“Gevşemeyin, üzülmeyin;
eğer (gerçekten) îman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz” (Âl-i İmran).
Îman, pasif
bir kabûlden ibâret bir şey değildir.
İslâm dîni, pasifliği sembôlize eden bir felsefe değildir. Kur’ân’da da “pasif
anlamlar” yoktur. Bu yüzdendir ki İslâm, dinden aslâ tâviz vermez. Pasifliği
başlatan şey tâvizdir. Verdiğiniz tâviz oranında pasifleşirsiniz. Şu da var ki
tâviz vererek pasifleşen şey İslam değil, müslümanlardır. Zîrâ İslâm, Allah’ın
sözü ve dînidir. Allah’ın dîninin ve sözünün pasif olması mümkün değildir.
Fakat alsında kendileri pasifleşmiş olan müslümanlar, İslâm’ı da kendileri gibi
pasif bir din olarak görmek istiyorlar. Fakat bunu göremeyince de İslâm’ı “pasif
bir din”miş gibi anlatıyorlar. Anlatımları hep bu yöndedir.
Günümüzde yenilmişliğin,
ezikliğin, kompleksin ve en önemlisi de pasifliğin etkisiyle, İslâm’ı sürekli
olarak pasif bir din gibi anlatıyorlar. İslâm her alanda aktif ve tâvizsiz
iken, aşırı yorumla birlikte İslâm’ı pasifleştirici yazılar yazılıyor ve
konuşmalar yapılıyor. Bu yazıda İslâm’ı -güyâ- ve -hâşâ- pasifmiş gibi
göstermeye çalışan konuların bâzılarından bahsetmek istiyoruz.
Îmân etmeyi dîne, ahlâka ve
ibâdete indirgeyerek İslâm’ı pasifleştirmek istiyorlar. “Evrensel olan din îman,
ibâdet ve ahlâktan ibârettir, gerisi ise indiği târihi bağlar, o târihi ilgilendirir”
diyerek vahyi evrenselliğinden ayırarak onun “tüm zamanlar ve mekânlar için”
olduğu hakîkatini yalanlıyorlar ve böylece “İslâm’ı târihte kalarak geçmiş-gitmiş
ve artık hükmü kalmamış bir din” gibi göstererek pasifleştiriyorlar. Oysa
İslâm, îman, ahlâk, ibâdet, sabır, direniş, eleştiri, îtirâz, isyân, mücâhede,
mücâdele, vazgeçiş, hicret, devlet, cihad, şahâdet ve medeniyet demektir. İslâm
bunların tamâmıdır ve bunlar tüm zamanlarda ve mekânlarda câridir. Zîrâ İslâm
pasif değil aktif bir dindir ve aslında tek aktif din İslâm’dır. Zîrâ İslâm
pasif bir din olmadığı için uzak-doğu dinleri ve “Hristiyanlık” gibi dîni
kâlplere-vicdanlara gömmez. Bu nedenle hiç kimse İslâm’ı pasiflikle suçlayamaz
ve pasifleştiremez. Çünkü Allah’ın sözü pasif olmaz. Pasif olan İslâm değildir
ama modernleşmiş müslümanlardır.
Pasifleşmiş olanlar, İslâm’ın
siyâsetle, hukûkla, sosyâl hayâtla ve ekonomiyle ilgili bir şey söylemediğini
iddiâ ediyorlar, çünkü bunları söylemek “mevcut otoriteye rağmen bir şey
söylemek” anlamına geliyor. Bunları söylemek otoriteyi eleştirmek ve îtirâz
etmek anlamına geleceği için, pasifliklerinden dolayı bunu göze alamayanlar
İslâm’ı îmâna, ahlâka ve ibâdete indirgiyorlar ve bunlarla sınırlandırıyorlar.
Sınırlandırınca da pasifleştirmiş oluyorlar. Böylece İslâm’ın eleştiri, îtirâz
ve isyân özelliklerini-güyâ- yok etmiş oluyorlar. Bu bağlamda hükümlerin
sertleştiği, devlet hâline gelinen ve dolayısı ile savaş, cihad, tehdit ve
tâvizsizliğin olduğu Medîne Dönemi inkâr ediliyor ve İslâm’ı Mekke’ye
hapsediyorlar ve İslâm’ı Mekke’den ibâret görmek istiyorlar. Ne de olsa Mekke îman,
ibâdet ve ahlâkı daha çok öne çıkaran aşama ya.. Oysa İslâm’ın Mekke’si varsa
bir de Medîne’si vardır. Peygamber Mekke’de örnek olmuşsa, Medîne’de de örnek
olmuştur. Vahiy iki şehirde de inmiştir. İslâm’ı “Mekkî bir din” gibi göstermek
ve müslümanları “Mekkî müslümanlar” gibi görmek isteyenler, bunu ancak pasifliklerinden
dolayı yapıyorlar.
İslâm’ın pasifleştirilmeye
çalışıldığı noktalardan biri de savaş konusudur. Kur’ân’da savaş ile ilgili 270
küsur tâne âyet vardır. Diyorlar ki “bu âyetlerin tamâmı savunma savaşından
bahseder. Böylece İslâm’ı sürekli savunmada kalan pasif bir din gibi
gösteriyorlar. Ne yâni; İslâm; küfre, şirke, adâletsizliğe, ahlaksızlığa ve
zulme karşı bir şey demiyor mu ve bunları yapanlara karşı harekete geçmeyip de
pasif mi kalıyor?.
Savaşmayanlar, savaşanların
kölesi olmaya başlarlar ve savaşanların “şamar oğlanı” olurlar. Savaşmayanlar
korkaklaşır, pasifleşir. Sadece savunma-savaşı yapmak, “savaşı düşmanların
istediği sahada yapmak” demektir ki bu durum, askerî metod ve strateji
açısından kabûl edilebilir olmasa gerek.
Pasifleşmiş olanlar,
Dünyâ’nın diğer ucundan gelip de saldırı savaşı yaparak dibimizdeki insanların
evlerini bombalamalarına ve onları öldürmelerine ses çıkarmıyor ve “saldırı savaşı
yapıyorlar” diye suçlayıp da tek bir söz bile etmezlerken, İslâm’ı pasif bir
din olarak gördüklerinden dolayı, İslâm’da savaşın sâdece savunma savaşı
olduğunu söyleyebiliyorlar. Kendi korkularını İslâm’danmış gibi gösteriyorlar ve
İslâm’a mâl ediyorlar.
“İslâm’da saldırı savaşı yoktur, hep savunma savaşı
vardır” demek, zımnen, “İslâm Devleti’nde bulunan silahların hepsinin “savunma
savaşı silahları” olduğunu söylemektir. Buna göre İslâm Devleti’nde saldırı
silahı yoktur ve saldırı silahı bulunamaz. Bu ise, “İslâm Devleti’nde savaş
uçağı, silahlı hava araçları, uzun menzilli füze sistemleri gibi silahlar olmaz
ve bulunamaz” demektir. Bundan da, “İslâm Devleti’nde uçak olmaz fakat
uçak-savar olur” sonucu çıkar.
Savaş “savunma savaşı”na indirgendiğinde ve savunma
savaşı söylemi abartıldığında, aynen Hristiyanlık’taki gibi “savunma savaşı
yapmak” bile kötü görülmeye başlanır. Hristiyanlık başlangıçta,
“dîni savunmak için bile, hiç-bir şartta öldürme hakkı yoktur” düşüncesindeydi.
11. yüzyıldan îtibâren Augustinus tarafından geliştirilmiş olan “haklı savaş”
bâzı durumlarda, belli şartlarda ve sınırlar içinde hristiyanlara öldürme hakkı
verir. En sonunda da savaş “kutsal savaş”a döner. Tabi bu durum abartıldığında Haçlı
Seferleri’ne dönmüştür.
“İslâm’da savaş, sâdece
savunma-savaşıdır” diyenlere sormak lâzım. Allah aşkına söyleyin.. Sahabeler
arasında yapılan yada sahabelerin de katıldığı, kısmen Sıffin, ama özellikle
Cemel Savaşı’nda savunma-savaşını yapan kimdi, saldırı-savaşını yapan kimdi?.
İslâm’da savaşın sâdece “savunma-savaşı” olduğunu hangi taraf bilemedi ve idrâk
edemedi?. İslâm’daki savaşın sâdece “savunma-savaşı” olduğunu Hz. Ali mi
anlayamadı, yoksa Hz. Âişe mi?. Onlar anlayamadı da, siz mi anladınız?. Birebir
Peygamberimiz ile muhâtap olan insanlar olarak onlar anlayamadıysa, siz niye
anlamış olasınız?. Bu din sizin babanızın malı mı?.
Peygamberimiz’in güzel
örnekliğini görmezden gelmek ve bu nedenle de 23 yıllık aktif bir süreci yok
saymak İslâm’ı pasifleştirme şeklidir. Peygamberimiz hem Mekke’de hem de
Medîne’de güzel örnekliğini sergilemiştir. Bu örnekliği hem Mekke’de hem de
Medîne’de Kur’ân’a göre göstermiş ve ortaya koymuştur. Tabi Mekke’nin ortamı
farklı Medîne’nin ortamı farklıdır. Arada mutlakâ bâzı farklılıklar olacaktır.
Fakat müslümanların Medîne’ye hicret etmesi, orada bir toplum, devlet, ordu
kurması, siyâset, hukuk belirlemesi ve medeniyet başlatması yanlış mıdır?. Elbette
şeytana ve tâğutlara göre affedilmez bir suçtur bu. Zamânında da Mekke’li
müşrikler için affedilmez bir suç olarak görülmüştü de savaş yapmışlardı.
Peygamber sâdece îmân, ahlâk
ve ibâdet konularında mı örnektir?. Peki devlet başkanı, savaş, cihad, adalet,
tevhîdî duruş ve de şirke ve küfre karşı tâvizsizlik konularında da örnek değil
midir?. Peygamberimiz’i sanki hep hâlim-selim, sürekli gülen ve sakınıp duran,
her-şeye hoşgörülü olan ve pasif şekilde sabreden, kendi hâlinde bir insan olan
ve sâdece kendisine gelen vahiyleri insanlara ileten bir ara-eleman gibi göstererek
onu pasifleştiriyorlar. Böylece İslâm’ı pasifleştirmiş oluyorlar. Çünkü İslâm’ın
Peygamberi’ni pasif göstermek, Peygamberimiz İslâm’ın örnek kişiliği olduğu için
“İslâm’ı pasif göstermek” anlamına gelir.
Tasavvuf ve târikatlar ile pasif
bir teslîmiyetçilik gösteriliyor ve insanlar İslâm’ı tasavvuf sanıyorlar.
Tasavvuf pasif bir yapıda olduğu için İslâm’ın da pasif olduğunu zannediyorlar.
Tasavvuf tam bir pasiflik örneğidir. Hattâ tasavvuf tüm felsefesini pasiflik
üzerine kurmuştur. Tabi haddini bilen bâzı bir-kaç tasavvufi grup da vardır ki
(Şey Şâmil, Senûsilik) pasifliği bir yana bırakarak zulme karşı adâletin
peşinde var-güçleriyle mücâdele etmişlerdir. Onları ayırıyoruz elbette. Fakat
tasavvuf deyince pasiflik anlaşılıyor. Öyle ki insanları o kadar pasifleştiriyorlar
ki müridin, “şeyhin önünde ölü yıkayıcısının elindeki meyyit-ölü gibi olmasını”
öğretiyorlar. Pasifliğin bundan daha ilerisi düşünülemez herhâlde.
Tasavvuf, müntesiplerini-bağlılarını
o kadar pasifleştiriyor ki, cinâyet nedeni olacak konularda bile pasif
davranabiliyorlar. Bu bağlamda, bir tasavvuf grubunun yanında otururken şöyle
bir söz edilmişti: Mürid, mürşidini, karısının üstünde iken, ikisi de
çırılçıplak olarak yakalasa, o mürid şöyle düşünmelidir: “Bu gördüğüm zâhirde
belki böyledir ama bâtında gördüğüm gibi değildir. Bu nedenle mürşidime yanlış
zanda bulunmamalıyım. Mürşidim sürekli bâtınî âlemlerde gezdiğinden ve
kim-bilir hangi mânevi hâllerde olduğundan, şu gördüğüm şey zâhiri ve
aldatıcıdır ve hak değildir. Bu nedenle şeytanın zâhiri görünüş olarak beni
ayartmasına kanmamalıyım ve gördüğümden etkilenmeyip durumu hayra yormalıyım”.
İşte insanları böyle aptallaştırıp sömürüyorlar.
Niçin böyle oluyor?. Çünkü
tasavvuftaki tevhid düşüncesine ve inanışına göre her-şey Allah’tır ama en çok
da -hâşâ- insanlar Allah’tır. İnsanların içinden ise en çok efendiler, şeyhler,
gavslar ve kutuplar Allah’tır. Böyle olunca da onların yaptığı her-şey hak,
doğru, güzel ve yerinde kabûl edilir. Bir keresinde “her-şey Allah’tır” diyen
bir tasavvufçuya adamın biri “karını yanından kaçırıp götürseler ne yaparsın”
dediğinde, “elimi bile kıpırdatmam, çünkü yapan-eden Allah’tır” demişti. Zâten
seyr-i sülûkta kadınları “zât makamı”ndan fazla tutmazlar ve kısa sürede makam
atlatırlar. Çünkü bu makamda her-şey ve herkes Allah yâni zât olarak görüldüğü
için, kadınlar hiç kimseye “hayır” diyemezler. Zîrâ bu makâm, insanları ama
özellikle kadınları aşırı pasifleştirir. İşte o adan da o an için zât
makâmındaymış da olan her-şeyi hak görüyormuş.
“Lâ fâile
illallah” yâni “her-şeyi yapan-eden Allah’tır” ve “lâ mevcûde illallah” yâni
“Allah’tan başka varlık yoktur” düşüncesiyle Allah’tan başka bir yapan-edenin
olmasının önü kesilmiştir. Böyle olunca da olan her-şey “hak” olmuş olur.
“Mevlâ neylerse güzel eyler” sözü baş-tâcı edilir. Çünkü görülen ve duyulan
her-şey “Allah’ın yaptığı şeyler”dir ve bu nedenle (Allah’tan kötülük
çıkmayacağı için) her-şey haktır, yerindedir ve güzeldir. Tabi bundan dolayı yapılan
tüm adâletsizlikler, ahlâksızlıklar, eziyetler, acılar, feryatlar, haksızlılar,
terbiyesizlikler, sapıklıklar, şerefsizlikler de hoş görülecektir ve bu
kötülüklere karşı bir şey yapmak düşüncesi kaybolacaktır. Çünkü müdâhale
edildiği anda şirk başlar. Zîrâ her türlü melâneti yapan (fiillerin fâili O
olduğu için) -hâşâ- Allah’tır. Bu nedenle îtirâz O’na edilmiş olur. İşte
tasavvufun sapkın tevhid anlayışıyla kaçınılmaz olarak gelinecek yer burasıdır.
Tasavvuf düşüncesini ve
uygulamalarını İslâm’dan ziyâde Hristiyanlık belirler. Çünkü ikisi de pasiftir.
Hristiyanlık elbette Hz. Îsâ’ya inen vahiylerden oluşan öğreti ve din değil,
Paulus’un Roma paganizmine uyarladığı şeydir. Yoksa Hz. Îsâ pasif biri değildi
ve gerektiğinde sert uygulamalar yaptığı bilinmektedir. Meselâ tapınağı pazar
yerine çevirenlerin tezgahlarını, “Allah’ın evini ticârethâneye döndürdünüz”
diyerek yıkıp dağıtmıştı. O yüzden “Hristiyanlıktaki “bir yanağına vurana diğer
yanağını çevir” sözü Hz. Îsâ’ya inen bir vahiy değil, Paulus’un uydurduğu bir
pasiflik örneğidir. Roma’ya karşı pasif davranmak zorunda kaldı demek ki. Çünkü
Hz. Îsâ’ya inen vahiyler de Allah’ın sözleridir ve Allah’ın sözlerinde böyle
pasiflikler olmaz. Kur’ân’a baktığımızda esas olanın “kısas” olduğu görülür
çünkü. Kişi kendisine yapılanı affedebilir tabi, o başka bir konu.
Allah’a, İslâm’a, Kur’ân’a
ve Peygamberimiz’e hakârete seyirci kalmak, bir şey yapmaktan kaçmak ve “bir
şey yapmaya gerek olmadığını düşünmek” pasifleşmektir. Batı’lı şerefsiz
kuruluşların Peygamberimiz’e karşı yaptıkları (ki Peygamberimiz üzerinden
aslında İslâm’a hakâret etmektedirler) hakârete ümmet yeterli tepkiyi göstermedi.
Zîrâ burada sayılamayacak kadar çok nedenden dolayı ümmet pasifleşmiştir.
Din ile ve Peygamberimiz ile
alay etmenin hiç-bir yaptırımının olmadığını söyleyerek, Peygamberimiz’in her
türlü aşağılanmasına ses çıkarmayanların gözünde Peygamberimiz’in îtibârı
azalmış yada azalmaya başlamış demektir. O hâlde Peygamberimiz’in her türlü
aşağılanmasına ses çıkarmayanlar Peygamberimiz’in îtibarsızlaştırılmasına
çalışıyorlar demektir. “Bir şey yapamayız, onlar başka söze dalıncaya kadar
onlardan uzaklaşmalıyız” diyorlar. Çünkü gözlerinde Peygamberimiz’in bir değeri
ve îtibârı kalmamış yada azalmıştır. Modern müslümanlar, Peygamberimiz’i
aynı-zamanda siyâsî bir lîder olarak görmedikleri ve sâdece rûhânî bir varlık
olarak gördükleri için bir tepki ortaya koymuyorlar.
Modern müslümanlar, seçmece
âyetleri ortaya koyarak ve konuyla ilgili tüm âyetleri ortaya koymayarak eksik
ve dolayısıyla yanlış görüşlere vara-dursun, Kur’ân’a baktığımızda Allah’a ve
Peygamber’e yapılan çirkinlikler karşısında çok sert olduğunu görürüz. Şu âyet
bunun delîlidir:
“Allah’a ve Peygamber’ine
karşı savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezâsı
ancak ya öldürülmeleri veyâ asılmaları, yâhut el ve ayaklarının çapraz olarak
kesilmesi yada bulundukları yerden sürgün edilmeleridir. Bu, onların Dünyâ’da
uğradıkları aşağılayıcı cezadır. Âhirette ise onlar için büyük bir azap vardır” (Mâide 33).
Bir cezâ suçun şiddetine
göre olur. Kur’ân’ın “gidin adamın kafasını-kolunu kırın” diye bir âyet
indirmesini beklemek abestir. Peygamberimiz’le alay edildiğinde ne tür
yaptırımların olacağını anlamak için, Peygamberimiz’in böyle durumlarda ne
yaptığına bakıldığında, âyetlerden anlaşılması gereken şey apaçık bir şekilde
açığa çıkar. Peygamberimiz zamânında İslâm’a, Kur’ân’a ve Peygamberimiz’e
yapılan alaylar ve çirkinliklere pratikte de çok sert karşılıklar verilmiştir.
Müslümanlar yenilginin,
ezikliğin ve de kompleksin etkisi nedeniyle pasifleştiği için özür dileyici bir
tavır içindedirler. Bu bağlamda teslim olunanların pisliklerini yok saymak ve
görmezden gelmek normâlleşebiliyor. Oysa batı’nın ortaya koyduğu şirk, küfür,
adâletsizlik, ahlâksızlık ve zulümler tüm Dünyâ’yı sarıp kuşatmıştır. 1. ve 2.
Dünyâ Savaşları’nı çıkaranlar müslümanlar değildir ki!, batı’lılardır. Amerika’yı
işgâl ederek oradaki yerlileri yâni kızıl-derilileri öldürerek ve onlara zulmederek
mallarını çalan, Afrika’yı sömürgeleştirip insanlarını köle yapan her türlü
ahlâksızlığı tüm Dünyâ’da yaygınlaştıranlara karşı pasif kalmak İslâmilik ve dolayısı
da müslümanlık olamaz. İslâm pasif bir din olmadığı için müslümanlar da pasif
olamazlar.
İslâm’ı aşırı yorum ile de
pasifleştiriyorlar. Aşırı yorum, yorumlanan şeyi pasif hâle getirip
nesneleştirir. Bir şeyi aşırı araştırıp incelediğinizde o şey o olmaktan çıkacağı
için artık o şey hakkında doğru ve kesin hüküm vermek mümkün olmaz ve yanlış
hükümler verilmeye başlanır. Verilen bu hükümler pasif olan hükümler olacaktır.
Bu her alanda yapılınca pasif yorumlama alıp başını gider. Kur’ân, Peygamber
örnekliği yok sayılarak aşırı yoruma tâbi tutulduğu için ondaki hükümlerin ve
hattâ âyetlerin bir kısmı yada birileri için çoğu iptâl ve inkâr edilmeye
başlamıştır. Bunlar İslâm’ı pasifleştirmekten başka bir şey değildir. Kur’ân’ı
aşırı yorumlamaya tâbi tutmak, Kur’ân’ı dolayısıyla da İslâm’ı
pasifleştirmektedir.
“Öyleyse yalanlayanlara
itaat etme. Onlar istediler ki, sen onlara yumuşak davranasın/müdâhene edesin
de onlar da sana yumuşak davransınlar”
(Kalem 9).
“De ki: ‘Ey kâfirler!,
Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz. Ben de
sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak
değilsiniz. Sizin dîniniz size, benim dînim bana” (Kâfirûn 1-6).
Unutulmasın ki İslâm’ın
pasifleştirilmesi müslümanların pasifleştirilmesi ve de insanların pasifleştirilmesidir.
İnsan pasifleştiğinde şeytan, nefs ve tâğutlar aktif hâle gelirler.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder