“Aralarında Allah’ın
indirdiği ile hükmet ve onların hevâlarına uyma. Allah’ın sana indirdiklerinin
bir kısmından seni şaşırtırlar diye onlardan sakın” (Mâide 44-50; Âl-i İmran 118-120; Bakara 85-86;
A’raf 3).
“Onlar, yalnızca zanna
uymaktadırlar. Oysa gerçekte zan, haktan (ve hakîkatten) yana hiç-bir yarar
sağlamaz” (Necm 28).
Felsefe “kıyı düşüncesi”dir; denize ve kıyıya yaklaştıkça
açığa çıkar ve fazlalaşır, onun düşüncesi sanki denizden gelir. Din ise “dağ
düşüncesi”dir yada dağda gelen vahiyle başlayan düşüncedir. Peygamberlere vahiy
hep dağda gelmiştir. Dağa yaklaşıldıkça dînî düşünce ve duygu daha ağır basar.
Bunun nedeni kanımca, dînin köklü olması, çok sağlam olması, net olması ve
değişmemesidir, zîrâ dağ da değişmez, çünkü kökü çok derinlerde olduğundan
dolayı sağlamdır. Rasîn kelimesi, Arapça “ravasa” fiil kökündendir. Ravasa
fiilinin anlamı; “bir şeyi sarsılmaz hâlde sâbitlemek, demirlemek, bağlamak”
demektir. Dolayısıyla dağ kelimesi sözlük anlamı îtibârıyla “sağlam ve
sarsılmaz, yetenekli ve kuvvetli olan yaratık” demektir.
Dünyâ’nın özellikle batı-kıyıları
dîne daha uzak ve soğuktur. Bunun nedeni kanımca, buralara peygamber gönderilmemiş
olmasından dolayıdır. Bu bölgelere peygamberlik ve din direkt olarak değil de dolaylı
olarak ulaşmıştır târih boyunca. Bu nedenle sürekli peygamberlerin gönderildiği
doğu’nun kıyılarında felsefe, din ile kaynaşabildiğinden dolayı dîne daha sıcak
ve din ile iç-içedir. Peygamberler yâni tek hak-din olan İslâm peygamberleri hep
dağ-merkezli doğu’dan çıktığı için, -doğu’da da şirk ve küfür görülse de- doğu’da
din insana ve mekâna içkindir.
Dağlara çıkıldığında ve hak
bir düşünce dağlara çakıldığında sonuna kadar durur. Fakat deniz dalgalıdır, denizden
gelen de dalgalı olur ve değişir durur. Felsefî düşünceler suya yazılmış yazılar
gibidir, bu yüzden kısa zamanda silinir gider ve kaybolur. Bu nedenle sürekli
yeniden yazılması gerekir. Fakat her yazıldığında yeni şeyler eklenir ve
sonuçta “ilk yazıldığı gibi” olmaktan çıkar. Çünkü felsefe ve deniz sâbit
olmadığı için köklü değildir. Sâbit olmayan şey hakîkat olamaz, zîrâ hakîkat
sâbit olandır. Din’de ve dağda oynaklık olmaz, ileri-geri hareketler olmaz, ona
basanlar sağlam yere basmış olurlar. Bu da insana güven verir. Çünkü dinler ve
dağlar, kişiyi değişmeyeceğinden, batmayacağından ve sallanmayacağından emin
kılar.
Felsefenin çıkış kaynağı
olan kıyıda yâni denizde/suda ayağını sağlam basacak bir yer yoktur. Biraz
ilerleyip de basıldığında batıp boğulma tehlikesi çoktur ki yüzmesini iyi bilenler
bile boğulma tehlikesi yaşarlar. Deniz değişken ve kaygan olduğu için felsefe
de değişken ve kaygandır. Nicelerinin ayağını kaydırmıştır yada boğmuştur. Ama
dağ sâbit olduğu için din de sâbittir, dağ sâbit ve sağlam olduğu için ayakları
kaydırmaz ve sâbit tutar. Bir yazıda felsefe-deniz ilişkisi şöyle gösterilir:
“Eski yunan
düşüncesi yâni felsefe, şu-anda Aydın İli’ne bağlı Milet’te başlamıştır.
Miletos, bugün her ne kadar bir liman kenti olmaktan çıkmış olsa da o zamanlar
denize sıfır bir liman kentiydi. Ege bölgesinde
Büyük Menderes Nehri’nin hemen ağzına yakın deniz kıyısında bir antik liman
şehriydi. Liman kenti olmasının anlamı şudur: Felsefe her zaman için bir
‘kıyı’ söylemidir. Kıyıda gelişmiş bir söylemdir. Eski filozoflar Thales,
Anaksimandros, Anaksimenes gibi filozoflar sophia’yı öğrenmek, araştırmak
amacıyla yola çıkan insanlardır. Bunlar gemilere binerek o zamanki doğu Akdeniz
sahillerinde Mısır ve Mezopotamya kültürlerinde meydana getirilmiş olan
geometri gibi, astronomi gibi bilgileri öğrenmek üzere yola çıkarlardı”.
Yunan felsefesi İyonya’da
yâni İzmir ve Aydın gibi kıyılarda başlamıştır. (Gerçi İyonya’nın Yunan
olup-olmadığının tartışmaları da vardır ki bu tartışmalara göre İyonya’nın Yunan’a
değil, Anadolu’ya âit olduğu görüşü baskındır). Kıyı, her zaman dîne uzak ve
mesâfeli bir düşünce geliştirir. Bu yüzden burada başlayan felsefe maddeyi yâni
doğa-bilgisini merkeze almıştır. İlk filozoflar birer doğa-bilginidirler.
Doğayla uğraştıkça maddeyi merkeze almış ve dinden-mâneviyattan
uzaklaşmışlardır. Bu durum Helenizm’e ve Roma’ya da yansımış ve
yaygınlaşmıştır. Bir Yunan-Roma yada greko-romen uygarlık olan modernizmin de
Allahsızlığı buradan gelir. Modern-bilim modern bir Allahsızlıktır. Allah’ın
yarattığı maddeyi ve tüm varlığı, Allah’ı hesâba katmadan araştırırlar. Kesin
ve doğru sonuçlara bir türlü ulaşamamalarının nedeni budur. Bu araştırmaların
sonuçlarının insana hep zarar olarak yansıması bu yüzdendir.
Batı felsefesi Thales’le
başlar. Thales, Milet’te deniz kıyısında yaşamıştır. Zâten felsefesinin temeline
de suyu koymuştur. Her-şeyi suya bağlamıştır. Her-şeyin kaynağının da döneceği yerin de su olduğunu
söylemekle suyu ilahlaştırmıştır. Suyu “en büyük güç” olarak görmüştür.
Felsefesi su-merkezli olmuştur. Hâlbuki su sâdece canlıların yaratıldığı
şeydir. Thales “her-şey tanrılarla doludur” derken, “her-şeyin canlı olduğunu,
her-şeyin, içinde tanrısal bir yaratıcı gücü taşıyan su ile dolu olduğunu”
kastetmektedir. Her-şeyde su olduğuna göre, Thales’in “tanrı” dediği “su”dur.
Suyu tanrılaştırması, Thales’in su yâni deniz kenarında yaşaması ve suya
baka-baka her-şeyi su olarak görmesinin bir sonucu olsa gerektir.
Deniz yada felsefe,
zenginlik ister, maddî-dünyevî zenginliği yakalayamadığında bilgiye ulaşamaz ve
üretemez. Çünkü felsefe için boş zaman gerekir ki boş zaman da “hazır para”
ister. Oysa dağ yada din, çalışmayla birliktedir. Hattâ çalışırken öğrenir ve
öğretir.
Yunanlıların ilk felsefî-bilimsel
çalışmalarının batı Anadolu’nun zengin ve gelişmiş liman şehirlerinde, örneğin
Milet, Efes, Teos, Klazomenai, Samos ve Kos gibi yerlerde olması bir gerçeği
yansıtmaktadır ki, o da bu yerleşim yerlerinin deniz ticaretinin ana-merkezleri
olmasıdır.
Denizin en ortasında mâvi
gök ve mâvi sudan başka bir şey görülmez, yorum yapacak bir şey yoktur. Çünkü
her-şey tek bir şeydir. (Batı’nın her-şeyi ve herkesi tek-tipleştirmek
istemesinin nedenlerinden biri de bu olabilir). Denizde çeşitlilik yoktur. Bu,
kıyaslama ve öz-eleştiri yapmayı blôke eder. Bu yüzden felsefe hep kısır kalır.
Dağda ise manzara derindir, varlık çeşitlidir ve yoruma müsâittir. Üstelik dağ,
yanlış yorum kabûl etmez. Biraz ileride yanlışı ortaya koyuverir.
Felsefe, mutlak sonuçlar
elde etmeyi hayâtî bir problem olarak görmez. Jasper’in dediği gibi, felsefe
“dâima yolda olma” çabasının bir yansımasıdır. Menzile bir türlü varamaz.
Felsefede yeni ve özgün bir felsefî sorunu ortaya koymak, felsefî bir probleme
yeni bir cevap vermek kadar değerlidir. Çoğu filozof için birincisi,
ikincisinden daha önemlidir. Felsefî bilgi akla dayanır; eleştirici ve
sorgulayıcı bir nitelik taşır. Hâlbuki kesin bilgiye ulaşmak için bâzen de
sorgulamadan vazgeçmek ve teslîmiyet gerekir. Hakîkat işte ancak o zaman
kendini açığa çıkarır ve gösterir.
Gerçi felsefe yâni batı
felsefesi, “bilmek için bilmek” yolundadır. Din, dağ yada doğu felsefesinde ise
bilmek “yapmak için”dir. Bir şeyi yapmayacak olduktan sonra onunla ilgili bilgi
elde etmenin ne faydası vardır?.
Batı felsefesinde yada kıyı
düşüncesinde “bilmek için bilmek” önemli ve yeterli görüldüğünden dolayı, hem “yapmak”
ve hem de yapmakla ilgili olan “ahlâk” cılız kalır. Din’de yada dağda veyâ doğu
felsefesinde “yapmak için bilmek” önemli olduğundan dolayı yapmak ve ahlâk öne
çıkar. Leibniz, batı ve Çin’in ahlâk anlayışını birbiriyle karşılaştırmış ve şu
sonuca varmıştır: “İşte içinde bulunduğumuz durum. Ahlâkın çöküşü artık o
ölçülere vardı ki bize bir-an önce Çinli misyonerlerin gönderilmesini gerekli
buluyorum”.
Felsefe yada deniz, uzaktan
izlendiğinde iyidir, hoştur. Fakat içine girildiğinde felsefe ve deniz sizi
derinlere doğru çeker ve en sonunda koyu karanlıklara kadar sürükler. Buralara
kadar ilerleyenlerin dermanını keser ve kişi çırpınmaya başlar. Tabi böyle
olduğunda kişinin tek düşüncesi kıyıya ulaşmak olur. Lâkin kıyıdan epey
uzaklaşmıştır ve geriye dönüş zordur. Deniz yâni felsefe, “yüzerek”
aşılabilecek gibi değildir, insanın dermânı da yetmez. Fakat dağlar, size
üzerinde yürüme imkânını her zaman verir. Bu bağlamda, Hz. Îsâ’nın denizde
yüzmek yerine denizin üzerinde yürümesi anlamlıdır.
Denize ve felsefeye yaklaştıkça
dağdan ve din’den uzaklaşmak kaçınılmazdır. Denize ancak dağdan-tepeden bir
yerden bakınca esintisi güzel olur ve keyif verir. Felsefe de ancak vahyin
kontrôlünde ve düzeltmesinde-elemesinde olursa yararlı olur. Çünkü denize ve
felsefeye kıyıdan girmek insanı bir türlü tatmin etmez ve deniz ve felsefe
insanı derine-derine çeker. Fakat derinlere açıldıkça kişiyi dermansız bırakır
ve geri dönülmez yerlere taşıyabilir ki çoğunlukla böyle olur. Yâni deniz ve
felsefe aldatıcıdır, saptırıcıdır ve boğucudur. Zîrâ denizde ve felsefede
sağlam bir zemin yoktur. Üstelik deniz de felsefe de insanın susuzluğunu
gidermez, zîrâ suyu tatlı değildir.
Felsefe köksüz, dayanaksız
ve sınırlı olduğu ve olmak zorunda olduğu için hiç-bir zaman yeterli gelmez,
insanı iknâ ve tatmin etmez. Böyle bir amacı ve çabası da yoktur. Zâten sâdece
beyne ve zihne hitâp eder. Metafiziği bile yine bunlar üzerinden
değerlendirmeye çalışır. Bu nedenle de sürekli olarak sorgular durur ama bir
sonuca ulaşamaz. Oysa din öyle değildir, hem zihne-beyne, hem de kâlbe-rûha
hitâp eder. Bu nedenle iknâ edicidir, tatminkâr kılar. Bu da îman ve itaati
açığa çıkarır. Bu îman ve itaat coşkusu ile, -felsefeye saçma gelen- fedâkâr eylemlerde
bulunabilir; uykusunu böler, aç kalmaya râzı olur, parasının bir miktârından
vazgeçer ve her-şeyden vazgeçerek en sonunda canını bile ortaya koyabilir. Zîrâ
iknâ olmuştur, inanmıştır ve bu nedenle adanmıştır.
Aslında felsefe, din
kendisine saçma geldiği için sorguluyor değildir, dîni, kendisine zor geldiği
için sorgulamakta ve böylece şeytanın da fısıldamalarıyla ortaya çıkan
yorumlarla bu sorumluluklardan kurtulmak istemektedir. Mistisizm, bâtınîlik ve
tasavvuf da böyledir. Sürekli ve aşırı yorum, kişinin eyleme dönmesini engeller
de kişinin diline vurur. Felsefecilerin ve tasavvufçuların boş-boş konuşup
durmaları bu yüzdendir.
Felsefenin bir îman sorunu
vardır. Çünkü Dünyâ sınırsız-sonsuz değildir, hayât kısadır ve nihâyet ölüm
yakındır. Böyle olunca da Dünyâ’yı ıskalamak istemez ve nefsince (gönlünce değil)
düşünmek ve yaşamak ister. Fakat içinde sürekli bir huzursuzluk vardır. İşte
felsefe denilen şey, yapılan nefs-merkezli yorumlarla bu huzursuzluğu bastırmak
için ortaya konulan yeni ve farklı düşüncelerdir. Tabi felsefe bunu yaparken kayda
değer düşünceler, sorular ve cevaplar da açığa çıkarır. O-hâlde felsefe,
eleksiz yaklaşılmaması gereken bir alandır. Bu nedenle de felsefe ancak “din
eleği” ile elendikten sonra faydalı olabilir. Çünkü felsefenin çürüklerini
ayıklayabilecek olan şey sâdece din’dir ki bu din de elbette, tek hak din olan
İslâm’dır.
Felsefe yada deniz, insanı
gevşetir, tembelleştirir ve bu nedenle de yozlaştırır. Zâten felsefeyle uğraşmak
yada deniz çevresinde bulunmak için mutlakâ boş zamâna ve biraz da zenginliğe
ihtiyaç vardır. Felsefe ve deniz, boş adam ve boş zaman işidir. Dolayısıyla bir
sorumsuzluk durumudur. Oysa din yada dağ insana sorumluluklar yükler, bu da
kişiyi sürekli aktif yapar, dinç kılar, dik ve diri tutar. Denize yakın yerlerin
havası sıcak ve bunaltıcı, dağın havası serin ve iç-açıcıdır. Dinde yada dağda
olmak sürekli olarak yeni bir işte olmayı, zamân isrâf etmemeyi gerektirir.
Felsefe ve deniz nefse, din
ve dağ rûha hitâp eder. Felsefe ve denize yaklaştıkça çıplaklaşma, dîne ve dağa
yaklaştıkça örtünme olur. Denizi görmek kişide soyunma güdüsü, dağı görmek ise
kişide giyinme dürtüsü oluşturur. Felsefe gevşetir, din sıkılaştırır.
Felsefeyi yunanla
başlatırlar. Doğu’da da felsefe denen bir düşünce vardır, fakat peygamberlerin bahsettiği
ve getirdikleri şey felsefe değil, “hikmet”tir. Hikmetin kaynağı ve kökü ilk
insana kadar gider. Felsefe ise şunun şurasında 2.600 yıl öncesine Thales’e kadar
gidebilir ki bu nedenle temele kadar dayanan derin bir kökü yoktur.
Felsefe yeni ve türedi bir
şey olduğu için, -balıkçılık ve denizcilik hâricinde- “denize girmek” ve “deniz
turizmi de yenidir. Eskiden insanlar deniz kenarında yaşıyor olsalar bile,
ilkbahar başladığında yaylaya çıkarlardı, bu nedenle çocukken yada balık tutmak
için denize girilse bile, yüzmek için kalabalıklar hâlinde denize gitmek ve denize
girmek diye bir şey yoktu yada çok sınırlıydı. Çünkü tarım ve hayvancılık
kültürü buna uygun değildi. Greko-romen uygarlığın yâni felsefenin modernleşmesiyle
birlikte batı’da başlayan bir şeydir deniz turizmi ve kitleler hâlinde denize
girmek. Din’den-dağdan uzaklaşıldıkça ve felsefeye-denize yaklaşıldıkça
çıplaklaşma başlar ve çıplaklaşma deniz kültürünü açığa çıkarır. Felsefeye
girmek ve felsefeyi benimsemek için din’den soyunmak, denize girmek için de
elbiselerden soyunmak şarttır.
Din’de bir tevâzu ve tevbe
vardır. Felsefede ise bir kibir ve aşırılık. Bu kibir şeytanla başlar. Cennette
Hz. Âdem ile Havvâ’yı felsefe yaparak ve boş vaadler vererek kandıran şeytanın
“ilk felsefeci ve ilk filozof” sayılması gerekir. Din, bir yanlışlıkta tevbe
etmeyi emrederken, felsefe ise yanlışlığı, “ilerlemenin bir nedeni ve aracı”
olarak görür ve yanlışı kutsar. Oysa hakîkate ulaşmak yanlış üzerinde gide-gide
değil, tevbe ede-ede ve vahyi izleye-izleye olur.
Deniz ve felsefe ne kadar
derin olsa da en-nihâyetinde bir sınırı vardır ve denizin en dibinde biter, böylece
Dünyâ’da kalır ve kişiyi Dünyâ’ya hapseder. Oysa din ve dağlar kişiyi göklere
baktırır ve göklerin bitiş-noktası yoktur yada görünmez, bilinmez. Zâten din
gökleri de aşar-gider de âhirete ulaştırır.
Felsefe sâhil-deniz
düşüncesiyken; din, dağ ve piknik etkinliği ile tezâhür eder. Plânsızca da olsa
dindar olanların deniz yerine dağları-pikniği seçmesinin temel nedeni kanımca
budur. Bir toplumun ne olduğunu anlamak istiyorsanız, o toplumun dağları mı
yoksa deniz kenarlarını mı kalabalıklaştırdığına bakmanız gerekir. Çeşitli
sapmalar sonucu din, dağ ve piknikte de sınırları aşanlar ve sapanlar olabilir fakat
bu sapmalar hiç-bir zaman felsefedeki ve denizdeki sapmalar kadar olmaz.
Din ve
vahiy ile dağın ilişkisi ilginçtir. Diğer peygamberlerle ilgili açık bir bilgimiz
olmamakla berâber Zerdüşt, Hz. Mûsâ, Hz. Îsâ ve Hz. Muhammed’in ilk vahiy
alışlarıyla ilgili olarak bir dağ örnekliği vardır. Bu peygamberlere peygamberliklerini
bildiren ilk ilâhî hitâp veyâ ilk vahiy yada ilham dağda gelmiştir. Hz. Mûsâ’nın
Kur’ân’da açıkça belirtildiği gibi ilk vahye mazhar oluşu, Tûr Dağı’ndaki
Kutsal Vâdi Tuva’dadır. Hz. Îsâ’nın ilâhî sesi işitmesi, bâzı İncillere göre Kudüs
yakınındaki Zeytin Dağı’nda olmuştur. Hz. Muhammed’in ilk vahye mazhâriyeti ise
bilindiği gibi Mekke şehri yakınındaki Nûr Dağı’ndaki Hira mağarasındadır.
“Vahiy
olgusu ve peygamberlerin peygamberlikleriyle ilgili bu dağ bağlantısının anlamı
nedir?. Niçin Allah ilk vahiy olgularını dağda gerçekleştirmiştir?. Bu, vahyi
ve peygamberliği daha iyi anlamak için önemli midir?” sorularına net bir cevap
verilemese de, dağ örnekliğinin her üç peygamberle de ilgili oluşu bir tesâdüf olamaz.
Bunun mutlakâ bir anlamı ve nedeni olmalıdır. Kanımca vahyin dağda inmesi,
insanın dağda daha iyi odaklanabilmesinden dolayıdır. Dağ, insanı kendi içine
döndürür, çünkü dağda tam bir sessizlik vardır ki ilk inen vahye ancak böyle
bir sessizlikte odaklanılabilir. Gayb, dağa daha uygundur.
Peygamberleri
dağa çeken bir şey vardır. Hz. Nûh bile sudan kurtarılıp dağa çekilmiştir.
Yine, Hz. İbrâhim’e, gönlünün mutmain olması için dağ gösterilmiştir ve
parçalanan kuşları dağa bırakması emredilmiştir.
Denizde
vahiy gelmez, zîrâ deniz, vahyin inmesine uygun bir yer değildir. Çünkü deniz,
dağ gibi “kutsal” olmaya uygun değildir. Kutsal dağlar vardır ama kutsal deniz
yoktur. Bir şeyin kutsal olması için oynak olmaması ve sâbit olması gerekir. Fakat
dağı kutsallaştıran, rakımın yüksek olması değil, vahyin dağda gelmesidir. Nice
dağlar vardır ki emâneti yüklenmekten korkar, zîrâ vahyi taşıyamaz ve
parçalanır da yıkılır gider. Bu yüzden vahiy dağa değil, “dağda” gelmiştir,
“dağdaki” bir insana gelmiştir.
Batılılaşma yada modernleşme,
din’den ve dağdan vazgeçip, felsefeye ve denize doğru meyletmektir.
Batılılaştıkça ve modernleştikçe nefis kışkırtılır ve ruhlar kâlbin bir kıyısına-köşesine
sıkıştırılır. Böylece insanın dengesi bozulur. Zîrâ insan beden ve rûh olarak iki
özellikten oluşur. Denge kaybolunca ve terâzi bozulunca ise her türlü
adâletsizlik, eşitsizlik, ahlâksızlık, şirk, küfür ve zulüm ortaya çıkar ve
toplumu yozlaştırıp çürütmeye başlar. İşte din, vahiy ve peygamberlerin
gönderilmesinin nedeni budur. Vahiy ve peygamberler, ruhları besler-büyütür ve
beden-rûh dengesi kurar. Bu denge elbette vahiy ile kurulur ki vahiyler
peygamberlere ilk başta dağda gelir. Zîrâ dağ, nefsi sâkinleştirir,
normâlleştirir ve varlıktaki o âhenge odaklar. Varlığın muhteşemliğine odaklananlar
mecbûren Allah’ı hatırlar ve O’nu düşünmeye başlarlar. Bu odaklanmayı denizde
ve felsefede yapmak ise zor ve sınırlı olur.
Felsefe maddeden kurtulamaz
ve netîcede maddenin bilgisi olan bilime ulaşır. Bu bilim modern-bilim olur ki
modern-bilim sâdece “bilmek için bilmek”tir. İlim ise Allah rızâsını ve âhireti
gözetir. Bilim ortaya çıkınca felsefe yavaşlar. Felsefe Dünyâ’ya dönüktür,
Dünyâ ile sınırlıdır. Dolayısı ile felsefe sınırlıdır. Oysa din, ilim ortaya çıkarır
ki bu hem maddî hem de mânevî bilginin sentezidir. Üstelik âhirete dönüktür.
Âhirete dönük olduğu için de din sınırsızdır. Deniz ve felsefe insanı yerin en
dibine yakın tutarken, din ve dağlar ise insanı göklere ve cennete yakın tutar.
Dünyâ dağdan bakınca farklı,
denizden bakınca farklı gözükür; din’den bakınca farklı, felsefeden bakınca
farklı görünür.
Din, insanın hem bedenine
hem de rûhuna yönelik olduğu için kişiyi tatmin ve iknâ eder ve îman etmesine
yol açar. Böylece insan eksiklikten kurtulur. Oysa felsefede sürekli olarak soru(n)lar
vardır, bu da sürekli olarak boşluk ve eksiklik ortaya çıkarır. Çünkü felsefe
sâdece beyne-zihne yöneliktir. Bu yüzden de aradığı iknâ ve tatmin edici cevapları bir türlü bulamaz da sorar ve araştırır durur.
Zîrâ kâlp ve rûh hesâba katılmadıkça ve tam-aksine inkâr edildikçe, zihni zorlamakla
ve beyin fırtınası yapmakla o iknâ ve tatmin edici cevâba ulaşmak aslâ mümkün değildir.
Felsefecilerdeki ve filozoflardaki o huzursuzluğun nedeni budur. Çünkü sâdece
bilgi ile olmaz. Rûhu ve kâlbi hesâba katmayınca bilinç ortaya çıkmaz. Kuru-bilgi
kişiyi zinhar teselli etmez. İş, bilmekle bitmez. Dînin ve vahyin kazandırmış
olduğu bilinçle kişi amele-eyleme dönmedikçe de bir tatmin oluşmaz. Vahyi ve
Allah’ı hesâba katmadıkça yâni bilgi ve bilinç vahiy-merkezli olmadıkça insanın
tatmin bulması mümkün olmaz. Zîrâ kâlpler ancak Allah’ın zikri ile tatmin
bulabilir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Şubat 2022