konusunda hıyânette bulunduğunu söylemiş olur. Oysa Cenab-ı Hak: ‘Bugün dîninizi tamamladım ve ikmâl ettim’ (Mâide 3) buyurmuştur. Bu âyetin nâzil olduğu gün din’den olmayan şey, bugün de din’den değildir”.

 

Selefiye’ye göre âyet ve hadislerin mânâları, “sahabenin anladığı kadar”dır. Ashab, naslardan ne anlamışsa İslâm odur. Bunun dışında kalan rey, kıyas; te’vil, tefsir, icmâ ve ilham din’den değildir. Said b. Cübeyr (öl. 95/714) şöyle demiştir: “Bedir Savaşı’nda bulunan sahabenin bilmediği şey din’den değildir”. Selefe göre “en doğru söz (Kur’ân)” söylenmiş, “en güzel iş (Sünnet)” yapılmıştır. Onun için bunları nâkl, rivâyet ve hikâye etmekten ve onlara göre hareket etmekten başka yapılacak bir şey yoktur. Bu sebeple “İslâmî ideâl” zaman îtibârıyla “ileride” değil, “geride”dir. “İdeâl cemiyet nizâmı ilerde inşâ edilecek” değildir, “geçmişte inşâ edilmiştir”,  o temele göre günümüzde veyâ gelecekte bir nizâm kurulmalıdır.

 

İnsan, modernlerin sandığı gibi ilkellikten modernliğe doğru giden bir varlık değildir. İnsan hiç-bir zaman ilkel bir varlık olmamıştır. İlk insan ilk peygamberdir. Bu nedenle Allah’ın ilk insana gönderdiği vahiy ile son Peygamber’e gönderdiği vahiy arasında gelişmişlik farkı olmaz. Târihte, ilerleme diye bir şey yoktur, dönüşüm vardır ve dönüşüm gerçekleşene kadar olan bir değişim vardır. Her değişim “ilerleme” demek değildir. Bozulmanın sonucunda ortaya çıkan “yeni”yi düzelterek ve ıslah ederek “yeniden”e döndürmek yâni İslâm-merkezliliğe çevirmek esastır.

 

Modernizmi “insanlığın geldiği son sınır” ve “en ileri nokta” olarak gören modernistlerin, “Arap insanının ve toplumunun (daha genel anlamda, geçmişte yaşamış hiç-bir peygamber, insan ve toplumun) bütün insan ve toplum gerçekliklerine kaynaklık etmesi mümkün değildir” demelerinin bir anlamı yoktur. Son vahiy ve son Peygamber’in ortaya koyduğu referans tüm zamanlar ve mekânlar için bağlayıcıdır ve geçerlidir. Zîrâ din tamamlanmıştır ve yepyeni bir ilâveye gerek yoktur. Tüm yeni zamanlarda da yine vahiy-merkezli ve güzel örneklik üzerinden mevcut sorulara ve sorunlara cevap verilebilecektir. Bu cevap elbette “bambaşka bir yenilik” getirecek şekilde olmayacaktır.

 

Vahiy ne zaman indiyse ve peygamber örnekliği ile en ideâl şekilde ne zaman ortaya konduysa, o târih örnek bir târih olur ve bu nedenle de tüm zamanlarda ve mekânlarda bağlayıcıdır.

 

İslâm’da hakka ulaşana kadar olan bir değişim ve dönüşüm, sonra da hak-merkezli bir döngü vardır. İslâm bâtıla doğru kayan değişimleri ve dönüşümleri kabûl etmez. Zîrâ İslâm hâkim olandır fakat zinhar hâkimiyet altına girmez. İslâm bâtıldan yana olan değişim ve dönüşümlere göre konum almaz, değişim ve dönüşümün nesnesi yapılamaz. Fakat hakka doğru insanların nefislerinden başlayan değişim ve dönüşümleri emreder ve böylece bâtılın def edilip hakkın yeniden ortaya konmasını ve hâkim kılınmasını ister. Nihâyet hak-merkezli döngünün korunması esastır. İnsanlar nefislerinde olanı değiştirmedikçe ve bozmadıkça bu hak-merkezli döngü devâm eder ve bâtıla doğru meyleden bir değişim, dönüşüm ve bâtıl-merkezli bir yenilik olmaz.

 

Tüm zamanlarda değişen şey insanın nefsidir, dînin kendisi değil. Çünkü Allah katındaki tek hak din olan İslâm’da (şeriatlarda bâzı küçük ve önemsiz değişiklikler olsa da) bir değişme olmaz. Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar temel ilkeler hep aynı kalmıştır. Meselâ tevhid, şirk, küfür, adâlet, ahlâk, hak, hakîkat, namaz, oruç ve kurban hep vardır. Korunması gereken temel şeyler hep vardır ve değişmemiştir, yenilenmemiştir.

 

İslâm’da bir değişimin olduğu kabûl edildiğinde, bu değişmeyi zorlayan şey İslâm’dan üstün olmuş olur ve İslâm mecbûren değişimi sağlayan şeyin nesnesi olur. Bu şeyi modernizm olarak kabûl ettiğimizde İslâm modernizm tarafından şekillendirilen, değiştirilen ve yenilenen bir şey olur ki bu, İslâm’ın, modernizmin nesnesi olması demektir.

 

İslâm zamâna ve mekâna göre değişen bir din olmadığı gibi, tam-aksine, zamânı ve mekânı hak-merkezli değiştirmek için indirilmiş bir din’dir ve bu tüm zamanlarda böyle olmuştur. Zîrâ tüm peygamberler tüm zamanlarda hep aynı amacı gerçekleştirmek için çabalamışlardır. Bu amaç, “Allah’ın göklerde tek rab olduğu gibi yeryüzünde de tek ilah ve tek rab olması, Allah’ın sözünün tüm Dünyâ’ya hâkim kılınması” amacıdır.

 

Göklerde bir değişim olmadığı gibi, Kur’ân’da da bir değişim yoktur. Kevnî âyetlerde bir değişim olmadığı gibi kavlî âyetlerde de bir değişim ve yenilenme yoktur. Zîrâ ikisi de Allah’a bağlıdır. Allah’a bağlı olunca değişmeye ve yenilenmeye gerek yoktur ve hattâ nizam bozulmadıkça ve değişmedikçe bir sorun da olmaz. İnsan ise şeytanın telkinlerine açık ve nefis sâhibi olduğundan ve de tâğutların yönlendirmelerine mâruz kaldığından dolayı farklılık ve yenilik ister. Fakat bu genelde doğal, normâl ve fıtrî olmaz. Zîrâ farklılık, yenilik ve bambaşkalık doğal, normâl ve fıtrî olmaz, dolayısı ile İslâm’a uygun olmaz. Bâzı küçük değişimler olsa bile bu değişimler temel ilkelere ve yasalara yâni sünnetullaha ve vahye aykırı olamaz ve vahye uygun olması şarttır. Zâten değişimlerden kaynaklanan fitneler ve ifsad, vahiy-merkezli olmayan değişimler ve yenilikler nedeniyle ortaya çıkar.

 

Aslında İslâm’a göre olacak olan küçük değişimler bile, bâtıldan hakka doğru olan değişiminin tamamlanmasından sonra ancak “geçici değişimler” olabilir. Çünkü hiç-bir değişiklik ve yenilik ebedî olamaz. Zîrâ Allah ebedî bir yeniliğin ve değişikliğin olmasını zorunlu kılacak eksik ve bozuk bir yaratış yapmamıştır. Meselâ Allah insanı en güzel sûrette yaratmış ama insan, Allah’ın yörüngesinde çıkıp da şeytanın ve nefsin yörüngesine girince yâni bambaşka olacak şekilde yenilik ve değişim yapınca aşağıların aşağısına atılmıştır. 

 

Termodinamiğin 2. Kânunu olan Entropi Kânunu, en kesin kânundur. Bu kânuna göre her-şey zamanla bozulmaya ve kullanışsız duruma doğru gider. Bu, her-şeyin en sonunda en kullanışsız durum olan “bir şeyin yok olmasına” kadar sürer. Yâni, mikrodan makroya her-şey zamanla bozulmaya doğru gider. Bu bir değişimdir. İşte bu zorunlu değişimin önüne ancak bu kânunu da yaratan Allah’ın yasalarına uygun olan vahiy merkeze alınarak karşı koyulabilir ve böylece en az zarar olur. Çünkü her değişim yıkımı ve bozulmayı da yanında getirecektir. Sünnetullah ve imtihan budur; varlık “mutlak varlık” olmadığı için değişmeye ve bozulmaya meyyâldir. Bir şey, değiştiğinde ve yenilendiğinde bozulmaya başlamış olur. Bu bozulmaya karşı durmanın tek çâresi ve yolu, İslâm-merkezliliktir. Bozulmadan düzlemeye doğru ancak İslâm ile gidilebilir. Bozulmayı düzeltecek olan tek şey İslâm’dır. Zîrâ tüm gökler ve yer ancak Allah’ın tutmasıyla ve sünnetullah ile bozulmaktan korunduğu gibi, insanların bozulmasının önüne de ancak Allah’ın vahyi ile geçilebilir. Bozulmuş olan da yine vahiy ile bâtıldan hakka doğru bir süreç ile olabilir. Nasıl ki gökler ve yeryüzü Allah’ın kevnî âyetleriyle bozulmadan korunuyorsa, insan da ancak Allah’ın kavlî âyetleriyle bozulmaktan korunabilir.    

 

İslâm’a göre değişim, hak olandan bâtıla doğru bozulmuş olan yanlış değişimleri, yeniden hak tarafına doğru değiştirmek ve artık hep hak-merkezli olmaktır. Çünkü dediğimiz gibi İslâm’da “yeni” yoktur ve “yeniden” vardır. Değişim değil, hakkı ikâme edene kadar olan dönüşüm vardır. Bu dönüşüm bâtıldan hakka doğru olurken “değişim” olarak gözükür. Oysa olan şey “hakkın yeniden ikâmesi”dir.

 

Değişim birilerinin çıkarına yönelik değil, Allah’ın rızâsına yönelik olmalıdır. Aksi-hâlde fitne ve fesadın ortaya çıkması kaçınılmazdır. Çünkü Allah’ı hesâba katmayan tüm değişimler ve yenilikler bâtıla doğru gider.

 

“Onun (insanın) önünden ve arkasından izleyenleri (tâkipçileri) vardır, onu Allah’ın emriyle gözetip-koruyorlar. Gerçekten Allah, kendi nefis (öz)lerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip-bozmaz. Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onu geri çevirmeye hiç-bir (biçimde imkân) yoktur; onlar için O’ndan başka bir veli yoktur” (Ra’d 11).

 

Bu âyet, “haktan bâtıla doğru bir bozulma olmadıkça” anlamındadır. Eğer haktan bâtıla doğru bir bozulma olmuşsa, yeniden “bâtıldan hakka doğru” bir dönüşüm olacaktır. Bâtıldan hakka doğru gidiş, “mevcut zamâna ve mekâna uymakla” değil, vahye uymakla olacaktır. Aksi-hâlde dönüşüm değiş değişim vardır ve bu değişim bâtıl-merkezli yeniyi ortaya çıkaracaktır. Zamâna ve mekâna göre olan değişimler ve yenililikler bâtıldır. Zaman ve mekân merkezde olamaz, merkeze alınamaz. Zîrâ merkezde ancak Allah olabilir. 

 

Varlıkların, eşyânın ve maddenin değiştirilebilme potansiyeli vardır ama bu doğaldır ve sınırlıdır. Zâten doğal, normâl ve fıtrî olunca “sınırlı” olur. Bu sınır, sünnetullahtan yâni Allah’ın varlığa koyduğu yasalardan dolayı böyledir. Allah’ın dışında her-şey sınırlıdır. O sınır hiç-bir zaman aşılamaz ve sünnetullaha aykırı olamaz. Sınır zorlandığında ortaya absürd ve insana zarar verecek değişimler ve yenilikler olur. Aynen bunun gibi; insanlar arasında olabilecek vahye aykırı ve aşırı değişimlerde insan mutlakâ zarar görür, çünkü vahye uygun olmayan ve aykırı olan değişimiler mutlakâ fitne üretir ve ifsâd eder. Sünnetullahın değişmez yasaları Kur’ân ile paraleldir ve birbirlerine uygundur.

 

Bâtıldan hakka doğru olan değişimde -haktan daha üstün bir doğru ve iyi olmayacağı için- hak ikâme edildiğinde değişme ve yenilik durur.

 

Kur’ân, Arapların yaşadığı her olaya, soruna ve soruya bir cevap vermez. Tüm zamanlarda ve mekânlarda yaşanabilecek olan olayları, soruları ve sorunları seçiyor. Aynen bunun gibi; Kur’ân modern zamanlarda ortaya çıkan her olaya, soruya ve soruna cevap vermek zorunda değildir.

 

Şu da var ki, vahyin ortaya koyduğu ve şu-anda alâkasız ve anlamsız gibi görünen ve de modern zamanlara uygun olmadığı düşünülen Kur’ân âyetleri ve hükümleri, indiği dönemdeki soru(n)lar ve olaylara benzer sorun ve olayların bir daha yaşanmayacağı garanti değildir. Her zaman benzer olaylar, sorular ve sorunlar olabilir ve işte o zaman bunlara yine o âyetlerle cevap vermek icâp eder. Aynı yada benzer bir İslâmî hareket ve mücâdele ortaya konduğunda ve benzer süreçler yaşandığında, yine bu âyetler ile hüküm verilecektir. Zâten Kur’ân’daki hükümlerin tamâmı her-an verilip durulmuyordu. Sorunla ve olayla ilgili olan âyetler icâp edince kullanılıyordu. Meselâ bir arabanın kadranında hız göstergesi 250 km.’yi gösteriyor diye sürekli olarak 250 km. hızla gitmek şart değildir. Duruma göre ve gerektiği zaman yüksek hız kullanılabilir yada kullanılmaz.

 

“Rabbinin sözü, doğruluk bakımından da, adâlet bakımından da tastamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirebilecek (kimse) yoktur. O, işitendir, bilendir” (En-âm 115).

 

Tüm peygamberler ve onlara indirilen tüm vahiyler, İslâm’ı göklerde olduğu gibi yeryüzünde de hâkim kılmak ve böylece tevhidi ikâme etmek için bâtılı def edip hakkı hâkim kılmak için yâni Allah’ın sözünü yeryüzüne “yeniden” hâkim kılmak için vardırlar. Vahiyler ve peygamberler yeni bir şey getirmek için değil, İslâm’ı yâni hakkı yeniden hâkim kılmak ve İslâm-merkezli, sünnetullah-merkezli döngüyü yeniden sağlamak için çalışmışlar ve çabalamışlardır. Tüm peygamberler ve onların tâkipçisi olan mü’minler, göklerdeki muhteşem nizâmı, düzeni ve döngüyü Dünyâ’da ve insanlar arasında yeniden kurmak ve hâkim kılmak için gayret göstermişlerdir. Zîrâ İslâm’da “yeni” yoktur, “yeniden” vardır.

 

Gök-kubbe altında yeni bir şey yoktur vesselam..

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2022

 

 

Devamını Oku »