29 Ekim 2022 Cumartesi

Zekat Vermeyenler Öldürülür Mü?


“Eğer onlar tevbe edip namazı kılarlarsa ve zekatı verirlerse, artık onlar sizin dinde kardeşlerinizdir. Bilen bir topluluk için âyetleri böyle birer-birer açıklarız” (Tevbe 11).

 

Başlıktaki soru yerine genelde “namaz kılmayanlar öldürülür mü?” sorusu meşhurdur. Bu soruya, İslâm’a tek-yönlü olarak bakanlar yâni İslâm’a sâdece “din” tarafından bakanlar “tabi ki de öldürülmez” cevâbını verir. İslâm’a sâdece dînî yönden bakılınca bu doğrudur. Fakat İslâm “sâdece din” değildir. İslâm’ın iç-âlemleri inşâ eden ve kişileri bilinçlendiren bir yönü olduktan başka, -söylenmek ve gündem edilmek istenmese de- İslâm’ın sosyâl, kültürel, ekonomik, siyâsal, kânûnî, hukûkî, askerî ve devlet ve Dünyâ ile ilgili her alanı kapsayan ve tüm alanlarla ilgilenen yönü de vardır. İşte “zekat vermeyenler ve namaz kılmayanlar öldürülür mü?” sorusuna, İslâm’ın bu yönünü de hesâba katarak cevap vermek gerekir ki, doğru cevap zâten ancak İslâm’ın bu yönüne bakarak verilebilir.

 

Müslümanlık, (müslimlik ve mü’minlik değil) “İslâm toplumuna, devletine, ümmetine ve milletine katılmak, bağlanmak ve şartlarını kabûl etmek” demektir ki bu “öylesine” olan gevşek bir bağ değil, ciddî ve aksi-durumda yaptırımları olan bir bağlılıktır. Bu aynen günümüzde; Nato’ya, Birleşmiş Milletler’e, Avrupa Birliği’ne vs. katılmak gibidir. Bu kuruluşlara ve toplumlara olan bağlılıklarda oluşacak bir sorunda, bu kuruluşlar, bağını gevşeten ülkelere ve devletlere çeşitli îkaz ve yaptırım uygulayabilirler ve hattâ iş savaşa kadar da gidebilir. Savaşa gidince de doğal olarak ölümler yaşanır. Yâni bağlı olduğunuz bir pakta, kuruluşa, millete, uygarlığa vs. karşı gevşek ve aykırı davrandığınızda iş savaşa, ölmeye ve öldürmeye kadar gidebilir.

 

İşte İslâm da, böyle bir pakt ve anlaşma yapılan devlet, ümmet ve medeniyettir. Müslüman olmak demek, bahsettiğimiz “devlete, medeniyete ve ümmete yâni İslâmî yapıya katılmak, bağlanmak ve bu bağlılığın şartlarını yerine getirmek, dolayısıyla İslâm’ın kurallarına uymak” demekken, aksi durum ise; “bu bağı gevşetmek, koparmak, yapıya ters düşmek, ihânet ve düşmanlık etmek” olarak görüleceği için, bağını gevşetenlere yada koparanlara, -duruma göre- îkaz, azar ve uyarı yapılabilir ve savaş açılabilir. Bu savaş sırasında da doğal olarak ölümler yaşanabilir. Dolayısıyla “İslâm ümmetine ve milletine olan bağı koparmak bir ihanet ve düşmanlık olarak görüleceği için, böyle yapan toplumlara karşı savaş açılabilir” hükmü ortaya çıkar.

 

İslâm ümmetine, milletine ve medeniyetine katılmanın asgarî iki şartı ise namaz kılmak ve zekat vermektir. Namaz konusunda en azından İslâm milletinin o günkü gündemini öğrenmek, yeni uygulamalarını dinlemek, haberdâr olmak ve uygulamak için Cum’a namazına gitmek şarttır. Günlük namazlarını kimin kılıp-kılmadığını bilemeyeceğimiz için, kişinin ve özellikle de toplumun önde gelenlerinin Cum’a namazına gelmeleri şarttır. Zâten Cum’a namazı İslâm devleti, ümmeti ve milletinin olduğu yerde şart olur. İslâm devletinin hâkim olmadığı yerlerde sâdece şekilden ve gösterişten ibâret olan Cum’a namazlarına -içi boş olacağı için- gelmemek daha doğru olabilir. Fakat İslâm devletinin ve milletinin hâkim olduğu durumda Cum’a namazına gelmemek bir tepki, ihânet ve isyân anlamına gelir. Aynı-şekilde, İslâm’ın her alanda hâkim olduğu yerde zekatı vermemek de, bu birlikten kopmak, ihânet ve isyân anlamına geleceği için, birlikten ayrılan topluma uyarı, îkaz, azar uygulanır ve en nihâyetinde de savaş açılabilir. Savaş sırasında da ölümler ve öldürmeler olur. Böyle bir durum da öldürülenler, İslâm ümmetine bağlılığın iki şartından olan namaz kılmamak yada zekatı vermemenin sonuçlarını yaşamış olurlar. Bundan da “namaz kılmayanlar ve zekat vermeyenler öldürülür” anlamı çıkar.

 

Namaz kılmayanların ve zekat vermeyenlerin öldürülmesi, İslâm’ın siyâsî, kânûnî, askerî ve hukûkî yönüyle ilgilidir. Yoksa dînî anlamda namaz kılmayanlar ve zekat vermeyenler öldürülemezler ve onlar sâdece günahkâr olurlar. Eğer özellikle kişisel-bireysel anlamda namaz kılmayanlar ve zekat vermeyenler hemen öldürülecek olsaydı, “günahkârlık” diye bir şey olmayacağı gibi, ortada “günahkâr” da kalmazdı. Şahsî bir sorumluluğu yerine getirmemeyi cezâlandırmak “imtihan olma” ile çelişir. Bu yüzden İslâm’ın dînî yönünden bakıldığında namaz kılmayanlara ve zekat vermeyenlere şiddet uygulanamaz, cezâ verilemez. Fakat bu kişiler “günahkâr” olacağı için, günahkârlığı sürdürdükleri takdirde takvâları azalır, Allah ile olan bağları zayıflar, samîmiyetleri kaybolur ve dînî duygularında gevşeme olur. Bu da İslâm’dan soğumayı yanında getirir. Tabi İslâm toplumunda insanların böyle kişilere olan güvenleri azalacağı için, bu kişilere karşı toplum baskısı uygulanması kaçınılmaz olur. Bu ayrı bir konu. Bu kişiler âhirette günahkârlıklarının cezâsını çekerler ve pişmanlığını yaşarlar. Fakat toplum tarafından baskı altına alınsalar da öldürülemezler.

 

Demek ki İslâm’da namaz kılmayanların ve zekat vermeyenlerin öldürülmesi, bireysel değil, toplumsal-siyâl bir konudur. Bir toplumun ve kavmin Cum’a namazında toplanarak İslâm ümmetinin kararlarını, uygulamalarını ve dolayısı ile yükümlülüklerini dinlemekten ve uygulamaktan vazgeçmeleri ve de bâzılarınca “zorunlu vergi” olarak görülen zekatı vermemeleri nedeniyle ortaya çıkan bir cezâlandırma durumu söz-konusudur. Sonuçta da “namaz kılmayanlar ve zekat vermeyenler -iş savaşla kadar giderse- öldürülebilir” hükmü açığa çıkar.

 

Zekata “zorunlu vergi” denilmesi ise kanımca doğru değildir. Çünkü Kur’ân’da hem zekatın oranı kesin oranlarla belirlenmemiştir, hem de zekat vermeyenler yâni vergisini vermeyenler mutlakâ cezâlandırılacağı için “günahkâr olmayıp dünyevî cezayla cezâlandırılacaklar” demektir. Günümüzde nasıl ki vergimizi vermediğimizde çeşitli cezâlar ile karşılaşıyorsak, zekat “zorunlu vergi” olarak görüldüğünde, “zekatını vermeyenlere -dînî anlamda- cezâ uygulanabilir” hükmü çıkar. Fakat bunun dînî anlamda Kur’ân’da bir karşılığı yoktur. Bu nedenle zekat zorunlu bir vergi değil, yaptırımı âhirette olan gönüllü bir vergidir. Kur’ân, mü’minlerden, zekat konusunda bol gönüllü olmalarını ister. Siyâsî anlamda ise, İslâm ümmetine bağlı olan ve zekat vermeyen toplumlara savaş açılır, çünkü zekatı vermemek, İslâm toplumuna, ümmetine ve milletine ihânet, isyân ve düşmanlık olarak anlaşılır. Bu nedenle de İslâm’a bağlı olduğunu söylemesine ve bu bağlılığın şartlarını kabûl etmesine rağmen aykırı davranarak zekat vermeyen toplumlara ve kavimlere savaş açılır ve zekat vermeyenler savaşın doğal bir sonucu olarak öldürülebilir.

 

İslâm’ı “sâdece din”den ibâret olarak görenler bunu idrâk edemiyor, oysa İslâm’ın aynı-zamanda siyâsal bir yönü de vardır ve zekat vermeyenlerin ve en azından Cum’a namazına gelmeyenlerin yaptıkları şey, İslâmî sisteme olan bağlılıklarının gevşemiş yada kopmuş olduğunu gösterir ki bu “İslâm’a karşı cephe almak” anlamına gelir ki bu da savaş nedeni olabilir ve savaşta öldürme ve ölümlerin yaşanması kaçınılmazdır.

 

“Müslümanlığın şartları” (mü’minliğin-müslimliğin değil) vardır ki, bu şartlar 2’dir: Namaz kılmak ve zekat vermek.

 

Kur’ân mü’minlikten ve müslimlikten bahseder. “Müslüman” kelimesi ise “İslâm toplumuna üye olmak” anlamındadır. Müslümanlık, “İslâm Dîni’nin ortaya koyduğu emirlerin hepsini yerine getirmese de, İslâm devletini ve hâkimiyetini kabûl ederek, onun asgarî iki şartına yâni namaz kılmak ve zekat vermek şartlarına uymak” demektir. Bu üyeliğin, “Allah’a inanmak ve Peygamber’i kabûl etmek”ten (kelime-i şehâdet) başka sâdece iki şartı vardır: Namaz kılmak ve zekat vermek.

 

İslâm toplumun bir üyesi olmak yâni “müslüman olmak”, asgarî olarak namaz ve zekat şartına bağlanmıştır. Müslüman olmak yâni İslâm toplumuna bağlanmak, namaz kılmayı ve zekat vermeyi gerektirir ve zorunlu kılar. Çünkü zâten kişinin diğer ibâdetleri ve emir-nehiyleri yapıp-yapmadığını bilmek her zaman mümkün olmaz. Zekat, kayıt altında verildiği için onu veren-vermeyen hemen belli olur. Namaz ise, günlük namazların kılınıp-kılınmadığı çok belirlenemese de, İslâm toplumunda kişinin haftalık Cum’a namazına gitmesi mecbûridir. Çünkü Cum’a sâdece namaz değil, İslâm toplumunun toplanma, görüşüp-konuşma (istişâre), hutbede yeni şeylerin dile getirilmesi ve topluma hem çeki-düzen verilmesi hem de yeni duyuruların yapılması içindir. İşte bu iki şey “müslümanlığın şartları”dır. Müslüman olmuşsanız yâni İslâm toplumunun hâkimiyetini kabûl edip o topluma üye olmuşsanız, bu asgarî iki şartı her hâlükârda yerine getirmeyi kabûl etmişsiniz demektir ve bu nedenle de bu iki şartı yerine getirmeniz gereklidir ve bu iki şart olmazsa-olmazdır. Bu iki şarttan aslâ tâviz verilmez, tâviz verenlere yaptırım uygulanır ve savaş açılabilir.

 

Peygamberimiz’in vefâtından sonra Yemen ve Necid’li müslümanların; “artık Peygamber öldüğü için biz bundan sonra zekat vermeyeceğiz” demeleri nedeniyle Halife Hz. Ebubekir’in onların bu tavrını, müslümanlıktan yâni İslâm toplumuna bağlılıktan uzaklaşmak/ayrılmak, dolayısı ile “ihânet ve isyân” olarak görmesi nedeniyle üzerlerine ordu göndererek savaş ile tehdit etmesi ve onları yeniden zekata iknâ etmesinin ardında yatan sebep budur. Hz. Ebu Bekir döneminde devlete zekat vermeyi reddeden Mâlik b. Nüveyre’nin kabîlesinin üzerine ordu gönderilmesinin gerekçesi, “dinden döndüğü” idi. Zâten âyet de bunu emretmektedir:

 

“Ve eğer antlaşmalardan sonra yine yeminlerini bozarlarsa ve dîninize hınç besleyip-saldırırlarsa, bu durumda küfrün önderleriyle çarpışın. Çünkü onlar, yeminleri olmayan kimselerdir; belki cayarlar” (Tevbe 12).

 

İslâm’ın tüm emir ve nehiylerini kabûl ettiğini söylemesine rağmen, sâdece namaz ve zekattan müteşekkil olan şartları yerine getiren müslümanlar, İslâm toplumundan sayılır. Fakat bu iki şartı yerine getirmemek yâni namaz kılmamak ve zekat vermemek, “İslâm devletine başkaldırı” demek olduğundan ve bir mürtedlik durumu ortaya çıktığından dolayı, “ölüme kadar gidebilen bir cezâlandırma” olabilir. Mürtedlik günümüzde “vatan hâinliği” yada “isyân” ayarında bir suçtur. “Siyâsal düzene karşı çıkmak” anlamına gelir. Modern devletlerin böyle bir suçu affetmemesi nasıl normâl olarak görülüyor ve en sert cezânın uygulanması kabûl ediliyor ise, “mürtedlik” olarak bilinen suç da, İslâm’ın hâkim olduğu bir devlette affedilmez.

 

İslâm hem iç-âlemleri inşâ eder ve kişiyi bilinçlendirir hem de dış-âlemi inşâ eder ve hayâtın tüm alanlarına hâkim olmak ister. Bu sâdece, tüm peygamberlerin uyduğu İslâm dînine has bir şeydir. Tüm peygamberlerin dîni İslâm yâni “sâdece Allah’a olan teslîmiyet”tir. İslâm’ın hem dînî yönü hem de siyâsî, hukûkî, askerî vs. dünyevî yönleri vardır.

 

İslâm’ın dînî yönünden bakıldığında, durumu uygun olmasına rağmen hacca gitmeyenler, kurban kesmeyenler, Kur’ân okumayanlar, fâiz alanlar nasıl günahkâr oluyorlarsa, dînî anlamda namaz kılmayanlar ve zekat vermeyenler de günahkâr olur bu günahkârlığı ölene kadar sürdürenler âhirette pişmân olanlardan olur. Zîra bu kişilerin Allah ile bağı zayıflamış, din ile bağı gevşemiş ve iç-âleminde kopuşlar olmuş olur. Fakat namaz kılmayanlar ve zekat vermeyenler cezâlandırılamaz ve bu  kişiler öldürülemez. Lâkin İslâm’ın siyâsî yönünden bakılınca İslâm milletine bağlı olan kavimlerin ve toplumların namazlarını yâni Cum’a namazlarını kılmamaları, hutbede bulunmamaları ve zekatlarını vermemeleri, onlara uyarı, îkaz ve azardan sonra savaş açılmasına ve savaş sırasında da öldürülmelerine neden olabilir.

 

İslâm’da Dünyâ’da insanların vereceği cezâlar bellidir. Kur’ân’a göre tüm zamanlarda “insanların uygulayabileceği” cezâ sayısı 4’tür. Bunlar şu şekildedir: 1.Öldürme, 2-Hırsızlık, 3-Zinâ, 4-İftirâ. Evet; İslâm’da insanların tüm zamanlarda uygulayabileceği had cezâsı çeşidi 4’tür: Öldürme, hırsızlık, zinâ  ve iftirâ. Âlimler bir de “içki içene de cezâ uygulanmalıdır” derler. İçki içene “iftirâ atma cezâsı” olan 80 değnek vurulur. “Çünkü sarhoş adamın sarhoş kafayla iftirâ atması çok olasıdır” derler. Fakat bu durum  genelleştirilemez ve sarhoş olsa bile iftirâ attığı kesin olmalıdır. İslâm cezâ hukûkunda “cezânın âhirete bırakılması” her günah için değildir. İslâm’da dünyâ’da verilecek cezâlar da vardır. Bir de kefâret şeklinde cezâlar ve yaptırımlar vardır. İslâm’ın dînî yönünden bakıldığında namaz kılmayanlara ve zekat vermeyenlere uygulanacak bir cezâ yoktur ve bu kişilerin durumu âhirete kalır. Şu da var ki, -bilenler için- namaz kılmamak ve zekat vermemek zâten bir cezâdır. Siyâsî anlamda ise namaz kılmayanlar ve zekat vermeyenlerin öldürülme durumu ortaya çıkar ki bu daha çok kendilerine savaş açılan kavimlere ve toplumlara uygulanır.

 

İslâm’ın bu iki yönünü birlikte bilmeden ve ikisini ayırmadan bu konunun anlaşılması mümkün olmaz. İşin siyâsî, askerî, hukûkî ve kânûnî yönünü hesâba katmayan modernler ise, öldürmeden bahsedilince, İslâm’ın siyâsî-dünyevî yönünü hesâba katmadıkları hattâ İslâm’ın böyle bir yönünün olduğunu kabûl etmedikleri için hemen îtirâz ederler ve içten-içe İslam düşmanı olup çıkarlar.

 

İslâm “sâdece din” olmadığı gibi “sâdece siyâset” de değildir ve ikisinin birlikteliğidir. Bu durum insanlardan saklanmaktadır. Zîrâ İslâm, Allah’ı hesâba katmayan ve dışlayan beşerî sistem, ideoloji ve yönetim-şekillerine karşı olan tek hakîkattir ve mevcut duruma eleştiri getiren, îtirâz ve isyân eden tek din’dir. Çünkü İslâm, “sâdece Allah’ın emirlerinin ve kânunlarının uygulanması” yöntemidir.

 

İslâm’ın bu iki yönü birden insanlara anlatılmadığı ve insanlar da İslâm’ı “sâdece din” zannettiği için mesele doğru olarak anlaşılıp değerlendirilememektedir. Zâten İslâm’ın pasifleştirilmesinin ve yozlaştırılmasının nedeni, İslâm’ın “sâdece din” olarak görülmesi-gösterilmesi ve İslâm’ın sosyâl, kültürel, askerî, siyâsî, kânûnî, hukûkî yönlerinin gizlenmesi ve gündeme getirilmemesinden dolayıdır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2022

 

 

 

 

Devamını Oku »

7 Ekim 2022 Cuma

Nefse Tapmak

 

“Kendi istek ve tutkularını (hevâsını-nefsini) ilah edineni gördün mü?. Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?” (Furkân 43).

 

Nefs-Nefis: “Can, kişi, öz varlık, bir şeyin zâtı olan, kendisi” gibi anlamlar verilir nefs kelimesine. Fakat bizce nefse; “bedeni maddî anlamda yönlendiren, arzu duyuran, Dünyâ’ya bağlayan, çıkarı ve bencilliği ortaya çıkaran, şehveti sağlayan şey” anlamı vermek daha doğru gözüküyor. Nefs bizce, insanın ne bedeni ne de rûhu değil, psikolojisidir. Psikoloji ile rûh aynı şey değildir. Beden-Nefs-Rûh konusunu ayrı bir yazıda ele aldığımız için ayrıntıya girmiyoruz ama biz “nefs” deyince insanın psikolojini anlıyoruz. Çoğunlukla bozulan ama bâzen de düzelen şey insanın rûhu değil, psikolojisi yâni nefsidir.     

 

Allah, varlığı, varlığın en ideâl durumuna yâni İslâm’a meyilli olarak yaratmıştır. Nefsi de İslâm’a meyilli olarak yaratmasına rağmen, imtihan ve sünnetullah gereğince nefse potansiyel bir aykırılık durumu da koymuştur. Bu aykırılık nefste ille de açığa çıkacak diye bir şey yoktur. Aykırılığın açığa çıkıp-çıkmaması insanın davranışına bağlı kılınmıştır. Allah nefse de bir düzen ve biçim vermiştir. İrâdeli olmayan tüm varlık yaratılışına uygun hareket eder. Fakat nefsin zirveye çıktığı hayvanlarda ve nefsinin kölesi olmuş olan insanlarda meyil İslâm’a değil, şeytana doğru yönelir ve yoldan sapar. Rûhun etkisi ve baskısı altında kalan nefisler kendini kınamaya başlar ve yeniden yörüngesine girmeye meyyâl olur.

 

Nefs, şeytanla çok ilişkilidir ve şeytandan aldığı taktikle sürekli olarak mâzeret üretir. Bu mâzeretlere göre kendine yol belirler. Şeytanda mâzeret bitmeyeceği için nefste de mâzeret bitmez. Böylece nefs şeytanın yörüngesine girerek şeytanın eline geçer ve şeytan onu istediği gibi yönlendirir ve yönetir. İnsan da, şeytanın yörüngesinde yüzen nefsin aşırı kışkırtılması ve güçlenmesi nedeniyle nefse karşı koyamaz ve nefsine tapmaya başlar. Nefsine tapan kişinin artık tek amacı nefsini beslemek ve daha da fazla kışkırtmaktan başkası olmaz. İnsanın nefsini ilah edinmesi böyle olur. Nefsinin kulu olmuş olan insan artık nefsi ona ne derse ve ne fısıldarsa onu düşünür, onu söyler ve onu yapar. En güzel ve doğru hayâtı da, “nefsin dediğini yapmak, nefse göre davranmak” olarak görür. Çünkü nefsini tatmin ettiği oranda haz almakta ve kendini mutlu oluyor zannetmektedir. Nefsine tapanlar için kişi mutlu hissediyorsa sorun yoktur ve her-şey yolundadır. Sonuçta insanın o kendine özgü olan tarafı da nefsin peşine düşer ve hayvanlaşır çıkar. Zamanla hayvandan bile daha aşağı bir duruma gelir. Çünkü hayvanlar aslında yaratılışları gereği nefs-merkezli yaşarlar ve bu onlar için doğru ve normâldir. Fakat insanda bir de ona özgü bir rûh vardır ve Allah nefislerin rûh ile ve vahyin kontrôlünde olup terbiye edilerek insan olunmasını, aksi-hâlde hayvandan daha aşağı olunacağını söyler. Nefsinin peşine takılarak hayvandan daha aşağı bir konuma gelen insan aslında nefsine tapmış olur.

 

Tabi nefs “öldürülmesi” gereken değil “terbiye edilmesi” gereken şeydir. Zîrâ nefs bizim hayâtiyetimizi devâm ettirmemizi de sağlar. Arzularımız ve şehvetimiz hep nefistendir. Bu duygularını yitirmiş olanların yaşaması mümkün değildir. Bu duyguların eksikliğinde en azından psikolojiler bozulur. Hastaların ve ölmek üzere olanların nefisleri işlemez olmuştur. Hastalık belki de biraz da bu nedenle nefisler açısında “iyi ve terbiye edici” olarak görülür. Nefsi köreltmeye çalışmak ve aşırı serbest bırakmak, ona zulmetmek demektir.

 

İnsan madde-nefs ve ruhtan oluşur. İki taraf da boşluk kabûl etmez. Maddî taraf rûh ile doldurulamayacağı gibi rûh tarafı da madde ile doldurulamaz. O hâlde beden, nefs ve rûh bir denge hâlinde olmalıdır.  

 

Tüm zamanlar boyunca, insanlar ya vahye uymuştur, yada nefsine. İslâm’ın evrensel değerleri seküler bir yorumlamaya tâbi tutularak ve nefse uygun hâle getirilerek, “beşerî değerler” olarak sunuluyor.

 

İnsanlar ikiye ayrılır: 1- Vahyin peşinden gidenler; 2- Nefsinin peşinde sürüklenenler. İnsanlık târihinde nefsi tatmin etmek için tüketilen enerji miktârı, başka hiç-bir şey için kullanılmamıştır.

 

İslâm, “Dünyâ-nefs yerine vahyin merkeze alınması”dır. İslâm; şeytana, tâğuta ve nefse bir “dur” deme dînidir. Müslümanca yaşamak, “nefsine göre yaşamak” değil, “Allah’ın emrine göre yaşamak” demektir. Kriter olarak Allah’ı-Peygamber’i-Kur’ân’ı yâni İslâm’ı kriter almayanların kriterleri “nefs”tir. İslâm’a göre yaşamak istememek, “nefse göre yaşayamayacak olma korkusu”ndan kaynaklanır.

 

Şeytanın telkinleriyle nefse uyarak, her türlü düşünce, amel-eylem ve üretimler nefse göre yapıldığında, bir süre sonra Dünyâ, tam da nefse uygun bir hâle gelirken; Allah’ın emir ve nehiylerine uyarak, her türlü düşünce, amel-eylem ve üretimler İslâm’a, Kur’ân’a ve Sünnet’e göre yapıldığında ise Dünyâ tam da İslâm’a, Kur’ân’a ve Sünnet’e uygun hâle gelir. Dünyâ’yı nefse yada İslâm’a göre şekillendirmek için birilerinin on numara ve kusursuz bir plân yapmasına gerek yoktur. Mekân, şartlar ve dolayısı ile zaman, ne yaparsanız ve nasıl davranırsanız ona göre şekillenir.

 

Nefs bağımsızlaştıkça tatminsizlik artar. Modern müslümanlar da dâhil modern insan, nefsine hitâp eden şeylere zinhar laf ettirmiyor. Modern insan; “değer bilinci” olmayan insandır. Olmazsa-olmaz olan bir değeri bulunmadığı için, görüşlerinin sağlamasını yapacak bir dayanağı yoktur. Böylece mecbûren nefsine göre düşünmekte ve yaşamaktadır.

 

Mevcut sistem bağlamında düşünmek, okumak, yazmak ve konuşmak ne kadar da kolaydır, zîrâ “nefsi merkeze almak” yeterlidir. Sisteme aykırı bir din (İslâm) bağlamında düşünmek, okumak, yazmak ve konuşmak ise ne kadar da zordur. Zîrâ nefsi karşınıza almanız gerekir. Nefsi karşınıza almak, icâbında tüm Dünyâ’yı karşınıza almak anlamına gelebilir.

 

 Nefis imtihanın bir sonucu olarak insanda bulunur. İnsan melek olmadığı için nefs sâhibi bir varlıktır. Nefisler nefis sahiplerinin kendileri tarafından gönüllü olarak kontrôl edilmedikçe, nefisleri sürekli bir şekilde hiç kimse sürekli olarak kontrôl edemez.

 

İslâm dışındaki beşerî sistemler ne kadar katı ve diktatörce olsalar da, en nihâyetinde “nefislerini dizginleyebilmek” için ideolojilerinden yâni dinlerinden tâviz vermek zorunda kalmıştır ve kalıyorlar. İslâm ise nefislere zulmetmemeyi ve terbiye etmeyi ölçü alır. Nefislerin gönüllü olarak ıslahının nefis sâhipleri tarafından yapılması önerildiği için nefisleri kontrôl etmede en başarılı olan düzen İslâm’dır. Beşerî düzenler ise nefisleri ya aşırı serbest bırakır yada aşırı şekilde hareket alanını kısıtlar ki ikisi de nefse zulmetmek demektir. İslâm, nefisleri terbiye etmeyi ve ona zulmetmemeyi esas alır. Zâten bu nedenle Dünyâ’da en başarılı olacak olan hattâ gerçek anlamda tek başarılı olabilecek düzen İslâmî düzendir. Zîrâ İslâm denge dînidir ve nefisler ancak dengede olduğunda insanı mutmain eder ve ruhlara baskı yapmayı bırakır.

 

Nefisler kışkırtılmak için sürekli olarak “özgürlük” peşindedir. Modernizmin “özgürlük” dediği şey “nefislerin özgürlüğü”dür. Oysa nefis özgürleştikçe tutsaklığı artar. Öyle ki, en sonunda bu tutsaklıktan kurtulmak için nefisler kendilerini ilah îlân etmeye başlarlar.

 

Nefisler bir kere kışkırtıldığında tüm nefisler kışkırtılmadan etkilenir ve kışkırtılmış nefislere sâhip bir toplum ortaya çıkar. Öyle ki nefislerine tapmayan ve nefislerine göre hareket etmeyen bir kişi bile kalmaz. Nefsine tapmayan adam bulmak neredeyse imkânsız hâle gelir. Azâba uğrayan kavimlerde nefsine tapmayan insan kalmamıştı da azâba uğramışlardı. Yaratılış 18:26’da şöyle denir: “Rab, ‘Eğer Sodom’da elli doğru kişi bulursam, onların hatırına bütün kenti bağışlayacağım’ diye karşılık verdi”. Fakat gelin görün ki o sayıda bile nefisleri temiz kalmış kimse kalmamıştı ki zâten temiz olanlar da Hz. Lût ile birlikte oradan ayrılıp gitmişlerdi.

 

Nefisleri sınırsız ve sonsuzca kışkırtan ideolojilerin ortaya çıkardığı kötü sonuçların, toplumları ve de Dünyâ’yı yıkıma getirdiği gerçeğini kabûllenmek istemeyenler, bireyselliği arttırarak, ideolojileri güçlendirerek, dolayısı ile nefisleri daha fazla kışkırtarak sorunları ve yıkımı engelleyebileceklerini düşünmeleri, nefislerin kendilerine oynadığı bir oyundan başkası değildir. Çünkü ruhtan bağımsız kalmış nefisler, kışkırtılmalarının önünü kesecek her-şeye karşı düşman oldukları için, şeytandan aldıkları ilhamları nefsin sâhibine ulaştırırlar ve kişinin nefsinin güdümüne girmesini sağlarlar.

 

Modern özgürlük telâkkisi, “ilâhi olan”ın güdümünden çıkıp, “bedenî-nefsî olan”ın güdümüne girmek demektir. Modern sistemin en büyük düşmanı, “nefsin dizginlenmesi”dir. Zîrâ modernite hayâtiyetini, “nefsin kışkırtılması”ndan alır. Modernizm, insanın nefsini güçlendirirken, rûhunu zayıflatır. Rûhu zayıflamış olanların varacağı yer Ateizm ve Deizm’dir. Ateizm ve Deizm’in yaygılaşmasının nedeni, “din”den çok, nefisle alâkalıdır. İslâm nefse hoş gelmediği için ateist ve deist oluyorlar.

 

Bâtılın ve bâtılın lîderlerinin başarısını(!) o kadar da büyütmeye gerek yok, zîrâ nefse uygun işler yapmak o kadar da zor değildir. Zâten şeytan en büyük destekçileri olur. Nefsin doğrultusunda işler yapınca, bâtılın başarılı olması çok kolay ve çok çabuk olur. Zîrâ insanların, nefislerine uygun olan şeyleri kabûl etmeleri çok kolaydır. Böylece bâtıl çarçabuk yaygınlaşıverir. Kitleler de zannederler ki, adamlar çok üstün ve etkili bir uygarlık kurmuşlar. Oysa nefsin kışkırtılmasının sonucunu yaşamaktadırlar. Rûhun hâkim olduğu bir zamanda ve mekânda yaşamayanlar yâni İslâm medeniyetini bilmeyenler ve de görmeyenler, nefis uygarlığını matah bir şey zannederler.  

 

İnsanlığın bu çağda en büyük sorunu, bedeninin=nefsinin hoşuna giden şeylerin “doğru”, bedene sıkıntı veren şeylerin ise “kötü” olduğunu zannetmesidir.

 

Akıl; doğu’da “Allah’ın kontrôlü”nde iken, batı’ya-Yunan’a gidince “nefsin kontrôlü”ne girmiştir. “Akıl-merkezlilik” denilen şey aslında, “nefis-merkezlilik”tir. Zîrâ akıllar Allah’a göre değil, nefse yâni şeytana göre şekillenmiştir.   

 

Bâzıları, nefislerini “akılları” zannediyor. Bunlara göre akıllı yaşamak, “nefsine göre yaşamak”tır. Îman ile sınırlanmayan ve yönlendirilmeyen akıl, nefsin güdümüne girer ve ancak fitne üretir ve ifsâd eder. Îmâna taâllûk etmeyen akıl, nefsin güdümünde olacağından dolayı, ancak ifsâd eder. Nefis, hevâ ve hevesini tatmin etmek için her zaman “seküler aklı” kullanır. Nefsinin kulu olmuş ve nefsine tapmakta olanlar, modern telâkkiden dolayı “akıllarına uyduklarını” zannediyorlar.

 

Nefisler ancak, “İslâm’ın kânunları” ile dizginlenebilir ve normâl hâle gelebilir. Nefsten, tâğuttan, seküler-liberâl-kapitâlist sistemden zihnen ve kâlben kurtulup özgürleşmedikçe Allah’a hakkıyla kul olunamaz. Allah’a hakkıyla kulluk yap(a)mayanlar nefislerine tapmaya başlarlar. Modern müslümanların sorunu da budur. Kur’ân’ı, moderniteye, nefse ve çıkara uydurmak için yorumlamaya bir başladınız mı, şeytan en büyük destekçiniz olur. Böylece vahiy, kendi iç-bütünlüğüne göre değil de, mevcut zamâna ve mekâna göre yorumlanmaya başlanır. Zamâna göre nefsin değişmesi, zamâna göre vahyin değişmesini gerektirmez.

 

Modern-bilim ve teknoloji, nefse dönük ve nefse yöneliktir. Modern-bilim iyi-kötü ayırımı yapmadığı için, nefsinin kontrôlündeki insan, modern-bilim ve teknolojinin kötü ve yıkıcı yönlerini daha çok açığa çıkaracaktır. Çünkü kışkırtılmış nefs sınır tanımaz ve sınırlanmayan nefsin yapmayacağı şey yoktur. Modern-bilim ve teknoloji bu yüzden yıkıcıdır. Modernite “nefsin alabildiğine kışkırtıldığı” bâtıl bir sistemdir.

 

Ne kadar da “güçlü” nefsimiz var ve ne kadar da “güçsüz” irâdemiz var. Fakat insanın nefsini ancak yine o insanın kendisi sınırlayabilir. Nefs ne kadar açık olursa, bilinç o kadar kapalı olur. Nefs ne kadar palazlanırsa, hayvâniyet o oranda artar. Kötülük ve sapma, insanın nefsi ile ilgilidir, fıtratı ile değil. Zîrâ insanın fıtratı İslâm’la birebir örtüşür.

 

Nefs, gafletten beslenir. En büyük sefillik, nefsin peşinden hırsla koşmak ve yarışmaktır. Takvâda yarışmayınca “nefste yarış” başlar.

 

Tüm sorunlar nefsten kaynaklanır. O hâlde sorun giderici en iyi sistem, “nefse karşı olan sistem”dir ki nefse karşı olan sâdece İslâm’dır. Nefsine karşı İslâmî bir darbe-devrim yap(a)mayanlar, şirke-küfre karşı da darbe-devrim yap(a)mazlar.

 

Rûh karşısında nefse verilen en küçük bir tâvizde nefs rûhu inkâr etmeye başlar. İnkâr, mutlakâ zulmü, zulüm de mutlakâ azâbı yanında getirir. Lâkin nefsi kışkırtılmış ve yoldan çıkmış insana azap yetmez. Onu ancak “acı azap” kendine getirir. Tevbe, nefsimize karşı şiddet ve zor kullanmaktır.

 

Nefsine sâhip çıkamıyorsan, müslümanlığına da sâhip çıkamazsın. Dünyâ’ya “nefsin penceresinden” bakmaya alışmış olanlar, nefse uygun olmayan şeyleri idrâk edemezler.

 

Allah rızâsı için yapılmayan işler, nefsin rızâsı için yapılmaya başlar.

 

Cennet, nefsin değil, “rûhun tatmin olduğu yer”dir. Rûhun tatmin olmadığı her yer cehennemdir.

 

Uyuyan insan mâsum görünür. Zîrâ nefsi o anda etkisizdir. Uykunun kardeşi olan ölüm ânında ise nefs işlevsizdir. Zîrâ beden hareketsizdir. Bedenin hareketsiz kalması, nefsin de o oranda hareketsiz kalması demektir. Bu nedenle nefsin terbiyesinde bedeni gıdâsız ve hareketsiz bırakmak ve rûhu daha fazla harekete geçirmek vardır.   

 

İnsan ya nefsinin peşine düşer ve hazlar ve zevklerle ömrünü heder eder yâni nefsine tapar ve sonunda da âhirette hüsrâna düşer ve perişân olur; yada Kur’ân’a-Peygamber’e yâni İslâm’a göre bir hayat yaşar ve hem nefsini meşrû yoldan tatmin eder hem de rûhunu âhirete hazırlar. Böylece iki cihanda da iyiliğe ulaşmış olur.  

 

 “(Yine de) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir” (Yûsuf 53).

 

“Nefse ve ona ‘bir düzen içinde biçim verene. Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felâh bulmuştur. Ve onu (isyânla, günahla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır” (Şems 7-10).

 

Peygamberimiz’in bir duâsıyla yazımızı bitirelim:

 

“Ey Allah’ım!; Sen’in rahmetini umuyorum, beni göz açıp-kapayıncaya kadar (da olsa) nefsimle baş-başa bırakma. Hâlimi tümüyle düzelt, Sen’den başka ilâh yoktur” (Ebu Dâvûd, Edeb, 110).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2020

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Tecrübe ve Bilgelik

 

“Biz bu Kur’ân’ı sana vahyetmemizle, en güzel kıssaları gerçek bir haber (kıssa) olarak sana aktarıyoruz, oysa sen, daha önce, bundan haberi olmayanlardandın” (Yûsuf 3).

 

Kıssalar birer “tecrübe anlatımları”dır. Kur’ân vahiyle onaylanmış bir tecrübe kitabıdır. Kişiye bilgi vermekten ziyâde bilgelik ve tecrübe kazandırmaya çalışır ki belki de bilgelik denilen şey tecrübedir. Allah, kıssalara önem verdiği için Kur’ân’ın yarısını tecrübe anlatımları olan kıssalara ayırmıştır. Kıssalar aynı-zamanda peygamberlerin vahiy-merkezli yaşayışları yâni sünnetleridir, sünnet anlatımlarıdır. Tüm kıssalar, peygamberlerin vahiy-merkezli olarak yaşadıkları tecrübelerdir. Peygamberlerin bilgelikleri işte bu tecrübeden gelir. Allah İslâmî tecrübeyi bize Kur’ân kıssaları şeklinde aktarmaktadır.

 

Tecrübe: “Deneme, deneyim, sınama, görmüş-geçirmişlik, görgü” anlamlarındadır.

 

Yazılı hiç-bir kitabın ve yazının olmadığı zamanlarda insanlar maymun değillerdi. Sözlü bir kültür vardı ve sözlü kültür genelde tecrübe-merkezlidir. Yaşanmış ve tecrübe edilmiş olanlar dilden-dile anlatılırdı ve insanlar da ona göre ibret alırdı. Vahiy zâten sözlü bir sesleniştir. O-hâlde, yazının olmadığı zamanlarda çok başarılı işler yapmış olan bilge, asker, sanatkâr ve hükümdarlar bulunduğuna göre, bilge olmak için ille de yazının olmasına da gerek yoktur. Yazı, bilgiyi iyi korur ve aktarır ama hâfızayı biraz zayıflatır. Sözlü kültürde ise insanların hâfızaları mecbûren daha güçlü oluyordu.  

 

Eğer aklınız hep sonradan başınıza geliyorsa, bu, “aklınızın ve hâfızanızın yetersizliğinden” dolayıdır. Keskin bir akla, zekâya ve hâfızaya sâhip olmadığınız için aklınız hep sonradan başınıza gelir. Bu yüzden tecrübe çok önemlidir. Zîrâ tecrübe edilmiş olan şey aynı-zamanda yaşanmış olduğundan dolayı kolay-kolay unutulmaz.   

 

Tecrübe en kesin sonucu veren şeydir. Hiç-bir kitap tecrübe gibi bir bilinç ve bilgelik vermez. Çünkü tecrübe, yaklaşık sonucu değil, tam gerçeği verir. Kesin olanı verir. Tecrübeyle sâbit olunca o şey kesin ve net olur. Çünkü tecrübe etmek, “bilgiyi yaşanmışlıkla sınamak” demektir ki en doğru ve kesin sınama yaşanmışlıkla yapılabilir. Yaşanmışlıkta bir ârıza çıkıyorsa o şey doğru ve iyi değil demektir. Modernizmin bunalımı işte bu yüzdendir. Masa-başında oluşturdukları bilgiyi, seküler ideolojilerine uygun gördüklerinde kesin bilgi olarak kabûl ediyorlar ve hemen uygulamaya koyuyorlar. İnsan, “tecrübeye müteâllik” yaratıldığı için, hiç-bir modeli “tam” olarak “masa-başında” üretemez. Buna rağmen seküler bilgi merkezli uygulamalar bir-çok sorun ortaya çıkarıyor ve zararları oluyor fakat yine de uygulamadan vazgeçmiyorlar. Çünkü merkeze tecrübeyi değil, seküler bilgiyi koyuyorlar. Çünkü modernizm bir “tecrübesizlik uygarlığı”dır.

 

Geleneksel toplumda bilgelik, tecrübe sâhibi olduklarından dolayı yaşlılardayken, modern toplumda gençler ilahlaştırılır. Çünkü modernizm bir tüketim uygarlığıdır ve en çok tüketene en çok önemi verir. En çok tüketenler tabî ki de gençler olacaktır. Gençler bu nedenle modernitenin ve kapitâlizmin etkisiyle fazla tüketemeyen ve tüketmeyen yaşlıları “bunak” olarak görmektedirler. Oysa gençlik, bir iş konusunda aklından ve zihninden çok, gücünden yaralanılacak insanlardır. Çünkü gençler tecrübesizdir ve tecrübesizliğin bedeli çok ağır olur. Bir yazıda tecrübesiz gençler ile tecrübeli yaşlıların kıyaslaması şöyle yapılır:

 

“Gençlik câhilikle, yaşlılık ise olgunlukla özdeşleştirilir. Gençler umûmiyetle dogmatik, ısrarcı ve her-şeyden önce acelecidirler. Kan, damarlarında hızlı akar gençlerin. Bu yüzden mütehakkim ve peşin-fikirlidirler. Pek söz dinlemezler, başlarına buyrukturlar, inandıklarından tâviz vermek istemezler. Yaşlılar ise daha temkinli, daha sabırlıdırlar; zîrâ yılların tecrübesidir onları böylesine temkinli davranmaya iten. Doğru bildikleri, doğru diye savundukları çok şeyin zamanla yanlış olduğunu görmüşler, yanlış kabûl ettikleri, suçladıkları, tel’in ettikleri pek-çok fikrin de yine bir-zaman sonra zannettikleri gibi olmadığını anlamışlardır”.

 

Bir konuda en bilgili olanlar bile, o konuda tecrübeli olanlar kadar bilge olamazlar. Tecrübeyle yetişmiş bilgeler bir kitabın anlatacağı şeyi bâzen bir-iki cümleyle anlatıverirler. Zîrâ o bilgiye daha önce tecrübeyle ulaşmışlardır. Bu nedenle bilgelik sâdece okumakla değil, yaşamakla da öğrenilen bir şeydir. Hem okuyup hem de okuduğunu yaşayanlar ise en makbûl olanlardır. Yaşamak en doğru ve en kesin bilgiyi-bilinci verir ve bilgeliği oluşturur. Hem okuyan, Kur’ân’ı bilen, hem de yaşayıp tecrübe eden kişilerin tecrübesi ayrıca üstün olur. Yoksa masa-başından kalkmadan yoğun okumalarla netliğe varılamaz. Çok okumak çok bilgili olmak demektir fakat çok bilgili olmak “bilge” olmak demek değildir. Bilge olmak için bilgi ile yaşam yâni tecrübe birleştirilmeli ve yanlış bilgiler ayıklanarak saf ve kesin bilgi ortaya çıkmalıdır. Bu da ancak tecrübeyle olur. Tecrübe ise yaşanmışlığın bir sonucudur.   

 

Peygamberler çok okuyan insanlar değildi. Bilgelikleri okumaktan ziyâde, kıssalarda da anlatılan peygamber tecrübeleri ve kendilerine inen âyetlerin kazandırmış olduğu bilinçten kaynaklanıyordu. Bu bilinç, ibâdet ve hayâtta yaşanılarak kazanılan tecrübeler ile birleşince, “güzel örneklikler” olarak ortaya çıkıyordu.

 

Bilgili olanların çoğu tecrübeye de sâhip değildir. Bilgisini tecrübe etmemiş olduğu için bir yere gelir orada tıkanır. Fakat tecrübe sâhibi bir kişi bilmediği bir bilgiyi kolay içselleştirir ve hattâ o bilginin tecrübeyle sağlamasını da yapıp doğru yada yanlış olduğuna karar verebilir. Demek ki bir şeyin tecrübesine sâhip olduğunuzda, o şeyin bilgisinin özüne de sâhip olmuş olursunuz. Fakat bilginin ayrıntısı da gereklidir. Bir ön-bilgi şarttır ama ön-bilgi, o şeyi pratiğe geçirerek tecrübeye ulaşmak için olmalıdır. Çünkü tecrübeye dönmeyen bilgi kişiyi kirletir, tecrübeye dön(e)meyen bilgi hazımsızlık yapar.

 

Bâzı şeylerin tecrübesi olmaz ve sâdece kısa bilgileri olur. Meselâ ölüm tecrübe edilemez. Zîrâ ölüm bir kez tadıldığında tecrübe etmeye ne zaman ne de mekân kalır. O yüzden gayb hakkında bize az bir bilgi verilmiştir. Allah, tecrübeye dönmeyecek şeyler hakkında fazla bilgi vermez.   

 

Moderniteye karşı yeterli ve güçlü bir reddiye ortaya koyamıyoruz. Zîrâ modernite “yeni bir sapıklık türü”dür ve insanlık târihinde bu derece bir sapıklık örneği daha önce olmadığı ve buna karşı ortaya konmuş bir tecrübe bulunmadığı için ona karşı ilmen ve eylem olarak güçsüz kalıyoruz. İslâm bir tecrübe medeniyetidir ve doğu da yine tecrübe-merkezlidir. Modernizm ise yararına-zararına bakmadan seküler bilgiyi merkeze alır ve herkesi buna zorlar. Modernizmde tecrübenin ve tecrübeli olmanın bir değeri yoktur. Hattâ tecrübe modernizmi bitirecek olan şeydir. Zîrâ modernizm hayâtiyetini tecrübesizlikten sağlar. Ürettiği bir şeyin kötü sonucu tecrübeyle sâbit olunca o şeyi üretmeye devâm edemeyeceği ve para kazanmayacağı için, paranın sürekli olarak arttırılmasına dayanan modern-kapitâlist sistem çöker. Bakmayın siz onların deney-deney demelerine; yaptıkları deneylerin zararlı sonuçlarını hiç söz-konusu ettiklerini gördünüz mü?. Bu deneylerin hiç mi kötü ve yanlış sonuçları çıkmıyor?. Modernizm deneyi paravan yaparak ifsâd ediyor Dünyâ’yı. Zîrâ modernizm, yanlış sonuç çıkar endişesiyle kolay-kolay deney yapmaz ve sâdece pozitif deney sonuçlarını gündem eder. Aslında deneye ve denemeye düşmandır.       

 

İnsan tecrübeyle bilgelik kazanır. Kitap kişiyi sâdece bilgili yapar. Kitabın bilgisi bilince ve tecrübeye dönmedikçe o bilgi yerleşmez ve meleke hâline gelmez. Hayvanlar ise hep tecrübeyle öğrenirler. Fakat onlarınki de bilgiden ve bilinçten yoksundur. Bu nedenle hayvanların tecrübesi bahsettiğimiz anlamda bir tecrübe değil, daha çok taklit içeren bir tecrübe kazanımıdır.

 

Tecrübeye ihtiyâcı olamayan tek varlık Allah’tır. O’nun bir şeyi bilmek için bilgiye de tecrübeye de ihtiyâcı yoktur. O zâten tecrübeyi de yaratandır. 

 

Tabi tecrübe de “tecrübe edilebilecek olan şeyler” içindir. Yoksa tecrübenin yerine kullanılan deney bile belli şeyler içindir. Atom-altı ve Dünyâ-dışı deneylenmeyeceği yâni tecrübe edilemeyeceği için bunlar hiç-bir zaman tecrübenin konusu olmaz. Onlar sâdece gözlem ve ibret almak içindir.

 

“Sen af (veyâ kolaylık) yolunu benimse, örf ile emret ve câhillerden yüz çevir” (A’raf 199).

 

Allah Kur’ân’da mâruf örfe de izin verir. Çünkü örf de tecrübeye dayanır. Tabi örf, mâruf örf yâni İslâm’a uygun ve aykırı olmayan örf olmalıdır.

 

Kur’ân’da Allah’a itaatten sonra ana-babaya itaat gelir. Bu itaatin bir nedeni de tecrübeye olan güven olsa gerektir. Anne ve baba, yaşanmışlıktan gelen tecrübeye sâhiptirler.  

 

Kur’ân “kurucu metin”, Sünnet ise “kurucu tecrübe”dir. Sünnet, “peygamber tecrübesi”dir.

 

Allah bizi tecrübe etmek için yâni sınamak ve imtihan etmek için yaratıp Dünyâ’ya gönderdi. Bu imtihanı geçmek için bilgi ve bilinç şarttır. Bilgi ve bilinç ise tecrübe ile taçlanmalıdır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2021

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Sosyâl Hastalıklar, Doktorlar ve Tedâvi

 

“Hastalandığım zaman bana şifâ veren O’dur” (Şuârâ 80).

 

Modern dünyâda hemen-hemen hepimiz hem sosyâl-psikolojik hastayız, hem bunun farkında değiliz, hem de buna rağmen kendimizi sağlıklı kabûl ediyoruz. Bu nedenle hasta olduğumuzu söyleyenlere de inanmıyoruz.

 

Sosyâl-psikolojik hastalıklar, fizîki hastalıklardan çok daha fazladır ve çok daha bulaşıcıdır. Çabuk ve çok fazla yayılmasının nedeni budur. Sosyâl hastalıklar bizim psikolojimizi bozduktan başka bir de bizi mâneviyattan uzaklaştırıyor. Bu durum insanları derin bir boşluğa düşürüyor ve yozlaştırıyor.

 

Hastalıklar, Allah’ın kâinâta koyduğu yasalar olan sünnetullah ve imtihan gereğince olmazsa-olmaz sorunlar yada etkenlerdir. Çünkü hastalık olmasaydı insanlar zıvanadan çıkarlar ve kendilerini ilahlaştırmaya başlarlardı. Böyle olunca da Dünyâ “tanrıların savaş alanı”na dönerdi. İnsanı bu Dünyâ’da durduracak ve frene basmaya zorlayacak en önemli iki etkenden biri hastalıklardır. Diğeri ise ölümdür. Tabi bir de vahyin kazandırmış olduğu bilinçle kendi içinde bir devrim yaparak çıtayı doğal-normâl sınırlara çekenler vardır. Lâkin bunlar ne kadar da azdır.

 

Firavun’un ve Nemrud’un hiç hastalanmadığından bahsedilir. Kendilerini ilahlaştırmalarının nedeninin bu olduğu söylenir. Târih boyunca tüm diktatörler ve zâlimler, enerjileri yüksek ve sağlık sorunu olmayan kişiler olmuştur. Fakat bu kişiler sosyâl-psikolojik hasta olan insanlardır. Yüksek enerjileri onları hasta olmaktan bir süreliğine uzak tutunca onlar bu durumu “ilâhî bir özellik” olarak görmüşlerdir. Lâkin en sonunda âciz bir şekilde geberip gitmişlerdir. Zîrâ fizîken ne kadar sağlıklı olunsa da, sosyâl-psikolojik olarak sağlıklı, dolayısıyla da mânen güçlü olunmayınca fitne üretmek ve ifsâd çıkarmak kaçınılmaz olmaktadır.   

 

Târih boyunca ama özellikle modern süreçte insanlar, fizîkî hastalıklara çok önem vermişler ve hastalıklarına çâreler aramışlar, fakat sosyâl-psikolojik hastalıklara çok önem vermemişlerdir. Hâlbuki hastalığın sosyâl olanı daha tehlikelidir ki fizîki bir-çok hastalığın bile nedeni sosyâl hastalıklardır.

 

Arabamızdan bir ses geldiğinde yada bir sorun hissettiğimizde hemen servise gidip arabamızdaki sorunu gidermeye çalışıyoruz, servis-tâmirci arabanın doktorudur. Evde meselâ elektrik ve su têsisatlarında yada beyaz eşyâmızda bir sorun olduğunda hemen o konunun uzmanını yâni doktorunu çağırıp sorunun bir-an önce giderilmesine çalışıyoruz, evdeki ârızayı yâni hastalığı giderecek doktoru çağırıp sorunu gidermesini istiyoruz. Yetiştirdiğimiz bitkilerde bir hastalık olduğu zaman hemen ziraatçıya yâni bitkilerin doktoruna gidip doğal yada kimyâsal ilaçlar kullanıyoruz ve sorunun giderilmesine çalışıyoruz. Hayvanlarımızda bir hastalık olduğunda hemen hayvan doktoru olan baytar-veteriner çağırıp hastalığın iyileştirilmesine çalışıyoruz. Hele insanın kendisi hastalandığı zaman hiç aksatmadan hemen hastâneye doktora gidip çeşitli tahlil ve tetkikler yaptırıp hastalığının bir-an önce geçmesine çalışıyor ve hattâ bu konuda destek olması için doğal ürünler de kullanıyoruz. Bunlar elbette yapılması gereken şeylerdir.

 

Peki “toplum” hastalandığında yâni sosyâl bir hastalık olduğunda ne yapıyoruz?. Toplumsal hastalıklara bakan doktorlar kimlerdir?. Toplumsal hastalıklara bakanlar sosyâl-bilimler konularında uzman olanlardır yâni felsefeciler, sosyologlar, psikologlar ve târihçiler. Bunlar da toplumsal hastalıkların doktorlarıdırlar. Lâkin insanlar toplumsal hastalıklara pek önem vermedikleri için sosyâl hastalıklar devâm ediyor ve zamanla ilerliyor. Sosyâl hastalıkların doktorları önemsiz kişiler olarak görülüyor ve onların teşhis ve tedâvi metodları insanların ilgisini çekmiyor. Bu nedenle -özellikle modern zamanlarda- insanlar bilim, teknoloji ve bir-kaç öne çıkan mesleğe yönelmiş oldukları için, sosyâl alanlarla ilgilenmiyorlar. Gerçi bu konulardan pek anladıkları da söylenemez.   

 

Tabi şu da var ki, sosyâl alanlar “modern” olduğundan ve bu alanların öğretilerinde ve söylemlerinde çok farklı düşünceler ve fikirler olduğundan dolayı insanlar bu alanlardan uzak duruyorlar. Çünkü bu alanlar ve bu alanların doktorları genelde yüce ve aşkın bir hakîkate dayanmıyorlar. Bu da insanları onlardan ve sosyâl konulardan uzak tutuyor. Sosyâl alanlar, yoruma çok açık olduğu için, halkın genel düşüncesine, anlayışına ve kabûlüne aykırı olan çok farklı düşünceler ortaya çıkabiliyor ve bu da sosyâl alanların insanlar tarafından tehlikeli olarak görülmesine ve ilgi gösterilmemesine neden oluyor. Üstelik hem sosyâl alanlar hem de sosyâl alanların modern doktorları, hakîkate yâni Allah’a dayanmadıkları ve hattâ İslâm’a-dîne karşı oldukları için hastalıklara yaptıkları teşhisler ve tedâvi yöntemleri çok da işe yaramadığı gibi yeni ve farklı hastalıkların ortaya çıkmasına ve hastalıkların artmasına neden olmaktadırlar. Demek ki hem Allahsız düşünceler ve sosyâl doktorlar hem de ön-yargılı halk, sosyâl hastalıkların ortaya çıkıp çoğalmasına hep birlikte sebep olmuş oluyorlar.

 

O-hâlde bu alanların dayanacağı yüce ve aşkın bir hakîkat olmak zorundadır. İşte o hakîkat, Allah katındaki tek din olan İslâm’dır. Sosyâl alanlar ancak, İslâm-merkezli olduğunda ve vahyin kontrôlüne ve yönlendirmesine girdiğinde toplumsal-sosyâl hastalıkların teşhisini tam ve doğru bir şekilde yapabilecek ve de tam ve doğru bir tedâviyle hastalıkları-hastaları iyileştirebileceklerdir. Sosyâl hastalıklar çok önemlidir ve tedâvi edilmediğinde toplum içten-içe yavaş-yavaş çökmeye başlar. Zîrâ insan tek-boyutlu bir varlık değildir ve hem beden, hem psikoloji, hem de rûh sâhibi olduğu ve toplumsal hastalıkların da bedenden önce insanın psikolojisini bozduğundan dolayı, işin sosyâl-mânevî-derûnî yönü de mutlakâ hesâba katılmalıdır, yâni mutlakâ bu hastalıkların-hastaların çâresine ve tedâvisine de bakılmalıdır. Tabi bunun için olmazsa-olmaz şart, Allah’ın hesâba katılmasıdır. Zîrâ Allah hesâba katılmadığında sosyâl hastalıkların hem doğru teşhisi hem de tedâvisi yapılamayacaktır. Zâten son 200 yıllık Allahsız modern târihî sürece bakıldığında, sosyâl hastalıklar geçirilemediği gibi, hastalıkların zamanla çeşitlenip fazlalaştığı ve de kronikleştiği gün gibi ortadadır. O-hâlde sosyâl hastalıkların çâresi, vahiy ve peygamberler merkezli olmak zorundadır. 

 

İşte bu nedenle Allah, toplumsal hastalıkların -ki tüm hastalıkların ana nedeni budur- iyileştirmek için, bu işin doktorları olarak peygamberleri göndermiş ve reçete olarak da vahyi indirmiştir. Çünkü sosyâl alanlar ancak Allah, vahiy, din ve peygamber merkezli olduğunda doğru ve düzgün çalışabilecek, sosyâl hastalıklara doğru teşhis koyduktan sonra doğru tedâviyle toplumu bu hastalıklardan kurtarabilecektir. Biz bu yazıda sosyâl alanları, İslâm-merkezli kabûl ederek insanların dikkatini sosyâl alanlara çekmek istiyoruz ve diyoruz ki; sosyâl-toplumsal-psikolojik hastalıkların ve dolayısıyla mânevî sorunların çâresi, İslâm-merkezli sosyâl alanlar, bunların peygamberi örnek alan doktorları ve fıtrî-doğal tedâvi yöntemleridir.     

 

Lâkin; böyle olsa bile insanlar felsefe, sosyoloji, psikoloji, târih ve edebiyat gibi sosyâl alanları ciddî bulmazlar. Çocuklarını da bu alanlara yönlendirmezler. Sanki bu konuda toplumsal bir konsensüs sağlanmış gibidir. Zîrâ bu alanların para getirmeyeceği ve bu nedenle de bu alanlarla ilgilenmeye gerek olmadığı düşünülmektedir. Hattâ insanların çoğu bu alanları gereksiz ve faso-fisodan ibâret görürler. Özellikle de paraya ve makâma kilitlenmiş olan modern insan bu alanların olmasına bile bir anlam veremez de bu alanlar için boşuna para harcandığını düşünür. İnsanlar sosyâl hastalıklar için dîne ve din hakkında bilgili olan kişilere yönelirler fakat din ile ilgilenenler ve dîn bilginlerinin bir-çoğu da sosyâl hastalıkların reçetesi olan vahiy ve bu hastalıkların doktorları olan peygamber-merkezli değillerdir ki!. Bir taraf Allah’ı devre-dışı bırakmış ve sosyâl alanları dinsizleştirmişken, diğer taraf ise dîni hem Kur’ân’dan-Sünnet’ten hem de sosyâl alanlardan uzaklaştırmıştır. Bu nedenle de mecbûren eksik ve yanlış teşhisler ve tedâviler uyguluyorlar fakat sonuçta hastalıkları geçiremedikleri ve hastalara çok fayda sağlayamadıkları gibi yeni hastalıkların ortaya çıkmasına neden oluyorlar. Çünkü teşhis ve tedâvi metodları yanlıştır. 

 

Türkler sosyâl alanlara pek ilgi duymazlar. Zâten çok da anlamazlar. Çünkü anlamaya pek yatkın değillerdir. Zîrâ bir imparatorluk bakiyesidirler ve imparatorluklar sosyâl alanlara çok önem vermezler. Çünkü zâten tüm Dünyâ’yı yönetmekte ve yönlendirebilmektedirler. Kitap ve  Peygamber-merkezli olmasa da mevcut dîni görüşle insanları da belli bir ayarda tutabiliyorlar. Fakat sünnetullah gereğince bu işi sonuna kadar sürdürmeleri imkânsızdır ve zâten sürdürememişlerdir de. Şartlar değişince ve aldıkları o tedbirler yetersiz gelince işe yaramamaya başlamış ve ardından çöküş başlamıştır.

 

Sosyâl alanlarla ilgilenenler ve bu alanlarda öğrenim görenler, “ne gerek var” türünden bir bakışa ve söyleme mâruz kalıyorlar. Çünkü genelde târih boyunca tüm insanlar ama özellikle modern insan, -çağ modern bilim teknoloji, görüntü ve madde-merkezli olduğundan dolayı- popüler alanlardan biriyle ilgilenilmediğinde yada bu alanlarda okunmadığında (tıp, hukuk, mühendislik, eğitim vs.) o ilgiyi ve öğrenimi boş ve gereksiz olarak görüyor. Bunlar aslında din ile de çok ilgili değildirler ve sâdece şekilsel olarak yaptıkları şeyler vardır. Yoksa çocuklarının ilâhiyat fakültesinde okumalarını da istemezler. Oysa tüm hastalıkların, teşhislerin, tedâvilerin ve doktorluğun temelinde sosyâl bilimler vardır. Pozitif bilimlerin temelini bile sosyâl bilimciler yâni felsefeciler, sosyologlar, psikologlar kurmuştur. Modern-bilim ve teknoloji bile kaynağını dînin yönlendirmesiyle ortaya çıkmış meraktan ve yönlendirmelerden alır.

 

Fakat insanlar işin nedenine değil de sonucuna bakarlar ve sonuca bir-an önce ulaşmaya çalışırlar. Bu bağlamda kendilerinde ortaya çıkan fizîkî hastalıkları bir-an önce geçirmeye bakarlar ama geçen sâdece belli bir süreliğine semptomlar yâni belirtilerdir. Hastalığın semptomunu yâni belirtisini, dışa yansıyan etkisini o an için geçirmek hastalığı şifâ anlamında tedâvi etmek değildir. Hastalığın kaynağını bulup ona göre bir teşhis ve tedâvi yapılmadığında hastalık alttan-alta sürecek ve en zayıf anda yeniden hortlayıverecektir.

 

İşte bu nedenle sosyâl hastalıkların ve de sosyâl hastalıkların yansıması olan fiziksel hastalıkların önlenmesinde, teşhisinde ve tedâvisinde olmazsa-olmaz olan şey, -insanlar ne kadar gereksiz ve önemsiz bulsa da- vahiy-merkezli sosyâl alanlardır yâni felsefe, sosyoloji, psikoloji, târih ve İslâm’a aykırı olmayan edebiyat ve sanattır.

 

Toplumsal hastalıklar önlenemedikçe Dünyâ’da bir düzelme olmayacak ve zamanla insanlar çeşitli sosyâl hastalıkların müptelâsı olacaklardır. Üstelik tedâvi edilmediğinde bu hastalıklar kronikleşecek ve yayılacaktır. İnsanlar eşyâ, bitki, hayvan ve fizîkî hastalıklarıyla hemen ve dikkatle ilgilenmelerine rağmen toplumsal-sosyâl hastalıklara önem vermedikleri ve ilgilenmedikleri, hattâ bunu düşünmedikleri için, toplum günden-güne daha çok hastalanmakta ve zamanla yozlaşıp çürümeye başlamaktadır. Bu nedenle sosyâl-toplumsal hastalıklar diğer hastalıklardan çok daha önemlidir.

 

Demek ki toplumsal hastalıkların da ilgiye, teşhis ve tedâviye ihtiyâcı vardır ve bu diğer hastalıklar kadar önemlidir. Bu da, hastalıkların teşhisi ve tedavisi için Allah’ın hesâba katılmasını zarûrî kılmaktadır. Yâni bu hastalıklar gerçek anlamda ancak vahyi ve peygamberi örnek alan doktorların yapacağı teşhis ve tedâviyle olacaktır. Felsefe, sosyoloji, psikoloji, târih vs. tüm bu sosyâl alanlar ancak vahyi merkeze aldıklarında toplumsal-sosyâl hastalıkların doğru teşhisini yapıp “şifâ” anlamında tedâvisini sağlayabileceklerdir. Aksi-hâlde hem hastalıkların ancak o anlık şiddetini kısa bir süreliğine dindirebilecekler ama sonra hastalık tekrar nüksedecek, hem de kesin şifâ olmayacağı için insanlar toplumsal-sosyâl hastalıklarla, doktorlarla ve tedâviyle ilgilenmeyecek ve bu hastalıkları, doktorları ve tedâvileri gereksiz göreceklerdir.

 

Sosyâl-toplumsal hastalıkların dolayısıyla mânevî sorunların fiziki hastalıklardan farkı, onların sonuçlarının âhirete taşınacak olması ve âhirette bunlarla yargılanacak olmamızdır. Yâni fizîkî hastalıklar bir-şekilde geçer yada ölümle yok olur gider. Fakat sosyâl-toplumsal hastalıklar âhirete kadar bizimle gelir. O yüzden sosyâl hastalıklara önem vermek gerekir.

 

Sosyâl ve mânevî hastalıkların modernizm süreci ile birlikte çok fazlalaştığı bârizdir. O hâlde fiziksel hastalıklar gibi sosyâl-psikolojik hastalıkları arttıran şey de modern-bilim, teknoloji, modern felsefeler, modern ideolojiler-düşünceler-uygulamalar ve modern ürünlerdir.

 

Mânevî-sosyâl bünyemizi zayıflatıp çürüten ve diğer hastalıklara da dâvetiye çıkaran, asıl ve temel hastalığımız, “Rabbimizi unutmuş olmamız”dır. Ömrümüzün her gününü, her saat ve dakîkasını sanki “Rabbimiz yok(muş) gibi” algılamak ve yaşamaktır. Günlük algı ve yaşayış, tutum ve hareketlerimizde; sanki O görmüyor, işitmiyor, bilmiyor(muş) gibi hislerle yaşıyoruz. Bu durum toplumu bozmakta ve hasta etmektedir. Sosyâl hastalıklar bizi cimrilik, yalancılık, hırsızlık, su-i zan, gıybet, tembellik, rahat düşkünlüğü, mâzeret üretme, üşengeçlik, ibâdeti erteleme gibi sosyâl ve mânevî olarak yozlaştırmaktadır.   

 

Ne yazık ki bedenî hastalıklarımızdan kaynaklanan hastalıklara hemen çözüm arayıp, teşhis ve tedâviye sarıldığımız gibi; sosyal-toplumsal hastalıklarımız için acele etmiyoruz. Hâlbuki bugün vefât etsek, bu hastalıklar, öbür âlemimizde etki ve sonuçları îtibâriyle dâimî kalacaklardır.

 

Her hastalığın bir teşhisi, tedâvisi ve doktoru vardır. Buna en önemli hastalıklar olan toplumsal-sosyâl hastalıklar da dâhildir. Toplumsal hastalıkların doktorları peygamberler ve onları tâkip edenler, onların yolunda olanlardır. Teşhisi ve tedâviyi yapacak olan ise vahiy ve vahiy-merkezli sosyâl doktorlardır. Zâten peygamberler ve vahiy, toplumsal hastalıkların (şirk, küfür, adâletsizlik, eşitsizlik, ahlâksızlık, şiddet, merhâmetsizlik, zulüm) teşhisini ve tedâvisini yapmak için gönderilmiştir. Din, toplumsal ve de bireysel hastalıkların ana-dalıdır. Zîrâ sosyâl-toplumsal hastalıklar önlenmedikçe çeşitli bireysel hastalıkların da şifâ anlamında son bulması mümkün değildir.

 

Îman enerjisini kullanmamaktır bizi asıl hasta eden ve mecâlsiz bırakan. Hâl-i pür melâlimizin nedeni budur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2021

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

6 Ekim 2022 Perşembe

Özel Kurumlar Üzerine

 

“Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti” (Fussilet 10).

 

Kurum: “Kuruluş, toplumun din, dil, adâlet, âile, hukuk, mülkiyet, devlet vb. gibi, insanlarca oluşturulan ve belli düzeni, yasası, ilkesi bulunan mânevi varlıklarından her biri”.

 

Allah, rızkı herkes için eşit derecede yaratmıştır. Zîrâ İslâm’da “rızıkta eşitlik” vardır ve yeme-içme, giyme-gezme, barınma, taşıt gibi nîmetler, kim olursa-olsun herkes için aynı olduğu gibi, eşitlik rızkın tümü için geçerlidir. Bilgilenmek ve eğitim bir rızıktır, hastalıktan sağlığa kavuşmak bir rızıktır, güvenlik bir rızıktır, eşit muâmele görmek rızıktır, sağlam ve uygun evler rızıktır, uygun ve sağlam taşıtlar ve araçlar rızıktır. Beş temel hak olarak ifâde edilen; dînin, canın, neslin/ırzın, aklın ve malın güvenliği herkes için eşit olmalıdır. Çünkü bu haklara sâhip olmak rızıktır. Bunlar herkes için eşit haklardır. Birileri bu haklardan daha az yararlanabilirken yada hiç yararlanamazken, az bir kesimin “özel” adı altında ve “özel” aracılığı ile daha çok yararlanması eşitliği bozar. Eşitliğin bozulması, mankurtlaşmış ve eşekleşmiş toplumun yapısını bozup huzursuz eder. Böyle toplumlar maddî, mânevî, sosyâl ve psikolojik olarak bozulurlar.

 

O-hâlde, devletin bâzı insanlara ayrıcalık tanıyacak ve belli bir kesim için olan özel kurumların açılmasına izin vermesi yanlıştır. İslâm’da böyle bir şeyin olması söz-konusu bile değildir. Lâkin seküler-kapitâlist-liberâl politikaları dinleştirmiş olan ülkelerde özel kurumların görülmesi çok fazladır ve özel kurumlar toplum tarafından da normâl olarak görülür.

 

Özel hastâne, özel hekim, özel okul, özel güvenlik, özel site, özel danışman, özel ders/ders-hâne, özel sigorta vs. özel kuruluşlar, ânında toplumu en az ikiye böler. Üstelik böyle kuruluşların kamu kurumlarında bir kalitesizlik meydana getirmesi kaçınılmazdır. O-hâlde sâdece mutlu azınlığın faydalanması için açılan özel kurumlar genel kitleyi rahatsız etmelidir. “Ne yâni; birileri ‘özel’ kurumlardan faydalanabilirken diğerleri faydalanamayacaklar mı?, niçin?” diyerek tepki göstermelidirler. Lâkin seküler-kapitâlist-liberâl politikaları, reel-politiği  yemiş-içmiş ve sindirmiş olan toplumlarda bu özel kurumlardan faydalanamayanlar bile bu kurumları savunmaktadır ve “adamın parası varsa gider” düşüncesi hâkimdir ve o da bir gün o özel kurumlardan faydalanmayı hayâl etmektedir.

 

Şu da var ki, kapitalist-liberâl zihniyete sâhip olan devletler, özel kuruluşları daha fazla destekleyerek insanları mecbûren özel kurumlara yönlendirmek ve alıştırmak istemektedirler. Devlet, özel kurumları çok fazla desteklemektedir. Meselâ neredeyse il büyüklüğünde olan ilçelere devlet hastanesi yapmayarak, o bölgelerde açılan hastâneleri alabildiğine zenginleştirmektedir. Zâten kapitâlizm, bir “özelleştirme düşüncesi ve uygulaması”dır. Tüm topluma âit olan kuruluşlar özelleştirilir ve “birilerinin” olur. Aslında “özelleştirme” demek, “kapitülâsyon” demektir. Birilerini gümrük vergisinden muaf tutarak zenginleşmesi sağlamakla, birilerinin özel kurumlar-kuruluşlar açmasına izin vererek, halkın aleyhine olarak zenginleşmesini sağlamak arasında fark yoktur. Özelleştirme bir kapitülasyondur. Özel kurumlar bir iç-kapitülasyondur.

 

Özel kurumlar en bâriz ve en çok olarak iki alanda yaygınlık gösterir: 1-Eğitim, 2-Sağlık. Artık durumu iyi olanlar çocuklarını özel okullara gönderirler. Hastalanınca da özel hastânelere giderler. Oralarda iyi ve îtinâlı muâmele görürler. Fakat toplumun geneli devlet okullarında ve hastânelerinde aynı muâmeleyi göremezler ve tam-aksine buralarda insanların işleri hem kalitesiz hem de zor olur. Bu durum özel kurumların daha da fazla artmasına neden olur. Çünkü devlet okulu ve daha da önemlisi devlet hastanelerinde perişân olan halk, kendini zorlayarak ve borca girerek özel okullara ve özel hastânelere yönelir. Tabi özel güvenlikli sitelerde evlerde oturmak için de birbirileriyle yarışırlar. Bu durum, toplumu parçalar, böler ve hem insanları devlete hem de birbirine düşman eder.

 

Üstelik bir kısır-döngü de oluşur. Özel okullara gidebilenler daha fazla ilgi nedeniyle daha başarılı olurken, özel hastânelere gidenler de aynı nedenle daha sağlıklı olabiliyorlar. Böylece anne-babası iyi eğitim almış ve sağlıklı kişiler olurken, çocukları da iyi eğitim alırlar ve sağlıklı olurlar. Fakat toplumun büyük çoğunluğu hem iyi eğitim alamazlar hem de sağlıkları da iyi değildir. Bu zâten burjuvazist, kapitâlist, liberâl şerefsiz bir proje ve politikadır. Modern dünyâ bunun üzerine kurulmuştur. Bu nedenle “özel eğitim kuruluşları”nın bulunması, oralardan faydalananlar için iyi olsa da, toplumun geneli için kötüdür.

 

Özel olan hiç-bir kurum, asgarî ücretliler ve emekliler için yâni garibanlar için değildir. Düşünsenize, ülkede binlerce özel okul, özel site ve özel hastâneler yapılıyor ama bunlardan toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan asgarî ücretliler, emekliler ve garibanlar faydalanamıyor. Çünkü onlar için yapılmamıştır. Buna rağmen toplumda bir eleştirinin, îtirâzın ve isyânın çıkmaması hiç normâl değildir. İnsanlar temel haklardan, birilerine göre daha kalitesiz şekilde yararlanmayı nasıl kabûl edebiliyor?.

 

Fakat kapitâlist, liberâl ve seküler olmalarına bakmadan, “sosyâl-hukuk devletiyiz” diyenler, sosyâl yapıyı bozmasına, toplumu bölmesine ve temel hakları blôke etmesine rağmen özel kurumların açılmasına ve çoğaltılmasına bir şey demiyor. Bu kurumlara izin vermenin nedeni olarak da devlet kurumlarının zarar etmesini gösteriyorlar. Sosyâl-hukuk devletlerinde milli eğitim ve sosyâl güvenlik kurumu, isminin başındaki “sosyâl” kelimesinden dolayı hiç-bir zaman kâr edecek bir duruma gelmez-gelemez. Bu gibi kurumlar her zaman zararda-içerde olmak zorundadır. Aksi-takdirde “sosyâl” olma özelliğini kaybeder ve kapitâlist olur. Eğer bir devlet özel kurumların açılmasına ve çoğalmasına izin veriyorsa, o-hâlde herkes o kuruluşlardan ücretsiz bir şekilde faydalansın ve devlet de masrafı ödesin. Ama bunu yapamayacağı için, o-hâlde okullarını ve hastânelerini kaliteli hâle getirsin ve herkesin eşit muâmele göreceği şekle dönüştürsün de insanlar da buralardan eşit şekilde faydalansın. Çünkü eğitim, sağlık, güvenlik temel haklardır. Bu nedenle de eşit olmak zorundadırlar. Zîrâ rızıkta herkes eşit olmalıdır.

 

Üreten ve iş yapan kişilerin tabî ki genel topluma göre farklı ve daha çok malı ve aracı olabilir. Meselâ bir fabrikası olan kişinin sâhip olduğu araba, makine, araç ve gereci fazla olur. Ama iş rızka ve temel haklardan faydalanmaya gelince hiç kimse hiç kimseden farklı ve ayrıcalıklı olamaz. Nasıl herkesin eşit olarak tek bir oy kullanma hakkı varsa, rızıktan faydalanmada da eşit olunmalıdır. Yeme, içme, giyme, gezme vs. eşit olunmalıdır. Eğitim ve sağlık da birer rızık olduğu için herkes eğitimden ve sağlıktan eşit şekilde faydalanmalıdır. İster dağdaki çoban olsun isterse fabrika sâhibi olsun, sosyâl-temel haklar söz-konusu olduğunda herkes eşit şekilde faydalanmalıdır. Aksi-hâlde servet devletin ve zenginlerin elinde toplanır ki toplumun bozulmasının ve yıkılmasının ana-nedeni budur. Yıkım bu şekilde başlar. Özel kurumlar toplumun bozulmasına neden olmaktadır. Çünkü adâletsizliği arttırmaktadırlar. Özelleşmenin olduğu ve çoğaldığı toplumlar, kısa zamanda adâlet, eşitlik, hak-hakîkat, ahlâk vs. gibi hasletlerini kaybederek yozlaşır.

 

O-hâlde bir ülkede ne kadar çok özel kuruluş varsa, o kadar çok bölünmüşlük var demektir. Sosyâl yapı çok bozulmuş, hukuk devleti olma özelliği kaybolmuş ve bir-çok haksızlık ortaya çıkmış demektir. Özel kurumlardan faydalananlar, sağlıkta ve eğitimde olduğu gibi, ekonomik ve adlî meselelerde de özel muâmele görmeye başlarlar. Artık toplum “zenginler ve fakirler” diye ikiye bölünmüş olur ve bu durum normâl görülmeye başlar. Tabi böyle toplumlar -ki bütün Dünyâ bu hâle gelmiştir- başlarına gelen sıkıntıların ve felâketlerin nereden geldiğini bilemeyecek kadar yozlaştıkları için “sâdece birilerine özel” olan kurumları ve dolayısıyla ortaya çıkan eşitsizliği yine de sorgulamazlar.

 

Rızıkta eşitlik İslâm’ın şiarlarından biridir. Rızıktan herkesin eşit şekilde faydalanması zorunludur. Mü’minlerin kurduğu-kuracağı İslâm devletinde bu eşitlik çok bâriz olarak görülür.   

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mart 2022

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »