27 Şubat 2022 Pazar

Sahtenin Hâkimiyeti

 

“De ki: ‘Hak geldi, bâtıl yok oldu. Hiç şüphesiz bâtıl yok olucudur” (İsrâ 81).

 

Sahte, “hakkın ve hakîkatin yokluğu hâli”dir. Hakkın ve hakîkatin azlığı ve yokluğu mutlakâ sahte olanı açığa çıkarır. Sahteliğin olduğu yerde sahtekârlar, sahtekârların olduğu yerde ise sahtelikler ortaya çıkar. Sahtelik ve sahtekârlık birbirlerinin neden-sonucudur.

 

Allah’ın yarattığı doğal varlıkta sahtelik olmaz. Zîrâ sahtelikte mutlakâ eksiklik olur. Eksikliğin olduğu yerde haktan bahsedilemez. “Hak” olmayanı Allah yaratmamıştır ve ortaya çıkan sahte şey, hakkın ve hakîkatin blôke edilmesinden dolayı ortaya çıkmıştır. Sahte; şeytanın, nefsin ve tâğutların, hak’kı bâtıla çevirmesi ve insanlara “hak” diye göstermesiyle ortaya çıkar ve bir kez ortaya çıktığında sürüp gider. Kâinât ve sünnetullah sûnî ve sahte olanı barındırmaz yada o şeyin işleyişi hem düzgün olmaz hem de zararlı sonuç verir. Günümüzde sahteliğin kaynağı ve ideolojisi olan modernizm, sünnetullaha aykırılığı nedeniyle “hakkın karşısındaki sahte” durumundadır. Hakkın karşısına sahteyi çıkarmak, Allah’a karşı bir isyân şeklidir.

 

Modern sapık zihniyet, peygamber örnekliklerinde olduğu gibi “gerçek hayatlar” ortaya koyamadıkları ve Dünyâ’yı hayâl ettikleri gibi değiştiremedikleri için, sahte ve yapay eşyâ, düşünce, ideoloji ve kahramanlar ortaya çıkarmışlardır. İşte modernite ve modern insan ancak bunu yapabilir. Çünkü insanlara; “modernite ile gerçekleşecek” diye verdikleri sözlerin hiç-birini gerçekleştiremeyince, bunu sahteyle ve sahtekârlıklarla yapmaya çalışırlar.

 

Modernizm bir “sahtelikler ve sahtekârlar uygarlığı”dır. Hemen her-şey sahtedir modern hayatta. Yenilenler, içilenler, giyilenler, görülenler, konuşulanlar, dostluklar vs. her-şey. Aslında insanlar bunun farkındadırlar ama “yapacak bir şey yok” deyip geçerler. Bu sahteleri hâkim kılanlar sahtekârlardır. Bir yerde bir sahtelik varsa orada mutlakâ bir sahtekâr da vardır. En büyük sahtekâr ise, insanın ebedî düşmanı olan şeytandır. Şeytan kendi dostlarından sahtekârlar bulur ve onları sahte ilhamlarla yönlendirir. Tâğutlar bu bağlamda şeytanın sahtekâr uşaklarıdırlar.

 

Son 200 yıldır Dünyâ’ya hâkim durumdaki modernizm, vahiy-merkezlilikten yâni hak-merkezlilikten akıl-merkezliliğe dönüşün adıdır. Akıl-merkezlilikte akıl, vahyin değil de nefsin yönlendirmesinde olduğu için hakka meyledeceğine bâtıla doğru meyletmektedir ve bâtıl ve sahte bir uygarlık ortaya çıkarmaktadır. Üstelik nefse çok uygun olan sahteler, insanları da “sahte insanlar” hâline getirmektedir. Sahtelikler ve sahte insanlar hayâtın tadını-tuzunu kaçırmış ve yavan bir yaşam meydana getirmiştir. Her-şey sahtedir ve her-şey kokuşmaya başlamıştır. Tuz mesâbesinde olan insan da sahteleşince yâni “tuz” da kokmaya başlayınca, insanlar artık sahteye teslim olmak zorunda kalmışlar ve “ne olursa-olsun modern olan” demeye başlamışlardır. Oysa modern olan sahte olmak zorundadır. Zîrâ hakîkati bölüp parçalayınca o şey hakîkat olmaktan çıkar ve sahteleşir. Modernite bir parçalama uygarlığıdır. İnsanın rûh tarafını iptâl edip sâdece beden tarafına meyledince ve sâdece maddeye yönelince, her-şey sahte olmuş olur. Çünkü bir şeyi hakîkatinden ve rûhundan ayırdığınızda o şey hak olmaktan çıkar ve geriye sahte kalır.

 

Sahteliğin hâkim olduğu bir yerde insanlar bencilleşir, bireyleşir ve boş-vermişlik açığa çıkar. Fakat Allah’ın sistemi boş-vermişliğe bir noktadan sonra izin vermez ve insanları kendine getirecek ağır sonuçlar ortaya çıkar.

 

Bir düşünce ve inanç kişiyi amele-eyleme yönlendirmiyorsa, o düşünce ve inanç özünde olmasa da yorumunda sahtedir. Sahte olanlar amele-eyleme yönel(e)mezler. Zîrâ amel ve eylem sahte olanı şıp diye açığa çıkarır ve herkes onun sahte olduğunu anlar. Çünkü amel-eylem yâni hayat pratiği, sahteyi uzun süre barındırmaz. Hareket hâlindeyken sahte olan sırıtıverir ve kendini belli eder. O yüzden de sahtekârlar sürekli olarak yeni sahteler üretmek ve sahte olanı gündem etmek zorundadırlar. Böylece sahte-merkezli bir Dünyâ ortaya çıkmış olur. Fakat sünnetullah, (yâni Allah’ın kâinâta ve toplumlara koyduğu, tüm zamanlarda geçerli olan yasaları) kritik eşik aşılınca devreye girer ve sahteyi rezil ederek açığa çıkarır, tabi bu-arada ortalık fenâ hâlde karışır. Bu nedenle insan, sahtelikler içinde yaşıyorken bile hakkı, iyiyi, güzelliği hâkim kılmayı düşünmek ve bunun için çalışmak zorundadır. Zîrâ hayvandan farkı budur.

 

Sahte, nefse uygun olduğu için çok müşterisi olur ve kolay karşılık bulabilmektedir. O yüzden sahtenin tarafında olanlar insanlık târihi boyunca kalabalık olmuştur. Fakat sahte ne kadar çok ve yoğun olursa-olsun, Hak ona karşı çıkar ve sahteyi silip yerine Hak’kı koyar. Çünkü sahte “gerçek” değildir ve Hakkın yokluğu hâlidir. Hak azaldıkça sahte ortaya çıkar. Sahtenin olduğu yerde sahtekârlar bol olur. Sahtenin ve sahtekârların çok olduğu bir toplum ve Dünyâ, farkında olsun yada olmasın, bir-çok sıkıntıya, belâya ve azâba uğrar. Sahtenin hâkimiyeti altına giren insanın Dünyâ’da zor bir yaşamı olduğu gibi, âhirette de acı azapla karşılaşır.

 

Hakkı dik tutamayanlar sahteliklere yeltenirler. Zîrâ hakkı dik tutmanın bedeli vardır ve bu bedel kolay da değildir. Kişinin bu uğurda malını ve canını bile ortaya koyması gerekebilir. Bu bedeli ödemek istemediğinde hak yerine sahteler ortaya çıkar ki bunları ortaya çıkaranlar sahtekârlardır.  

 

Mü’min, “şeytandan ve tâğuttan özgür” olandır. Onlara kölelik yapmaz çünkü. Şeytan bu kişilerden neredeyse umûdunu kesmiştir. Mü’min bu duruma şeytanın verdiği sahte özgürlükten vazgeçip, gerçek özgürlüğe kavuştuğu için nâil olmuştur. Zîrâ sâdece Allah’a bağlanmıştır ve sâdece O’ndan korkmaktadır (haşyet). Bu nedenle şeytan kendine sıkıca bağlanacak insanlara ihtiyaç duyar ve bunu sağlamak için sahtelere ve sahtekârlara sarılır ve başlar onlara fısıldamaya. Sahtelere ve sahtekârlara kananlar ve haktan uzaklaşanlar, hak yerine, sahteliğin pîri olan şeytana bağlanırlar. Şeytan onları sahtenin müptelâsı yapar ve sonunda bu kişiler de sahtekârlar olup çıkar.

 

İçinde yaşadığımız mevcut Dünyâ kirletilmiş ve kötülükle mâlûl bir dünyâ hâline gelmiştir. İyilik yapmaya imkân tanınmamaktadır. Çünkü sahtenin ve yabancılaşmanın hâkim olduğu yerde yalanın, doğrunun yerine ikâme edildiğini gözlemleriz. Adâletsizliğin kol gezdiği, zulmün ayyuka çıktığı zamanlarda yaşıyoruz. Zîrâ ortalığı çeşitli sahtelikler kuşatmıştır.

 

İnsan “yarı-mahrûmiyete uygun” yaratılmıştır. Refah onu hasta eder. Hele “sahte refah” (aslında refah içinde olunmadığı hâlde refah içindeymiş gibi yaşamak) ise, “aptal hasta” eder. Dünya şu-anda bu durumdadır. İnsan, “özlem odaklı” yaratılmıştır. Bu özlem “cennet özlemi”dir. Dünyâ’da hiç-bir zaman oluşamayacak olan cennet. Âhirete has olan yer. Mahrûmiyet insanın fıtrî bir terapisidir. Refah, insanları hasta etti. “Yalancı refah” ise insanları perişân etti. İnsanlar mahrûmiyetten mahrumdur. Modern insan bu mahrûmiyetten kurtulmak(!) için sahtelere sarılmak zorunda kalmış ve dış-âlemini görece mutlu ederken iç-âlemini mahrûm bırakmıştır. Rûhsuzluğunun nedeni bundandır. 

 

“Gerçek gül”e benzeyen “sahte güller” vardır. Onları uzaktan görenler “gerçek gül” zannediyor. Hattâ onlara “parfüm” sıkıyorlar daha gerçekçi olsun diye. İşte bu sahte güller, gerçek güllere, hakîki güllere tercih ediliyor. Modern insan hakîki olan yerine sahteyi tercih ediyor. Olacak şey değil. Bu nasıl olabiliyor?. İnsan bunu nasıl kabûl edebiliyor?.

 

“Size ne oluyor?. Nasıl hüküm veriyorsunuz?. Yoksa (elinizde) ders okumakta olduğunuz bir kitap mı var?. İçinde, neyi seçip-beğenirseniz mutlakâ sizin olacak diye. Yoksa sizin için üzerimizde kıyâmete kadar sürüp gidecek bir yemin mi var ki ‘siz ne hüküm verirseniz o, mutlakâ sizin kalacak’ diye” (Kalem 36-39).

 

Modern ve post-modern zamanlarda herhangi bir şey için insanların ölçü aracı, o şeyden; “hoşlanılması”, o şeyin “haz vermesi”, “herkesçe kabûl edilip onaylanması”, “o şeye bir îtirâzın olmaması” gibi nedenlerdir. Hakîki olup-olmamasına bakılmaz. Peki insanların, “doğal olan”ı varken, “sûni, sahte ve zararlı olan”ı seçmesinin nedeni nedir?. Meselâ çocuklar kahvaltıda; doğal ve el/ev yapımı bal, pekmez, reçel, peynir, zeytin vs. varken neden bunları yemezler de, ekmeklerine; ne olduğu belirsiz, fabrikasyon bir üretim olan “krem çikolata” sürüp onları yerler ve ana-babalar buna pek de ses çıkarmazlar?. Yine, neden insanlar rahat ve hareket etmeye, oturup-kalkmaya çok daha uygun olan kıyâfetleri giymezler de, her yerlerinden sıkıştıran dar ve kısa kıyâfetleri giyerler?. İki-üç inek alıp baksa çok daha rahat, özgür ve doğal yaşayacağı köyünde kalmaz da, asgarî ücretle, gece-gündüz bir çeşit “kölelik yapmak” (çalışmak) için, gürültülü, kalabalık, sıkışık, rûhsuz şehirlere gelmek için can atar?. Bu soruları modern zamanların îcatları sayısınca çoğaltabiliriz. Tüm bu modern ürünler ve yaşam-tarzları insanlara medya aracılığı ile gösteriliyor ve özendiriliyor, insanlar gördüklerine ulaşmak istiyorlar ve bunlara kıyısından-köşesinden ulaşmakla bile vazgeçilemeyecek tatminler ve alışkanlıklar oluşuyor. Alıştıkları şeyler nefse hitâp eden hoşlandıkları ve haz aldıkları şeyler olduğu için bu alışkanlıkları eleştirmiyor-sorgulamıyorlar ve tabî ki de bu alışkanlıklarından vazgeçmeyi düşünmüyorlar. Çünkü sahte, alışkanlık yapar. Hâlbuki Kur’ân’da şöyle denir:

 

“…Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır ve olur ki sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara 216).

 

Modern-bilimler sahte gerçeklikler üretti. Modern-bilim de bir-çok sahte bilgi ve teori üretir. Hiç-bir zaman ispatlanamayacak olan şeyleri konuşur durur. Sahte, sürekli yeni sahtelere ihtiyaç duyar. Aksi-hâlde sahte olduğu hemen ortaya çıkıverir. Modern-bilim bu nedenle sürekli olarak sahte bilgiler-teoriler ortaya atar ve insanları sahtelerle kandırır. Arada bir bâzı hakîkatlerden bahsedince yada sahte olanla hakîkati karıştırarak sununca, insanlar hakîkat karışmış sahteleri “hakîkat” zanneder. Oysa hakîkat sahte ile karışmaya gelmez ve karıştığında o şey sahte olur. Bu durum “söz” için de geçerlidir. Sürekli sahte sözler söylenince insanlar söylenenleri hakîkat zannetmeye başlar. Öyle ki en sonunda sahte ile hakîkati ayıramaz hâle gelir. Böylece sahtenin hâkimiyeti başlar ve devâm eder.

 

Modern müslümanlar “sahte bir müslümanlık” şekli ortaya çıkardılar. Bu müslümanlık şeklinde din, kâlplere, zihinlere ve dört duvar arasına hapsolmuştur. Çünkü dînin hayat ile alâkası kesilmiştir. Böylece aşırı ve yoğun yorumlarla yeni ve hak olmayan yada hak ile karışmış sahte bir din açığa çıkmıştır. İşin sonunda sahte âyetler, sahte peygamberler ve -hâşâ-, “sahte Allah”(!) bile üretmeye başlarlar. Böyle olunca îmânın da sahtesi çıkar ortaya. Gerçek îman olmadığında mutlakâ sahte îman olur. Sahte îman gerçek îmânı yiyip-bitirir.

 

Bir şeyin sahtesi sunuluyorsa, bilin ki gerçeği gizleniyordur. Çünkü bir şeyin sahtesi varsa gerçeği de vardır. Sahte ilahlar varsa “Allah” da vardır ve her zaman gâlip olan da Allah’tır. Sahte dinler varsa tek hak din olan İslâm da vardır. Sahte peygamberler varsa hak Peygamber de vardır ve örnek kişiliği ile sahteyi def eder.

 

Sahte ve sahtekârlık en çok da ticarette görülmektedir. İnsanlar sahte olunca ticâret de sahte olmaktadır. O yüzden ticârette bir-çok kalpazan sahte paralar basar. Elma “armut” olarak, üç liralık şey ise beş liraya satılmaktadır. Nizamülmülk; “200 dinar alınacak bir maldan 500 dinar istemek sahtekârlıktır. Halk bu sebeple fakir düşüp perişân olur” der. Sahte en sonunda insanların tümüne zarar verip onları iflâsa sürükler. Krizlerin nedeni sahte şeyler ve sahtekârlıklardır.  

 

Bir “sahtelikler uygarlığı” olan modernizm, üç sahte tanrıyla hâkimiyetini devâm ettirmektedir: Güç, şehvet, şiddet. İnsanlar Hak’kın kudreti yerine tâğutların gücünü, nefsin şehvetini ve şiddetini benimsemiş durumdadırlar ve böylece sahte, dünyâ-târihinde hiç olmadığı oranda güçlü bir hâkimiyet kurmuştur. Fakat ne de olsa bu hâkimiyet sahteden oluşan sahte bir hâkimiyettir. Sahte olan görünüşte ve algıda güçlü gibi olsa da, Hak’kın karşısında “kağıttan kaplan”dır. Sahteye karşı çıkan ve hakkı hakkıyla savunan mü’minler sahteyi ve sahtekârları def edecek kuvveti Kur’ân’da ve “güzel örneklik” olan Sünnet’te bulacaklardır.

 

İnsan, söz, amel ve eylemini ya sahteye göre yada “en doğru duruşuna” (şâkül) göre söyler ve gösterir. Hakkı ortaya koymak böyle olur. O hâlde “sahte güç sâhibi” olanların sözünü değil, Gerçek Güç Sâhibi Olan’ın sözünü üstün tutup Dünyâ’ya hâkim kılmak için çabalamalıyız.

 

Evet; Dünyâ bir sahtelikler ve sahtekârlar diyârına dönmüştür. Zîrâ hakîkatin değeri kalmamıştır ve herkes sahtenin ve sahtekârlığın peşindedir. Böyle olunca da Dünyâ’da bir keşmekeş ortaya çıkmaktadır. Her-şey karmaşa içindedir. Kaçacak bir yer kalmamış olduğundan dolayı böyle bir dünyâda nereye gitseniz sahteden kurtulmanın çâresi yoktur. Çünkü Dünyâ; “nerden baksanız sahte, nerden baksanız tutarsız ve nerden baksanız ahmakça” bir yer hâline gelmiştir. Hak gelip de Dünyâ’ya hâkim olmadıkça, sahtenin defolup gitmesi mümkün değildir.    

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2020

 

Devamını Oku »

20 Şubat 2022 Pazar

Nûh’un Gemisi’ne Bin(me)mek

 

“(Gemi) Onlarla dağlar gibi dalga(lar) içinde yüzüyorken Nûh, bir kenara çekilmiş olan oğluna seslendi: ‘Ey oğlum, bizimle birlikte bin ve kâfirlerle birlikte olma’. (Oğlu) Dedi ki: ‘Ben bir dağa sığınacağım, o beni sudan korur’. Dedi ki: ‘Bugün Allah’ın emrinden, esirgeyen olan (Allah)dan başka bir koruyucu yoktur’. Ve ikisinin arasına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu. Denildi ki: ‘Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sen de tut’. Su çekildi, iş bitiriliverdi, (gemi de) Cudi (dağı) üstünde durdu ve zâlimler topluluğuna da: ‘Uzak olsunlar’ denildi” (Hûd 42-44).

 

Hz. Nûh, gemisini tam da vahyin bildirdiği gibi yapmıştı. Böylece gemi bir “vahiy gemisi” olmuştu. Vahiy, tahtalara-çivilere bürünmüş ve “gemi” olarak görünmüştü. Vahiy, Nuh’un Gemisi şeklinde tezâhür etmişti. Bu nedenle aslında -tüm zamanlar için- gemiye binmek, “Allah’ın çağrısına uymak ve vahye tutunmak” olarak anlaşılmalıdır. Zîrâ her türlü tuğyandan ve de dolayısıyla tûfândan ancak vahye tutunarak kurtulmak mümkündür. Zâten âhirette de acı ve sonsuz azaptan kurtulanlar ancak vahye tutunanlar, vahiy-merkezli yaşayanlar yâni vahyin gemisine binenler ve o gemide olanlar kurtulacaktır. Çünkü Nûh’un Gemisi’ne binmeyenler vahye tutunmamış olurlar. Vahye tutunmayanlar ise Nûh’un âilesinden sayılmazlar. Nûh’un âilesinden yâni “îman âilesi”nden sayılmayanlar ise, hem Dünyâ’da hem de âhirette boğulanlarla birlikte boğulup giderler.

 

Hz. Nûh, kavmini uzun yıllar boyunca tebliğin ve dâvetin her türlüsüyle uyardı ve insanları gemiye yâni vahye dâvet etti. Onların tuğyanda olduklarını, tuğyânın, kritik eşiği aştığında -sünnetullah gereğince- mutlakâ tûfânla sonuçlanacağını bildirdi durdu. Bu görevini büyük bir sebatla ve gayretle yerine getirdi. Fakat tüm zamanlarda olduğu gibi, peygamberin dâvetine ancak az sayıdaki insan uydu:

 

“Dedi ki: Rabbim, gerçekten kavmimi gece ve gündüz dâvet edip-durdum. Fakat dâvet etmem, bir kaçıştan başkasını arttırmadı” (Nûh 5-6).

 

“Sonunda emrimiz geldiğinde ve tandır feverân ettiği zaman, dedik ki: ‘Her birinden ikişer çift (hayvan) ile aleyhlerinde söz geçmiş olanlar dışında, âileni ve îman edenleri ona yükle’. Zâten onunla birlikte çok azından başkası îman etmemişti” (Hûd 40).

 

Onca tebliğ ve dâvete kendi oğlu bile uymadı da gemiye binmekten imtinâ etti. Tedbirin, kendisini Allah’ın azâbından kurtarabileceğini sanmıştı. Gözüne kestirdiği yüce bir dağa sığınarak kurtulabileceğini sandı. Oysa kişiyi Allah’ın azâbından kurtarabilecek hiç-bir tedbir yoktur. Çünkü Allah’ın, olmasını istediği yada istemediği bir şeyin önüne kimse geçemez:

 

“Allah sana bir zarar dokunduracak olsa, O’ndan başka bunu senden kaldıracak yoktur. Ve eğer sana bir hayır isterse, O’nun bol fazlını geri çevirecek de yoktur. Kullarından dilediğine bundan isâbet ettirir. O, bağışlayandır, esirgeyendir” (Yûnus 107).

 

Çünkü sorun alt-yapı yada üst-yapı sorunu eksikliği değildir. Sorun; hakkın-hakîkatin, adâletin-eşitliğin, sünnetullahın ve tevhidin çiğnenmesi, bırakılması ve şirkin, küfrün, adâletsizliğin, ahlâksızlığın dolayısıyla zulmün ayyuka çıkmış olması ve artık iç-âlemlerde kopan fırtına ve başlayan tuğyânın taşarak dış-âleme de yayılarak zulme dönüşmüş olmasıdır. Eğer tuğyân olup taşma başlamışsa, oraya mutlakâ tûfân yetişir. Lâkin şu da var ki, orada binip kurtulacak bir gemi ve gemiye binmeye dâvet eden bir dâvetçi mutlakâ vardır.

 

Karada kendilerine ölüm yok zannedenler, kaçıp kurtulabilecek bir-çok yer olduğunu sanırlar fakat “gemi”den başka sığınılacak bir yer yoktur. Gemiye binmek “Allah’a sığınmak” demektir. Ancak “Allah’a tam bir teslîmiyetle teslîm olanlar” gemiye binebilirler. Allah’a inanmasına rağmen O’na güvenmeyenler ise, yüce görüp de şirk koştukları dağlara doğru kaçarak kurtulabileceklerini umarlar. Oysa yüce dağları bile aşan dalgalar onları da yutuverir de Dünyâ’da rezil oldukları gibi âhirette pişman ve repişân olanlardan olurlar.

 

İnsanlar ancak ölüm ve yok olma korkusu sırasında ve de sığınacak bir yer olmadığında (sığınacak başka da bir mercî olmadığı için) Allah’a sığınırlar ve sâdece O’na yalvarırlar. Meselâ denizin ortasında fırtınaya yakalananlar böyledir. Tabi bu, denizin ortasında başka sığınacak bir yer bulamadıklarından dolayı olan geçici bir sığınmadır:

 

“Onlar gemiye bindikleri zaman, dîni yalnızca O’na hâlis kılan gönülden bağlılar olarak, Allah’a yalvarıp yakarırlar. Ama onları karaya çıkarıp kurtarınca, hemen şirk koşarlar” (Ankebût 65).

 

 “Onları kara gölgeler gibi dalgalar sarıverdiği zaman, dîni yalnızca O’na hâlis kılan gönülden bağlılar olarak Allah’a yalvarıp-yakarırlar (duâ ederler). Böylece onları karaya çıkarıp-kurtarınca, artık onlardan bir kısmı orta yolu tutuyor. Bizim âyetlerimizi gaddar, nankör olandan başkası inkâr etmez” (Lokmân 32).

 

Karaya çıkınca çok geçmeden tekrar sapma başlıyor. Lâkin Allah’ın azâbından emin olunamaz ki!. Eğer sapkınlık, şirk, küfür, zulüm ve tuğyân kritik eşiği aşmışsa, Allah denizin olmadığı karaya da denizi getirmesini bilir. “Tandır kaynamaya başladığında” yüce dağlar bile sular altında kalır. Bu böyledir, çünkü insanlar acı azâbı görmedikçe îman edip güvenmezler:

 

“Mûsâ dedi ki: Rabbimiz, şüphesiz Sen, Firavun’a ve önde gelen çevresine dünyâ-hayâtında bir çekicilik (güç, ihtişâm) ve mallar verdin. Rabbimiz, Senin yolundan saptırmaları için (mi?). Rabbimiz, mallarını yerin dibine geçir ve onların kâlplerinin üzerini şiddetle bağla; (çünkü) onlar acı azâbı görecekleri zamâna kadar îman etmeyecekler” (Yûnus 88).

 

İç-âlemlerinde mânevî anlamda boğulup gidenler, kısa vâdede maddî alanda da boğulmaya başlarlar ve gemiye binmezlerse yâni vahye sımsıkı tutunmazlarsa mutlakâ boğulurlar. Onları ne yüce dağlar kurtarır ne de başka türden bir tedbir. O-anda kişiyi kurtaracak olan yalnızca Allah’tır ve Allah’ın kişiyi kurtarması, “gemiye binmesiyle” yâni , vahye tutunmakla olacaktır.

 

Allah’a, peygambere ve vahye îman edip de güvenmeyenler gemiye bin(e)mezler. Çünkü onlar başka şeylere güvenmektedirler. Oysa ne yüce dağlar ne de çeşitli çâreler ve tedbirler, kişiyi sonuna kadar koroyamaz ve kurtaramaz. O-hâlde güvenilmesi gereken tek sığınak ancak Allah’tır. Allah’ın emri ise gemiye binmektir. Gemi’ye binenler hem Dünyâ’da cezâdan kurtulur ve sağ-sâlim karaya ulaşırlar hem de âhirette mutlu sonla karşılaşırlar. Lâkin gemiye binmeyenler çok da uzak olmayan bir vâdede hem Dünyâ’da rezil olurlar hem de âhirette kaybedenlerden olurlar.

 

Allah’ın toplumlara uyguladığı sünnetullahı hesâba katmayanlar, Allah’ın kâinâta ve Dünyâ’ya koyduğu yasaları ve kânunları olan sünettullah ile karşılaşırlar ve çok pişmân olurlar. O hâlde aklını vahiy-merkezli olarak kullanmayanları ve Hz. Nûh’u dinlemeyerek şeytana, nefislerine ve tâğutlara uyanları hem Dünyâ’da hem de âhirette büyük bir azap ve pişmanlık beklemektedir.

 

Târih boyunca gemiye binenler yâni vahye tutunanlar her zaman az olmuştur. Rivâyete göre Hz. Nûh, yağmur, sel ve fırtına çılgınca Dünyâ’yı kuşatırken bile gemiye bindirmek için kırk kişiden başkasını iknâ edememişti. Buna oğlu bile dâhildi:

 

“Sonunda emrimiz geldiğinde ve tandır feverân ettiği zaman, dedik ki: ‘Her birinden ikişer çift (hayvan) ile aleyhlerinde söz geçmiş olanlar dışında, âileni ve îman edenleri ona yükle’. Zâten onunla birlikte çok azından başkası îman etmemişti” (Hûd 40).

 

Böylece olunca da Hz. Nûh şu bedduâyı etmişti:

 

“Nûh; ‘Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden yurt edinen hiç kimseyi bırakma’ dedi. ‘Çünkü Sen onları bırakacak olursan, Senin kullarını şaşırtıp-saptırırlar ve onlar, kötülükte sınırı aşan (fâcir’den) kâfirden başkasını doğurmazlar” (Nûh 26-27).

 

“Yalnız o’nun zürriyetini kalıcılar yaptık (onlardan başka hepsini helâk ettik)” (Sâffât 77).

 

Âyet, “insanlardan geriye bakiye olarak sâdece Nûh’un Gemisi’nde olanlar kaldı” diyor. Bu da insanların çok azı dışında gemiye binen olmadığını gösterir.

 

 Tûfân tüm Dünyâ’da olmuştur. Zîrâ -aynen günümüzde olduğu gibi- tüm Dünyâ tuğyân hâlindeydi ve kendilerine yapılan tebliği, uyarıyı ve dâveti hiç umursamamaktaydılar. Tüm Dünyâ tuğyân edince, tûfân da tüm Dünyâ’da oldu. Sâdece gemiye binen az sayıdaki kişi kurtulmuş ve diğerleri boğulup gitmiştir. Üstelik Dünyâ’da su ile yaşanan tûfân, âhirette de “ateş tûfânı” şeklinde devâm eder. Gemiye binenler ise Dünyâ’da azaptan kurtulduktan başka, âhirette de cennet ile ödüllendirilip tahtlar üzerine kurulurlar ve Allah’ın nîmetleriyle sevinç içinde olurlar. Gemiye binenler “îman âilesi”ne katılmış ve “temiz soylular” ile birlikte yolculuk yapanlardır:

 

“İşte bunlar; kendilerine Allah’ın nîmet verdiği peygamberlerdendir; Âdem’in soyundan, Nûh ile birlikte taşıdıklarımızdan, İbrâhim ve İsrâil (Yâkup)in soyundan, doğru yola eriştirdiklerimizden ve seçtiklerimizdendirler. Onlara Rahmânın âyetleri okunduğunda, ağlayarak secdeye kapanırlar” (Meryem 58).

 

İslâm’da kan-bağı da önemlidir fakat îman-bağı, îman kardeşliği ve îman âilesi çok daha önemlidir. Nûh’un gemiye binmeyen ve boğulan oğlu ise Hz. Nûh’un îman âilesinden değildi. Bu nedenle oğlu için üzülen Hz. Nûh’u, Allah şöyle uyarmıştı:

 

“Nûh, Rabbine seslendi. Dedi ki: ‘Rabbim, şüphesiz benim oğlum âilemdendir ve Senin vâadin de doğrusu haktır. Sen hâkimlerin hâkimisin. Dedi ki: Ey Nûh; kesinlikle o senin âilenden değildir. Çünkü o, sâlih olmayan bir iş (yapmıştır). Öyleyse hakkında bilgin olmayan şeyi benden isteme. Gerçekten câhillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum” (Hûd 45-46).

 

Maalesef modern zamanlarda yâni günümüzde de “insanların geneli” diyebileceğimiz orandaki büyük çoğunluk tuğyân hâlindedir. Küfür, şirk, adâletsizlik, ahlâksızlık, her türlü çirkinlik-çirkeflik, pislik, doğal, normâl ve fıtrî olmayan durum yâni kısaca zulmün her türlüsü, insanlık târihinde hiç olmadığı oranda çoğalmış, taşmış ve tüm Dünyâ’yı sarmıştır. Üstelik -aynen Hz. Nûh zamânında olduğu gibi- hiç-bir uyarı ve dâvet de kâr etmemektedir. Gerçi yeterli, güçlü ve “apaçık” bir tebliğ, uyarı ve dâvet de yapıl(a)mamaktadır. Çünkü bunu yapanlar modern insan ve sistem tarafından iyice bir ötekileştirilmiştir ve yobaz, gerici, ilkel, hattâ terörist olarak görülmekte ve kabûl edilmektedir. Modern toplum ve modern sistem; küfrüne, şirkine, adâletsizliğine, ahlâksızlığına, işlediği her türlü çirkefe ve zulme toz kondurmamaktadır. Seküler sistem kendisine şirk koşulmasını zinhar kabûl etmemektedir. Mevcut durum, tûfânı çağırmaktadır. Aslında bâzen “tandır”ın sesi de duyulmasına rağmen yine de insanlar kendilerine gelmemekte ve yapacaklarını yapmaya devâm etmekte ve de her geçen gün sapkınlıklar fazlalaşmaktadır. Allah’ın toplumlar için koyduğu kânunlar olan sünnetullahı ve sonuçlarını bilenler, yaklaşan tûfânın sesini net olarak duymaktadırlar.

 

Modern Dünyâ öyle bir yer hâline gelmiştir ki, artık ne resetleme, ne kurtarma, ne de virüs ve sistem temizleme prgramları işe yaramamakta, hattâ yeni bir format bile durumu kurtaramamaktadır. Böyle durumlarda olması gereken şey bir devrimle “işletim sisteminin değiştirilmesi”dir. Çünkü târih boyunca böyle olmuştur. Allah’ın, yeni işletim sistemini bir devrim ile yürürlüğe koymamasının nedeni ise -Allâhuâlem- müslümanların bir-çoğu da dâhil, insanların buna lâyık ve hazır olmamalarıdır.  

 

Allah’a değil de tâğutlara uyanlar mutlakâ tuğyân ederler. Tuğyân edenler ise mutlakâ tûfân ile karşılaşırlar.

 

Tuğyân ayyuka çıktığında azap kaçınılmazdır. Azap, tuğyânın ve tebliğ-dâvetin şiddeti oranında olur. Günümüzde tuğyânın bu kadar yaygınlaşmasına rağmen bir azâbın meydana gelmemesinin nedeni, tebliğci ve dâvetçilerin olmaması yada yeterli oranda ve apaçık şekilde tebliğ ve dâvetin yapılmamasıdır. Yeterli tebliğ ve dâvet yapıldığında, ya insanlar o dâveti kabûl edip tuğyândan-şirkten vazgeçip İslâm’a dönecekler, yada günümüze-has bir azapla Dünyâ’ya yeniden “yeni bir format” atılacak yada işletim sistemi tümden değişecektir.

 

Nûh’un Gemisi’ne ancak “dünyâ gemisi”ni yakabilmeyi göze alabilenler binebilirler. Bunların son durakları cennet olacaktır inşaallah. Allah’ın vahyine sımsıkı tutunarak vahiy-merkezli yaşayanlar ve ölenler yâni Nûh’un Gemisi’ne binenler, âhirette cennete demirleyeceklerdir Allah’ın izniyle. Zîrâ “hiç batmayacak” olan gemi Titanik değil, Allah’ın kontrôlünde yüzen Nûh’un Gemisi’dir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2021

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

14 Şubat 2022 Pazartesi

İslâm’ı Pasifleştirmek

 

“Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) îman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz” (Âl-i İmran).

 

Îman, pasif bir kabûlden ibâret bir şey değildir. İslâm dîni, pasifliği sembôlize eden bir felsefe değildir. Kur’ân’da da “pasif anlamlar” yoktur. Bu yüzdendir ki İslâm, dinden aslâ tâviz vermez. Pasifliği başlatan şey tâvizdir. Verdiğiniz tâviz oranında pasifleşirsiniz. Şu da var ki tâviz vererek pasifleşen şey İslam değil, müslümanlardır. Zîrâ İslâm, Allah’ın sözü ve dînidir. Allah’ın dîninin ve sözünün pasif olması mümkün değildir. Fakat alsında kendileri pasifleşmiş olan müslümanlar, İslâm’ı da kendileri gibi pasif bir din olarak görmek istiyorlar. Fakat bunu göremeyince de İslâm’ı “pasif bir din”miş gibi anlatıyorlar. Anlatımları hep bu yöndedir.

 

Günümüzde yenilmişliğin, ezikliğin, kompleksin ve en önemlisi de pasifliğin etkisiyle, İslâm’ı sürekli olarak pasif bir din gibi anlatıyorlar. İslâm her alanda aktif ve tâvizsiz iken, aşırı yorumla birlikte İslâm’ı pasifleştirici yazılar yazılıyor ve konuşmalar yapılıyor. Bu yazıda İslâm’ı -güyâ- ve -hâşâ- pasifmiş gibi göstermeye çalışan konuların bâzılarından bahsetmek istiyoruz.

 

Îmân etmeyi dîne, ahlâka ve ibâdete indirgeyerek İslâm’ı pasifleştirmek istiyorlar. “Evrensel olan din îman, ibâdet ve ahlâktan ibârettir, gerisi ise indiği târihi bağlar, o târihi ilgilendirir” diyerek vahyi evrenselliğinden ayırarak onun “tüm zamanlar ve mekânlar için” olduğu hakîkatini yalanlıyorlar ve böylece “İslâm’ı târihte kalarak geçmiş-gitmiş ve artık hükmü kalmamış bir din” gibi göstererek pasifleştiriyorlar. Oysa İslâm, îman, ahlâk, ibâdet, sabır, direniş, eleştiri, îtirâz, isyân, mücâhede, mücâdele, vazgeçiş, hicret, devlet, cihad, şahâdet ve medeniyet demektir. İslâm bunların tamâmıdır ve bunlar tüm zamanlarda ve mekânlarda câridir. Zîrâ İslâm pasif değil aktif bir dindir ve aslında tek aktif din İslâm’dır. Zîrâ İslâm pasif bir din olmadığı için uzak-doğu dinleri ve “Hristiyanlık” gibi dîni kâlplere-vicdanlara gömmez. Bu nedenle hiç kimse İslâm’ı pasiflikle suçlayamaz ve pasifleştiremez. Çünkü Allah’ın sözü pasif olmaz. Pasif olan İslâm değildir ama modernleşmiş müslümanlardır.

 

Pasifleşmiş olanlar, İslâm’ın siyâsetle, hukûkla, sosyâl hayâtla ve ekonomiyle ilgili bir şey söylemediğini iddiâ ediyorlar, çünkü bunları söylemek “mevcut otoriteye rağmen bir şey söylemek” anlamına geliyor. Bunları söylemek otoriteyi eleştirmek ve îtirâz etmek anlamına geleceği için, pasifliklerinden dolayı bunu göze alamayanlar İslâm’ı îmâna, ahlâka ve ibâdete indirgiyorlar ve bunlarla sınırlandırıyorlar. Sınırlandırınca da pasifleştirmiş oluyorlar. Böylece İslâm’ın eleştiri, îtirâz ve isyân özelliklerini-güyâ- yok etmiş oluyorlar. Bu bağlamda hükümlerin sertleştiği, devlet hâline gelinen ve dolayısı ile savaş, cihad, tehdit ve tâvizsizliğin olduğu Medîne Dönemi inkâr ediliyor ve İslâm’ı Mekke’ye hapsediyorlar ve İslâm’ı Mekke’den ibâret görmek istiyorlar. Ne de olsa Mekke îman, ibâdet ve ahlâkı daha çok öne çıkaran aşama ya.. Oysa İslâm’ın Mekke’si varsa bir de Medîne’si vardır. Peygamber Mekke’de örnek olmuşsa, Medîne’de de örnek olmuştur. Vahiy iki şehirde de inmiştir. İslâm’ı “Mekkî bir din” gibi göstermek ve müslümanları “Mekkî müslümanlar” gibi görmek isteyenler, bunu ancak pasifliklerinden dolayı yapıyorlar.

 

İslâm’ın pasifleştirilmeye çalışıldığı noktalardan biri de savaş konusudur. Kur’ân’da savaş ile ilgili 270 küsur tâne âyet vardır. Diyorlar ki “bu âyetlerin tamâmı savunma savaşından bahseder. Böylece İslâm’ı sürekli savunmada kalan pasif bir din gibi gösteriyorlar. Ne yâni; İslâm; küfre, şirke, adâletsizliğe, ahlaksızlığa ve zulme karşı bir şey demiyor mu ve bunları yapanlara karşı harekete geçmeyip de pasif mi kalıyor?.

 

Savaşmayanlar, savaşanların kölesi olmaya başlarlar ve savaşanların “şamar oğlanı” olurlar. Savaşmayanlar korkaklaşır, pasifleşir. Sadece savunma-savaşı yapmak, “savaşı düşmanların istediği sahada yapmak” demektir ki bu durum, askerî metod ve strateji açısından kabûl edilebilir olmasa gerek.

 

Pasifleşmiş olanlar, Dünyâ’nın diğer ucundan gelip de saldırı savaşı yaparak dibimizdeki insanların evlerini bombalamalarına ve onları öldürmelerine ses çıkarmıyor ve “saldırı savaşı yapıyorlar” diye suçlayıp da tek bir söz bile etmezlerken, İslâm’ı pasif bir din olarak gördüklerinden dolayı, İslâm’da savaşın sâdece savunma savaşı olduğunu söyleyebiliyorlar. Kendi korkularını İslâm’danmış gibi gösteriyorlar ve İslâm’a mâl ediyorlar.

 

“İslâm’da saldırı savaşı yoktur, hep savunma savaşı vardır” demek, zımnen, “İslâm Devleti’nde bulunan silahların hepsinin “savunma savaşı silahları” olduğunu söylemektir. Buna göre İslâm Devleti’nde saldırı silahı yoktur ve saldırı silahı bulunamaz. Bu ise, “İslâm Devleti’nde savaş uçağı, silahlı hava araçları, uzun menzilli füze sistemleri gibi silahlar olmaz ve bulunamaz” demektir. Bundan da, “İslâm Devleti’nde uçak olmaz fakat uçak-savar olur” sonucu çıkar.

 

Savaş “savunma savaşı”na indirgendiğinde ve savunma savaşı söylemi abartıldığında, aynen Hristiyanlık’taki gibi “savunma savaşı yapmak” bile kötü görülmeye başlanır. Hristiyanlık başlangıçta, “dîni savunmak için bile, hiç-bir şartta öldürme hakkı yoktur” düşüncesindeydi. 11. yüzyıldan îtibâren Augustinus tarafından geliştirilmiş olan “haklı savaş” bâzı durumlarda, belli şartlarda ve sınırlar içinde hristiyanlara öldürme hakkı verir. En sonunda da savaş “kutsal savaş”a döner. Tabi bu durum abartıldığında Haçlı Seferleri’ne dönmüştür.

 

“İslâm’da savaş, sâdece savunma-savaşıdır” diyenlere sormak lâzım. Allah aşkına söyleyin.. Sahabeler arasında yapılan yada sahabelerin de katıldığı, kısmen Sıffin, ama özellikle Cemel Savaşı’nda savunma-savaşını yapan kimdi, saldırı-savaşını yapan kimdi?. İslâm’da savaşın sâdece “savunma-savaşı” olduğunu hangi taraf bilemedi ve idrâk edemedi?. İslâm’daki savaşın sâdece “savunma-savaşı” olduğunu Hz. Ali mi anlayamadı, yoksa Hz. Âişe mi?. Onlar anlayamadı da, siz mi anladınız?. Birebir Peygamberimiz ile muhâtap olan insanlar olarak onlar anlayamadıysa, siz niye anlamış olasınız?. Bu din sizin babanızın malı mı?.

 

Peygamberimiz’in güzel örnekliğini görmezden gelmek ve bu nedenle de 23 yıllık aktif bir süreci yok saymak İslâm’ı pasifleştirme şeklidir. Peygamberimiz hem Mekke’de hem de Medîne’de güzel örnekliğini sergilemiştir. Bu örnekliği hem Mekke’de hem de Medîne’de Kur’ân’a göre göstermiş ve ortaya koymuştur. Tabi Mekke’nin ortamı farklı Medîne’nin ortamı farklıdır. Arada mutlakâ bâzı farklılıklar olacaktır. Fakat müslümanların Medîne’ye hicret etmesi, orada bir toplum, devlet, ordu kurması, siyâset, hukuk belirlemesi ve medeniyet başlatması yanlış mıdır?. Elbette şeytana ve tâğutlara göre affedilmez bir suçtur bu. Zamânında da Mekke’li müşrikler için affedilmez bir suç olarak görülmüştü de savaş yapmışlardı.

 

Peygamber sâdece îmân, ahlâk ve ibâdet konularında mı örnektir?. Peki devlet başkanı, savaş, cihad, adalet, tevhîdî duruş ve de şirke ve küfre karşı tâvizsizlik konularında da örnek değil midir?. Peygamberimiz’i sanki hep hâlim-selim, sürekli gülen ve sakınıp duran, her-şeye hoşgörülü olan ve pasif şekilde sabreden, kendi hâlinde bir insan olan ve sâdece kendisine gelen vahiyleri insanlara ileten bir ara-eleman gibi göstererek onu pasifleştiriyorlar. Böylece İslâm’ı pasifleştirmiş oluyorlar. Çünkü İslâm’ın Peygamberi’ni pasif göstermek, Peygamberimiz İslâm’ın örnek kişiliği olduğu için “İslâm’ı pasif göstermek” anlamına gelir.

 

Tasavvuf ve târikatlar ile pasif bir teslîmiyetçilik gösteriliyor ve insanlar İslâm’ı tasavvuf sanıyorlar. Tasavvuf pasif bir yapıda olduğu için İslâm’ın da pasif olduğunu zannediyorlar. Tasavvuf tam bir pasiflik örneğidir. Hattâ tasavvuf tüm felsefesini pasiflik üzerine kurmuştur. Tabi haddini bilen bâzı bir-kaç tasavvufi grup da vardır ki (Şey Şâmil, Senûsilik) pasifliği bir yana bırakarak zulme karşı adâletin peşinde var-güçleriyle mücâdele etmişlerdir. Onları ayırıyoruz elbette. Fakat tasavvuf deyince pasiflik anlaşılıyor. Öyle ki insanları o kadar pasifleştiriyorlar ki müridin, “şeyhin önünde ölü yıkayıcısının elindeki meyyit-ölü gibi olmasını” öğretiyorlar. Pasifliğin bundan daha ilerisi düşünülemez herhâlde.

 

Tasavvuf, müntesiplerini-bağlılarını o kadar pasifleştiriyor ki, cinâyet nedeni olacak konularda bile pasif davranabiliyorlar. Bu bağlamda, bir tasavvuf grubunun yanında otururken şöyle bir söz edilmişti: Mürid, mürşidini, karısının üstünde iken, ikisi de çırılçıplak olarak yakalasa, o mürid şöyle düşünmelidir: “Bu gördüğüm zâhirde belki böyledir ama bâtında gördüğüm gibi değildir. Bu nedenle mürşidime yanlış zanda bulunmamalıyım. Mürşidim sürekli bâtınî âlemlerde gezdiğinden ve kim-bilir hangi mânevi hâllerde olduğundan, şu gördüğüm şey zâhiri ve aldatıcıdır ve hak değildir. Bu nedenle şeytanın zâhiri görünüş olarak beni ayartmasına kanmamalıyım ve gördüğümden etkilenmeyip durumu hayra yormalıyım”. İşte insanları böyle aptallaştırıp sömürüyorlar.

 

Niçin böyle oluyor?. Çünkü tasavvuftaki tevhid düşüncesine ve inanışına göre her-şey Allah’tır ama en çok da -hâşâ- insanlar Allah’tır. İnsanların içinden ise en çok efendiler, şeyhler, gavslar ve kutuplar Allah’tır. Böyle olunca da onların yaptığı her-şey hak, doğru, güzel ve yerinde kabûl edilir. Bir keresinde “her-şey Allah’tır” diyen bir tasavvufçuya adamın biri “karını yanından kaçırıp götürseler ne yaparsın” dediğinde, “elimi bile kıpırdatmam, çünkü yapan-eden Allah’tır” demişti. Zâten seyr-i sülûkta kadınları “zât makamı”ndan fazla tutmazlar ve kısa sürede makam atlatırlar. Çünkü bu makamda her-şey ve herkes Allah yâni zât olarak görüldüğü için, kadınlar hiç kimseye “hayır” diyemezler. Zîrâ bu makâm, insanları ama özellikle kadınları aşırı pasifleştirir. İşte o adan da o an için zât makâmındaymış da olan her-şeyi hak görüyormuş.  

 

“Lâ fâile illallah” yâni “her-şeyi yapan-eden Allah’tır” ve “lâ mevcûde illallah” yâni “Allah’tan başka varlık yoktur” düşüncesiyle Allah’tan başka bir yapan-edenin olmasının önü kesilmiştir. Böyle olunca da olan her-şey “hak” olmuş olur. “Mevlâ neylerse güzel eyler” sözü baş-tâcı edilir. Çünkü görülen ve duyulan her-şey “Allah’ın yaptığı şeyler”dir ve bu nedenle (Allah’tan kötülük çıkmayacağı için) her-şey haktır, yerindedir ve güzeldir. Tabi bundan dolayı yapılan tüm adâletsizlikler, ahlâksızlıklar, eziyetler, acılar, feryatlar, haksızlılar, terbiyesizlikler, sapıklıklar, şerefsizlikler de hoş görülecektir ve bu kötülüklere karşı bir şey yapmak düşüncesi kaybolacaktır. Çünkü müdâhale edildiği anda şirk başlar. Zîrâ her türlü melâneti yapan (fiillerin fâili O olduğu için) -hâşâ- Allah’tır. Bu nedenle îtirâz O’na edilmiş olur. İşte tasavvufun sapkın tevhid anlayışıyla kaçınılmaz olarak gelinecek yer burasıdır.

 

Tasavvuf düşüncesini ve uygulamalarını İslâm’dan ziyâde Hristiyanlık belirler. Çünkü ikisi de pasiftir. Hristiyanlık elbette Hz. Îsâ’ya inen vahiylerden oluşan öğreti ve din değil, Paulus’un Roma paganizmine uyarladığı şeydir. Yoksa Hz. Îsâ pasif biri değildi ve gerektiğinde sert uygulamalar yaptığı bilinmektedir. Meselâ tapınağı pazar yerine çevirenlerin tezgahlarını, “Allah’ın evini ticârethâneye döndürdünüz” diyerek yıkıp dağıtmıştı. O yüzden “Hristiyanlıktaki “bir yanağına vurana diğer yanağını çevir” sözü Hz. Îsâ’ya inen bir vahiy değil, Paulus’un uydurduğu bir pasiflik örneğidir. Roma’ya karşı pasif davranmak zorunda kaldı demek ki. Çünkü Hz. Îsâ’ya inen vahiyler de Allah’ın sözleridir ve Allah’ın sözlerinde böyle pasiflikler olmaz. Kur’ân’a baktığımızda esas olanın “kısas” olduğu görülür çünkü. Kişi kendisine yapılanı affedebilir tabi, o başka bir konu.

 

Allah’a, İslâm’a, Kur’ân’a ve Peygamberimiz’e hakârete seyirci kalmak, bir şey yapmaktan kaçmak ve “bir şey yapmaya gerek olmadığını düşünmek” pasifleşmektir. Batı’lı şerefsiz kuruluşların Peygamberimiz’e karşı yaptıkları (ki Peygamberimiz üzerinden aslında İslâm’a hakâret etmektedirler) hakârete ümmet yeterli tepkiyi göstermedi. Zîrâ burada sayılamayacak kadar çok nedenden dolayı ümmet pasifleşmiştir.

 

Din ile ve Peygamberimiz ile alay etmenin hiç-bir yaptırımının olmadığını söyleyerek, Peygamberimiz’in her türlü aşağılanmasına ses çıkarmayanların gözünde Peygamberimiz’in îtibârı azalmış yada azalmaya başlamış demektir. O hâlde Peygamberimiz’in her türlü aşağılanmasına ses çıkarmayanlar Peygamberimiz’in îtibarsızlaştırılmasına çalışıyorlar demektir. “Bir şey yapamayız, onlar başka söze dalıncaya kadar onlardan uzaklaşmalıyız” diyorlar. Çünkü gözlerinde Peygamberimiz’in bir değeri ve îtibârı kalmamış yada azalmıştır. Modern müslümanlar, Peygamberimiz’i aynı-zamanda siyâsî bir lîder olarak görmedikleri ve sâdece rûhânî bir varlık olarak gördükleri için bir tepki ortaya koymuyorlar.

 

Modern müslümanlar, seçmece âyetleri ortaya koyarak ve konuyla ilgili tüm âyetleri ortaya koymayarak eksik ve dolayısıyla yanlış görüşlere vara-dursun, Kur’ân’a baktığımızda Allah’a ve Peygamber’e yapılan çirkinlikler karşısında çok sert olduğunu görürüz. Şu âyet bunun delîlidir:

 

“Allah’a ve Peygamber’ine karşı savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezâsı ancak ya öldürülmeleri veyâ asılmaları, yâhut el ve ayaklarının çapraz olarak kesilmesi yada bulundukları yerden sürgün edilmeleridir. Bu, onların Dünyâ’da uğradıkları aşağılayıcı cezadır. Âhirette ise onlar için büyük bir azap vardır” (Mâide 33).

 

Bir cezâ suçun şiddetine göre olur. Kur’ân’ın “gidin adamın kafasını-kolunu kırın” diye bir âyet indirmesini beklemek abestir. Peygamberimiz’le alay edildiğinde ne tür yaptırımların olacağını anlamak için, Peygamberimiz’in böyle durumlarda ne yaptığına bakıldığında, âyetlerden anlaşılması gereken şey apaçık bir şekilde açığa çıkar. Peygamberimiz zamânında İslâm’a, Kur’ân’a ve Peygamberimiz’e yapılan alaylar ve çirkinliklere pratikte de çok sert karşılıklar verilmiştir.

 

Müslümanlar yenilginin, ezikliğin ve de kompleksin etkisi nedeniyle pasifleştiği için özür dileyici bir tavır içindedirler. Bu bağlamda teslim olunanların pisliklerini yok saymak ve görmezden gelmek normâlleşebiliyor. Oysa batı’nın ortaya koyduğu şirk, küfür, adâletsizlik, ahlâksızlık ve zulümler tüm Dünyâ’yı sarıp kuşatmıştır. 1. ve 2. Dünyâ Savaşları’nı çıkaranlar müslümanlar değildir ki!, batı’lılardır. Amerika’yı işgâl ederek oradaki yerlileri yâni kızıl-derilileri öldürerek ve onlara zulmederek mallarını çalan, Afrika’yı sömürgeleştirip insanlarını köle yapan her türlü ahlâksızlığı tüm Dünyâ’da yaygınlaştıranlara karşı pasif kalmak İslâmilik ve dolayısı da müslümanlık olamaz. İslâm pasif bir din olmadığı için müslümanlar da pasif olamazlar.

 

İslâm’ı aşırı yorum ile de pasifleştiriyorlar. Aşırı yorum, yorumlanan şeyi pasif hâle getirip nesneleştirir. Bir şeyi aşırı araştırıp incelediğinizde o şey o olmaktan çıkacağı için artık o şey hakkında doğru ve kesin hüküm vermek mümkün olmaz ve yanlış hükümler verilmeye başlanır. Verilen bu hükümler pasif olan hükümler olacaktır. Bu her alanda yapılınca pasif yorumlama alıp başını gider. Kur’ân, Peygamber örnekliği yok sayılarak aşırı yoruma tâbi tutulduğu için ondaki hükümlerin ve hattâ âyetlerin bir kısmı yada birileri için çoğu iptâl ve inkâr edilmeye başlamıştır. Bunlar İslâm’ı pasifleştirmekten başka bir şey değildir. Kur’ân’ı aşırı yorumlamaya tâbi tutmak, Kur’ân’ı dolayısıyla da İslâm’ı pasifleştirmektedir.

 

“Öyleyse yalanlayanlara itaat etme. Onlar istediler ki, sen onlara yumuşak davranasın/müdâhene edesin de onlar da sana yumuşak davransınlar” (Kalem 9).

 

“De ki: ‘Ey kâfirler!, Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dîniniz size, benim dînim bana” (Kâfirûn 1-6).

 

Unutulmasın ki İslâm’ın pasifleştirilmesi müslümanların pasifleştirilmesi ve de insanların pasifleştirilmesidir. İnsan pasifleştiğinde şeytan, nefs ve tâğutlar aktif hâle gelirler.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2021

 

 

Devamını Oku »

8 Şubat 2022 Salı

Doğaya Kafa Tutmak

 

“O, iş-başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).

 

İnsanoğlu Hz. Âdem’den bêri doğaya hiç meydan okumamış, onu mâkûl ölçülerde kullanmış ve böylece doğayla barışık yaşamıştır. Zâten ne zaman doğaya ve doğala aykırı yaşamışsa azap şeklinde doğanın sopasını yemiştir. Doğadan yediği sopadan kurtulmak için bâzı çâreler aramış ama bulduğu çâreler çok da işe yaramamıştır. Zîrâ ne kadar basit ve yumuşak gibi görünse de doğa-tabiat aslında çok güçlüdür ve yerine göre büyük tahribat verir. Bu nedenle doğaya kafa tutmak akıl-kârı değildir. O hâlde doğayla uyum içinde yaşamak şarttır ki bunun da en doğru ve güzel yolu, “doğayı yaratan Allah’ın emrettiği gibi yaşamak”tır. Bu da vahiy-merkezli yaşamak demektir.

 

Doğaya kafa tutmakla doğanın alt edilebilmesi mümkün değildir. Hattâ akıl bile doğa karşısında belli bir noktadan sonra çâresiz kalır. Peygamberlerinin uyarılarını dinlemeyen Hicr Kavmi, ağır bir depremle ve azapla yıkılınca, oranın halkı “yumuşak zemine ev yaparsanız böyle olur” dediler de azâbı akılsızlığa ve tedbirsizliğe bağladılar. Sonra da gidip kayalara evler oydular (Semûd). Bu, tedbir açısından önemlidir fakat Hz. Sâlih’in uyarılarını dikkate almadıklarından, sapkınlıklarından vazgeçmediklerinden ve zulümlerine devâm ettiklerinden dolayı yâni Allah’ı hesâba katmayıp da O’na karşı gelmeye devâm edince, onlara da bir çığlık yetti ve tedbirleri boşa çıktı:

 

“Çünkü Biz onların üzerine bir tek çığlık gönderdik. Böylece onlar, ağıldaki çalı-çırpı olan kuru ot gibi oluverdiler” (Kamer 31).

 

“Semûd ve Ad (toplulukları), kâria’yı (ansızın gelen belâ) yalan saydılar. Bu yüzden Semûd (halkı), korkunç bir sesle helâk edildi” (Hâkka 4-5).

 

Yâni Hicr Kavmi yapılarını yumuşak zemine yaptıkları için yıkıldıklarını görmüşler, bu yüzden de yeni yapılarını-evlerini oydukları kayalara yapmışlardı. Fakat sapkınlıklarına ve zulümlerine devâm edince yâni vahiy-merkezli yaşamdan koparak doğalarına aykırı davranınca ve nefislerine zulmedince bu tedbirleri de yetmedi ve Allah da onlara “başka türlü bir azâb” ile azâb etti. Çünkü Allah’ın azâbından kaçış mümkün değildir. Azaptan kurtulmanın çâresi, gerekli tedbiri aldıktan sonra “her-şeyde Allah’ı hesâba katmak ve düşünmeyi, konuşmayı ve hareketi Allah’a göre yapmak”tır. Allah’ın sünnetullahı böyledir. İnsanlar günaha dönerse Allah da cezaya döner. Tüm târih boyunca böyle olmuştur:

 

“Umulur ki, Rabbiniz size merhâmet eder, fakat siz (bozgunculuğa) dönerseniz biz de (sizi cezâlandırmaya) döneriz. Biz, cehennemi kâfirler için bir kuşatma yeri kıldık” (İsrâ 8).

 

Demek ki doğadan kaçmak mümkün olmuyor. Zîrâ her yanımız doğayla çevrilidir. Bizi doğadan ancak O’nu yaratan Allah koruyabilir. Bu da, yeterli ve gerekli tedbirleri aldıktan sonra O’nun emirleri ve nehiyleri doğrultusunda yaşamakla olur.

 

Târih boyunca modern zamanlara gelene kadar insanoğlu doğaya bu kadar müdâhalede bulunmamıştı ve doğayı bu kadar ifsâd etmemişti. Her-şeyini borçlu olduğu doğaya zulmetmektedir. Bunu da, akıllarını ilahlaştırarak ve tabiatı kontrôl altına alabilecekleri düşüncesiyle yapmaya çalışırlar. Modern insan tabiatı kontrôl altına aldığını zanneder. Tâ ki, bir deprem-sel-yangın-heyelan-fırtına-kuraklık vs. patlak verene kadar. Doğa karşısında yenik düştüğünde ve elinde bir şey gelmediğinde ise apışıp kalır. Meselâ Titanik gibi devâsâ gemiler yapmışlardır ama o devâsâ gemi bir buzdağına yenilivermiştir. Tanrı’nın bile batıramayacağını sandıkları gemi bir buzdağı tarafından alt edilmiştir. Zâten Kur’ân’ın da dediği gibi, denizde aheste-aheste yol alırken Allah’ı unutanlar, bir fırtına yada başka bir sorunla karşılaştıklarında yüzlerinin rengi atar ve doğaya hâkim olduklarını(!) unutarak Allah’a yönelirler. Fakat karaya çıkıp da ayakları yere basınca yine “aynı tas aynı hamam” olur.

 

Seküler aklın “tabiatı hâkimiyeti altına almak” sevdâsı, modern zamanlara kadar tabiatı ilahlaştırarak kendisine ceberut edinmiş olmasının pişmanlığından dolayıdır. Batı, tabiatla hiç-bir zaman dengeli bir ilişki kuramamıştır.

 

Depremler, yangınlar, seller, heyelanlar ve fırtınalar da gösterdi ki, modern insan, başına gelen bir musîbeti, (Nûh Tûfânı’nı hiç düşünmeden) “Allah’a ve doğaya aykırı davranma”ya değil de, “aklı kullanmamaya” ve “alt-yapı eksikliği”ne bağlamaktadır. Bu nedenle de ha-bire önlem almaktan bahseder durur. Oysa Nûh Tûfânı’nın nedeni alt-yapı eksikliği ve önlem alınmamasından dolayı değildi. İşte acı azap bunu anlamamaktan yada kabûl etmek istememekten dolayı gelir. İnsanın bu yanlış düşünceden kurtulması ya vahiy-merkezli düşünmesiyle ve buna göre amel-eylemde bulunmasıyla olacaktır, yada -sünnetullahın gereği olarak- Allah bu hakîkati kafamıza vura-vura öğretecektir. Zîrâ Allah, Kendisi’nin yok sayılmasına aslâ râzı olmaz.

 

Depremin, sellerin, yangının, heyelanların vs. tüm doğa olaylarının zarârı, “doğayı iyi bilip-bilmemek”ten ziyâde, “doğaya aykırı davranıp-davranmamak” ile alâkalıdır. Doğaya aykırı davranmak, insanın kendi fıtratına aykırı davranmasıyla başlar. Doğanın doğallığının bozulması karşısında kendilerini yırtanlar, insanın-toplumun doğallığının çeşitli şekillerde bozulması karşısında sus-pus oluyorlar. Hâlbuki doğanın bozulması, insanın bozulmasıyla başlamaktadır. İnsanın doğası bozulmadan tabiatın doğası da bozulmaz. Bakın göklerdeki o muhteşem düzen ve nizâm hiç bozulmaz. Göklerdeki mükemmel düzen, insan oraya karışamadığı içindir.

 

Pozitivist modernite “doğayı hâkimiyeti altına alma” zannına dayanır. Bu yüzden -insan da doğanın bir parçası olduğu için- insanı da hâkimiyeti altına alıp sömürmeyi sorun olarak görmez.

 

İnsan “İslâm fıtratına uygun” yaratılmıştır. Doğa da öyle. O yüzden insan doğaya benzer. Bu nedenle müslümanlar doğayla savaşmazlar. Zîrâ doğa zâten bizim hizmetimize verilerek bize teslim olmuştur. Bize teslim olanla niye savaşalım ki?. Tabiat, “şuursuz mü’min”dir. Dolayısı ile tabiat, “mü’minlerin müslüman kardeşi”dir. Bu nedenle ona zulmetmesi söz-konusu bile olamaz.

 

Doğa seküler bir yaşama uygun değildir. Seküler bir hayâtın doğada karşılığı yoktur. Zîrâ Allah’sız bir doğa var kalamaz. Doğayı Allah’tan ve doğallığından koparmaya çalıştığınızda çok da uzak olmayan bir vâdede sünnetullah gereğince sizden intikâm alır.

 

İnsanlar doğaya egemen olamazlar. Doğaya egemen olma düşüncesi, aslında “insana egemen olma” isteğidir. Doğaya egemen olma düşüncesi, doğaya kafa tutmak demektir. Doğaya kafa tutmak için ilk önce insanın Allah’a kafa tutması gerekir. Zîrâ doğayı Allah yaratmıştır ve yaratılana zulüm için insanın, Allah’ı devre-dışı bırakmış olması gerekir. Modernizm işte bunu yapmıştır. Allah’tan kopunca onun için artık bir değer kalmamıştır. Doğa da artık sömürülecek ve hâkim olunacak bir yer ve şey hâline gelmiştir.

 

Modern insan, doğaya kafa tutarak doğanın düzenini bozmaya çalışır ki bu aslında “doğanın secdesini bozmak” demektir: Kâinâttaki her-şeyin doğal işleyişi, onun secdesidir.

 

Modernizm, “dinde birlik ve uzlaşma”dan vazgeçip “doğa bilgisinde dolayısıyla matematikte uzlaşmak” düşüncesidir. Hâlbuki dîne sırt çevirerek doğayla uzlaşılamaz. Çünkü insana kırmızı çizgi belirleyecek bir yüce merci olmayınca doğayı ifsâd etmenin önünde bir engel kalmaz-kalmamıştır. Doğaya kafa tutmak ve onu hızla ifsâd etmenin nedeni budur. Modern-bilim, büyük oranda, doğaya meydan okuma küstahlığıdır.

 

Modernite ve ekonomik büyüme, doğal düzenin ve dengenin bozulmasına rağmen ortaya çıkarılmıştır. Modernite, fıtrattan ve doğal olandan bir sapmadır. Doğaldan sapınca sûnî olana yönelinmiş ama sûnî olan da ayrıca yeni sapıklılar ortaya çıkarmıştır. Modern-bilim, “doğal bilim”in ifsâd edilmiş şeklidir. Modern-bilim ve teknoloji, doğaya yapılan ağır saldırının bir sonucudur. Bu saldırı doğanın istikrârını bozmuştur. Doğal olan istikrarlıdır. Doğal olmayanda istikrar olmaz. Modernizm bir “istikrarsızlık uygarlığı”dır.

 

Modernite doğallık ve fıtrî değince, çıplaklığı ve ilkelliği anlıyor. Zamanla doğayı çırılçıplak bırakması bu nedenledir. Tabi bunu yapabilmek için insanın ilk önce kendisini çıplak bırakmaktan utanmayacak duruma gelmesi gerekir.

 

Modernizm, Allah’ı hesap-dışı tutarak doğayla baş-başa kalmak ister. Böylece onu istediği gibi sömürebilecektir. Fakat Allah, yarattığı doğaya karışmaktan vazgeçecek değildir. Zâten doğanın varlığının devâmı, Allah’ın doğaya sürekli karışmasından dolayıdır. Modernlerin, Allah’ın doğaya karışmasını istememesinin nedeni, doğaya karışınca insana da karışma hakkının doğmasından dolayıdır. Allah, Dünyâ’daki “doğal düzen” dâhil kâinattaki her-şeye, her işleyişe karışacak da; insanların hangi hükümlerle yönetileceğine mi karışmayacak?. Bu elbette olacak şey değildir.

 

Bilim, “eşyâyı konuşturmak”tır. Fakat eşyâyı doğasına aykırı bir şekilde konuşturmaya kalktığınızda eşyâ kendisini yanlış tanıtır.

 

Hiç-bir deney doğal değildir. Doğada her-şey o kendine has gizemiyle işler. Meselâ deneyde suyun formülü 2 hidrojen 1 oksijen olarak görülür ama suyun o ilâhiliğini işin  içine karıştırmadıkları için, doğanın o gizemini işe karıştırmadıkları için, 2 hidrojen ve 1 oksijeni laboratuarda birleştirdiklerinde su oluşmaz. Aynı-şekilde yoğun çabalar sonucunda bir ot taneciğinin yaptığını yapabilmek için onca paralar ve yoğun emek harcamalarına rağmen bu noktada en küçük bir adım bile atamamışlardır. Zîrâ doğanın bir gizemi vardır ve bu gizemi insanın çözebilmesi imkânsızdır. Çünkü doğanın da bir mahremi vardır ve kimseye dokundurtmaz. Hattâ dokunmaya çalışan olursa onlardan intikâmını çok fecî bir şekilde alır.

 

İslâm, doğaya ve fıtrata en uygun olan din’dir. Onu moderniteye benzetmek ve uyarlamak, İslâm’ı “laytlaştırmak” anlamına gelir. İslâm’ın isteği şudur: Gökleri, Dünyâ’da tabiatı, hayvanâtı hattâ insanın fizîki yapısını nasıl ki “sâdece Allah” düzenleyip idâre ediyorsa; insanlar arasındaki sosyâl hayâtı, ekonomiyi ve siyâseti de “sâdece O” belirlesin ve düzenlesin”. Bütün gürültü bu istekten dolayı kopuyor.

 

Kavimlere gelen azaplar, “tabiatın devrimleri”dir. Helâk olan kavimlere gelen azaplar, o sâkin doğanın, Allah’ın emriyle galeyâna gelmesi ve olağan-üstü ve bizim nasıllığını bilemeyeceğimiz kânunlarla devreye girmesi ve azâbı hak eden kavmi perişân etmesiyle meydana gelir. Öyle ki hiç-bir önlem de işe yaramaz. Meselâ Nûh Tûfânı’ndan insanı hiç-bir yüksek dağ bile koruyamamıştır da Gemi’ye binmeyenler boğulanlarla birlikte boğulur gitmiştir.

 

Dîni hesâba katmak, “doğal ve fıtrî olanı hesâba katmak” demektir. Dîne düşmanlık, doğal-fıtrî olana düşmanlıktır.

 

İnsanların, “Allah’ın doğal saati”ne (Güneş) göre değil de, “insanların ürettiği yapay saat”e göre hareket etmek zorunda kalması zulümdür.

 

“Yeryüzünde, onları sarsmasın diye, sâbit dağlar yarattık ve doğru gidebilsinler diye geniş yollar açtık” (Enbiyâ 31).

 

Modern insan ise doğayı alabildiğince tahrif etmiş, dağları, gölleri ve denizleri bile yok edebilmiştir. Böylece Dünyâ’nın dengesi bozulmuştur. Depremlerin, heyelanların, yangınların ve sellerin nedeni, tüm bu doğanın ifsâd ve tahrip edilmesinden dolayıdır.

 

“Sizin için yeryüzüne boyun eğdiren O’dur. Şu-hâlde omuzlarında (arz üzerinde) yürüyün ve O’nun rızkından yiyin. Sonunda gidiş O’nadır” (Mülk 15).

 

Âyetin dediği gibi, doğa zâten bize boyun eğdirilmiş. Ona niye zulmedelim ve onu kontrôl ve hâkimiyet altına almaya çalışalım ki?. Doğaya kafa tutarak onu aşırı kontrôl altına almaya çalışmak ve de ona hâkim olmak, “doğayı kışkırtmak” anlamına gelir. Kışkırtılan doğa, çok da uzun olmayan bir vâdede insanlardan çok acı intikâm alır. O yüzden doğayla cedelleşmektense, ona bakarak tefekkür etmek ve ibret almak daha doğru ve yapıcıdır:

 

“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün ard-arda gelişinde, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah’ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgârları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten âyetler vardır” (Bakara 164).

 

“O, sizin için yeryüzünü bir döşek, gökyüzünü bir binâ (çadır veyâ çardak) kıldı. Ve gökten yağmur indirerek bununla sizin için (çeşitli) ürünlerden rızık çıkardı. Öyleyse (bütün bunları) bile-bile Allah'a eşler koşmayın” (Bakara 22).

 

Zorluk iki çeşittir. “Doğal olan zorluklar” (sıcak-soğuk, ağırlık, mesâfe vb.) ve “insanların çıkardığı zorluklar”. Doğal zorluklar kaderdir. İnsanların çıkardığı zorluklar ise, cehâlet değilse zulümdür, mazlûmiyettir.

 

Kevnî âyetler olan tabiatı sınırsızca yorumlayarak değişikliğe uğratanları alkışlayan müslümanlar; vahyin âyetlerini de aynı sürece sokmaktan kaçınmazlar. İslâm’a uymak “doğaya uyum sağlamak” demektir. Doğaya uyum sağlamak, kevnî âyetlere uyum sağlamak, kevnî âyetlere uyum sağlamak ise vahyî âyetlere uyum sağlamak demektir.

 

Doğayı ifsâd etmede kullanılan bilim-dalı matematiktir. Fakat matematiğin sâbiteleri birer dayatmadır, zîrâ bu sâbitelerin doğada bir karşılığı yoktur.

 

Krizler çıkıp üretim ve ekonomi bozuldukça, doğa rahat bir nefes alır. Zîrâ doğal olmayan üretimler azalınca doğa rahatlar.

 

Doğal olan ev, “sâhibiyle birlikte ölen ev”dir.

 

Doğal sesler bizi rahatsız etmez, çünkü müslümandırlar.

 

Doğal ve normâl toplum, “tarım-hayvancılık ve küçük esnaf şeklindeki toplum”dur.

 

Doğala, normâle ve fıtrata aykırı olan her-şeyin bereketi azalır ve bu durum mutlakâ bir sıkıntı yapar. Fıtrata-doğala-normâle aykırı bir iş yapılacak ve bir sorun çıkmayacak; bu imkânsızdır.

 

Kafeste kuş, akvaryumda balık vs. beslemek doğru değildir. Çünkü bu “onların alanlarını daraltmak ve onları doğal ortamından koparmak” demektir. Buna, saksıda çiçek yetiştirmek bile dâhildir. Çiçek, saksıdayken alanı daralır ve doğal ortamından kopmuş olur.

 

Son 250 yılık târih, “doğal-fıtrî olan” üzerine, “doğal-fıtrî olmayan”ın tahakkümünün târihidir.

 

Şu koca evrende bir tek Dünyâ’da kötülük var. O da doğal değildir. Modern sorun çözme(!) yöntemleri, doğal çözüm yollarını baltalıyor.

 

Zorladıkça güzellik bozulur. “Zorla güzellik olmaz” sözü bu nedenle söylenmiştir. Güzellik “doğal güzellik”tir.

 

“De ki: Haber verin; eğer suyunuz yerin dibine göçüverecek olsa, bu durumda kim size bir akar su kaynağı getirebilir?” (Mülk 30).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2021

 

 

 

 

Devamını Oku »