14 Şubat 2022 Pazartesi

İslâm’ı Pasifleştirmek

 

“Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) îman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz” (Âl-i İmran).

 

Îman, pasif bir kabûlden ibâret bir şey değildir. İslâm dîni, pasifliği sembôlize eden bir felsefe değildir. Kur’ân’da da “pasif anlamlar” yoktur. Bu yüzdendir ki İslâm, dinden aslâ tâviz vermez. Pasifliği başlatan şey tâvizdir. Verdiğiniz tâviz oranında pasifleşirsiniz. Şu da var ki tâviz vererek pasifleşen şey İslam değil, müslümanlardır. Zîrâ İslâm, Allah’ın sözü ve dînidir. Allah’ın dîninin ve sözünün pasif olması mümkün değildir. Fakat alsında kendileri pasifleşmiş olan müslümanlar, İslâm’ı da kendileri gibi pasif bir din olarak görmek istiyorlar. Fakat bunu göremeyince de İslâm’ı “pasif bir din”miş gibi anlatıyorlar. Anlatımları hep bu yöndedir.

 

Günümüzde yenilmişliğin, ezikliğin, kompleksin ve en önemlisi de pasifliğin etkisiyle, İslâm’ı sürekli olarak pasif bir din gibi anlatıyorlar. İslâm her alanda aktif ve tâvizsiz iken, aşırı yorumla birlikte İslâm’ı pasifleştirici yazılar yazılıyor ve konuşmalar yapılıyor. Bu yazıda İslâm’ı -güyâ- ve -hâşâ- pasifmiş gibi göstermeye çalışan konuların bâzılarından bahsetmek istiyoruz.

 

Îmân etmeyi dîne, ahlâka ve ibâdete indirgeyerek İslâm’ı pasifleştirmek istiyorlar. “Evrensel olan din îman, ibâdet ve ahlâktan ibârettir, gerisi ise indiği târihi bağlar, o târihi ilgilendirir” diyerek vahyi evrenselliğinden ayırarak onun “tüm zamanlar ve mekânlar için” olduğu hakîkatini yalanlıyorlar ve böylece “İslâm’ı târihte kalarak geçmiş-gitmiş ve artık hükmü kalmamış bir din” gibi göstererek pasifleştiriyorlar. Oysa İslâm, îman, ahlâk, ibâdet, sabır, direniş, eleştiri, îtirâz, isyân, mücâhede, mücâdele, vazgeçiş, hicret, devlet, cihad, şahâdet ve medeniyet demektir. İslâm bunların tamâmıdır ve bunlar tüm zamanlarda ve mekânlarda câridir. Zîrâ İslâm pasif değil aktif bir dindir ve aslında tek aktif din İslâm’dır. Zîrâ İslâm pasif bir din olmadığı için uzak-doğu dinleri ve “Hristiyanlık” gibi dîni kâlplere-vicdanlara gömmez. Bu nedenle hiç kimse İslâm’ı pasiflikle suçlayamaz ve pasifleştiremez. Çünkü Allah’ın sözü pasif olmaz. Pasif olan İslâm değildir ama modernleşmiş müslümanlardır.

 

Pasifleşmiş olanlar, İslâm’ın siyâsetle, hukûkla, sosyâl hayâtla ve ekonomiyle ilgili bir şey söylemediğini iddiâ ediyorlar, çünkü bunları söylemek “mevcut otoriteye rağmen bir şey söylemek” anlamına geliyor. Bunları söylemek otoriteyi eleştirmek ve îtirâz etmek anlamına geleceği için, pasifliklerinden dolayı bunu göze alamayanlar İslâm’ı îmâna, ahlâka ve ibâdete indirgiyorlar ve bunlarla sınırlandırıyorlar. Sınırlandırınca da pasifleştirmiş oluyorlar. Böylece İslâm’ın eleştiri, îtirâz ve isyân özelliklerini-güyâ- yok etmiş oluyorlar. Bu bağlamda hükümlerin sertleştiği, devlet hâline gelinen ve dolayısı ile savaş, cihad, tehdit ve tâvizsizliğin olduğu Medîne Dönemi inkâr ediliyor ve İslâm’ı Mekke’ye hapsediyorlar ve İslâm’ı Mekke’den ibâret görmek istiyorlar. Ne de olsa Mekke îman, ibâdet ve ahlâkı daha çok öne çıkaran aşama ya.. Oysa İslâm’ın Mekke’si varsa bir de Medîne’si vardır. Peygamber Mekke’de örnek olmuşsa, Medîne’de de örnek olmuştur. Vahiy iki şehirde de inmiştir. İslâm’ı “Mekkî bir din” gibi göstermek ve müslümanları “Mekkî müslümanlar” gibi görmek isteyenler, bunu ancak pasifliklerinden dolayı yapıyorlar.

 

İslâm’ın pasifleştirilmeye çalışıldığı noktalardan biri de savaş konusudur. Kur’ân’da savaş ile ilgili 270 küsur tâne âyet vardır. Diyorlar ki “bu âyetlerin tamâmı savunma savaşından bahseder. Böylece İslâm’ı sürekli savunmada kalan pasif bir din gibi gösteriyorlar. Ne yâni; İslâm; küfre, şirke, adâletsizliğe, ahlaksızlığa ve zulme karşı bir şey demiyor mu ve bunları yapanlara karşı harekete geçmeyip de pasif mi kalıyor?.

 

Savaşmayanlar, savaşanların kölesi olmaya başlarlar ve savaşanların “şamar oğlanı” olurlar. Savaşmayanlar korkaklaşır, pasifleşir. Sadece savunma-savaşı yapmak, “savaşı düşmanların istediği sahada yapmak” demektir ki bu durum, askerî metod ve strateji açısından kabûl edilebilir olmasa gerek.

 

Pasifleşmiş olanlar, Dünyâ’nın diğer ucundan gelip de saldırı savaşı yaparak dibimizdeki insanların evlerini bombalamalarına ve onları öldürmelerine ses çıkarmıyor ve “saldırı savaşı yapıyorlar” diye suçlayıp da tek bir söz bile etmezlerken, İslâm’ı pasif bir din olarak gördüklerinden dolayı, İslâm’da savaşın sâdece savunma savaşı olduğunu söyleyebiliyorlar. Kendi korkularını İslâm’danmış gibi gösteriyorlar ve İslâm’a mâl ediyorlar.

 

“İslâm’da saldırı savaşı yoktur, hep savunma savaşı vardır” demek, zımnen, “İslâm Devleti’nde bulunan silahların hepsinin “savunma savaşı silahları” olduğunu söylemektir. Buna göre İslâm Devleti’nde saldırı silahı yoktur ve saldırı silahı bulunamaz. Bu ise, “İslâm Devleti’nde savaş uçağı, silahlı hava araçları, uzun menzilli füze sistemleri gibi silahlar olmaz ve bulunamaz” demektir. Bundan da, “İslâm Devleti’nde uçak olmaz fakat uçak-savar olur” sonucu çıkar.

 

Savaş “savunma savaşı”na indirgendiğinde ve savunma savaşı söylemi abartıldığında, aynen Hristiyanlık’taki gibi “savunma savaşı yapmak” bile kötü görülmeye başlanır. Hristiyanlık başlangıçta, “dîni savunmak için bile, hiç-bir şartta öldürme hakkı yoktur” düşüncesindeydi. 11. yüzyıldan îtibâren Augustinus tarafından geliştirilmiş olan “haklı savaş” bâzı durumlarda, belli şartlarda ve sınırlar içinde hristiyanlara öldürme hakkı verir. En sonunda da savaş “kutsal savaş”a döner. Tabi bu durum abartıldığında Haçlı Seferleri’ne dönmüştür.

 

“İslâm’da savaş, sâdece savunma-savaşıdır” diyenlere sormak lâzım. Allah aşkına söyleyin.. Sahabeler arasında yapılan yada sahabelerin de katıldığı, kısmen Sıffin, ama özellikle Cemel Savaşı’nda savunma-savaşını yapan kimdi, saldırı-savaşını yapan kimdi?. İslâm’da savaşın sâdece “savunma-savaşı” olduğunu hangi taraf bilemedi ve idrâk edemedi?. İslâm’daki savaşın sâdece “savunma-savaşı” olduğunu Hz. Ali mi anlayamadı, yoksa Hz. Âişe mi?. Onlar anlayamadı da, siz mi anladınız?. Birebir Peygamberimiz ile muhâtap olan insanlar olarak onlar anlayamadıysa, siz niye anlamış olasınız?. Bu din sizin babanızın malı mı?.

 

Peygamberimiz’in güzel örnekliğini görmezden gelmek ve bu nedenle de 23 yıllık aktif bir süreci yok saymak İslâm’ı pasifleştirme şeklidir. Peygamberimiz hem Mekke’de hem de Medîne’de güzel örnekliğini sergilemiştir. Bu örnekliği hem Mekke’de hem de Medîne’de Kur’ân’a göre göstermiş ve ortaya koymuştur. Tabi Mekke’nin ortamı farklı Medîne’nin ortamı farklıdır. Arada mutlakâ bâzı farklılıklar olacaktır. Fakat müslümanların Medîne’ye hicret etmesi, orada bir toplum, devlet, ordu kurması, siyâset, hukuk belirlemesi ve medeniyet başlatması yanlış mıdır?. Elbette şeytana ve tâğutlara göre affedilmez bir suçtur bu. Zamânında da Mekke’li müşrikler için affedilmez bir suç olarak görülmüştü de savaş yapmışlardı.

 

Peygamber sâdece îmân, ahlâk ve ibâdet konularında mı örnektir?. Peki devlet başkanı, savaş, cihad, adalet, tevhîdî duruş ve de şirke ve küfre karşı tâvizsizlik konularında da örnek değil midir?. Peygamberimiz’i sanki hep hâlim-selim, sürekli gülen ve sakınıp duran, her-şeye hoşgörülü olan ve pasif şekilde sabreden, kendi hâlinde bir insan olan ve sâdece kendisine gelen vahiyleri insanlara ileten bir ara-eleman gibi göstererek onu pasifleştiriyorlar. Böylece İslâm’ı pasifleştirmiş oluyorlar. Çünkü İslâm’ın Peygamberi’ni pasif göstermek, Peygamberimiz İslâm’ın örnek kişiliği olduğu için “İslâm’ı pasif göstermek” anlamına gelir.

 

Tasavvuf ve târikatlar ile pasif bir teslîmiyetçilik gösteriliyor ve insanlar İslâm’ı tasavvuf sanıyorlar. Tasavvuf pasif bir yapıda olduğu için İslâm’ın da pasif olduğunu zannediyorlar. Tasavvuf tam bir pasiflik örneğidir. Hattâ tasavvuf tüm felsefesini pasiflik üzerine kurmuştur. Tabi haddini bilen bâzı bir-kaç tasavvufi grup da vardır ki (Şey Şâmil, Senûsilik) pasifliği bir yana bırakarak zulme karşı adâletin peşinde var-güçleriyle mücâdele etmişlerdir. Onları ayırıyoruz elbette. Fakat tasavvuf deyince pasiflik anlaşılıyor. Öyle ki insanları o kadar pasifleştiriyorlar ki müridin, “şeyhin önünde ölü yıkayıcısının elindeki meyyit-ölü gibi olmasını” öğretiyorlar. Pasifliğin bundan daha ilerisi düşünülemez herhâlde.

 

Tasavvuf, müntesiplerini-bağlılarını o kadar pasifleştiriyor ki, cinâyet nedeni olacak konularda bile pasif davranabiliyorlar. Bu bağlamda, bir tasavvuf grubunun yanında otururken şöyle bir söz edilmişti: Mürid, mürşidini, karısının üstünde iken, ikisi de çırılçıplak olarak yakalasa, o mürid şöyle düşünmelidir: “Bu gördüğüm zâhirde belki böyledir ama bâtında gördüğüm gibi değildir. Bu nedenle mürşidime yanlış zanda bulunmamalıyım. Mürşidim sürekli bâtınî âlemlerde gezdiğinden ve kim-bilir hangi mânevi hâllerde olduğundan, şu gördüğüm şey zâhiri ve aldatıcıdır ve hak değildir. Bu nedenle şeytanın zâhiri görünüş olarak beni ayartmasına kanmamalıyım ve gördüğümden etkilenmeyip durumu hayra yormalıyım”. İşte insanları böyle aptallaştırıp sömürüyorlar.

 

Niçin böyle oluyor?. Çünkü tasavvuftaki tevhid düşüncesine ve inanışına göre her-şey Allah’tır ama en çok da -hâşâ- insanlar Allah’tır. İnsanların içinden ise en çok efendiler, şeyhler, gavslar ve kutuplar Allah’tır. Böyle olunca da onların yaptığı her-şey hak, doğru, güzel ve yerinde kabûl edilir. Bir keresinde “her-şey Allah’tır” diyen bir tasavvufçuya adamın biri “karını yanından kaçırıp götürseler ne yaparsın” dediğinde, “elimi bile kıpırdatmam, çünkü yapan-eden Allah’tır” demişti. Zâten seyr-i sülûkta kadınları “zât makamı”ndan fazla tutmazlar ve kısa sürede makam atlatırlar. Çünkü bu makamda her-şey ve herkes Allah yâni zât olarak görüldüğü için, kadınlar hiç kimseye “hayır” diyemezler. Zîrâ bu makâm, insanları ama özellikle kadınları aşırı pasifleştirir. İşte o adan da o an için zât makâmındaymış da olan her-şeyi hak görüyormuş.  

 

“Lâ fâile illallah” yâni “her-şeyi yapan-eden Allah’tır” ve “lâ mevcûde illallah” yâni “Allah’tan başka varlık yoktur” düşüncesiyle Allah’tan başka bir yapan-edenin olmasının önü kesilmiştir. Böyle olunca da olan her-şey “hak” olmuş olur. “Mevlâ neylerse güzel eyler” sözü baş-tâcı edilir. Çünkü görülen ve duyulan her-şey “Allah’ın yaptığı şeyler”dir ve bu nedenle (Allah’tan kötülük çıkmayacağı için) her-şey haktır, yerindedir ve güzeldir. Tabi bundan dolayı yapılan tüm adâletsizlikler, ahlâksızlıklar, eziyetler, acılar, feryatlar, haksızlılar, terbiyesizlikler, sapıklıklar, şerefsizlikler de hoş görülecektir ve bu kötülüklere karşı bir şey yapmak düşüncesi kaybolacaktır. Çünkü müdâhale edildiği anda şirk başlar. Zîrâ her türlü melâneti yapan (fiillerin fâili O olduğu için) -hâşâ- Allah’tır. Bu nedenle îtirâz O’na edilmiş olur. İşte tasavvufun sapkın tevhid anlayışıyla kaçınılmaz olarak gelinecek yer burasıdır.

 

Tasavvuf düşüncesini ve uygulamalarını İslâm’dan ziyâde Hristiyanlık belirler. Çünkü ikisi de pasiftir. Hristiyanlık elbette Hz. Îsâ’ya inen vahiylerden oluşan öğreti ve din değil, Paulus’un Roma paganizmine uyarladığı şeydir. Yoksa Hz. Îsâ pasif biri değildi ve gerektiğinde sert uygulamalar yaptığı bilinmektedir. Meselâ tapınağı pazar yerine çevirenlerin tezgahlarını, “Allah’ın evini ticârethâneye döndürdünüz” diyerek yıkıp dağıtmıştı. O yüzden “Hristiyanlıktaki “bir yanağına vurana diğer yanağını çevir” sözü Hz. Îsâ’ya inen bir vahiy değil, Paulus’un uydurduğu bir pasiflik örneğidir. Roma’ya karşı pasif davranmak zorunda kaldı demek ki. Çünkü Hz. Îsâ’ya inen vahiyler de Allah’ın sözleridir ve Allah’ın sözlerinde böyle pasiflikler olmaz. Kur’ân’a baktığımızda esas olanın “kısas” olduğu görülür çünkü. Kişi kendisine yapılanı affedebilir tabi, o başka bir konu.

 

Allah’a, İslâm’a, Kur’ân’a ve Peygamberimiz’e hakârete seyirci kalmak, bir şey yapmaktan kaçmak ve “bir şey yapmaya gerek olmadığını düşünmek” pasifleşmektir. Batı’lı şerefsiz kuruluşların Peygamberimiz’e karşı yaptıkları (ki Peygamberimiz üzerinden aslında İslâm’a hakâret etmektedirler) hakârete ümmet yeterli tepkiyi göstermedi. Zîrâ burada sayılamayacak kadar çok nedenden dolayı ümmet pasifleşmiştir.

 

Din ile ve Peygamberimiz ile alay etmenin hiç-bir yaptırımının olmadığını söyleyerek, Peygamberimiz’in her türlü aşağılanmasına ses çıkarmayanların gözünde Peygamberimiz’in îtibârı azalmış yada azalmaya başlamış demektir. O hâlde Peygamberimiz’in her türlü aşağılanmasına ses çıkarmayanlar Peygamberimiz’in îtibarsızlaştırılmasına çalışıyorlar demektir. “Bir şey yapamayız, onlar başka söze dalıncaya kadar onlardan uzaklaşmalıyız” diyorlar. Çünkü gözlerinde Peygamberimiz’in bir değeri ve îtibârı kalmamış yada azalmıştır. Modern müslümanlar, Peygamberimiz’i aynı-zamanda siyâsî bir lîder olarak görmedikleri ve sâdece rûhânî bir varlık olarak gördükleri için bir tepki ortaya koymuyorlar.

 

Modern müslümanlar, seçmece âyetleri ortaya koyarak ve konuyla ilgili tüm âyetleri ortaya koymayarak eksik ve dolayısıyla yanlış görüşlere vara-dursun, Kur’ân’a baktığımızda Allah’a ve Peygamber’e yapılan çirkinlikler karşısında çok sert olduğunu görürüz. Şu âyet bunun delîlidir:

 

“Allah’a ve Peygamber’ine karşı savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezâsı ancak ya öldürülmeleri veyâ asılmaları, yâhut el ve ayaklarının çapraz olarak kesilmesi yada bulundukları yerden sürgün edilmeleridir. Bu, onların Dünyâ’da uğradıkları aşağılayıcı cezadır. Âhirette ise onlar için büyük bir azap vardır” (Mâide 33).

 

Bir cezâ suçun şiddetine göre olur. Kur’ân’ın “gidin adamın kafasını-kolunu kırın” diye bir âyet indirmesini beklemek abestir. Peygamberimiz’le alay edildiğinde ne tür yaptırımların olacağını anlamak için, Peygamberimiz’in böyle durumlarda ne yaptığına bakıldığında, âyetlerden anlaşılması gereken şey apaçık bir şekilde açığa çıkar. Peygamberimiz zamânında İslâm’a, Kur’ân’a ve Peygamberimiz’e yapılan alaylar ve çirkinliklere pratikte de çok sert karşılıklar verilmiştir.

 

Müslümanlar yenilginin, ezikliğin ve de kompleksin etkisi nedeniyle pasifleştiği için özür dileyici bir tavır içindedirler. Bu bağlamda teslim olunanların pisliklerini yok saymak ve görmezden gelmek normâlleşebiliyor. Oysa batı’nın ortaya koyduğu şirk, küfür, adâletsizlik, ahlâksızlık ve zulümler tüm Dünyâ’yı sarıp kuşatmıştır. 1. ve 2. Dünyâ Savaşları’nı çıkaranlar müslümanlar değildir ki!, batı’lılardır. Amerika’yı işgâl ederek oradaki yerlileri yâni kızıl-derilileri öldürerek ve onlara zulmederek mallarını çalan, Afrika’yı sömürgeleştirip insanlarını köle yapan her türlü ahlâksızlığı tüm Dünyâ’da yaygınlaştıranlara karşı pasif kalmak İslâmilik ve dolayısı da müslümanlık olamaz. İslâm pasif bir din olmadığı için müslümanlar da pasif olamazlar.

 

İslâm’ı aşırı yorum ile de pasifleştiriyorlar. Aşırı yorum, yorumlanan şeyi pasif hâle getirip nesneleştirir. Bir şeyi aşırı araştırıp incelediğinizde o şey o olmaktan çıkacağı için artık o şey hakkında doğru ve kesin hüküm vermek mümkün olmaz ve yanlış hükümler verilmeye başlanır. Verilen bu hükümler pasif olan hükümler olacaktır. Bu her alanda yapılınca pasif yorumlama alıp başını gider. Kur’ân, Peygamber örnekliği yok sayılarak aşırı yoruma tâbi tutulduğu için ondaki hükümlerin ve hattâ âyetlerin bir kısmı yada birileri için çoğu iptâl ve inkâr edilmeye başlamıştır. Bunlar İslâm’ı pasifleştirmekten başka bir şey değildir. Kur’ân’ı aşırı yorumlamaya tâbi tutmak, Kur’ân’ı dolayısıyla da İslâm’ı pasifleştirmektedir.

 

“Öyleyse yalanlayanlara itaat etme. Onlar istediler ki, sen onlara yumuşak davranasın/müdâhene edesin de onlar da sana yumuşak davransınlar” (Kalem 9).

 

“De ki: ‘Ey kâfirler!, Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dîniniz size, benim dînim bana” (Kâfirûn 1-6).

 

Unutulmasın ki İslâm’ın pasifleştirilmesi müslümanların pasifleştirilmesi ve de insanların pasifleştirilmesidir. İnsan pasifleştiğinde şeytan, nefs ve tâğutlar aktif hâle gelirler.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2021

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder