29 Nisan 2022 Cuma

İslâm’a Ayak Uydur(ma)mak

 

“Ey îman edenler, eğer siz Allah’a (Allah adına İslâm’a ve müslümanlara) yardım ederseniz, O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı sağlamlaştırır” (Muhammed 7).

 

Allah-bağının dışındaki tüm bağlar, insan için ayak-bağıdır. Mü’minler “vahye aykırı olan çağa, zamâna, mekâna, kültüre, ekonomiye, siyâsete ve kânunlara ayak uyduramayan insanlar”dır. Zîrâ onlar sâdece vahye ve vahiy-merkezli olana ayak uydururlar ve bunun mücâdelesini verirler. Çünkü sünnetullah denen ilâhi sisteme ancak ve ancak “İslâm Dîni ve düşüncesi” ile ayak uydurabilir. İslâm-dışı ideolojiler ve düşünceler ise yakın-uzak vâdede bertarâf olmaya ve def olup gitmeye mahkûmdur. 

 

Tabi gayr-i İslâmî zihniyet de kendi sistemine ayak uydur(a)mayanları ötekileştirir ve uzaklaştırmak ister. Romalılar, Roma Uygarlığı’nın köklü geleneklerinden nasiplenmemiş olanları “barbar” sözcüğüyle tanımlanıyorlardı. Bu tutum şu-anda da geçerlidir. Modernizm bir yuda-greko-romen temelli bir uygarlıktır. Bu uygarlığa ayak uydur(a)mayanlar barbar, yobaz, ilkel, gerici ve terörist olarak kabûl ediliyor. Bu uygarlığa ayak uyduramayan düşünceler, sistemler ve ideolojiler ötekileştirilmekte ve merkezden uzaklaştırılmaktadır. Bu aynen hayvanların yaptığı gibidir. Hayvanlar, kendileri gibi hareket etmeyen, kendileri gibi davranmayan ve kendilerine ayak uydur(a)mayan üyelerini sürüden uzaklaştırır ve terk-ederler ve dönüp de arkalarına bile bakmazlar.  

 

İslâm’a ayak uydurmak vahiy-bilincine sâhip olmakla ve peygamberlerin ayak-izlerini tâkip etmekle olabilir ancak. Yoksa ya aradan sağa-sola kaçıp sıvışmak yada kervanı gerilerden bir yerlerden, kıyıdan-kenardan yâni ucundan-kıyısından tâkip etmek yoluna girilecektir. Fakat bu tâkip çok da uzun olmayan bir zaman sonra aksayacak ve akim kalacaktır. Zîrâ uygunsuz adımlarla gidildiğinde İslâm’a ayak uydurulamayacak ve ara sürekli açılarak, İslâm’ın gösterdiği yollardan daha farklı yollara sapılmaya başlanacaktır. Böyle olunca da geride kalanlar yada yoldan çıkanlar, mü’minleri ancak kıyıdan-kenardan tâkip edebilecekler ve saptıkları ve bulundukları yolu “İslâm’ın yolu” zannedeceklerdir. Hattâ saptıkları yolu “İslâm’ın en doğru yolu” olarak görecekler, kendilerini de “İslâm’a en iyi ayak uyduranlar” olarak kabûl edeceklerdir. Kendilerine “İslâmî yol” diye dar ve kısa yollar-koridorlar açacaklar ve o yolu da “İslâm’ın ana yolu” olarak benimseyeceklerdir.

 

İslâm’a ayak uydurulmadığında yada uydurulamadığında (aslında ayak uydurmak istenilmediğinde) farklı yollara sapılması kaçınılmazdır. Tabi böyle olunca da sonuçta “İslâm yolunda gidiyorum” zannederek şeytanın, nefsin ve tâğutların yollarında turlayıp kalınacaktır. Aynen İsrâiloğullarının kırk yıl boyunca çölde dolanıp durmaları ve boşuna yorulmaları gibi, bir arpa-boyu bile yol alınmadan yerinde saymak kaçınılmazdır. Maalesef günümüzde müslümanların durumu aynen bunun gibidir. Hâlbuki sorsanız İslâm’a ayak uydurmuşlar ve sağlam bir yolda gitmektedirler. Fakat aslında belli bir güzergâhta turlayıp durmaktadırlar.

 

Peki neden müslümanlar, örnek mü’minler olan peygamberler ve onlarla birlikte olanlar gibi uygun adımda gidip de İslâm’a ayak uydurmuyorlar yada daha doğrusu uydurmak istemiyorlar?. Çünkü İslâm, Allah’ın insanlar için koyduğu sistemin ve imtihanın adıdır. İmtihan bir sorumluluk ister ve her sorumluluğun de bir bedeli-bedelleri vardır. Bâzen bu bedeller duruma göre çok ağır da olabilmektedir. Zâten örnek şahsiyetler olan peygamberlerin hayatlarına bakıldığında onların ağır bedellerle imtihan edildikleri çok net olarak görülür. Ana-babalarıyla, eşleriyle, evlatlarıyla, mallarıyla ve canlarıyla imtihan edilmişlerdir. O hâlde tüm zamanlardaki ve mekânlardaki mü’minler de aynı yada benzer imtihanlarla karşılaşacaklar, aynı yada benzer bedelleri ödeyecekler ve aynı yada benzer yollardan geçeceklerdir. İşte bu imtihanı ve bedelleri göze al(a)mayanlar, İslâm’a ayak uyduramayacak, uydurmak istemeyecek ve mü’minlerle birlikte uygun adım atamayacaklardır. Fakat kendi saptıkları yolları “İslâm’ın yolu” zannetmeye devâm edeceklerdir. Lâkin sünnetullah gereğince bir süre sonra İslâm’a ayak uyduramayarak saptıkları yolda gidişleri başkalaşacak ve sırıtmaya başlayacaktır. Çünkü “mü’minleri tâkip ediyorum” diye bambaşka yollara sapmış olacaklardır. Hz. Âdem’den bêri olan şey budur. Zîrâ sünnetullah gereğince, İslâm’a ayak uydur(a)mayanlar mutlakâ bâtıl yollara saparlar.

 

İnsanların İslâm’ın yoluna bir aşkla-şevkle girip de mü’minler gibi bir hâl takınarak bir süreliğine hızla yol almalarına rağmen bir süre sonra o hâlden uzaklaşmalarının yada hızlarının kesilmesinin nedeni, “İslâm’ın, -sünnetullah ve imtihan gereğince- karşılarına çıkardığı ağır bedelleri gördüklerinde ve dirâyet yada pasiflik yollarıyla karşılaştıklarında bir kararlılık gösterememeleri nedeniyle çark etmeleri yada yan yollara sapmaları”dır. Gerek şeytan, nefs ve tâğutlar tarafından yapılan ağır kuşatma, gerek ağır imtihanlar ve bedeller nedeniyle yeterli dirâyet gösterilemeyince insanlar mecbûren kendi içinde farklı düşünceler ve yorumlar yaparak İslâm’ın o dosdoğru yoluna karşı güçlü bir gard alıyorlar. Bâzen bu gard çok sıkı oluyor ve açık vermemek uğruna gard hiç indirilmiyor. Allah, Kur’ân ve Peygamber yâni İslâm uğruna da olsa bir tek yumruk yemeyi bile göze alamayanlar, İslâm’ın yoluna ayak uyduramamış olduklarından-olacaklarından dolayı ya çok gerilerde kalıyorlar yada yan yollara sapıyorlar. Tabi bunun cezâsı da dirâyetsizlik, samîmiyetsizlik, ihlâssızlık, kararsızlık ve boş-vermişlik olarak yansıyor. İslâm’a ayak uyduramayanlar daha doğrusu uydurmak istemeyenlerde zamanla bir “korkaklık, gevşeklik, yavşama, yan yatma çamura batma ve söylemde-eylemde çelişkiler” başlıyor.

 

Bu bedelleri ödemeyi göze alamayarak İslâm’la arasına çeşitli engeller koyarak; “neme lâzım, fazla da şey yapmaya gerek yok, yapacak bir şey yok” vs. gibi laflar ederek ancak dar ve arada kaçacak girintileri ve tâli sokakları olan yollara giriyorlar ve ilginçtir, girdikleri o yollarda tâviz vermeden gidiyorlar. Fakat şu iyi bilinsin ki o dar ve tâli yollarda İslâm’a ayak uydurmak mümkün değildir, çünkü o yol “İslâm’ın yolu” değildir. Zîrâ İslâm’ın yolu sırât-ı müstakîm yoludur, dosdoğru yoldur ve o yola bâtıl yolların karışması mümkün değildir. Şunu iyi bilin ki, üzerinde gitmekte olduğunuz yol zamanla daralıyorsa ve daraltıyorsa, adımlarınız yavaşlıyorsa ve yalpalamaya başlamışsanız, o yol ya İslâm’ın yolu değildir yada siz İslâm’a ayak uyduramıyorsunuz veyâ ayak uydurmak istemiyorsunuz demektir. Çünkü İslâm’ın yolunda sapma, yalpalama ve kayma olmaz. Zîrâ Allah, yollarında yürüyenlere yardım eder. Allah, yollarında uygun adım yürüyenlerin yollarını sağlamlaştırır ve onları Hakka ulaştıracak yeni yollar açar.

 

İslâm’a ayak uyduramayanların, İslâm’a ancak “ucundan-kıyısından” bir bağlılığı oluyor ki bu bağlılık İslâm’ın yolundan ziyâde, modernitenin, mevcut sistemin, şeytanın, nefsin ve tâğutların “işte size yürümeniz için gösterdiğimiz ve izin verdiğimiz tehlikesiz yol” dedikleri yoldur. Bu yol elbette peygamberlerin uygun-adım ve sapasağlam gittikleri yol değildir. Çünkü İslâm’ın yolunda ancak, İslâm’a ayak uydurabilenler uygun-adım gidebilirler. Allah, “uygun-adım marş!” deyince hiç sapmadan ve “De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm (yâni tüm hayâtım) âlemlerin Rabbi olan Allah içindir” (En-âm 162) diyebilenler; kendilerini İslâm’a adayarak Allah rızâsı ve cennet karşılığında Dünyâ’dan vazgeçerek sonuna kadar uygun-adımda giderek ve İslâm’a ayak uydurarak İslâm’ın yolunda yürüyebilenler, O’nu râzı edebilecek ve ebedî nîmet-diyârı olan cenneti kazanabilecektir.  

 

İslâm’a ayak uydurmak, gayr-i İslâmî sistemleri eleştirmek, îtirâz etmek ve bâtıl sistemlere ve yollara isyân etmeden ve o yollardan uzaklaşmadan olmaz. Şeytanın, nefsin ve tâğutların yollarına ayak uydurmaktan vazgeçmeden İslâm’a ayak uydurabilmek zinhar mümkün değildir. Mevcut lâik, seküler, demokratik ve modern sistemin kurallarına aykırı davranmadan İslâm’ın yoluna girilemez ve o yolda uygun-adım yürünemez, yâni İslâm’a ayak uydurulamaz. Mevcut şeytânî sistem içinde İslâm’a ayak uydurmak ve İslâm yolunda sağlamca yürümek mümkün değildir. Zîrâ İslâm hiç-bir sistemin tâkipçisi değildir. O sâdece, Allah’ın, sünnetullah ve vahiy ile çizip göstermiş olduğu en ideâl ve en muazzam sistem ve yoldur ki, bu muazzamlık kâinâtın her yerinde apaçık şekilde görülebilmektedir. Fakat bu, İslâm’a ayak uyduramayanlar yada ayak uydurmayı istemeyenler, hele İslâm’ın yolu yerine şeytanın, nefsin ve beşerin yollarına meftûn ve râm olmuş olanların idrâk edebileceği bir şey değildir.

 

Ey insanlar ve ey müslümanlık iddiâsında bulunanlar!; siz gerçekten İslâm’ın yolunun ne olduğunu biliyor musunuz?. İslâm’ın o dosdoğru yolunda sapasağlam yürümenin ne demek olduğunu biliyor musunuz?. Eğer biliyorsanız, üzerinde olduğunuz ve gittiğiniz mevcut seküler yolun İslâmî bir yol olmadığını da biliyor olmalısınız. Böyle olunca da aslında İslâm’a ayak uydur(a)madığınızı, onun yerine; şeytanın, nefsin, tâğutların ve sistemin çizdiği yolda boynunuza “müslüman” tabelası asarak bâtıl yolda uygun-adım gittiğinizi de fark etmiş olmanız gerekir. En başta bunu îtirâf etmeden, sonra da bu yoldan nefret etmeden ve büyük bir azîm ve karalılıkla bu yoldan ayrılmadan İslâm’ın yoluna giremezsiniz. İslâm’ın yoluna girmedikçe de Hakkın yolunda uygun-adım yürümeniz ve böylece İslâm’a ayak uydurmak dirâyetini göstermeniz mümkün olmayacaktır. Eğer bu dirâyeti göster(e)meyecekseniz, ne olur bâri gölge etmeyin, engel çıkarmayın. Çünkü İslâm’ın yolu gölgeler ve karanlık içinde yürünecek bir yol değildir. Ayak uydur(a)madığınız ve bu nedenle yoldan çıkıp başka yollarda uysal-uysal yürümenize rağmen o yolu İslâm’ın yolu gibi görmeniz ve kabûl etmeniz hakkâniyetli değildir. Şunu da bilin ki, insanları da “İslâm’ın gerçek yolu” diyerek o bâtıl ve sapkın yollara çağırmanız, onların da günahlarını yüklenmenize yol açacaktır.

 

En iyisi mi, gelin “biz İslâm’ın yoluna ayak uyduramadık ve aslında uydurmadık, uydurmak istemedik. Çünkü İslâm’a ayak uydurmak bize zor geldi-geliyor, üstelik İslâm’ın yolu bize zevkli, keyifli ve sevimli gelmedi-gelmiyor” deyin de durumunuzu îtirâf edin. Çünkü gittiğiniz mevcut yol İslâm’ın yolu değildir. Çünkü eğer İslâm’ın yolu olsaydı, İslâm’a ayak uyduran peygamberler ve onlarla birlikte olanların yaptığı gibi, ya güçlü bir ses ve söz yükselterek hakîkati apaçık şekilde dile getirmeli ve ortaya koymalı, sonra da İslâm’ın yolu dışındaki diğer tüm yolları ber-tarâf ederek Allah’ın belirlediği İslâm’ın yolunu hâkim kılma gayreti içinde olmalıydınız ki zâten İslâm’ın farkını göstermenin ve hâkim kılmanın başka da bir yolu yoktur. Çünkü sünnetullah değişmez ve Allah kendi yolunda gidenlere yollarını açar. Böyle olmadığına göre demek ki gittiğiniz yol İslâm’ın doğru-düzgün yolu değildir. Zîrâ İslâm’a ayak uydurul(a)mamakta, işin kötüsü, uydurulmak da istenmemektedir.

 

Doğu’nun batı karşısında (modernizme göre) -görece- geri kalmasının nedeni, “doğu’nun gerilemesi” değil, “batı’nın hızlı ilerlemesi”dir. Doğu’nun o “hızlı ilerlemeye” ayak uydur(a)mamasının nedeni ise, batı’nın ilerleme tarzının din-merkezli olmadığından dolayı mutlakâ zulüm üretecek olmasıydı ki bu modern ilerlemenin faturasını mazlumlar ağır bir şekilde ödemişlerdir-ödüyorlar. Yâni doğu, batı tarzında ilerleseydi, batı gibi zâlim olurdu. Demek ki ayak uydurulması gereken sistemin ve yolun mutlakâ hakkâniyetli bir yol olması gerekir ki o yol sâdece İslâm’ın yoludur ve o yolda sâdece İslâm’a adanarak ayak uydurabilenler sağlamca yürüyebilirler.   

 

Mevcut dünyâya bakıldığında İslâm’ın yolunda gidilmediği ve İslâm’a ayak uydurul(a)madığı apaçık görülmektedir. Allah kendi yolunda gidenlere yollarını açacağını ve yolunu kolaylaştıracağını vaâd ediyor. Lâkin İslâm’ın yolu Kur’ân’da apaçık bir şekilde gösterilmesine rağmen İslâm’ın yolunda yürünmediği için Allah yollarını açmıyor ve kolaylaştırmıyor. Çünkü İslâm’a hakkıyla ayak uydurulmuyor. Allah, insanlara yollarını açmadığına ve yardımını ulaştırmadığına göre, demek ki müslümanlık iddiâsında bulunanlar İslâm’ın yoluna uymuyor ve İslâm’a ayak uyduramıyor yada uydurmuyor. Bu apaçık ortadadır. Çünkü başka yollara sapılmıştır ve modernizm ile birlikte modern insan ve modern müslümanlar kelle-başı farklı bir yola girmişlerdir ve de herkes kendi yolunu “en doğru yol” yâni İslâm’ın yolu zannetmektedir. İşte müslümanların hâl-i pür melâllerinin nedeni budur.

 

İslâm, tüm zamanlarda bâtıl yollar yerine, vahyin ışığında kendi dosdoğru yolunu çizmiş ve o yolda nasıl yürüneceğini de peygamberleri ile göstermiştir. Artık insanlara düşen şey, İslâm’ın o dosdoğru yolunda uygun-adım yürümek ve aynen güzel-örneklik sâhibi peygamberler ve onlarla birlikte olan mü’minler-müslimler gibi, her türlü zorluğu göze alarak ve üstün gayret ve azim göstererek, İslâm’ın yolunda uygun-adım yürümek yâni İslâm’a ayak uydurmaktır. Bunun başka çâresi ve yolu yoktur. Akif’in dediği gibi; “yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar bir yol”.

 

“Onların söyledikleri: ‘Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı (bastıkları yerde) sağlamlaştır ve bize kâfirler topluluğuna karşı yardım et’ demelerinden başka bir şey değildi” (Âl-i İmran 147).

 

Evet; İslâm’a ayak uydurmak yada uydur(a)mamak.. İşte bütün mesele bu!.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2021

 

 

 

Devamını Oku »

24 Nisan 2022 Pazar

Kur’ân’ı “Kur’ân-Merkezli” Okumak

 

“Yoksa (elinizde) ders okumakta olduğunuz bir kitap mı var?. İçinde, neyi seçip-beğenirseniz, mutlakâ sizin olacak diye. Yoksa sizin için üzerimizde kıyâmete kadar sürüp gidecek bir yemin mi var ki, siz ne hüküm verirseniz o, mutlakâ sizin kalacak diye” (Kalem 37-39).

 

“..Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

 

Kur’ân’ı okumuş-okuyor olmakla, Kur’ân’ı “Kur’ân-merkezli okumak” farklı şeylerdir. Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli okumak, Kur’ân’ı Kur’ân bütünlüğüne göre tam bir teslîmiyetle okumak, idrâk etmek ve bu idrâke göre amel-eylemde bulunmakla sonuçlanan bir okuma-tarzıdır ki Allah’ın bizden istediği okuma-şekli budur. Peygamberimiz’in ve o’nunla birlikte olanların “güzel örneklik” olarak Kur’ân’ı okuması ve de Kur’ân-merkezli yaşaması böyle olmuştur. Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli olarak okumak, “göklerde olduğu gibi, yeryüzünde ve insanlar arasında; sosyâl, kültürel, ekonomik, siyâsî, hukûkî, kânûnî, askerî,  ilmî vs. her alanı Kur’ân-merkezli okumak ve Kur’ân’ı aynen göklerde olduğu gibi, hayâtın bahsedilen tüm alanlarında hâkim kılmak için okumak” demektir. Allah Kur’ân’ı bunun için indirmiştir ki İslâm’ın özü olan tevhid işte bu demektir.

 

Peki Kur’ân, Kur’ân-merkezli okumanın dışında bir okuyuşla da okunur mu?. Aslında samîmi, ciddî ve gayretli ve de hayâtını Kur’ân’a adamış olanlar için Kur’ân, Kur’ân-merkezli okuma dışında okunamaz. Çünkü mü’minler Kur’ân’ı iç-âlemlerde hâkim kıldıktan sonra dış-âlemde yâni hayâtın her alanında da hâkim kılmak hedefindedirler ki bu ancak Kur’ân’ı merkeze alarak olabilecek bir şeydir. Kur’ân-merkezli okumanın ve yapmanın amacı budur. Kur’ân ancak Kur’ân-merkezli okunduğunda ve amel-eyleme döküldüğünde bu hedefe ulaşılabilir. Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli değil de beşerî şeyleri merkeze alarak okumak ise, Kur’ân’dan tâviz vermeye ve dolayısı ile Kur’ân’dan uzaklaşmaya neden olur. Târih boyunca hem Kur’ân’dan önceki tüm vahiylerin hem de Kur’ân’ın vahiy-merkezli olmayan okumaları mutlakâ vahiyden tâviz vermekle sonuçlanmıştır. Kur’ân’dan ancak Kur’ân-merkezli okunduğunda tâviz verilmez. Kur’ân-merkezli olmayan tüm Kur’ân okumaları, mecbûren Kur’ân’dan tâviz vermeyle sonuçlanır. Zîrâ Kur’ân’dan tâviz vermeden beşerî şeyleri merkeze almak müslümanlar için mümkün değildir. Kur’ân’dan verilen her tâviz, merkeze alınan şeyi Kur’ân’ın önüne geçirir. Başka şeyleri Kur’ân’ın önüne geçirenler Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli okumamaktadırlar, okuyamazlar.

 

Kur’ân ya Kur’ân-merkezli yâni Allah-merkezli olarak yada beşer-merkezli olarak okunur. Beşer-merkezli olarak yapılan Kur’ân okumaları bizzat Kur’ân’a aykırı olduğundan dolayı bâtıldır: Şüphesiz, sana bu Kitabı hak ile indirdik; öyleyse dîni yalnızca O’na hâlis kılarak Allah’a ibâdet et” (Zümer 2).

 

Müslümanlar hayâtı “Kur’ân-merkezli” okumuyorlar ve meselâ günümüzde Kur’ân’ı “modernite-merkezli” okuyorlar. Böyle olunca da Kur’ân modernitenin ve zamânın öznesi olacağına nesnesi olmuş oluyor. Kur’ân özne yerine “nesne” olunca, müslümanlar da Kur’ân yerine modernitenin gölgesinde düşünüyor, okuyor, yazıyor, konuşuyor ve davranıyorlar. Sonuçta da modernitenin ve zamânın nesnesi oluyorlar. Mevcut rezillikleri hep, merkeze ilâhî olanı değil de beşerî olanı almalarından dolayıdır. Bu nedenle Kur’ân-merkezli okumada Kur’ân mutlak anlamda merkezde olmalıdır. Kur’ân “mutlak” anlamda merkezde olmadığında merkeze başka şeyler alınmaya başlar ve artık her-şey Kur’ân-merkezli okunacağına, beşerî şeyler merkeze alınarak okunur ve dolayısıyla Kur’ân tahrif edilmeye başlanır ki târih boyunca vahyin tüm tahrifleri bu şekilde olmuştur. Kur’ân, Kur’ân-merkezli okunmadığında onu tahrif etmek kaçınılmazdır. Bu tahrif günümüzde müslümanlar tarafından aşırı modern-beşerî yorumlamayla yapılmaktadır. Aşırı yorum, Kur’ân’ın Kur’ân-merkezli okunmamasından dolayı yapılmaktadır. Beşerî şeylere olan bağlılık, Allah’a olan bağlılığı aşmış olduğu için, Kur’ân’ı beşer-merkezli okuma meyli artmıştır.

 

“Müslümanım!” diyenlere baktığınızda, ellerinde sürekli olarak Kur’ân var. Kendilerini Kur’ân talebesi, Kur’ân okuyucuları, Kur’ân halkaları, Kur’ân meclisleri, Kur’ân aşıkları vs. olarak kabûl ediyorlar ve gösteriyorlar. Fakat zihinlerini/kâlplerini Kur’ân inşâ etmemiş ki!. Zîrâ Kur’ân-merkezli değiller. Mutlak anlamda Kur’ân-merkezli değiller. Bu nedenle de eylemlerini Kur’ân-merkezli yapmıyorlar-yapamıyorlar. Söylemleri ile eylemlerinin bir-birini tutmamasının nedeni budur. Böyle olduğu için hayâtı Allah adına okumamış oluyorlar. Allah adına okunmayan hayat mecbûren beşer adına okunmaya başlıyor. Hayattaki davranışlar da hayâtın neyi merkeze alarak okunduğuna göre belirleniyor.

 

Kur’ân’ı, Kur’ân-merkezli olarak okumayanlar hangi merkezde, neyi merkeze alarak okuyorlar?. Elbette beşerî olan şeyleri merkeze alarak okuyorlar. Peki bunlar nedir?.  Kur’ân’ın Kur’ân-merkezli olmayan okumalarını yedi maddede şöyle sıralayabiliriz..

 

1- Kur’ân’ı gelenek-merkezli okuyorlar. Kur’ân’ı gelenek-merkezli okumak, aslında onu “okumak” değil “tilâvet etmek”tir. Çünkü geleneksel okumalarda Kur’ân kişinin anladığı dilde değil de Arapçasından yâni “Kur’ân’ı yüzünden okumakla” oluyor. Arapça bilenler Kur’ân’ı yüzünden okuyabilirler elbette. Kişi, Kur’ân’ı anlamadığı dilden yâni Arapçasından da okuyabilir, bunda yanlışlık yoktur. Fakat bu, “Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli okumak” demek olmaz. Bu sâdece “mushaf tilâveti”dir. Çünkü Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli okumak, hayâtı Kur’ân-merkezli okuyup inşâ etmek ve Kur’ân’ı hayâta hâkim kılmak için okumaktır. Kur’ân’ı yüzünden okuyarak bunun yapılamayacağı çok açıktır. Kur’ân’ı yüzünden okuyarak yâni tilâvet ederek İslâm’ı hayâta hâkim kılmak söz-konusu değildir. Kur’ân’ı hayâta hâkim kılmak için onu tam kâlbinden okumak gerekir.

 

Geleneksel okumada merkezde Kur’ân değil, aralarında sahih olanların da karıştığı hadisler ve rivâyetler vardır. Sayıları milyonlara varan hadisler, sözler ve rivâyetlerin büyük çoğunluğu (ki bu rakam kanımca %99 oranındadır. Çünkü sünnîlerin ve şiîlerin ellerinde bulunan kayıtlardaki mevcut hadis ve rivâyet diye geçen sözlerin sayısı, 1 milyonu sünnîlerin 1 milyonu da şiîlerin olmak üzere 2 milyonu bulmaktadır. İşte bu kayıtların %99’u kanımca uydurmadır hattâ bir-çoğu da zırvalıktır. Zâten en başta bunlar Kur’ân’ın kendisine aykırıdır. Kur’ân’a aykırı olan sözler bâtıldır. Zîrâ İslâm demek Kur’ân demektir. İslâm’ın temel kaynağına aykırı olan şey İslâm’dan değildir. Geleneksel okumalarda merkeze Kur’ân alınmamakta ve sahihi uydurmasından ayıklanamamış rivâyetler ve -sözde- hadisler alınmaktadır. Böylelikle Kur’ân, bu rivâyetlerin nesnesi yapılmaktadır. Çünkü gelenek-merkezli okumalarda Kur’ân bu rivâyetlere göre anlaşılmak istenmektedir. Bu durum bâriz bir şekilde Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli okumamaktır.  

 

2- Kur’ân’ı lîder, şeyh, hoca-efendi ve üstad-merkezli okuyorlar. Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli okumak kayıtsız-şartsız Kur’ân bütünlüğüne göre okumaktır. Kur’ân’ı, çok sevilen, saygı duyulan, korkulan ve körü-körüne tâkip edilen dünyevî-mânevî lîderlerin düşüncelerini, arzularını, zanlarını, sözlerini, yazılarını, konuşmalarını ve yaptıklarını merkeze alarak ve bunlara uygun düşmesi şartıyla okuyorlar. Uymadığında ve aykırı düştüğünde ise uyana kadar yorumlamaya tâbi tutuyorlar. Bu uğurda Kur’ân’a işkence ederek ona söylemediği şeyleri zorla söyletmeye kalkıyorlar. Bu tür bir okuma aslâ Kur’ân-merkezli bir okuma değildir. Merkezde Kur’ân olmayan tüm okunmalar, “Kur’ân’ı nesneleştirme ve birlerinin maşası hâline getirmek” demektir.   

 

3- Kur’ân’ı modern ideolojileri merkeze alarak okuyorlar. Kur’ân’ı lâik, seküler, demokratik, milliyetçi, feminist, kapitâlist, sosyâlist, komünist, ırkçı, modern ne kadar düşünce, ideoloji, sistem ve beşer-merkezli yapılanma varsa ona uydurarak okuyorlar. Tabi sonuçta ortaya bir-çok absürd okumalar ve yorumlar çıkıyor. Kur’ân bu ideolojilerin ve sistemlerin nesnesi yapılmaya çalışılıyor. Oysa Kur’ân’ın kendine-has bir düşüncesi, felsefesi, ideolojisi ve yapılanması vardır ki bu sâdece İslâm’a-Kur’ân’a has bir yapılanmadır. Bu yapılanma beşerî hiç-bir ideolojiye ihtiyaç duymaz ve tam-aksine beşerî olan her-şey Kur’ân’a muhtaçtır. Fakat gelin-görün ki, çıkarlarına, arzularına yada eksik-yanlış düşüncelerine ve körü-körüne olan inançlarına uydurmak için Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli değil de beşerî ideolojileri merkeze alarak okuyorlar ve Kur’ân’a şirk koşmuş oluyorlar.  

 

4- Kur’ân’ı tasavvuf/târikat-merkezli okuyorlar. Bu minvâlde başlıyorlar sonsuz yorumlar yapmaya. Kendilerine göre yorum yapmadan Kur’ân’ı okuyamıyorlar. Mistisizm, bâtınîlik, tasavvuf ve târikatlar, Kur’ân’ı olduğu gibi kabûl edemedikleri için Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli olarak okuyamazlar. Çünkü Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli olarak okuduklarında kendilerine ihtiyaç kalmaz, tasavvufa ve târikata ihtiyaç kalmaz. Hele kendilerini gavs ve kutup adı altında ilah zannedenlere hiç ihtiyaç kalmaz. Bu nedenle aslında tasavvuf ve târikatlar Kur’ân’ı sevmezler ve hattâ bi-ince gıcık da olurlar. Kur’ân’ın “avam için” olduğunu söylemeleri bu nedenledir. Çünkü zâten kendilerine sürekli olarak “tecelli” adı altında vahiy inmektedir. Hem de aracısız bir şekilde.

 

Tasavvuf ve târikat, “Allah’tan başkalarına körü-körüne olan bağlılık” demektir. Kur’ân ise, Allah dışındaki bağlılıkları kabûl etmez ve şirk olarak görür. Kur’ân apaçık bir Kitap’tır ve ciddî, samîmî, gayretli ve odaklanarak yapılan okumalarda yâni Kur’ân-merkezli okumalarda kişinin her-şeyi anlayıp idrâk etmesini sağlayabilecek çapta bir Kitap’tır. Öyle yoruma falan muhtaç değildir. Kur’ân üzerine yorum yapılabilir fakat bu yorumlar da yine Kur’ân-merkezli olmak zorundadır. Kur’ân bütünlüğüne uygun olmayan ve aykırı olan tüm yorumlar eksiktir, yanlıştır, bâtıldır.

 

Tasavvufta Kur’ân âyetlerinden bahsedilir fakat bu âyetler hep yorumlanmış şekildedir. Hem de öyle bir yorumlanır ki, Kur’ân’ın-âyetlerin söylediklerinden bambaşka sözler ve anlamlar açığa çıkar. Meselâ Kur’ân “ana-babaya öf bile demeyin” der. Bu ne kadar da açık bir sözdür. “Ana-babanıza bağırıp-çağırmayın, onlara kaba davranmayın, kötü söz söylemeyin” diyor Kur’ân. “Yanınızda yaşlanırlarsa onlara öf bile demeyin” diyor. Bunlar ne kadar da açık sözlerdir. Âyette söylenen şey budur ve bunun başka bir anlamı yoktur. Ne deniyorsa odur. Bu çok açık bir âyettir. Fakat tasavvufçular bu apaçık ve kesin olan âyete bile yorum yaparlar ve ana-baba kelimesini siyah-beyaz, bâtınî-zâhiri, madde-mânâ vs. gibi uçuk-kaçık şekilde yorumlarlar. Böylece “zâhirî olana öf bile denmeyeceği gibi, bâtınî olana da öf bile denmez” demeye getirerek tasavvufu aklamaya çalışıyorlar. Zâten tasavvuf ve târikatlar Kur’ân’ı yorumlamadan ve olduğu gibi kabûl edip de okuyamazlar ve uygulayamazlar. Çünkü tasavvuf ve târikatların bir felsefesi vardır, kendilerine özel düşünceleri, terimleri ve uygulamaları vardır ki bunlar hem Kur’ân’da yoktur hem de Kur’ân bütünlüğüne aykırıdır. Fakat tasavvufçular buna rağmen Kur’ân’ı ancak bu felsefe ve uygulamalara uygun olursa kabûl ederler yada Kur’ân’ı ona uygun olarak yorumlarlar. Tabi yapılan yorumların neredeyse hepsi de Kur’ân bütünlüğüne ve Kur’ân-merkezliliğe aykırıdır. Söylenenlerin ve yapılanların Peygamberimiz’de bir örneği de yoktur. Tüm bunlar, Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli olarak okuyup kabûl etmemek ve onun yerine nefislerini, çıkarlarını ve körü-körüne olan inançlarını merkeze almış olmalarından dolayıdır. 

 

5- Kur’ân’ı sosyâl-medya merkezli okuyorlar. Hakîkat ancak ve ancak Kur’ân-merkezli olarak kavranabilir, “sosyâl-medya merkezli” olarak değil. Fakat bilinçli olarak sosyâl-medyada İslâm ve Kur’ân ile ilgili bir söz ve yorum ortaya atılıyor ve artık o yorum “en popüler yorum” olarak kabûl ediliyor. O yoruma uygun olmayan yorumlar inkâr ediliyor. Oysa sosyâl-medyada yapılan yorumların çoğu Kur’ân-merkezli yapılan yorumlar değildir. Zîrâ sosyâl-medyada da Kur’ân, Kur’ân-merkezli olarak okunmamaktadır. Çünkü sosyâl-medya, hakîkati değil, sanal-sûnî olanı, sürekli değişeni ve popüler olanı merkeze alır. Bu yüzden de sosyâl-medyada Kur’ân’ın Kur’ân-merkezli okunması ve yorumlanması mümkün değildir. 

 

6- Kur’ân’ı modernizm-merkezli okuyorlar. Modernizmin hem ağır baskısı ve kuşatması altında bunalmış ve yenilmiş olmanın ortaya çıkardığı eziklik ve kompleksin etkisiyle, hem de modernizme râm, meftûn ve hayrân olmanın vermiş olduğu etkiyle, Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli değil de modernizm-merkezli olarak okuyorlar. Bu nedenle de modern dünyâya uymayan Kur’ân âyetlerini mecbûren aşırı yoruma tâbi tutuyorlar ve onu modernizme uydurana kadar zorluyorlar. Çünkü Kur’ân’ı olduğu gibi kabûl edemiyorlar. Zîrâ merkeze Kur’ân’ı değil de modernizmi almışlardır. Çünkü modernizmi “insanlığın ulaşmış olduğu en ileri nokta” olarak görüyorlar. Modernizmi en ileri nokta olarak gördükleri için de kendilerini, eski zamanlara dayanan Kur’ân’ı modernizme uydurmak zorunda hissediyorlar. Kur’ân’ın gerçek anlamının modernizme uydurulmasıyla açığa çıkacağını zannediyorlar yada işlerine öyle geliyor. Kur’ân’ı takmayan modernistler zâten konuyla ilgilenmiyorlar ama kendilerine müslüman diyen ve Kur’ân’a bağlı olduğunu söyleyen modernistler de onu ancak modernizme tam uygunluğuna göre okuyup kabûl edebiliyorlar. Modernizme uymayan hiç-bir âyeti aşırı yorumla başkalaştırmadan kabûl edemiyorlar. Modernizmin modern insana sunduğu dünyâlıklardan vazgeçemeyecek ve onları elinin tersiyle itemeyecek olanlar mecbûren Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli olarak değil de modernizm-merkezli olarak okuyorlar. Zîrâ Dünyâ’yı ıskalamaktan korkuyorlar. Dünyevî zevklerden mahrûm kalmaktan korkuyorlar. Modernizmin kendilerine sunduğu maddî olanaklardan ve îtibardan mahrûm kalacaklarından korkuyorlar. Allah’tan değil de bunlardan korkuyorlar. Bu nedenle de Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli değil de modernizm-merkezli okuyorlar. Fakat bu-şekilde okuyunca zırvalıktan başka bir yorum ve davranış ortaya çıkmıyor. Kur’ân’ı hayâta geçirip yaşamak ise söz-konusu bile edilmiyor.

 

7- Kur’ân’ı modern-bilim ve teknoloji-merkezli okuyorlar. An îtibârıyla modern insanın dini-imanı modern-bilim ve teknoloji olmuştur. Modern-bilim ve teknolojiye âdetâ tapılmaktadır. Öyle ki modern-bilim ve teknolojiye yönelik bir eleştiri bile yapmaktan korkulmaktadır. Fakat aslında günümüzde Kur’ân en çok da modern-bilim ve teknoloji ile tahrif ediliyor ve nesneleştiriliyor. Kur’ân’ı modern-bilime uydurabilmek için âyetlerle hiç alâkası olmayan absürd yorumlar yapılıyor.

 

Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli olarak değil de modern-bilim merkezli okuyanlar, Kur’ân’ın modern-bilim olmadan anlaşılamayacağını ve anlaşılmadığını söylüyorlar. Kur’ân’ın bizzat kendisine indiği Peygamberimiz’in ve sahabenin Kur’ân’ı anlayamadığını ve Kur’ân’ın ancak modern-bilim ile anlaşılabildiğini söyleyerek Peygamberimiz’i câhillikle ithâm etmiş oluyorlar ve ağır bir küstahlık yapıyorlar. Kur’ân’ın ancak modern-bilim ile anlaşılabileceğini söylemenin küfür olduğunu, Kur’ân’a şirk koşmak olduğunu idrâk edemeyecek kadar beyinleri-zihinleri modern-bilim ve de teknoloji ile büyülenmiş ve örselenmiş durumdadır.

 

Aslında bilim-perestler  modern-bilime Kur’ân’dan daha çok güveniyorlar, daha çok bağlılar, daha çok seviyorlar ve daha çok güveniyorlar. Bu nedenle de merkeze Kur’ân’ı değil de modern-bilimi koyuyorlar. Kur’ân ile modern-bilim arasında ortaya çıkan bir çelişkide, modern-bilimi değil de Kur’ân’ı yorumluyorlar ve modern-bilime uydurmaya çalışıyorlar. Sanki modern-bilim hiç şaşmaz ve yanılmaz gibi. Oysa modern-bilimin Dünyâ-dışı verilerinin %90’ı, Dünyâ-içi verilerinin %60’ı eksik ve yanlıştır, yanlış çıkıyor. Teorilerin sürekli olarak yanlışlanması ve değişmesi (yanlışlanabilirlik ilkesi) bu nedenledir. Bu yüzden meselâ doğala, normâle ve fıtrata birebir uygun olan Kur’ân-merkezli apaçık hakîkatleri kabûl etmekte zorlanırlarken, “kara-deliğin fotoğrafı” olarak gösterilen “uyduruk” bir “sentez resim”e, hiç-bir eleştiri-îtirâz getirmeden ve hiç sorgulamadan ânında îman edebiliyorlar. Modern-bilime olan bu sorgusuz-suâlsiz ve kayıtsız-şartsız “mutlak îman ve güven”in nedeni nedir?. Bunun nedeni, “müslümanım!” demelerine rağmen merkeze Kur’ân’ı değil de modern-bilimi ve de teknolojiyi almış olmalarıdır. Zîrâ gerçekten kayıtsız-şartsız îman ettikleri şey İslâm ve Kur’ân değil, modern-bilimin, çoğu eksik ve yanlış verileri ve teorileridir, yâni modern-bilimdir.

 

Bunlar Allah’a, İslâm’a ve Kur’ân’a değil de gayr-i İslâmî, gayr-i Kur’ânî şeyleri daha çok seviyorlar, aslında gerçek anlamda onlara bağlılar ve bu nedenle de merkeze mutlak anlamda Kur’ân’ı değil de beşerî olanı alıyorlar. Kur’ân ve modern-bilim arasında kalsalar, inanın bir-çoğu modern-bilimi seçer. Kur’ân’ı bu nedenle merkeze alamıyorlar. Zâten îtibarlarını onlara Allah’ın ve Kur’ân’ın değil de modern-bilimin verdiğini hissediyorlar ve biliyorlar. Merkeze modern-bilimi değil de Kur’ân’ı aldıkları anda tüm îtibarlarını yitireceklerinin farkındadırlar. Zîra sistem, merkeze Kur’ân’ı değil, beşerî olanı almıştır ve ancak beşerî olanı merkeze alanların önünü açmakta ve onlara dünyâlık îtibar kazandırmaktadır. 

 

Evet; bütün’den koparılan parçalar, bir süre sonra “bütün” ile kavga etmeye ve hattâ “bütün”ü reddetmeye başlarlar. İslâm, ilim-amel bütünlüğüdür. Kâlpler gerçek anlamda ne malla-mülkle-parayla, ne de makamla-güçle huzûr bulur. Kâlpler ancak ve ancak Allah’ın zikriyle; yâni ilim, amel ve eylem bütünlüğü ile tatmin bulur. Müslümanların bir türlü sağlayamadığı şey budur.

 

Kur’ân’ın yorumu Kur’ân bütünlüğüne ve Sünnet’e göre olmalıdır, moderniteye ve keyfe göre değil. Çünkü Kur’ân-merkezli okumak, Kur’ân-merkezli “yapmak” demektir. Kur’ân-merkezli okumak, Kur’ân-merkezli yapmayı gerektirir. Sünnet denilen “güzel örneklik”, Hz. Muhammed’in Kur’ân-merkezli örnekliği ve siyâsetidir. Sünnet, ilk İslâm toplumunun Kur’ân-merkezli tatbikâtıdır. Allah’ın kâinâta koyduğu sünnetullah yasası, “sâdece Kur’ân” şeklinde değil, “Kur’ân ve Sünnet bütünlüğü” şeklinde tezâhür eder. Zîrâ İslâm sâdece bilmenin değil, bildikten, idrâk ettikten ve belli bir bilince erdikten sonra “yapmakla” yâni amel-eylem ile tamamlanır. Bu yapmanın en güzel örnekliği ise Ahzâb 21. âyette “güzel örneklik” olarak söylenen ve literatürde Sünnet denilen, Peygamberimiz’in Kur’ân-merkezli yaşamıyla tezâhür eder. Kur’ân-merkezli olmak, Kur’ân-merkezli okumaktan sonra Kur’ân-merkezli yapmayla tamamlanır. Peygamberimiz’de ve tüm peygamberlerde görülen ideâl yaşam-şekli, vahiy-merkezli okuma ve yaşamayla ortaya çıkar. Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli okumayanlar ise beşer-merkezli yaşarlar. Beşer-merkezli okuyanlar ve yaşayanlar, İslâm-merkezli değildirler, çünkü Kur’ân-merkezli değildirler.  

 

İslâm söz ve amel bütünlüğüdür. Kur’ân sâdece bilmenin değil, bildikten sonra yapmanın da yolunu öğretir. Bu öğreti, Peygamberimiz’in güzel örnekliği ile gösterilir ve tamamlanmış olur. Kur’ân-merkezli okumaların dışındaki tüm okumalar, ya hiç amel-eylemle ilgilenmezler yada sâdece iç-âlemlerin inşâsı için amele başvururlar. Oysa Kur’ân iç-âlemlerin inşâsından sonra dış-âlemi de inşâ etmek ve hayâtın her alanına hâkim olmak isteyen bir din’dir. Bu ise ancak Kur’ân-merkezli okumayla ve amel-eylem ile olabilir. Peygamberler bunun örnekliğini yapmışlardır.

 

Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli değil de beşer-merkezli olarak okuduğunuzda, İslâm’a, Kur’ân’a, Peygamber’e ve dîne gerek bile duyulmaz. Merkeze aldığınız şey, eğer kâlbiniz de “temiz” ise size yeter. Lâkin böyle bir durumda mü’minliğiniz kalmaz ve müşrikliğe adım atmış olursunuz.   

 

Kur’ân’ı, adanmış bir kâlple okumak önemlidir. Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli olarak okumak, İslâm’a ve Kur’ân’a adanmadan olmaz. Kur’ân’a adanmadığınızda, onu samîmi, ciddî ve gayretli bir şekilde okumadığınızda ve de Kur’ân’ı idrâk edip de ameliniz-eyleminiz Kur’ân’a göre olmadığında, Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli okumadığınız ortaya çıkar. Tüm hayâtınızı İslâm ve Kur’ân’a adadığınızda ancak, Kur’ân-merkezli olmuş olursunuz:

 

“O’nun hiç-bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim. De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayâtım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır” (En-âm 162-163).

 

Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli okumak, kardeşler olmuş bir İslâm toplumu kurmak, zâlime ve zulme direnmek, vazgeçebilmek, İslâm Devleti kurmak ve bir İslâm medeniyeti başlatmak ideâli ve hedefiyle okumaktır. Yoksa Kur’ân sâdece iç-âlemlerin gelişmesi, zihinlerin ve beyinlerin orgazmı, arzuların tatmini, bilgili olmak vs. için indirilmiş değildir. Kur’ân, Kur’ân-merkezli okunarak, kişinin ilk önce iç-âlemini, sonra da dış-âlemi inşâ etmek ve hayâtın her alanına ve mekânına hâkim olmak için indirilmiştir. Çünkü Kur’ân Allah’tandır. Kur’ân’ın Allah’ın sözü olması, onun iç ve dış-âlemde mutlak hâkim olmasını gerektirir. Bu nedenle Kur’ân’da şöyle denir:

 

“Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).

 

“Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli okumak ve hayatı Kur’ân-merkezli dokumak” mü’minlerin en esaslı görevidir. Bunun için ilk önce iç-âlemleri Kur’ân-merkezli olarak inşâ etmek şarttır. Zîrâ içlerini aydınlatamayanlar dışlarını aydınlatamazlar.

 

Bir kâlpte iki sevgi olmaz; ya Kur’ân’ı merkeze alırsınız yada mecbûren beşerî olanı. Kur’ân’ı merkeze aldığınızda Kur’ân sizin hem iç-âleminizi hem de dış-âlemi inşâ eder. Kararlı ve azimli olursanız her iki âleme de Kur’ân’ı hâkim kılarsınız. Böylece Allah göklerde “tek İlah” olduğu gibi yeryüzünde de “tek İlah” olur ve tevhid tezâhür eder ve din tamamlanır. Fakat beşerî olanı merkeze aldığınızda, Dünyâ’dan ancak geçici ve sınırlı bir fayda görürsünüz. Âhirette ise Allah’ın sözüne ve Kitabına değil de, şeytanın, nefsin, tâğutların, arzuların doğrultusunda körü-körüne inanışları merkeze alıp ona göre düşünüp davrandığınız için büyük pişmanlıklar yaşarsınız.

 

Ne yapmalı? diye sormaya gerek yok. Kur’ân-merkezli okuyarak bilgi-bilince ermek, Sünnet-merkezli amelde-eylemde bulunarak îmânı ispât etmek. İslâm budur.

 

Biz bu Dünyâ’ya Kur’ân-merkezli okumaya, yaşamaya ve yine Kur’ân-merkezli olarak ölmeye geldik. Kur’ân-merkezli yaşayanlara ve ölenlere selâm olsun!.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2022

 

Devamını Oku »

19 Nisan 2022 Salı

Güce Tapmak


“Onların (o ilahların) kendilerine yardım etmeye güçleri yetmez; oysa kendileri onlar için hazır bulundurulmuş askerlerdir” (Yâsîn75).

 

“O’nun dışında, hiç-bir şeyi yaratmayan, üstelik kendileri yaratılmış olan, kendi nefislerine bile ne zarar, ne yarar sağlayamayan, öldürmeye, yaşatmaya ve yeniden diriltip-yaymaya güçleri yetmeyen bir-takım ilahlar edindiler” (Furkân 3).

 

İnsanların fıtratında “güçten yana olma” inancı ve güdüsü vardır. Fakat bahsedilen bu güç, sınırlı, zayıf ve göreceli olan güç değil, “mutlak bir güç”tür ki bu güç sâdece Allah’a mahsustur. Zâten tevhid, “göklerde ve yerde mutlak güç-sâhibinin sâdece Allah olması”, şirk, küfür ve zulüm ise, “Allah’tan başka kendisinde güç vehmedilen kişiler ve şeyler olduğuna inanarak, Allah yerine yada Allah ile birlikte bu güç vehmedilenlere sığınmak, onlardan medet ummak” demektir. Târih boyunca insan, kendisini iki nedenden dolayı “ilah” îlan etmiştir: Maddî güç ve bilgi. Tabi bu durum, “hakîki ve sonsuz ilim ve güç-sâhibi olan Allah” hesâba katılmadığı için ortaya çıkmaktadır.

 

İnsanlık târihinin en büyük sorunu, “güce tapmak” ile ilgilidir. Mutlak güç-sâhibi Allah yerine kendisinde güç vehmedilenlere tapmak sorunudur bu. “En Güçlü” varken, kendisinde güç vehmedilenlere uymak şirktir ki şirk tam da budur. İnsanlar ama özellikle müslümanlar bir karar vermelidir. Küresel tâğutlara ve maddî güçlere göre mi kendini konumlandıracaklar, yoksa sonsuz kudret sâhibi olan Allah’a göre mi?.

 

İnsanların ana-yanlışı, “En Büyük Güç” varken, “sözde güçlüler”den medet ummasıdır. Şirk; kudreti sonsuz-sınırsız olan Allah var iken, kendisinde güç vehmedilenlere bağlanmaktır. Yaratılmışların varlığı “mutlak” görüldüğünde ve onlarda da bir güç vehmedildiğinde, şirk ve küfür, dolayısıyla zulüm kaçınılmazdır.

 

Müslümanlar, “yanlış kader inancı” nedeniyle, başa gelen hükümdârın Allah tarafından başa getirildiğine inandıkları için, hükümdâra kayıtsız-şartsız boyun bükerler ve onu sonuna kadar desteklerler. Türklerde, kardeşler arasındaki savaşı kim kazanırsa onu Tanrı’nın seçtiği ve kut verdiği kabûlü vardır. Bu nedenle savaşı kazanandan yâni daha güçlü olandan yana olurlar. Bu durum günümüzde de aynıdır. Halkın çoğunluğu, seçimleri kazanandan yana oluyor.

 

Alâaddin Çelebi, Âhi Evren ve çevresindekiler Moğol zulmüne karşı çıkarken ve onlarla savaşırken, Mevlâna çevresinin Moğollara alan açması, onlarla dost olması, onları övmesi ve hattâ Moğollara düşman olanlara düşman olmasını (özrü kabahatinden büyük şekilde) şöyle açıklar: “Günümüzde cenâb-ı Allah, gücü ve kudreti Moğollara vermiştir. Bu yüzden biz mevleviler onlara itaat etmeyi kendimiz için vacip görürüz”. Kur’ân bu düşünceyi ve tutumu şiddetle mahkûm eder:

 

“Kendilerine güç (izzet) sağlasınlar diye, Allah’tan başka ilahlar-dostlar edindiler. Hayır; (o yalancı ilahlar) onların tapınışlarını inkâr edecekler ve onlara karşı çelişkiye düşecekler” (Meryem 81-82).

 

“Allah’ın dışında başka velîler edinenlerin örneği, kendine ev edinen örümcek örneğine benzer. Gerçek şu ki, evlerin en dayanıksız olanı örümcek evidir; bir bilselerdi. Allah, kendi dışında hangi şeye taptıklarını şüphesiz bilir. O, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Ankebût 41-42).

 

Allah’tan başka hiç kimse yeterince güçlü değildir. Zîrâ Allah’ın gücünden başka hiç-bir güç “mutlak güç” değildir.

 

İnsanlığın kadim yanlışlarından biri de; Allah’ın, “güçlü olan”ın yanında olduğu zannıdır. Oysa Allah, hakkın ve haklının yanındadır.

 

Modernizm, insanın nefsini güçlendirirken, rûhunu zayıflatıyor. Rûhu zayıflayıp nefsi güçlenen insan, Allah’a değil de, maddî güç-sâhiplerine, paraya, askeri ve politik güç-merkezlerine yöneliyor ve onlardan medet umuyor ki bu “onlara tapmak” demektir, “güce tapmak” demektir.

 

Altının bir gücü vardır, çelik ondan daha güçlüdür. Lâkin hiç-biri de îmânın gücü önünde duramaz da yıkılır gider. 

 

Dünyâ’nın en zengin ve en güçlü(!) ülkesi, “en çok tüketen”lerin ülkesidir. Modern insan tüketerek güçlü olacağını zannede-dursun, seküler devletler ve liderler her zaman, halkın çoğunluğunu ezik, gariban ve güçsüz bırakmak ister. Zîrâ halkın zenginleşip, güçlenip de kendilerine kafa tutmasından korkarlar. Dolayısıyla halkın çoğunun gariban olması yada gariban bırakılması şeytânî bir politikadır. Seküler devletlerde devletin güçlü olması, halkın da güçlü olduğu anlamına gelmez.

 

Ordular güçlendikçe savaş olasılığı artar. Teknolojik-askerî gelişme, savaşı hoş gösterir. Askerî açıdan güçsüz olan devletlerin insanları ise çok barışçıl olur. Çünkü maddî güç karşısında kendilerini ezik hissederler. Ucuz kahramanlıklar yapılmasından bahsetmiyoruz ama, pasif ve ezik hâle gelecek davranışlarda bulunmak, mutlak güç-sâhibi olan Allah’ı hesâba katmamaktan kaynaklanır. 

 

Aklı ve mantığı vahiy-merkezli kullanmak büyük bir güç ortaya çıkarır. Öyle ki kendisinde büyük güç olduğu zannedilen kişiler bile bu gücün karşısında çâresiz kalırlar da ezik bir duruma düşerler:

 

“Allah, kendisine mülk verdi, diye Rabbi konusunda İbrâhim’le tartışmaya gireni görmedin mi?. Hani İbrâhim: ‘Benim Rabbim diriltir ve öldürür’ demişti; o da: ‘Ben de öldürür ve diriltirim’ demişti. (O zaman) İbrâhim: ‘Şüphe yok, Allah Güneş’i doğu’dan getirir, (hadi) sen de onu batı’dan getir’ deyince, o inkârcı böylece afallayıp kalmıştı. Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez” (Bakara 258).

 

“O, hiç kimsenin kendisine aslâ güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?” (Beled 5).

 

Bilim ve teknolojinin gücüne tapanlar da vardır ki modern insan bununla mâlûldür. Modern-bilime ve teknolojiye tapan insanlar, modern-bilim ve teknolojinin tüm kâinâtı keşfettiğini, doğayı mutlak anlamda kontrôl altına alabildiğini, ölümsüzlüğü bulduğunu ve insanın, istediği her-şeyi yapabileceğini zannetmektedir. Oysa basit bir soruna bile çâre bulamamaktadırlar. Şişirilmiş bir balon olan modern-bilim ve teknoloji, modern dünyânın en yüce ilahı ve dokunulmaz putu hâline gelmiştir. 

 

“Ey cin ve ins toplulukları, eğer göklerin ve yerin bucaklarından aşıp-geçmeye güç yetirebilirseniz, hemen aşın; ancak ‘üstün bir güç (sultan)’ olmaksızın aşamazsınız” (Rahmân 33).

 

Evrim Teorisi, “güçlünün hayatta kalması” (Sosyâl Darwinizm) prensibini savunur. Bu bağlamda; garibanların ve güçsüzlerin Evrim Teorisi’ni kabûl etmesi ahmaklıktır. Evrim Teorisi’ne göre Dünyâ, güçlünün zayıfı yediği “küresel bir orman”dır. Eğer insan bir tür hayvansa, o zaman bırakın da güçlüler zayıfları yesin dursun. İnsan insanın kurdu olsun.

 

Şu-anda Dünyâ’daki politika ve modern insandaki düşünce; “güçlüysen haklısın” düşüncesidir. Uluslar-arası politikada her zaman “orman kânunları” işler. “Güçlü” olan her zaman kazanır. Gayr-ı İslâmî sistemlerde her zaman orman kânunları hâkimdir, her zaman “güçlüler”in kazanması bu nedenledir.

 

Baba tarafından rahme boşaltılan meni içindeki “spermlerden en güçlüsünün yumurtayı delip içine girmeyi başardığı” bu-gün empoze edilen bir düşüncedir. Dikkatlerden kaçan ise, bu düşüncenin Evrim Teorisi’ni destekler mâhiyette olmasıdır. Bu-yüzden bu düşüncenin evrimciler tarafından ortaya atıldığından şüphelenilmelidir. Bizim düşüncemize göre ise, “en güçlü olan sperm” değil, “mâneviyata en uygun sperm”in yumurtayı döllediğidir. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” sorusuna, fiziksel olarak en güçlü olan değil, mâneviyata en yatkın sperm, “kâlû belâ = evet” diye cevap verebilir.

 

Güce tapanların bir güçlüğe omuz verdiğini göremezsiniz. Çünkü onlar güce taparlar ve -sözde- “güçlü”den yana olurlar. Böylece güçlükten kurtulmayı umarlar. Hâlbuki her güçlükle berâber bir kolaylık da vardır (İnşirâh 6).

 

“Kitabı sol eline verilen ise; o da, der ki: Bana keşke kitabım verilmeseydi. Hesâbımı hiç bilmeseydim. Keşke o (ölüm her-şeyi) kesip bitirseydi. Malım bana hiç-bir yarar sağlayamadı. Güç ve kudretim yok olup gitti” (Hâkka 25-29).

 

Eğer “güçlü”den yanaysanız, “güçsüz”e düşman olursunuz. Fakat unutmayın ki güçlüler sizin kendilerine olan sıkı bağlılığınızı mutlakâ istismâr ederler. Zîrâ kendisindeki gücü istismâr etmeyecek olan tek güç Allah’tır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2021

 

Devamını Oku »

12 Nisan 2022 Salı

Moderniteyi “Kazanım” Olarak Görmek

 

“Onlar neredeyse, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı düzüp uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi; o zaman seni dost edineceklerdi. Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık, andolsun, onlara az bir şey (de olsa) eğilim gösterecektin. Bu durumda, biz sana, hayâtın da kat-kat, ölümün de kat-kat (acısını) tattırırdık; sonra bize karşı bir yardımcı bulamazdın” (İsrâ 73-75).

 

Modern insan ve artık müslümanlar da, “Dünyâ’da rahat etme”ye kilitlendi. Bunun için de en kısa yol modernizme uymak ve modernizmi “kazanım” olarak görmektir. İyi de Dünyâ bir “imtihan dünyâsı” değil miydi?. İmtihanın olduğu yerde rahatlığa kilitlenmek ve -güyâ- bunu sağlayan modernizmi benimsemek doğru mudur?. İnsanların-müslümanların büyük çoğunluğu artık şunu deme noktasına geldi: “Artık Dünyâ bildiğimiz mevcut durumda. Bu dünyâyı sorgusuz-suâlsiz ve seve-isteye kabûl edelim ve modern dünyâyı ‘kazanımımız’ olarak görelim. İslâm’ı da mevcut modern Dünyâ’ya göre yorumlayalım ve yaşayalım. Modern dünyâya karşı çıkmanın bir anlamı yok”. Modern müslümanlar zannediyor ki, Allah da, aynen bu mevcut Dünyâ’yı murâd ediyordu ve her yönüyle aynen böyle bir Dünyâ inşâ etmelerini istiyordu insanlardan. Şimdi böyle bir Dünyâ oluştuğuna göre, Allah bu durumdan çok memnun ve râzıdır(!). Böyle zannedince modern insan da “o hâlde biz de modern Dünyâ’yı benimsemeli ve modernizmi kazanım olarak görmeliyiz” düşüncesiyle amel etmektedir.

 

Tabi bu düşünce benimsenince, modern düşünce ve ideolojiler de “kazanım” olarak görülmek zorunda kalıyor ve modernizm kazanım olarak görülünce ve beşerî ideolojileri de “kazanım” olarak görmekte ve onlara uyum sağlamakta bir sorun görülmüyor. Müslümanlar(!), bir zamanlar “küfür, şirk ve zulüm” olarak gördükleri “lâik-seküler-modern-demokratik” sistemleri artık “kazanım” olarak görmekte ve şöyle demektedirler: “Zaman bizi buraya getirdi, mevcut durumu kazanımımız olarak görelim ve yorumlayıp dinleştirelim ve o şekilde kabûl edelim”. Böyle diyenler modern bir iktidâr düşlemekte ve beklemekte; kimisi de bu bağlamda İslâm’ı, “eylemi olmayan, moderne uygun ve akıl-merkezli” olarak düşünmeyi önerdi-öneriyor. Yâni artık müslümanlar, gelinen noktayı bir “kazanım” olarak görmeye başlamışlardır. Böylece “târihin sonu” tezleri haklılık kazanır gibi görünmektedir.

 

Modernizm “insanlığın bir düşüşü”dür. Modern zamanlar, insanın “ikinci düşüşü”nü gerçekleştirdi. İnsanın ilk düşüşü “cennetten düşüş”tü. İkinci düşüşü ise “moderniteyi içselleştirmesi” ile oldu-olmaktadır. Modern insan modern dünyâyı cennet zannedince, cennetten vazgeçti ve böylece “cennetten düşmüş” oldu. Aslında cennetten kovulmaktadır.  

 

Günümüzde artık insanlar kısa-vâdeli (dünyevî) kazanımlar ve hazlar peşindeler ve uzun-vâdeli (cennet) kazanımlara yâni takvâya yönelmemektedirler. Atasoy Müftüoğlu: “Kısa-vâdeli, pragmatik kazanımların mücâdelesi, uzun vâdeli, ilkesel, yapısal/hayâtî mücâdelelerin yerine geçiyor” der.

 

Modernizm tarafından ağır bir kuşatma ile kuşatılmış olan “modern insan” tembel, korkak ve de sorumsuzdur ve sorumsuz bir hayâtın karşılığını modernizmde bulabilmektedir. Bu nedenle de modernizmin ortaya koyduğu her-şeyi bir “kazanım” olarak görüyor. İşte bu zihniyettir modernizmi besleyen. Yada modernizm bu zihniyeti üretmiştir.

 

Lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-feminist-muhâfazakâr-demokratik moderniteyi ve reel-politiği din edinmiş ve bunlara meftûn ve râm olmuş olanlar, İslâm-merkezli olmaya dirâyetleri yetmediği, bunu kâlplerinde bile yaşatmak istemedikleri için ve vicdanları onları rahatsız ettiğinden dolayı artık beşerî-şeytânî-tâğûtî-nefsî ideolojilerin-sistemlerin bir kazanım olarak kabûl edilmesini ve böylece adı İslâm ama işlevi “modernizm” olan bir düşünceye girilmesini ve bu düşlünce üzere gidilmesini arzu etmektedirler.

 

Bu müslümanlar câhillikten yada isteksizlikten dolayı modernizme yeterli oranda eleştiri ve îtirâz getir(e)mezler. Modern olana hiç-bir îtirazları yoktur. Çünkü moderniteyi “kazanım” olarak görmektedirler. Modern dünyâda yaşadıkları için çıban-başı olan moderniteyi, olması gerektiği gibi eleştiremezler.

 

Moderniteyi kazanım olarak görmek, moderniteyle uzlaşanların ve İslâmî dâvâsı olmayanların söylemleridir. Oysa mü’minler moderniteye aşırı bir şekilde mâruz kalsalar da onunla zinhar uzlaşamazlar. Zîrâ modernite; Allah’ı, âhireti, vayhi ve peygamberliği hesâba katmaz ve bunları kâlplere, vicdanlara, zihinlere ve dört duvar arasına hapseder. Modernite, vahyi, resmî ve kamusal alanda bir düşünce amel-eylem olarak aslâ benimseyemez ve kabûl edemez. Çünkü hayâtiyeti ve devâmı için bu zorunludur. Aslında modernite dînin kâlplerde bile kalmasına râzı değildir, çünkü dîni her zaman bir “risk” olarak görür fakat mecbûren buna katlanmak zorunda kalır.

 

Kur’ân, modernite tarafından engellenip sınırlandırılabilecek bir Kitap değildir. Kur’ân moderniteyi de kat-kat aşan bir Kitap’tır. O hâlde mü’minlerin moderniteyi bir kazanım olarak görmeleri doğru olmaz. Mü’minlerin kazanımları Kur’ân ve onun ideâl örnekliğini yapmış olan Peygamberimiz’in güzel örnekliği olan Sünnet’idir.  

 

Modernizm dînin zıddıdır. Hakka ve hakîkate aykırı davranarak konumlandırır kendini. Bir yazıda modernizm hakkında şunlar söylenir:

 

“Modernite temel referanslarını kutsalın reddine, aklın üstünlüğüne, eşyâ bilgisine ve aydınlanma ideolojisine dayandırır. Modernite insanlık târihinde önemli bir yol ayırımı, büyük bir kırılmadır. Modernite ile akıl gelmiş, mantık gitmiş; bilgiye erişilmiş, ancak hikmet kaybedilmiş; zenginlik artmış, ancak huzûr yitirilmiş; aydınlanma gelmiş, ancak yeryüzünün dört bir yanı karanlığa gömülmüştür. Bu karanlık dönemi, S. H. Nasr, insanlık târihinde ‘bir yol kazâsı’, Faucault, ‘insanın ölümü’, Mehmet Akif, ‘tek dişi kalmış canavar’, Sezai Karakoç, ‘vâroluş bunalımı’ olarak nitelendirmektedir.

 

Modernite yada modern zamanlarda insan, pozitif çizgiden negatif çizgiye, ilimden cehâlete, bekâ arzusundan fenâ arzusuna, izzetten zillete dûçâr olmuştur. Deyim yerindeyse, rûhuna ‘yabancı bir el’ değmiştir. Bu ‘yabancı el’, onu, özüne yabancılaştırmış, yüklendiği emâneti unutturmuş ve derin çıkmazlara sürüklemiştir. Bu derin çıkmaz madde çağında insanın eşyâ ile ilişkisini ters-yüz etmiş, insanı bozmuş, özüne yabancılaştırmış ve kendisiyle kavgalı hâle getirmiştir. Peyami Safa: ‘Ey insan!, târihinin hiç-bir devrinde kendine bu kadar yabancı, bu kadar hayran ve düşman olmadın. Laboratuarlarında aradığın, incelediğin, oyduğun, sırrını deştiğin her-şey arasında yalnız rûhun yok!’ der.

 

İnsan modernite ile ilk defâ küresel ölçekte kutsala sırtını dönmüş, Allah ile olan bağını koparmış, kaderini seküler aklın rehberliğine terk etmiş, madde plânında ölçebileceği her-şeyi kutsarken, mânâ plânında ölçemeyeceği her-şeyi de yok saymıştır. Hayâtın öznesi olmak için yaratılan insan, eşyânın hâkimiyetine girdiği günden bêri içi boş bir hayâta tâlip olmuş, boş hayâtın boşluklarını ise hazza ve tene yatırım yaparak kapatmaya çalışmıştır”.

 

Modernite, “modern fitne”dir. Bir fitne ile ortaya çıkmış ve Dünyâ’yı fitneye boğup ifsâd etmiştir. İnsanlar çoğu bu modern fitne nedeniyle madden ve mânen perişân hâldedir. Durum buyken bu modern fitneyi “kazanım” olarak görmek de ayrı bir fitnedir. 

 

Moderniteyi “kazanım” olarak görmek, İslâm’ı yâni fıtratı “kaybediş” olarak görmek demektir. Çünkü modernite insanlara hayırlı hemen hiç-bir şey getirmemiştir. Zîrâ modernizmde rûh yoktur. Modernite tam-aksine her türlü adâletsizliği, onursuzluğu, merhâmetsizliği, vicdansızlığı, şirki, küfrü ve ahlâksızlığı getirmiş ve ortaya koymuştur. Üstelik bu pislikleri tüm Dünyâ’ya dayatmaktadır. Bu durumda müslümanlar olarak moderniteyi nasıl olur da “kazanım” olarak görebiliriz ve moderniteye “mal bulmuş mağribi gibi” dört elle sarılarak onu savunabiliriz?.  

 

Karanlık orta-çağ, karanlık modern çağ kadar “karanlık” değildir. O hâlde moderniteyi “kazanım” olarak görmek, “karanlığı kazanım olarak görmek” anlamına gelir. Çünkü karanlık sâdece dışta değil içte de olur ki dıştaki karanlıkların nedeni aslında “içteki karanlıklar”dır. İç karanlık olunca dış da karanlık olur. İçten aydınlanmayan ise dışını aydınlatamaz. İsterse Dünyâ’nın her taraf ıldır-ışık olsun fark-etmez.

 

Bizim kazanımımız Allah’ın göndermiş olduğu Kur’ân ve Peygamber yâni Sünnet’tir. Biz Kur’ân ve Sünnet’e uyduğumuz takdirde Dünyâ’da mü’mince yaşamayı kazandığımız gibi, âhirette de ebedî nîmet diyârı olan cenneti de kazanırız. Mü’minlerin en büyük kazanımı “cennet”tir vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2020

 

Devamını Oku »

6 Nisan 2022 Çarşamba

Hastalıkla Dizginlenmek

 

“Hastalandığım zaman bana şifâ veren O’dur” (Şuârâ 80).

 

İnsan, sünnetullahın ve imtihanın bir gereği olarak sürekli şekilde şeytanın ve nefsin kışkırtmasına mâruz kalmaktadır. Şeytan ve nefs, insana sürekli olarak fısıldar ve onu kışkırtarak aşırılaştırır. Öyle ki, insan zamanla dizginlenemez bir hâle gelir. İnsanın bir kırmızı çizgisi, ölçüsü, aşkın bir dayanağı ve bağlılığı olmadığında hiç-bir uyarıyı ve öğüdü dinlemez. Böyle bir durumda olan kişiyi ne aşkın hakîkatler, ne doğal felâketler ne de hiç gelmeyeceğini zannettiği ölüm bile durduramaz. Dizginlerini koparan insanı yavaşlatacak ve durduracak olan tek şey hastalıktır. İnsanı kesin ve etkili bir şekilde ancak hastalık dizginleyebilir. Hastalığın olması zâten bu nedenledir. Yoksa Allah, insanı hastalığa yakalanmayacak yada hastalıklara çok daha dayanıklı bir şekilde de yaratabilirdi, fakat kâinâtın ve Dünyâ’nın formatına en uygun olan bu varlık şeklinde hastalık olmazsa-olmazdır. Çünkü hiç-bir şeyi dinlemeyen insanı dizginleyebilecek tek şey hastalıktır.  

 

Gençken, sağlıklıyken, güçlüyken, yapabiliyorken, her-şey yolunda giderken, öğüt dinlemeyen, uyarılara kulak asmayan ve hatırlatmalara sırt çeviren insanı, gittiği yanlış ve sakat yoldan yada yanlış bir düşünceden vazgeçirecek olan tek şey hastalıktır. Çünkü insan ancak hastalanıp yavaşlamak ve durmak zorunda kalınca düşünmeye ve sorgulamaya başlar. Düşündükçe ve sorguladıkça da, düşüncelerinin, davranışlarının, konuşmalarının vs. eksik ve yanlış olduğunu fark etmeye başlar. Çünkü hastalık kişinin düşünmesine ve sorgulamasına yetecek kadar sürdüğü için, insanı en iyi ve etkili şekilde dizginleyebilecek ve doğru yola sokacak yada istikâmetini düzeltecek hâle getirir. Nice kibri tavan yapmış olan insanları hastalık durdurmuş ve yerine mıhlamıştır. Hiç hasta olmayanlar ise kendilerini dizginlemeye fırsat bulamadıklarından dolayı kibirlendikçe kibirlenirler. Nemrud’un yada Firavun’un, hayâtları boyunca hasta olmadığı ve hattâ hiç başının bile ağrımadığı, bu nedenle de kendilerini bir ilah gibi gördükleri söylenir. Hastalık olmayınca onları dizginleyecek bir şey olmamıştır. Kendilerine gönderilen peygamberleri de bu kibir nedeniyle dinlememişler fakat sonları hep âcizlikle ve hüsranla bitmiştir. Hâlbuki Hz. Eyyûb, yaşadığı hastalık süresi boyunca bir-çok meseleyi idrâk edebilmişti de yaşadığı hastalıktan ibret almıştı.   

 

Hastalık aynı-zamanda ölümün de nedenidir. Ânî ölümlerde bile mutlakâ sağlıkla ilgili bir problem vardır. Çünkü biz anlayamazsak da ölümün de illâ ki bir nedeni olacaktır. Bu yüzden hastalık ölümün başlangıcı olabilir. Özellikle kronik hastalıklar böyledir. İnsan Dünyâ’nın fânî olduğunu ve ömrün geçici olduğunu ancak hastalandığında anlar ve bunu ister-istemez kabûl eder. İnsana ölüm bilincini kazandıran en etkili şey hastalıktır. Hastalık ve ölüm gerçeği, insanın kendini dizginlemesi için en etkili şeydir. İnansın yada inanmasın, insan hastalanınca ve ölüme yakın olunca mecbûren dizginlenir.   

 

Aslında hastalık mutlak anlamda kötü değildir ve hattâ insanın hayâtını sağlıklı şekilde sürdürebilmesi bile yakalanacağı ve yaşayacağı hastalıklara bağlıdır. Atalarımız, insana hastalandığında “şifâyı kapmışsın” derlerdi. Bu sözün arkasında, Allah’ın yarattığı bağışıklık sisteminin mûcizevî özelliklerinin olduğu görülür. Şöyle ki; çalışmayan ve hareketsiz kalan her-şey körelmeye başladığı gibi, çalışmayan bağışıklık sistemi de zamanla körelir, zayıflar ve çöker. Bağışıklık sisteminin çalışması için onun sürekli olarak aktif olması gerekir. Bağışıklık sistemi sürekli olarak tatbikat hâlinde olmalıdır. Bunu yapabilmesi için de onun hastalıklarla mücâdele etmesi gerekir. İşte “şifayı kapmak” anlamındaki genellikle geçici hastalıklar için söylenen söz burada anlamını bulur. Yakalanılan nezle, grip, üşütme vs. gibi hastalıklar, bağışıklık sistemini harekete geçirir, canlandırır ve böylece güçlenmesine neden olur. Hastalıklar, bağışıklık sisteminin onunla mücadele etmesine ve hastalıklara karşı gücünü arttırmasına sebep olur. Böylelikle bağışıklık sisteminin potansiyeli açığa çıkar ve hastalıklar bağışıklık sistemini ayakta tutarak ve çalıştırarak güçlendirir.

 

Bağışıklık sistemi, insanın doğuşundan îtibâren, hem yaratılışından getirdiği hem de dışardan aldığı mikrop, bakteri ve virüslere muhtaçtır. Bu nedenle vücûdumuzda her dâim çeşitli mikrop, bakteri ve virüsler olur, olmalıdır. Bunlarla mücâdele ederek kendini sürekli diri ve dinç tutar. Bağışıklık sistemi ancak bunlarla sürekli mücâdele hâlindeyken güçlü olabilir ve doğru çalışabilir. Bu nedenle vücûdumuzda belli miktarda sürekli olarak mikrop, bakteri ve virüsler olmalıdır. Hastalığın açığa çıkması, bir nedenden dolayı bu mikrop, bakteri ve virüslerin çoğalması durumudur.

 

Bağışıklık sistemi işte bu mikrop, bakteri ve virüslerle sürekli savaşırken güçlenir ve güçlü kalır. Yoksa vücutta mikrobu, bakteriyi ve virüsleri sıfırlamak insanın kısa-zamanda bağışıklık sisteminin zayıflayıp çökmesine sebep olur. Bu nedenle de aşırı hijyen doğru değildir. Meselâ elleri yıkamak önemlidir ve birikmiş ve fazlalaşmış mikrop, bakteri ve virüslerin temizlenmesi için el yıkamak çok önemli ve pratik bir çözümdür. Fakat aşırı el yıkamak, eldeki tüm yararlı bakterilerin de yok olmasına neden olacağı için, ellerimizle temâs ettiğimiz mikrop, bakteri ve virüsler vücûdumuza daha çok ve kolay bulaşır. Çünkü ellerimizdeki yararlı bakteriler yâni eldeki bağışıklık sistemi aşırı hijyen nedeniyle yok olmuştur.

 

Aşırı antibiyotik kullanımı da benzer bir sorun oluşturur. Çünkü antibiyotikler, zararlı bakteriler yanında yararlı olanları da yok ettiği için bağışıklık sistemi savaşacak ve kendini dinç tutacak bir şey bulamadığından dolayı zayıflar ve hastalıklara açık hâle gelir. Zayıf bünyeye hastalık daha çok ve daha çabuk bulaşır. O-hâlde olması gereken şey, vücûdumuzdaki yararlı-zararlı tüm mikrop, bakteri ve virüslerin yüzde-yüz yok edilmesi değil, zararlı olanların normâl bir seviyeye getirilmesidir. Fakat kimyâsal ilaçlar dost-düşman ayırımı yapamayacağı için, zararlı olanların def edilmesi bağışıklık sistemine kalır. Fakat bunun için de bağışıklık sisteminin güçlü olması gerekir. Bağışıklık sistemi de ancak doğal ve doğru besinlerle ve gıdâlarla güçlenebilir ve doğru çalışabilir.

 

Dış hayattan ve diğer insanlardan aşırı uzak durmak da bu nedenle yanlıştır. Çünkü insan sürekli olarak dış hayattan ve diğer insanlardan bağışıklık sistemi alış-verişi yapar, yapmak zorundadır. Bu tüm canlılar için geçerlidir. Modern kentlerde dışarı çık(a)mayan ve diğer insanlarla fazla görüş(e)yemeyen çocukların özellikle alerjik olmaları ve de çok ve çabuk hastalanmalarının nedeni budur. Çünkü dışarıdan yada diğer çocuklardan alması gereken zararlı ve yararlı mikrop, bakteri ve virüsleri almadığında, bağışıklık sistemi yeterince gelişip güçlenmediği için onu yeterince koruyamayacaktır.   

 

Mânevî hastalıklar da böyledir. Günah ve haram işledikçe mânevî hastalıklar başlar, fakat tevbe edince ve yanlıştan vazgeçince mânevî bağışıklık sistemi devreye girer ve iyileşme başlar. Böylece işlediği o günah ve harama karşı bağışıklık elde edilmiş olur. “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helâk eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı” (Müslim, Tevbe, 9) hadisinde ifâde edilen şey budur. Çünkü insan, melekler gibi hiç günah işlemediğinde mânevî bağışıklık sistemi çökerdi ve “kul” olmanın bir anlamı kalmazdı.

 

Lâkin, günahta ve haramda ısrâr edilirse, mânevî bağışıklık sistemi zayıflayıp çöker ve mânevî hastalıklar da kronikleşir. Modern insanın maddî hastalıklar kadar mânevî hastalıklarla da mâlûl olması, tevbenin unutulması ve mevcut kötü durumdan ibret almayarak insanların kendilerini dizginlememesinden dolayıdır. Tabi bu durum ancak hastalanıncaya kadar sürer. Lâkin hastalık da onu yeterince dizginlemiyorsa, “acı azâbı” görünceye kadar beklemelidir. Lâkin son pişmanlık fayda etmez.

 

Hasta kişi için hastalığın kötü yanı “hastalığı çekmek”ten ziyâde, hastalıktan dolayı birilerine muhtâç olmaktır. Fakat bu muhtaçlık onun dizginlenmesine de sebep olur. Sürekli olarak dostlarını, arkadaşlarını ve yakınlarını eleştiren-kötüleyen insanlar, hastalık nedeniyle tuvâlete bile eleştirdiği-kötülediği bu kişilerin omuzlarına dayanarak gitmek zorunda kalınca kendini ister-istemez dizginler ve değiştirir. Böylece hastalık onu dizginlemiş olur. Beğenmediği ve eleştirip durduğu insanların, hastalanınca ona yardım etmesi hattâ hasta kişinin onlara muhtâç hâle gelmesi çok ibretlik bir şeydir. Bu bağlamda eleştirdiği kişilere muhtâç kalan insan, eleştiride ve kötülemede kendini mecbûren dizginler.

 

  Dünyâ mü’minler için bir ibret alma mekânıdır. Mü’minler her-şeyden ibret alırlar. Fakat insana en etkili ibreti verecek ve onu dizginleyecek olan şey hastalıktır. Tabi bu dizgin, hastalığın geçmesiyle yada hafiflemesiyle kişiyi değiştirebilir ve bambaşka bir insan yapabilir. Yoksa hastalık kişiyi ölüme götürüyorsa ve fazla da bir zamânı kalmadıysa, “son dakîka îmânı” ona bir yarar sağlamayacağından dolayı, o an için mecbûren dizginlenmiş olsa da bu dizginlenmenin ona âhirette faydası olmaz.

 

Dizginlenmek için illâ da hasta olmayı beklemek yanlıştır. O-hâlde insan kendini sürekli kontrôl altında tutacak, ölçülü yapacak ve dizginleyecek aşkın bir hakîkate dayalı ve bağlı olmalıdır. İşte bu hakîkat İslâm’dır. İslâm, maddî ve mânevî hastalıkların ilacıdır. Çünkü Kur’ân sâdece fizîkî hastalıkların değil, sosyâl-kültürel, ekonomik, siyâsî, kânûnî, hukûkî, askerî vs. her hastalığa ve bozukluğa şifâdır. Zâten ancak İslâm-Kur’ân ile bu hastalıklar tedâvi edilebilir. Kişi hastalanmayı beklemeden Kur’ân ile kendini dizginlerse, kendisini ağır maddî ve mânevî hastalıklardan korumuş olur. Hafif hastalıklar ise ona “şifâ” olur.  

 

O-hâlde hastalıklarla ve belâlarla “mecbûren” dizginlenmeden önce, insanın kendini Kur’ân ile “tedbiren” dizginlemesi şarttır. Mü’minler kendilerini Kur’ân ile dizginleyenlerdir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2021

 

 

Devamını Oku »