31 Ocak 2023 Salı

Evrensel Değerler Üzerine


“Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dîne, Allah’ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiç-bir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler” (Rûm 30).

 

“Allah... O’ndan başka ilah yoktur. Diridir, kâimdir. O’nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir?. O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) dilediği kadarının dışında, O’nun ilminden hiç-bir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O’na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür” (Bakara 255).

 

Evrensel ve ideâl değerler, Fransız Devrimi’nde; özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi sözlerle ortaya konan ama pratik hayatta karşılığını hiç-bir zaman bulmayan sözde değerler değildir. Modernizm, “sürekli yenilenme ve değişme” demektir. Oysa İslâm inkılâp ve devrimle gerçek bir dönüşüm ve değişim ortaya koyar. Bu-bakımdan İslâm hiç-bir zaman modern olmamıştır, olmaz. Modernizm, beşerî bir yenilenme iken, İslâm ilâhî bir dönüşümdür. Evrensel değerler ise, beşerî yenilenmelerle değil, ilâhi değişim-dönüşüm ve hâkimiyet ile ortaya çıkar.

 

“Evrensel insânî standartlar” diye bir şey olamaz; “evrensel ilâhî standartlar” olur. Zîrâ insan evrensel ve ideâl standartlar üretebilecek çapa ve kapasiteye sâhip değildir. Buna gücü ve çabası yetmez, tüm insanlar bir-araya gelse bile bunu sağlayamaz ve evrensel ve ideâl değerler üretemez ve de evrensel ve ideâl değer diye ortaya şirk, küfür, adâletsizlik, eşitsizlik, ahlâksızlık, haksızlık ve zulüm çıkarırlar. Standart koymak Allah’a hastır, insana değil. Bu nedenle modernlerin, insanın evrensel ve ideâl değerler üretebileceğini beklemesi boş bir beklenti, boş bir ümit ve zandan başkası değildir.

 

Eğer insan evrensel değerleri üretebilecek olsaydı, aşkın hakîkatlere gerek kalmazdı. Çünkü insan en ideâl değerleri bile keşfedebilir ve ortaya koyabilirdi. Fakat böyle bir şey hiç-bir zaman olmamıştır, olmaz da. İnsanlar basit bir sorunu bile Allah’a ve Peygamber’e götürmedikçe gerçek anlamda çözemezler. Allah, vahiy yâni Kur’ân, din yâni İslâm ve Peygamber yâni Sünnet olmadıkça insanın aklıyla ve vicdanıyla yaralara gerçek bir merhem olabilmesi mümkün değildir. Bunun delîli, insanın şimdiye kadar bunu başaramamış olmasıdır.

 

İnsan ne zaman ki Allah’ı ve vahyi bir kenara itmiş ve aklına tapmaya başlamışsa Dünyâ bir bataklık hâline gelmeye başlamış ve Allah’ın rahmeti ile gönderilen peygamberler bataklığı kurutmuşlar yada kurutmaya çalışmışlardır. Bu bağlamda, “vicdan ve akıl ile insan, ilâhî/doğal/evrensel değerleri keşfedebilir ve bunlar ışığında iyiye ve güzele doğru kodlanmış (hidâyet) bir yaşam sürebilir” sözü, hiç-bir değeri olmayan boş bir sözdür, boş bir beklentiden başkası değildir. İnsanlığın güzel örnekleri olan peygamberler, evrensel değerleri kendi akılları ve vicdanlarıyla değil, kendilerine indirilen aşkın hakîkatleri içeren vahiyler ile bilmişler ve uygulamışlardır. Yoksa vahiyden önce peygamberler de delâlette ve “ne yapacaklarını bilmez şaşkın hâlde”ydiler: “Ve seni yol bilmez iken, doğru yola yöneltip iletmedi mi?” (Dûha 7). Demek ki akıl ve vicdan bir yerden sonra yetmiyor ve çâresiz kalıyor.

 

Allah evrensel ve ideâl değerleri fıtrata, doğala ve normâle yâni vahye göre belirler, yoksa beşerî düşünce ve sistemlere yâni lâik, seküler, demokratik, kapitâlist, liberâl, sosyâlist, komünist, feminist, modernist zırvalıklara göre değil. Bu nedenle gerçek anlamda hiç-bir evrensel ve ideâl değer “modern”e göre olamaz, doğal, fıtrî ve normâle göre olabilir, vahye göre olabilir. Çünkü evrensel ve ideâl değerler ancak Allah’ın tüm kâinâta koyduğu yasalar olan sünnetullaha göre olabilir. Sünnetullaha aykırı olduğunda bırakın “evrensel ve ideâl değerler” olmasını, bir değer bile olamazlar. Bu bağlamda beşerî olan tüm modern sistemler bir değer değil, tam-aksine bir değersizliktir. Zîrâ Allah’ın belirlediğine aykırı olarak belirlenen şeylerin bir değerinin olması mümkün değildir.

 

Allah’ı hesâba katmayanlar için evrensel ve ideâl değerler belirlemek kaçınılmazdır. Nice ateist-deist Allah düşmanları bile mecbûren evrensel-ideâl değerler belirlemek zorunda kalmışlardır. İlâhî dinleri kabûl etmeyen A.Comte gibi pozitivist düşünürler bile, “insanlık dîni” gibi adlarla toplumsal yapının kurucu unsuru olarak bir din geliştirmek durumunda kalmışlardır. Fakat mesele evrensel değerleri kimin belirleyeceğidir. Değer denilen şeyin evrensel ve “değer” olması için kimin belirlediği önemlidir. Evrensel ve ideâl değerler ancak Allah kaynaklı olabilir, beşer kaynaklı değil. Zâten ancak o zaman ideâl ve evrensel değerlerden yada değerlerin evrenselliğinden bahsedilebilir. Zîrâ Allah’ın hesâba katılmadığı hiç-bir şeyin bir değeri yoktur.

 

Modern-bilimin verileri de evrensel değildir ve olamaz, zîrâ modern-bilim “yanlışlanabilirlik ilkesi”ne göre çalışır. Buna göre, ortaya atılan her veri ve teori yanlışlanabilir ve değişebilir olmalıdır. Bu da aslında modern-bilimin, Allah’ı ve dîni hesâba katmadığı ve yok saydığı için hem net ve kesin bilgiye ulaşamayacak olmasını hem de bu yüzden “evrensel” olamayacağı anlamına gelir.

 

Beşerin belirlediği sözde değerlerin evrensel ve ideâl olması zinhar mümkün değildir, zîrâ insanın evrensel ve ideâl değerler belirlemeye ne zihni, ne beyni, ne de kapasitesi yeter. Bu nedenle evrensel ve ideâl değerleri ancak âlemlerin rabbi olan Allah belirleyebilir ki bu belirleme de indirdiği vahiyler üzerinden olur. Belirlenen bu değerler ise peygamberler tarafından “en güzel örneklik” şeklinde ortaya konur ve ete-kemiğe büründürülür. İşte ancak o zaman değerler tamamlanarak evrensel ve ideâl olur. Yoksa birilerinin şeytana, nefsine, hazza, tâğutlara, zannına, arzularına, hevâ ve heveslerine, kısır aklına ve beynine göre belirlediği şeylerin evrensel olması söz-konusu bile olmaz ve bunların evrensel ve ideâl olmadığı çok kısa zamanda ortaya çıkar. O zaman da -sözde- yeni değerler üretmeye yoluna girerler de gerçekten evrensel olan değerleri yine kâle almazlar. Üstelik insanlar -ancak Allah belirlediğinde- evrensel ve ideâl olacak olabilen değerleri “değer” olarak bile görmezler. Zîrâ Allah’ın belirlediği değerlerin merkezinde; Dünyâ, insan, akıl, zevk, haz, nefs, şeytan, tâğutlar, hevâ ve heves vs. değil; Allah, âhiret, gayb, vahiy, peygamber ve din vardır ki bunlar insanlara bâzen ağır da olabilecek sorumluluklar yükler. İşte bu nedenle insanlar Allah’ın belirlediği kesin değerlere değil de, çıkarına ve hoşuna giden şeylere “evrensel ve ideâl değer” derler.

 

İnsan için hem “kâinatta izi bile görülmeyecek sonsuz küçük nokta” diyorlar, hem de evrensel değerler üretebileceğinden bahsediyorlar. Oysa insanın tüm evren çapında değerler üretebilmesi aslâ mümkün değildir. Buna çapı da yetmez, haddi de yoktur. Buna yeltenmek insanın kendini ilah edinmesi anlamına gelir. O-hâlde insanın evrensel değerler belirleyebileceğini söylemek bir haddini bilmezliktir, zîrâ bu, insanın ilahlaşması anlamına gelir. İnsanlar bırakın evrenseli, yerel değerleri bile üretirken çoğu zaman yanlış şeyler yapar ve sapkınlıklara yol açarlar. Bu nedenle insanlar evrensel ve ideâl değer üretmekle değil, Allah’ın belirlediği evrensel ve ideâl değerler olan vahyin emir ve nehiylerini, tavsiyelerini, önerilerini vs. baş-tâcı yaparak evrensel ve ideâl değerler olarak kabûl etmeleri ve tüm tasavvur, düşünce, söylem ve eylemlerini bu ilâhi-evrensel değerlere göre belirlemeleri ve yapmaları gerekir. Aksi-hâlde evrensel ve ideâl değerler üretiyorum diye ancak şeytana hizmet edecek ve şeytanı Dünyâ’nın kralı yapacaklardır. İnsanlık târihi bunun örnekleriyle doludur ve insanlık târihi, mü’minlerle müşrik ve kâfirlerin bu bağlamda yaptıkları mücâdelenin adıdır. Tüm peygamberler de bunun mücâdelesini yapmış ve savaşımını vermiştir. Zîrâ Allah, Allahlığını kimseye vermez ki zâten buna kimsenin gücü de yetmez.

 

Allah’ın belirlediği evrensel ve ideâl değerler tüm zamanlarda ve mekânlarda aynıdır ve İslâm ile belirlenmiştir. Peygamberler ise bu değerleri ete-kemiğe büründürmüştür. İmtihan, Allah’ın belirlediği evrensel değerlere uyma yada uymama noktasındadır. Uyulduğunda tevhid ve mü’min, uyulmadığında ise şirk ve kâfir olunur.

 

Modernizm Allah’ın hesap-dışı edilip insanın ve aklın ilahlaştırılmasının başlangıcı ve târihidir. Böylece artık evrensel ve ideâl olanı Allah’ın değil de insanın belirlemeye başladığı söylenmektedir. Fakat değerleri Allah belirlediğinde hak-hakîkat, adâlet-eşitlik ortaya çıkarken, insan belirlediğini zannettiğinde, tüm insanları kuşatan bir iyilik-güzellik oluşmamakta hattâ gösterilmek istenmese de insanların büyük çoğunluğu zorluk içinde yaşamaktadır. Zîrâ insan, şeytanın telkinlerine açık, nefs, hevâ ve heves sâhibi bir varlık olduğu ve tâğutların nefse yönelik yönlendirmelerine uymakta zorlanmadığı için evrensel ve ideâl değerler üreterek tüm insanları mutlu, mesut ve memnun etmesi, hakkı, hakîkati, adâleti, eşitliği ikâme etmesi mümkün değildir ve böyle bir şey hiç-bir zaman olmamıştır. Dümeni yerinde olan bâzı fildişi kulesi müslümanları bunun farkında olmasa da, insanların, Allah’ın belirlediklerine aykırı düşen sözde değerleri insana hep zarar vermiştir, vermektedir.

 

Bâzı modern müslümanlar da dâhil modern insanın evrensel ve ideâl değerleri Allah’ın, vahyin ve dînin belirlemesini kabûl etmemelerinin en baştaki nedeni, dînin sâdece kâlplere, zihinlere, duygulara hitâp eden bir şey olduğunu zannetmeleridir. Oysa bâtıl denilen dinler belki böyle olsalar bile Allah katındaki tek hak din olan, tüm peygamberlerin izinde yürüdükleri, Allah’a kayıtsız-şartsız tam bir teslîmiyetle teslîm olma inanışı olan İslâm Dîni, iç-âlemleri inşâ edip bilinçlendirmekten başka, dış-âlemin her alanında, tüm zamanlarda ve tüm mekânlarda; sosyâl, kültürel, ekonomik, askerî, hukûkî, kânûnî vs. tüm alanlarda hâkim olmak isteyen ve bu nedenle tüm bu alanlar için sözü ve projesi olan bir din’dir ki zâten tüm peygamberler de İslâm’ı insanların iç-âlemlerinde hâkim kıldıktan sonra İslâm’ı hayâtın tüm alanlarında da hâkim kılmak için çabalamışlardır. Çünkü İslâm zâten, -insanlar arasında beşerin belirlediği ilişkiler hâricinde- tüm kâinatta, Dünyâ’da, doğada ve insanların fizîkî varlıklarında hâkimdir. Bu hâkimiyet insanlar arasıdaki sosyâl, kültürel, ekonomik, askerî, hukûki, kânûnî vs. tüm alanlarda da hâkim olmalıdır. Tevhid denilen şey işte bunu ikâme etmek ve İslâm’ı tüm Dünyâ’da hiç-bir alan, zaman ve mekân bırakmadan hâkim kılmak durumudur. Şirk ve küfür ise, her-şeyi Allah yaratmış ve varlığını Allah sağlıyorken, insanların kendi aralarındaki işlere, şeytan, nefs, haz, tâğutlar vs. nedeniyle Allah’ı karıştırmamaları ve kendi kısır akıllarına ve cılız görüşlerine göre sözde evrensel ve ideâl değerler belirlediklerini sanmaları ve sonuçta küçük mutlu bir azınlık hâricinde insanların çoğunun mutsuz, huzursuz ve perişanlık içinde yaşamalarına neden olmaktır. Allah’ın zâten İslâm’ı göndermesinin ve tüm Dünyâ’da hâkim kılmak istemesinin nedeni adâleti ve hakkı-hakîkati sağlamasıdır ki, tüm peygamberler ve onlarla birlikte olanların ve de onları izleyenlerin çabası bunun içindir:

 

Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).

 

Şeytanın uşakları olan tâğutlar ve nefsini ilah edinmiş olanların kışkırtılmış ve azdırılmış olan beşerî yönlerini ve bundan aldıkları hazzın devâmını sağlamak için yapmayacakları şey yoktur. Allah’ın belirlediği evrensel ve ideâl değerleri değil de kendi belirledikleri zırvalıkları evrensel ve ideâl değerler olarak sunmalarının nedeni bundan başkası değildir. Bunlar, dîni kâlplere, vicdanlara, duygulara, ahlâka, dört duvar arasına vs. indirgeyerek, bir hayat-dîni olan İslâm’a zulmetmektedirler. Bu zulüm, evrensel ve ideâl değerleri Allah yerine insanın belirlemesi ve bundan dolayı da insanların büyük çoğunluğunun sapıklık, câhillik, ahmaklık ve perişanlık içinde yaşamasıyla sonuçlanmasıdır.

 

Bir yazıda evrensel ve ideâl değerleri ancak Allah’ın ve dînin belirleyebileceğinden bahsedilirken şöyle denir:

 

“İslâm’ın Tanrı’sının bu anlamda el-Kayyum (değerlere kaynaklık eden) olduğu ve gönderdiği dîni de, ed-dînü’l/kayyim (değer üreten, kendi değerleriyle ayakta duracak yeterlikte olan) olarak tanımladığı unutulmamalıdır. Dinden ve değerlerden bağımsız bir yönelim medeniyet kuramaz; aksine vâr olanları yok eder ve insanlığa şiddet ve hüsran getirir. Medeniyet-yıkıcı olarak etiketlenen Moğol ve Germen (Barbar) istilâları bunun örnekleridir”.

 

Abdurrahman Arslan, “ortak değerler” hakkında şunları söyler: “Eğer sözü geçen şey bugün modernlikle berâber ortaya koyulan şeyse bunların hiç-biri insanlığın ortak-değeri değil, batı’nın kendi değerleridir. Batı’nın ürettiğidir, kendi anlamı içinde zenginleştirdiği değerlerdir. Diğer insanların hiç-bir zaman buna katkısı olmadı. Katkısının olmasına da müsâde edilmedi. Onlar zâten geri(!) insanlardı. Onların nasıl katkısı olabilirdi ki!”.

 

Evrensel değerler ancak din/vahiy-merkezli olarak belirlenebilir. Bu belirleme de ancak, dîn tüm alanlara hâkim olduğunda ve vahiy-merkezli olarak hayâtın her alanında uygulanmasıyla gerçekleşir. Bu gerçekleşme ancak İslâm medeniyetinde olabilir ki medeniyet zâten sâdece İslâm’da olur. Çünkü medeniyet “dîni olan” demektir. İslâm-dışı olan beşerî din ve düşünceler ise ancak “uygarlık” denen şeyi ortaya koyabilirler ki uygarlık dinden kopuk olduğu için, bâzı pırıltılar ortaya koysa da bunu sürdüremez ve genelleştiremez. Allah’ı ve dîni işe karıştırmayanlar medeniyet kurabileceklerini sansalar da, sonuçta barbarlıktan başkasını ortaya koyamazlar. Bu barbarlık “profesyonel bir barbarlık” olur. Zîrâ insan ancak vahiy-merkezli olduğunda Allah’ın belirlediği evrensel ve ideâl değerler potansiyel medeniyeti ete-kemiğe büründürebilir. Bunun başka bir yolu yoktur. O-hâlde “medeniyet yâni din varsa evrensel ve ideâl değerler de vardır, medeniyet yoksa ortalıkta değer denebilecek hiç-bir şey yoktur” sonucu ortaya çıkar.

 

İnsanın Allah’ı ve dîni işe karıştırmadan kendi beşerî dinamikleriyle bir medeniyet kurabilmesi ve evrensel ve ideâl değerler ortaya koyabilmesi mümkün değildir. Evrensel ve ideâl değerler bu nedenle Hak ve vahiy-merkezli olmak zorundadır. Zîrâ evrensel ve ideâl değerleri ancak Allah belirleyebilir. İnsanlar ise evrensel ve ideâl değerler belirlemekle değil, Allah’ın belirlediği evrensel ve ideâl değerlere göre yaşamakla mükellef ve sorumludurlar. Dünyâ’da da âhriette de iyiliğe ermenin başka da bir yolu yoktur.

 

Evrensel değerleri ancak evreni yaratan Allah belirler, insan ise, bu değerleri uygun şekilde yaşayarak hakkıyla kulluk etmekle mükelleftir ki zâten insan ancak böyle olursa hem Dünyâ’da hem de âhirette iyiliğe erebilir. Aksi-hâlde Dünyâ’da rezil olacağı gibi âhirette de acı azapla karşılaşır da pişmân olanlardan olur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2022

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Gücümüz Neye Yeter?

 

“…Hiç-bir nefse, gücünün kaldırabileceği dışında bir şey yüklemeyiz…” (En-âm152).

 

 “Îman edenler ve sâlih amellerde bulunanlar -ki biz hiç kimseye güç yetireceğinden fazlasını yüklemeyiz- onlar da cennetin Ashâbı (halkı)dırlar. Onda sonsuz olarak kalacaklardır” (A’raf 42).

 

Allah’tan başka hiç kimse yeterince güçlü değildir. Zîrâ Allah’ın gücünden başka hiç-bir güç “mutlak güç” değildir. Her-şeye gücü yeten sâdece Allah’tır. İnsanın gücü ise sınırlıdır. Gücünün aslâ yetmeyeceği şeyler olduğu gibi, gücünün yeteceği bir-çok şey de vardır. Hele ki bir mü’minin, diğer insanlara göre, îmandan kaynaklanan artı bir gücü de vardır, olmalıdır. Lâkin modern müslümanlar şöyle bir söz edilip duruyor: “Gücümüz nispetinde, gücümüzün yettiği kadar yapabiliriz”. Elbette; bir şeye güç yetmiyorsa o şey nasıl yapılabilsin ki!. İnsanın gücü sınırlı olduğu için sâdece gücünün yettiği şeyleri yapabilir. Fakat tartışılmayan şey, insanın gücünün neye yeteceği ve neye yetmeyeceğidir.

 

İnsanın gücünün nelere yetmeyeceği bellidir. Gücünün sınırını aşan hiç-bir şeye gücü yetmez, bu belli. Peki neye gücü yeter?. Özellikle İslâmî anlamda insanın-müslümanın gücü neye yeter?. “Gücümüz neye yetiyor” diye hiç soruyor muyuz?. Bir hastalığı ve engeli olan kişilerin güçleri gerçekten bir-çok şeye yetmez ama sağlıklı ve normâl olan bir insanın gücü neye ve nelere yetmez?. İslâmî anlamda Kur’ân’ın hangi emrini ve nehyini yerine getirmeye gücü yetmez insanın?.

 

Allah’ın yaptıklarını yapmaya gücümüz yetmez ama Allah’ın indirdikleri emir ve nehiyleri yerine getirmeye gücümüz yeter. Hem de tüm zamanlarda ve tüm mekânlarda. Çünkü Peygamberimiz’in ve sahabenin gücü Kur’ân’ın tüm emir ve nehiylerini yerine getirmeye, hakkı-hakîkati ikâme etmeye ve bir devlet-medeniyet kurarak İslâm’ı yeryüzüne hâkim kılmayı başlatmaya yetmişti. Bu insanlar normâl insanlardı. Öyle olağan-üstü güçlere sâhip değillerdi. Birer Kârûn yada birer Süpermen değillerdi, yâni normâlin dışında maddî ve fizîki güçlere sâhip değillerdi. Fakat güçleri kâfir ve müşriklere karşı çıkmaya, her türlü sıkıntıya direnmeye, her-şeylerinden vazgeçip hicret etmeye, bir İslâm kardeşliği ve İslâm toplumu kurmaya, mallarını ve canlarını ortaya koyarak cihad etmeye ve savaşmaya, İslâm devleti kurmaya ve İslâm medeniyeti başlatmaya yetmişti.   

 

Peki imkânlarımız daha iyi olmasına rağmen tüm bunları yapmaya bizim niye gücümüz yetmiyor da “gücümüz nispetinde” falan deyip duruyoruz?. Kur’ân aynı Kur’ân değil mi?. Peygamberimiz’in güzel örnekliği de ortada. Allah bize gücümüzün yetmeyeceği âyetler ve emir-nehiyler mi indirdi?. Allah’ın indirdikleri ve emredip-nehyettikleri şeyler, bizim gücümüzün yetmeyebileceği şeyler olabilir mi?. O-hâlde -hâşâ- Allah bize zulüm mü etmektedir?. Hayır!; Allah’ın indirdikleri şeyler elbette bizim yerine getirmeye gücümüzün yetebileceği şeylerdir. Peygamberimiz’in ve sahabenin güç yetirebildiği her-şey, sağlıklı-normâl insanların da güç yetirebileceği şeylerdir. O-hâlde neden onlar gibi yapamıyoruz ve neden onların güç yetirebildiği şeye güç yetiremiyoruz yada güç yetiremeyeceğimizi sanıyoruz?. Çünkü bizim sorunumuz gücümüzün azlığı değildir. Hattâ belki biz yapı olarak da maddî olarak da onlardan daha fazla imkâna sâhibiz. O-hâlde bizim neyimiz eksiktir?. Bizim yetiremediğimiz şey maddî, fizîkî, ekonomik vs. güçler değil; îmânımız, takvâmız, samîmiyetimiz, ciddîyetimiz ve gayretimizdir. Biz bunlardan mahrumuz. Bizde eleştirellik yok, îtirâz yok, isyân yok, kararlılık yok, hedef yok, gayret ve azim yok, istek yok, lîder yok, proje yok, ilkelere bağlılık yok, dâvâ bilinci yok, ilim yok, amel yok vs. Bizim sorunumuz budur. Yoksa sünnetullaha göre birilerinin gücünün yettiği aynı şeye bizim de gücümüz yeter. Çünkü Allah bize Kur’ân’ı güçlük ve zorluk çekmemiz ve de çâresiz kalmamız için indirmemiştir:

 

“Biz sana bu Kur’ân’ı güçlük çekmen için indirmedik. İçi titreyerek korku duyanlara ancak öğütle-hatırlatma (olsun diye indirdik)” (Tâ-hâ 2-3).

 

Şunu unutmamalıyız ki, her zorlukla berâber bir kolaylık da vardır:

 

“Demek ki, gerçekten zorlukla berâber kolaylık vardır. Gerçekten güçlükle berâber kolaylık vardır. Şu-hâlde boş kaldığın zaman, durmaksızın yorulmaya devâm et. Ve yalnızca Rabbine rağbet et” (İnşirâh 5-8).

 

Üstelik Allah da mü’minlerle berâberdir ve Kendisine dayananlara lâyık oldukları oranda destek olur:

 

“Tâlût, orduyla birlikte ayrıldığında dedi ki: ‘Doğrusu Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim ondan içerse, artık o benden değildir ve kim de -eliyle bir avuç alanlar hâriç- onu tadmazsa bendendir. Küçük bir bölümü hâriç (hepsi sudan) içti. O, kendisiyle berâber îman edenlerle (ırmağı) geçince onlar (geride kalanlar): ‘Bugün bizim Câlût’a ve ordusuna karşı (koyacak) gücümüz yok’ dediler. (O zaman) Muhakkak Allah’a kavuşacaklarını umanlar (şöyle) dediler: ‘Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah’ın izniyle gâlib gelmiştir; Allah sabredenlerle berâberdir’. Onlar, Câlût ve ordusuna karşı meydana (savaşa) çıktıklarında, dediler ki: Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır, adımlarımızı sabit kıl (kaydırma) ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et” (Bakara 249-250).

 

“Ey Peygamber, mü’minleri savaşa karşı hazırlayıp-teşvik et. Eğer içinizde sabreden yirmi (kişi) bulunursa, iki yüz (kişiyi) mağlûb edebilirler. Ve eğer içinizden yüz (sabırlı kişi) bulunursa, kâfirlerden binini yener. Çünkü onlar (gerçeği) kavramayan bir topluluktur. Şimdi, Allah sizden (yükünüzü) hafifletti ve sizde bir za’f olduğunu bildi. Sizden yüz sabırlı (kişi) bulunursa, (onların) iki yüzünü bozguna uğratır; eğer sizden bin (kişi) olursa, Allah’ın izniyle (onların) iki binini yener. Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 65-66).

 

“Eğer fetih istiyor idiyseniz (ey kâfirler,) işte size fetih; ama eğer (inkârdan ve eski yaptıklarınızdan) vazgeçerseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Yok, geri dönerseniz biz de döneriz. Topluluğunuz çok da olsa, size bir şey sağlayamaz. Çünkü Allah mü’minlerle berâberdir” (Enfâl 19).

 

Modernizm, insanın nefsini güçlendirirken, rûhunu zayıflatıyor. Ne kadar da “güçlü” nefsimiz var ve ne kadar da “güçsüz” rûhumuz ve irâdemiz var. Bu yüzden de “gücümüz nispetinde” deyip duruyoruz. Bizim küfre ve şirke karşı olan düşmanlığımız, kâfirlerin ve müşriklerin İslâm’a olan düşmanlığından daha güçlü olmadıkça İslâm’ı hayâta hâkim kılacak gücü kendimizde bulabilmemiz mümkün değildir.

 

Biz İslâm’ı “dâvâ” edinmedik. Onu sâdece ilme indirgedik. O yüzden mücâdele gücümüzü ve inancımızı kaybettik. Modern müslümanların söyleyip durduğu; “yapacak bir şey yok, çünkü gücümüz yok” sözü “îmânın zayıflığının bir göstergesi”dir. Îman varsa mutlakâ imkân da vardır, güç de vardır.

 

Peygamberimiz’e ve sahabeye güç veren Kur’ân aynı gücü niçin bize de vermiyor?. Çünkü biz öyle bir gücü istemiyoruz ki!. Zîrâ yeterince ciddî ve samîmi değiliz, bedel ödemeyi göze al(a)mıyoruz, modernizmin nîmetleri içinde, Dünyâ’nın kıyısında-köşesinde de olsa yaşamaya râzıyız, çünkü hâlimizden memnunuz. İslâmî anlamda ise işin sâdece ilmî yönüyle uğraşmak, kendi aramızda okuyup-konuşmak ve yazmak, kendi-kendimize bir şeylere kızmak ve eleştirmekle meşgûlüz. “Dostlar alış-verişte görsün” durumundayız. Tek hedefimiz közü söndürmemek. Bu da iyi bir şey ama zinhar yeterli değil. Közü söndürmemek için sürekli üfleyip duruyoruz ama bir ateş yakmayı düşünmüyoruz. Korkuyoruz, tırsıyoruz, mâzeretlerimiz bitmiyor, Allah’a olan îmânımız ve güvenimiz yetersiz, Kur’ân’ı hakkıyla okuyup da amele-eyleme geçmiyoruz, geçmek de istemiyoruz. Açıkçası yapmamak için her-şeyi yapıyoruz. Direnmek, vazgeçmek bizi ürkütüyor, bu nedenle de mallarımızı ve canlarımızı ortaya koyamıyoruz ve koymak istemiyoruz, çünkü dayak yemekten, sıkıntıya girmekten ve ölmekten çok korkuyoruz. Böyle olunca da gücümüzün bunlara yetmeyeceğini zannediyoruz. Oysa putların, şeytanın, kâfirlerin ve müşriklerin de gerçek bir gücü yoktur..

 

“Ve üçüncü (put) olan Menat’ı(n herhangi bir güçleri var mı)?” (Necm 20).

 

“Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilahlar edindiler. Onların (o ilahların) kendilerine yardım etmeye güçleri yetmez; oysa kendileri onlar için hazır bulundurulmuş askerlerdir” (Yâsîn 74-75).

 

“Andolsun, İblis, kendileri hakkında zannını doğrulamış oldu, böylelikle îman eden bir grup dışında, ona uymuş oldular. Oysa onun, kendilerine karşı hiç-bir zorlayıcı-gücü yoktu; ancak biz âhirete îman edeni, ondan kuşku içinde olandan ayırdetmek için (ona bu imkânı verdik). Senin Rabbin, her-şeyin üzerinde gözetici-koruyucudur” (Sebe’ 20-21).

 

“Onlar, iyice korunmuş şehirlerde veyâ duvar arkasında olmaksızın sizinle toplu bir hâlde savaş(a)mazlar. Kendi aralarındaki çarpışmaları ise pek şiddetlidir. Sen onları birlik sanırsın, oysa kâlpleri paramparçadır. Bu, şüphesiz onların akletmeyen bir kavim olmaları dolayısıyla böyledir” (Haşr 14).

 

Eğer bizim gücümüz az ise, karşıdakinin de gücü azdır. Zîrâ Allah’tan başka hiç kimsenin, hiç-bir topluluğun ve ülkenin-devletin yeterli gücü yoktur. O-hâlde gücün azlığından bahsetmek çok da geçerli değildir.

 

Biz oturmaya alıştık, şöyle bir doğrulmayı ve kıyâma kalkmayı unuttuk. Sorun budur. Oysa  Allah bize şöyle diyor:

 

“Mü’minlerden, özür olmaksızın oturanlar ile, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) vâdetmiştir; ancak Allah, cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır” (Nîsâ 95).

 

“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler; üstelik onlar kuvvet bakımından kendilerinden daha güçlüydüler. Göklerde ve yerde Allah’ı âciz bırakacak hiç-bir şey yoktur. Şüphesiz O, bilendir, güç yetirendir” (Fâtır 44).

 

Önemli olan şey, Allah’a tam bir îman ve güvendir. O îmânı ve güveni edindiğimiz zaman, ihtiyâcımız olan güç de bize gelecektir:

 

“Sen onların söylediklerine karşı sabret ve bizim güç sâhibi kulumuz Dâvud’u hatırla; çünkü o, (her tutum ve davranışında Allah’a) yönelen biriydi” (Sâd 17).

 

İnsanlar ama özellikle müslümanlar bir karar vermelidir. Şeytana, nefse ve tâğut denilen küresel güçlere göre mi kendini konumlandıracak, yoksa sonsuz kudret sâhibi olan Allah’a göre mi?. En Büyük Güç Sâhibi olan Allah’tan mı korkacaklar, yoksa kendilerinde güç vehmedilenlerden mi?. İnsanların ana-yanlışı, “En Büyük Güç” varken, “sözde güçlüler”den korkması ve medet ummasıdır. İnsanlığın kadim yanlışlarından biri de; Allah’ın, “güçlü olan”ın yanında olduğu zannıdır. Oysa Allah mü’minlerden yanadır.

 

Bizim Allah gibi sonsuz güç ve kudret sâhibi bir İlahımız, Kur’ân gibi bir bilgi kaynağımız ve Peygamberimiz gibi güzel bir örnekliğimiz varken daha nasıl bir güç isteriz ki!. O-hâlde “gücümüz yettiği kadar” ifâdesi sâdece hastaları ve engellileri kapsar ki onlar bile Allah’a dayandıklarında kendilerinde bir iç-güç bulabilir ve ellerinden geleni yapabilirler. İnsanın gücü sınırsız değildir ama Kur’ân’ın tüm emir ve nehiylerini yerine getirmeye, Allah’ın sözünü, İslâm’ı, adâleti, ahlâkı, hakkı ve hakîkati tüm Dünyâ’ya hâkim kılmaya ve ikâme etmeye gücü yeter. İnsanın gücü yetmeyecekse kimin gücü yetecektir ki!. Fakat bunun için mü’minlerin bir-araya gelmeleri, aynı bilgi, duygu ve hedef üzerinde olup birleşmeleri şarttır. Cemaatler; tek-başımıza gücümüz yetmediği-yetmeyeceği için yapamayacağımız şeyleri, “birlikte yapmak” için kurulmuş yapılanmalar olmalıdır. Aksi-hâlde cemaat şeklinde toplanmak ha bi eğlencedir.

 

Allah, biz ancak İslâmî bilinci ve duruşu kazandığımız zaman, bizi lâyık bulduğu zaman melekleriyle bize yardım edecektir yâni bizi ancak o zaman yüreklendirecek ve bize artı bir güç verecektir. Allah’ın râzı olup yardım ettikleri mutlakâ gâlip gelir. Çünkü işin sonu getirilemese bile bu yolda olmak da bir gâlibiyet ve zaferdir. Sonu cennetle biten bir zafer..

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2022

 

Devamını Oku »

27 Ocak 2023 Cuma

Cambaza Bak Cambaza

 

“Ey îman edenler!; eğer bir fâsık size bir haber getirirse onu etrâflıca araştırın. Yoksa cehâlet sonucu bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişmân olursunuz” (Hucurât 6).

 

Eski zamanlarda halkı eğlendirmek ve güzel vakit geçirmelerini sağlamak için mahâlle aralarında yada semtin meşhûr yerlerinde sirk gösterileri düzenlenirmiş. Bu sirk gösterilerinde insanların ilgisini çeken farklı-farklı gösteri yapılır ve halk bu gösterilere büyük ilgi duyarmış. Halk özellikle de, yükseğe gerilen bir ipin üstünde yürüyen cambazlara odaklanır ve o heyecanla cambazı izlerlerken paralarını çalan yan-kesicileri ve gaspçıları fark-etmezmiş. Cambaza o kadar çok yoğunlaşılırmış ki, insanlar hırsızların kendilerinden çaldıklarını o-anda anlayamaz da sonradan sızlanmaya başlarmış.

 

Bu sirk gösterileri her ne kadar halk tarafından çok sevilse de özellikle hırsızlar tarafından daha çok sevilirmiş. Çünkü hırsızlar için bu gösteriler kurdun puslu havayı sevdiği gibi avlanmak için elverişli ortamlardır. Ahâli, cambazın yaptığı hayret uyandıran gösterileri izleyip kendinden geçerken hırsızlar da kendinden geçen ahâlinin ceplerinde ne var ne yok soyup gidermiş. Ahâli, ne olup-bittiğini ise ancak cambaz ipten inince anlarmış, ancak iş işten çoktan geçermiş. Üstelik cambazların da zaman-zaman hırsızlarla iş-birliği yaptığı olurmuş. Cambaz, tüm dikkatleri üzerine çeker ve tam o arada, anlaştığı hırsızlar da cambaza bakan vatandaşın parasını, değerli eşyâlarını kaşla göz arasında çalıverirmiş.

 

İnsanlık târihinde en çok çalınan şey, insanların dînî-mânevî yönleri olmuştur. Şeytan hep sağdan yaklaşır ve insanların bakış-açılarını zâhirdeki tek bir noktaya çeker, insanlar da hep dünyevî şeylere odaklanırlar. Oysa bu-arada şeytan ve dostları insanların mânevî hâllerini ve dinlerini çalarlar ve böylece insanların dînî-mânevî yönleri gevşer, kopar ve dağılır gider. Bu her zaman böyle olmuş ama en çok da son 200-250 yıldır modern zamanlarla birlikte ortaya çıkmış ve bir-çok cambazın ortalığı toza-dumana katarak bulanık havada ve bulanık suda balık avlarken yapıtları cambazlıklar ve hırsızlıklar hayâtı kuşatmıştır. Meselâ bu bağlamda tüm banka sistemleri cambazdır. İnternet, telefon, sosyâl medya vs. cambazdır.

 

Meseleyi yaşanan bir olay çerçevesinde açmak ve açıklamak istiyoruz. Olay, kendisine “sanatçı” diyen ama aslında sanatçı olmakla uzaktan-yakından alâkası olmayan ve tam-aksine erotik görüntüsüyle, çıplaklığıyla ve yaptığı ahlâksızlıklarla insanların dikkatini çeken bir şarkıcı paçavrasının, dînî kavramlar olan “imam” ve “hatip” kelimeleri üzerinden dîne hakâret etmesi, dînî aşağılaması ve böylece dîne ve müslümanlara zarar vermesi meselesiyken, insanların büyük çoğunluğunun, olayı hukuk, kânun ve partiler üzerinden değerlendirmesi, komplo teorileri üzerinden konuyu anlamaya çalışması ve böylece zarar gören dînin, mâneviyatın ve müslümanların arka-plânda kalarak gündeme gelmeyişidir.

 

İnsanlar ama özellikle iktidâra alerjileri olanların, bir-kaç ay önce yaşanan bu olayın yeni gündeme getirilmesinin, mevcut iktidârın bir oyunu olduğunu ve böylece dindar kesimin teveccühünü kazanmak için hazırlandığını düşünürlerken; diğer bir kesim ise olayı kânûnî açıdan tartışıyor ve verilen cezânın ağır ve yanlış olduğunu tartışıp duruyor. Kanımca bu şarkıcı paçavrasını “sanatçı” olarak gören, yaptıklarını modernlik olarak benimseyen, şarkılarını pop olduğu için beğenen ve erotik şovlarından hoşlananlar, durumun absürdlüğüne rağmen konuyu derinlemesine idrâk edememektedirler. Böylece işin magazin tarafı öne çıkarak gündemi meşgûl etmektedir.

 

Oysa burada zarar gören tek şey din olduğu gibi, -çok az istisnâlar hâriç- hiç kimsenin, hakâret edilen dîni, zarar gören İslâm’ı hesâba katmaması ve aklına getirmemesidir. Burada cambazlar aslında İslâm’a, İslâmî kavramlara saldırmaktadırlar ve bu kavramlar üzerinden dîne hakâret ettikleri gibi din duygusunu pasifleştirip aşağılamaktadırlar. Bu yüzden aslında insanların ve müslümanların tepkisi buna karşı olmalıdır. Çünkü “yapılan şey düpedüz İslâm’a ve dîne hakârettir” diyerek ağır bir kınama, eleştiri, îtirâz ve isyân edilerek bir daha böyle bir şeyin yaşanmaması için dîne hakâret eden kişiye ve cambazlara gerekli yaptırım uygulanmalı ve ağır bir cezâ verilmelidir. Böylece hem bu şarkıcı paçavrası hem de İslâm’a düşmanlık eden şerefsizlerin böyle bir şeye bir daha cesâret edememesi sağlanmalıdır.

 

Kendisini, “Türkiye’yi, ülkeyi ve insanları yönlendiren sanatçılardan biri” olarak gören bu şarkıcı parçasının, İslâm’ın önemli iki kavramını diline dolayarak hakâret etmesi, insanların %98’inin kedisine “müslüman” dediği bir ülkede nasıl mümkün olabiliyor?. Bu kişi buna nasıl cesâret edebiliyor?. Bu çirkef kişi niçin sözlü ve fizîkî lince uğramıyor?. Bu sözleri edebilme cesâretini nereden buluyor ve nasıl böyle laflar edebilme cüreti gösterebiliyor?. Çünkü meselâ Mustafa Kemal’e, vatana, bayrağa, İstiklâl Marşı’na ve millî değerlere bir söz edilebilmesi zinhar kabûl edilmeyip en ağır cezâlarla cezâlandırılırken; âlemlerin rabbi olan Allah’a, Allah’ın sözü olan Kur’ân’a, âlemlere rahmet ve muhteşem bir ahlâka sâhip olan Peygamber’e ve hakîkatin tek kaynağı olan İslâm’a küfredip hakâret etmenin bir yaptırımı ve cezâsı olmuyor. Sözde bâzı cezâlar olsa da gündeme gelmiyor ve uygulanmıyor. Bu nedenle de İslâm düşmanı olan şerefsizler, İslâm’a istedikleri gibi hakâret edebiliyorlar ve ahmak ve şerefsizlerce alkışlanabiliyor.

 

Çünkü artık dîni önemsemeyen insanlardan farkları kalmayan modern müslümanlar, Allah’a, dîne, İslâm’a ve Peygamber’e ne denirse-densin ve nasıl küfredilirse-küfredilsin bir şey dememektedirler ve din düşmanları da bunun farkındadırlar. Zîrâ şimdiye kadar dîne karşı yaptıkları hakâretlerden dolayı, bırakın bir yaptırıma ve cezâya uğramalarını, bir ayıplama bile görmemektedirler. Hiç-bir îtirâza ve eleştiriye bile mâruz kalmamaktadırlar. Çünkü özellikle Türkiye’li müslümanlar pasifleşmişler, korkaklaşmışlar, Allah’a, dîne, İslâm’a ve Peygamber’e olan bağları modernistleştikleri ve konfora taptıkları oranda gevşemiş, zayıflamış ve kopma aşamasına gelmiştir. Bunu çok iyi bilen İslâm düşmanları, istedikleri hakâretleri kolayca yapmakta, istedikleri iftirâları atabilmektedirler.

 

Hayatlarının merkezine Allah’ı, âhireti, gaybı, İslâm’ı, Kur’ân’ı ve Peygamber’i değil de Dünyâ’yı, lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-emperyâl-feminist-modern düşünceleri, sistemleri, ideolojileri ve zihniyeti aldıkları için, müslümanlar da artık hiç-bir hakârete ve terbiyesizliğe bir şey dememekte ve diyememektedirler. Kendilerinden çalınan dîni ve mâneviyatı, cambazlara odaklandıkları için fark edememekte, fark ettiklerinde ise çok da umursamamaktadırlar. Böyle olunca da en büyük cambaz olan şeytan, nefs ve tâğut denen cambazların yol ve yön vermesiyle, din düşmanları istedikleri hırsızlığı ve cambazlığı kolayca yapabilmektedirler. Zîrâ insanlara çalınanın, din, mânevîyat ve aşkın değerler değil de, komplo teorilerinde bahsedilenler olduğu söylenmekte ve gösterilmektedir. İnsanların tüm dikkatleri buna çekilmektedir.

 

Bir “seyretme uygarlığı” olan modernizmle birlikte müslümanlar dâhil insanlar sürekli olarak cambazları izlemekte, onların yaptıklarını konuşmakta ve gündem etmektedirler. Oysa bu-arada -bâzen cambazlarla işbirliği de yapan- hırsızlar, sizden her-şeyinizi çalmaktadırlar. Birilerinin “cambaza bak cambaza” demesi yeterlidir. Bakmak için sebep ve olay arayan insanlar tüm bakışlarını ve dikkatlerini hemen o yöne çevirmekte ve bu-arada aldandıkça aldanmaktadırlar. Zâten artık her yer cambazlarla doludur ve herkes cambaz olmak istemektedir. Hattâ cambazlar övülmekte ve örnek insanlar olarak gösterilmektedir.

 

Cambazların oyunlarına kilitlenip de işin arkasını ve iç-yüzünü göremeyenler, derin bir câhillikle ve ağır bir ahmaklıkla mâlûldürler. Bu nedenle de işin aslını fark edememekte ve de yavaş-yavaş her-şeylerini çaldırmakta ve kaybetmektedirler. En önemlisi de hakkı ve hakîkati kaybetmektedirler. Böylece geriye cehâlet, sapıklık ve ahmaklıktan başka bir şey kalmamaktadır. Bu câhillikle, ahmaklıkla ve sapıklıkla meselenin aslını fark edip de kavrayabilmek mümkün olmamaktadır. Sonuçta da Dünyâ onlar için “bir oyun ve oyalanma alanı” olmakta ve hayat bereketsizleşerek tükenip gitmektedir.

 

Değer-yargıları değişenlerin değerlerine sâhip çıkması mümkün değildir.   

 

“… Öyleyse haktan sonra sapıklıktan başka ne var?. Peki, nasıl hâlâ çevriliyorsunuz?” (Yûnus 32).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2022

 

 

 

Devamını Oku »

17 Ocak 2023 Salı

Allah Kimden Yanadır?

 

“İşte böyle; çünkü Allah, îman edenlerin velîsidir; kâfirlerin ise, velîsi yoktur” (Muhammed 11).

 

Allah kimin velîsi ise onun yanında, onun tarafındadır ve onu destekler. Allah, Kendisini velî edinenlerin velîsidir.

 

İnsanlık-târihi, Allah’ın tarafında olanlar (hizbullah) ile şeytanın tarafında olanların (hizbuşşeytan) mücâdelesinin ve savaşımının târihidir. Varlığın yapısının (sünnetullah), imtihanın ve sâdece Allah’ın bildiği bir hikmetten dolayı Allah tarafında olanlar her zaman sayıca az olmuştur. Allah tarafında olmak “hakkın ve hakîkatin tarafında olmak” anlamındadır. Yoksa çok küçük azınlık olan ateistler hâriç târih boyunca insanlar her zaman yüce bir yaratıcıya inanmışlar ve inançsız olmamışlardır. Lâkin her inananın inandığı aşkın güç, hak, hakîkat ve mutlak varlık olan Allah değildir yada “sâdece Allah” değildir. Zâten küfür ve şirk, dolayısıyla zulüm, “Allah’ın vâr olmaması” durumu değil, Allah’ın yanında kendisinde güç vehmedilen ilahların da kabûl edilmesidir.

 

İşte küfrü ve şirki bayraklaştıranlar, Allah’ın da; kâfirlerin ve müşriklerin ortaya çıkardıkları beşerî-şeytânî düşüncelerden, ideolojilerden, sistemlerden, hem de bu sapkın düşünce, inanç, sistem ve ideolojilere inananlardan yana olduğunu zannetmişler ve de hakkın, hakîkatin, tevhidin yâni sâdece Allah’ı tek ilah olarak kabûl edenleri ise gerici, yobaz, sapkın, câhil, ahmak ve terörist olarak görmüşlerdir.

 

Bunlara göre Allah sanki, İslâm’dan yâni Allah’a, âhirete, meleklere, vahye/Kur’ân’a, Peygamberlere/Hz. Muhammed’e, dolayısı ile gayba inananlardan ve sâlih amel işleyenlerden yana değil de, şirk koşanlardan, kâfirlerden, ahlâksızlardan ver zâlimlerden yanadır. Çünkü “dünyevî zenginlik, sayıca fazlalık, maddî çokluk ve güç kimdeyse Allah da onlardan yana ve onların tarafındadır” düşüncesindedirler.

 

Böyle olunca da müşrik, kâfir, câhil ve zâlimler, kurdukları lâik, seküler, kapitâlist, liberâl, komünist, sosyâlist, faşist, emperyâl, feminist, modern, post-modern cumhûriyeti, demokrasiyi ve çeşitli izmleri; Allah’tan, âhiretten, Kur’ân’dan, Peygamber’den (Sünnet’i), haktan, hakîkatten, adâletten, eşitlikten, merhâmetten, vicdândan ve iyilikten yâni İslâm’dan daha üstün görürler. Allah’ın da İslâm’dan yana değil, modernizmden ve modernlerden yana olduğu vehmine kapılırlar. İslâm’ı gerici, yobaz, cehâlet, boş inanç, aşırılık ve terörizm olarak görürler ve orta-çağın karanlık zamânına âit bir absürdlük olarak îlân ederler. Oysa taptıkları demokrasi, putperest yunanlıların 2.500 yıl önce ortaya koydukları kast sistemine dayanan bir sapkınlıktır. Şimdi Allah, niçin daha yakın bir zamâna âit (orta-çağ) olandan değil de, ilk-çağa âit olandan yana olsun?.

 

Allah, Allah’ı merkeze alandan, İslâm’a göre olandan yanadır; şeytanı, nefsi ve tâğutları merkeze alan ve beşere göre olandan yana değildir.      

 

Allah iki kişiye acımaz: 1-Müşrik olana. 2-Aklını kullanmayana. İkisinin üzerine de pislik yağdırır. Zîrâ ikisinden yana da değildir.

 

Allah emekten yanadır, çalışandan yanadır ki zâten insan için çalışmasından başkası yoktur: Necm 39.

 

Allah kendisine dayananlardan yanadır. İslâm’dan yana olanlardan yanadır. Peygamberler ve mü’minlerle birlikte olanlardan yanadır, onlara destek verir.

 

Allah kendi taraftârı olanların tarafındadır.

 

Allah, cihad edip sabredenlerin (destekçisidir): Nâhl 110.

 

Allah cehennemde yanacak olanlardan yana değil, Allah için ve İslâm derdiyle Dünyâ’da yananlardan yanadır.

 

Allah, Allah adına-adıyla okuyanlardan ve Allah için amelde-eylemde bulunanlardan yanadır.

 

Allah kimi severse ondan yanadır. Bu bağlamda Allah şu kişileri sever:

 

“Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever” (Bakara195).

 

“Allah, tevbe edenleri sever, temizlenenleri de sever” (Bakara 222).

 

“Allah ahdine vefâ gösterip sakınanları (takvâlı olanları) sever” (Âl-i İmran 76).

 

“Allah, iyilik yapanları sever” (Âl-i İmran 134).

 

“Allah, sabredenleri sever” (Âl-i İmran 146).

 

“Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever” (Âl-i İmran 159).

 

“Şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir binâ gibi saf bağlayarak çarpışanları sever” (Saff 4).

 

Allah kimi sevmezse onlardan yana değildir. Bu bağlamda Allah şu kişileri sevmez ve onlardan yana değildir:

 

“O, isrâf edenleri sevmez” (A’raf 31, En-âm 141).

 

“O, haddi aşanları sevmez” (A’raf 55).

 

“Allah şımararak sevince kapılanları sevmez” (Kasas 76).

 

“Allah bozgunculuk yapanları sevmez” (Kasas 77, Mâide 64).

 

“O, müstekbirleri sevmez” (Nâhl 23).

 

“Allah, büyüklük taslâyıp böbürleneni sevmez” (Lokman 18).

 

“O, zâlimleri sevmez” (Şûrâ 40, Âl-i İmran 57).

 

“O, kâfirleri sevmez” (Rûm 45).

 

“Allah, hâin ve nankör olan kimseyi sevmez” (Hac 38).

 

“Allah aşırı gidenleri sevmez” (Bakara 190).

 

“Allah, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).

 

“Allah, günahkâr kâfirlerin hiç-birini sevmez” (Bakara 276).

 

“Allah, ihânet edenleri sevmez” (Enfâl 58).

 

“Allah, ihânette ilerlemiş günahkârı sevmez” (Nîsâ 107).

 

“Allah, büyüklük taslâyıp böbürleneni sevmez” (Hadîd 23).

 

“Allah, zulmedenleri sevmez” (Âl-i İmran 140).

 

Allah, haktan, hakîkatten, adâletten, eşitlikten, merhâmetten, vicdandan, sevdiğinden, îmandan, İslâm’dan ve tevhidden yanadır. Fakat adâletsizlikten, eşitsizlikten, merhâmetsizlikten, vicdansızlıktan, sevmediğinden, haksızlıktan, ahlâksızlıktan, şirkten, küfürden, her türlü sapkınlıklardan, her türlü zulüm ve zâlimden yana değildir.

 

Ve Allah; İslâm’ı sâdece kâlplerde, vicdanlarda, dört duvar arasında, satırlarda ve sâdece iç-âlemlerde yaşayanlardan yana değil, bunları yaptıktan sonra, İslâm’ın hayâtın her alanında; sosyâl, kültürel, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî, siyâsi vs. hayâtın her alanında hâkim olmasını savunanlardan ve İslâm’ı, tüm zamanlarda ve tüm mekânlarda, hayâtın her alanında hâkim kılmak için çaba gösterenlerden yanadır.

 

En doğrusunu Allah bilir.

 

Hârûn  Görmüş

Mayıs 2020

 

 

 

 

Devamını Oku »

11 Ocak 2023 Çarşamba

İhtiyaçlara Tapmak

 

“Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Andolsun, biz sizden önce kitap verilenlere ve sizlere: ‘Allah’tan korkup-sakının’ diye tavsiye ettik. Eğer inkâra saparsanız, şüphesiz, göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Allah, hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayandır, hamde lâyık olandır” (Nîsâ 131).

 

İhtiyaç duymayan tek varlık Allah’tır. O’nun dışında tüm varlık mutlakâ bir şeylere ihtiyaç duyar. Zîrâ bir şeye ihtiyaç duymayacak olan, Bakî ve Yaratıcı olandır. İhtiyaç sâhipleri ise fânidir, ölümlüdür, yaratılmıştır. Zâten ihtiyaç sâhipleri, fâni, ölümlü ve yaratılmış olduğu için bir şeylere ihtiyaç duyar. Ne ki Yaratıcı’dır, ihtiyaç duymaz; ne ki yaratılmıştır, o ihtiyaç sâhibidir.

 

Belki de yaratılmış varlık içinde en çok şeye ihtiyaç duyan varlık insandır. Allah, insanın gerekli tüm ihtiyaçlarını karşılar. Hem de doğal, fıtrî ve normâl yollardan. Bu durum son 150-200 yıl önce bozulmaya başladı ve 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra doğal, normâl ve fıtrî ihtiyaçlar yerine, sûnî, a-normâl ve fıtrata aykırı şeyler üretildi ve insanlara “bunlar sizin temel ihtiyaçlarınızdır” diye yutturuldu ve yutturuluyor. Öyle ki, tam da nefse uygun olarak üretilen bu ürünlere insanlar kolay alıştı ve onları temel ihtiyaçlar olarak kabûl etti.

 

Aslında zinhar ihtiyâcımız olmayan şeyler bize olmazsa-olmaz ihtiyaçlarımız gibi gösterilmektedir. Meselâ şöyle bir örnek vereyim.. Bir keresinde markette bulunuyorken biri geldi ve 2,5 litrelik kola, bir tâne büyük boy 2 tâne de küçük boy cips, bir tâne büyük ve bir tâne de küçük çikolata ve 2 paket de sigara aldı ve aldıklarına baya yüksek bir rakam ödeyip çıktı gitti. Sonra market sâhibine, “deminki müşterinin aldığı şeylerin hangileri gerçekten ihtiyaç?” diye sordum, o da “hiç-biri” dedi. Modern-sûnî üretimler gerçek ihtiyaçlar hâline getirilince insanlar da artık gerçek ihtiyaçların değil sahtelerin peşine düşmeye başladılar. Üstelik bu ihtiyaçlara tapar hâle geldiler. Zîrâ bu ürünlere sâhip olmak için kendilerini paralıyorlar. Öyle ki bu durum daha çocuk yaşta başlıyor. Sabah kahvaltısında sofrada; doğal ev yapımı peynir-zeytin, pekmez, kaymak, bal, reçel, yumurta, tereyağı vs. varken, çocuklar gidip-gidip krem çikolata yiyorlar. Bu nasıl oluyor?. İnsanlar buna nasıl iknâ oluyor yada ediliyor?. Kanımca bunun cevâbı, bu ürünlerin bedenin ve nefsin haz merkezini tetiklemesinden dolayı bağımlılık yapmasıdır. Alışkanlık yapıyor, bağımlılık yapıyor ve sürekli olarak aynı şeyi istetiyor. Doğal olanda böyle bir şey olmuyor.

 

Modernizm, bir “sûnî ihtiyaçlar ortaya çıkarma uygarlığı”dır. İhtiraslar arttıkça ihtiyaçlar fazlalaşır ve gerçek olmayan ihtiyaçlar ortaya çıkar. Çünkü normâlde insanın o kadar da çok şeye ihtiyâcı yoktur. Ama doğal olmayan ihtiyaçlar bitmiyor ve almanın sonu bir türlü gelmiyor.  

 

Gerçek olmayan ihtiyaçlar insanı yozlaştırır. Yozlaşan insan, gerçekten ihtiyaç olmayan şeyleri arzulamaya başlar, bu arzu tapınmaya döner. Bizzat ihtiyaç duymak haz vermeye başlar. Bu durum yozlaşmayı daha da fazlalaştırır. Ne kadar çok şeye ihtiyaç duyarsanız o kadar çok yozlaşırsınız. Modern dünyânın hâl-i pür melâli işte bu yozlaşmadan ve gerçek olmayan ihtiyaçların peşinde koşmaktan dolayıdır.

 

Temel ihtiyaçlarımız Allah’tan gelir, sûnî ihtiyaçları ortaya çıkaran ve üretenler ise endüstridir, fabrikalardır. Buralarda üretilen ürünler sanki bir mârifetmiş gibi “el değmeden” üretilir. Fakat el değmeyince tadı-tuzu kaçar ve insanı tatmin etmez, doyurmaz ve iknâ etmez. El değmeden üretilen şeyler ancak tapınmanın aracı olurlar.  

 

Modern insan artık ihtiyaçlarının değil, ihtiraslarının peşinde koşan ve ihtiraslarını ihtiyaç zanneden ve de bunlara tapan bir varlık hâline gelmiştir. Oysa ihtiraslar ihtiyaç değildir. Modernizm tarafından üretilen sûni ürünler gerçek ihtiyaçlar olarak gösterilmekte ve alınmaya zorlanmaktadır. Öyle ki, modernizmin ürettiği bir ürün eğer bir toplumda, kültürde beğenilmeyen ve îtibâr edilmeyen bir şeyse, o toplumun kültürü ve yapısı bile değiştirilmek istenir. Sûnî ürünlere pazar açmak için her-şey yapılır ki sanal olan ürünleri kullanmak istemeyen toplumların zihniyetleri, zorlanarak da olsa bâtıl ideolojilerle-fikirlerle değiştirilmeye çalışılır ve o ülkelerde çeşitli izmler hâkim kılınır. Her-şey bu izmlere göre olunca doğal olana karşı bir gevşeme ve isteksizlik ortaya çıkar ve sûnî olana yönelme başlar. Zîrâ bu modern ürünlere pazar açabilmek ancak, o ürünlere tapılacak oranda arzu duyulduğunda gerçekleşir.     

 

Doğal, fıtrî ve normâl ihtiyaçlar Allah garantilidir. Güneş doğuyorsa, yağmur yağıyorsa sorun yoktur. Allah’ın rızk garantisi böyle olur. Her doğan rızkıyla gelir ve rızkı garantilidir. Lâkin modern ürünler bu garantiyi bozar. Doğal üretimde insanlar Allah’ın yarattıkları üzerinde çalışarak rızıklarını sağlarlar. Modern üretimde ise üretmek için doğal ve meşrû olmayan yollar kullanılır. Sûnî gübre, çeşitli kimyâsal maddeler ve şeytânî yöntemler kullanılır ve Dünyâ’nın çeşitli yerlerinden doğal kaynaklar sömürülür. Üstelik bunları üretmek için insanlar köle gibi çalıştırılır.

 

Tüm bunlar niçin yapılır?. İnsanların çok büyük çoğunluğu kendi ürettiklerini yiyip-içiyorsa, giyiyorsa ve kullanıyorsa sorun olmazken, modern üretimlerde ortaya çıkarılan ürünlerle birlikte iş değişir ve insanlar, ihtiyaç zannettiği bu şeylere ulaşmak için olmadık şeyler bile yaparlar. Çünkü doğal, normâl ve fıtrî olmayan bu ürünler olmazsa-olmaz ihtiyaç olarak görülür. Öyle ki bu ihtiyaç zannedilen şeylere âdetâ tapılmaya başlanır. Tabi doğal, normâl ve fıtrî olan şeylere de tapılmıştır. Çünkü bu ihtiyaçlara sâhip olmak için târih boyunca insana yakışmayacak şeyler yapılmıştır. 

 

Tapılmayı hak eden tak varlık, hiç-bir şeye ihtiyaç duymayan Allah’tır. Çünkü: “Allah, Samed’dir (her-şey O’na muhtâçtır, dâimdir, hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayandır)” (İhlâs 2). “Rabbin, hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayan rahmet sâhibidir” (En-âm 133).

 

İşte bunu bilen ve bu bilinçle düşünen ve yaşayan kişiler ihtiyaçlarına sınır koydukları için ihtiyaçlarına tapmazlar ve hattâ bu zihniyet ve yaşayış nedeniyle kendi ihtiyaçları olsa bile onu başkaları için verebilirler:

 

“Kendilerinden önce o yurdu (Medîne’yi) hazırlayıp îmânı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar felâh (kurtuluş) bulanlardır” (Haşr 9).

 

Zâten mü’minler ihtiyaçtan arta kalanı tez-elden çıkarmakla ve infâk etmekle emrolunmuşlardır:

 

“Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: ‘İhtiyaçtan artakalanı’. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

 

İnsan, infâk edemediği ve vazgeçemediği şeyin kölesi olur. Şeytan, Hz. Âdem ve Havvâ’yı, o kadar nîmetlerle dolu olan koca cennette, aslında ihtiyaçları olmayan tek bir ağaç ile kandırmıştı. Allah’ın kesin emrine rağmen Âdem ve Havvâ, o ağacı olmazsa-olmaz bir ihtiyaç olarak görmüşlerdi de ondan yemişlerdi. Çünkü şeytan onları ayartmıştı ve o ağaca karşı bir arzu uyandırmıştı. Hâlbuki cennette yasak olmayan başka ağaç mı yoktu. Her yer ağaç zâten. Çünkü cennet, “ağaçtan dibi görünmeyen yer” demektir. Ama şeytan o yasak ağacı Âdem ve Havvâ’ya “ihtiyaç” olarak gösterdi ve Allah’ın yasaklamasına rağmen yine de o ağaçtan yediler. Çünkü artık o ağacı ihtiyaç olarak görüyorlardı ve âdetâ o ihtiyâcı tabulaştırmışlardı. Zîrâ şeytan o ağacı onlara “kaybolmayacak bir mülk” (mülkü lâ yebla) olarak göstermişti.  

 

İnsan en çok neye ihtiyaç duyarsa, en çok o şey için çabalar. Âdem ve Havvâ onca nîmeti bırakıp o ağaçtan tatmak için çabaladılar ve Allah’ın emrini çiğnediler. Tabi sonra bundan pişmân oldular da tevbe ettiler. Allah da tevbelerini kabûl etti. Bu olayın izdüşümü olarak şeytan modern insanı da kandırıp durmakta ve yasak olan ne kadar “ağaç” varsa oraya yönlendirmektedir. Modern insanın tatmadığı yasak ağaç kalmamıştır. Yasaklardan yedikçe çirkin yerleri açılmakta ve böylece mahrem ortadan kalkmaktadır. Çünkü mahremi, kapatacak gerçek şeylere ihtiyaç duyulmamaktadır. Zîrâ ihtiras kabîlinden ihtiyaçlara tapılmaktadır.

 

İhtiyâca göre değil de ihtirâsa göre olan tüketim, bereketi kaçırır. Hiç-bir şeyin tadının-tuzunun kalmaması ve bir türlü yetmemesi başka bir şeyle açıklanamaz. Kimyâsallara bulanınca hiç-bir şeyin tadı, tuzu, kokusu ve faydası kalmamıştır. Böylece modern üretimler, o yasak ağaç gibi olduğundan dolayı bizi cennetten çıkarmakta ve cehenneme doğru yuvarlamaktadır.  

 

Kapitâlist sistem önce “sûni ihtiyaçlar” üretir, sonra da o sözde ihtiyaçlara uygun üretimler yapar. Üstelik ürettiklerini de kesin ihtiyaçlar olarak sunmakta ve göstermektedir. Fakat ey insanlar şunu bilin ki, alışkanlıklarınızdan doğan sûni ihtiyaçlarınız, gerçek ihtiyaçlarınız değildir. Onlar sizin nefislerinizin kışkırtılmasından kaynaklanan temelsiz arzulardır. Doğal ihtiyaçlardan uzaklaşmanın ve uzaklaştırılmanın birer cezasıdırlar bunlar.  

 

İnsanı insan yapan şey, daha çok ihtiyaç sâhibi olmak değil, “daha yüce ihtiyaç sâhibi olmak”tır. İnsanı daha ziyâde yüce ihtiyaçlar değerli yapar. Böyle insanlar tam da Allah’ın rızâsı istikâmetinde yaşarlar ve en sonunda da sonsuz nîmetlerin en has olanlarının bulunduğu cennetle sevinirler.

 

İhtiraslarınız ihtiyaçlarınız değildir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mart 2022

 

Devamını Oku »