26 Aralık 2021 Pazar

İş ve Modernite

 

“Şüphesiz insana kendi emeğinden başkası yoktur” (Necm 39).

 

İş, hareket demektir. Bu hareket, insanın hayâtını sürdürmesi için olmazsa-olmazdır. Bu Dünyâ’nın formatına göre her insan hayâtiyetini sürdürebilmek için çalışmalı, hareket etmeli yâni bir iş yapmalıdır. O hâlde her insanın, iş yapmaya engel gerçek bir sebebi yoksa mutlakâ çalışmalı ve bir işi olmalıdır.

 

İş, insanın hayâta katılmasıdır. İnsan bir iş üzerinde olunca hayâta katılır ve bir şeyler üretir. Hiç-bir şey yapmayanlar, “hiç-bir şeydir”ler. Hayatta varlıkları gözükmez. Bir etkileri yoktur. Yaşanmışlıkları yoktur ki Dünyâ’da yaşanmışlık olması için, bir iz bırakmak için yapılması gereken şey “iş”tir.

 

İş deyince modern insan, belli mesâi saatleri arasında kol-kas gücüyle hareket etmeyi anlıyor. Bu da bir iştir ama iş, sâdece kol ve kas gücüyle ve belli mesâi saatleri arasında yapılan değildir. Beyin ile, düşünce ile, sanat ve kültür ile de iş yapılır. Modernite, insanı belli bir mesâi ve vardiya sistemine göre çalıştırmaya alıştırmış olduğundan dolayı, insanlar “iş” değince artık, iki maaş süresi arasında geçinebilecek bir parayı kazanmak için yapılan eylemi anlıyor.

 

Târih boyunca olan şey şudur: Zengin yatarak para kazanır; fakir ise çalışarak hem onu hem de kendini besler. Fakat modern-öncesi dönemde insanlar genelde kendi işlerini yaparlardı. Kendi geçimlerini sağlayacak kadar çalışırlardı ki aslında doğal, normâl ve fıtrî olan da budur. Çok beceriksiz, köle yada gerçekten fakir olanlar ise başkalarının yanında çalışırdı. Moderniteyle birlikte insanların geneli başkaları için çalışmaya başladı. Başkalarına kazandırmadıkça kendileri de kazanamaz duruma geldiler. Modernite dünyâ geneline yayılınca, insanı iş ile kontrôl altında tutmaya başladı. İnsanları iş ve işsizlikle korkutuyor ve denetim altında tutuyor. Çünkü insana kendi geçimini sağlayacak alan bırakmadılar. Çeşitli şeytânî projelerle insanları köylerinden-kasabalarından ayırıp sanâyi merkezlerine topladılar ve kurdukları fabrikalarda-işyerlerinde bir köle gibi çalıştırıyorlar. Modern işçi, ancak ve ancak kendi geçimini zor-belâ sağlayacak kadar kazanabiliyor. Zîrâ verdiği emekle, ilk önce yanında çalıştığı kişinin kârını arttırması gerekiyor. Böyle olunca da kendisine düşen pay azalıyor. Modernizm “insanı kuşatma projesi”dir. 20-25 yaşına kadar okul ile, 60-70 yaşına kadar da iş ile, nefes bile alamayacak şekilde kuşatıyor insanları.

 

Modern çalışma-şekli, modern bir projedir ve bu projeyi hazırlayanlar bunu Siyon Protokôlleri’nin 3.sünde şu şekilde söylerler: “Bütün halk, yoksulluk nedeniyle, ölesiye çalışma zorunluluğuyla zincirlenmiştir”.

 

Modern çalışma hayâtında insanlar, devletin yada bir şahsın yanında çalışmak için eğitim almak zorundadır ve bu nedenle de okula giderler ve meslek öğrenirler. Kendi işini yapanlar çok-çok azdır ki, onlar da yine suyun başını tutmuş olanların kontrôlü ve yönlendirmesi altındadır. Zîrâ piyasa ve üretim bunların elindedir. Kendi işini yapıp üretenler, bunların belirlediği piyasaya uyumak zorunda kalırlar.

 

Çocuklara en çok sorulan soru, “büyüyünce ne olacaksın, ne iş yapacaksın” sorusudur. Çünkü modernite, iş-merkezli bir uygarlıktır (medeniyet değil). Modern kentlere göçmeye mecbur bırakılan insanlar arasında işi olmayanlar ıskartaya çıkar. İşsiz insanlar kendilerini çok kötü hissederler. İşe yaramaz görürler. Eskiden çocuklara “büyüyünce ne iş yapacaksın” diye sorulmazdı. Bu çok saçma bir soru olurdu. Çünkü insanların büyük çoğunluğu köylerde yaşıyorlardı ve hayatlarının nasıl olacağı belliydi. Eskiden herkes evini kendi yapardı, iş âletini kendi yapardı. Hayvanını ve yiyeceğini kendi yetiştirirdi. Kendi tarlasını sürer, ekip-biçer, kendi hayvanını güderdi. Eğer kız çocuğu ise, 15-20 yaş arasında evlenecek ve köyde bir-kaç mahâlle ilerideki bir evde oturacak, bahçe, çocuklar ve ev işleriyle ilgilenecekti. Yapacağı şey belliydi. Zâten okumasına da bu nedenle lüzum görülmüyordu. Tabi Allah’ın Kitab’ı ve Peygamber’in hayâtını öğrenmesi için en azından okuma-yazma bilmesi gerekirdi ki bundan mahrum kalan çok olmuştur. Erkek çocukları ise; sünnet olacaklar, eğer bir askerlik görevi varsa onu yapacaklar, sonra da evlenecekler ve babalarından kalan tarlaları sürecek ve ekip biçecekler, hayvanları güdecekler ve tarlalarına-bahçelerine bakacaklardı. Zâten küçüklükten bêri bu işlerin içinde olduklarından dolayı bu işleri gâyet iyi öğrenip bilirlerdi. Eğer babaları esnaf ise, babalarının mesleğini öğrenecekler ve o mesleği devâm ettireceklerdi. Yada devlet dâiresinde görevliyseler ve okuma-yazma biliyorlarsa devlet işinde çalışacaklardı ki bunların sayısı çok azdı. Yâni eskiden herkesin ne iş yapacakları beliydi. İşsizlik yoktu. Hiç işi olmayanların, 5-10 inek-koyun alıp yaylaya çakması yeterliydi. İşte bu klâsik modele göre hayatlarını yaşarlar ve imtihanları da bu hayat-tarzına göre olurdu. Bu hayat-tarzı modernitenin penceresinden bakınca çok saçma ve sıkıcı gibi görünür yada gösterilir. Fakat doğal, normâl ve fıtrî olan hayat-tarzı budur. Çünkü fıtrata uygun olan yaşam-tarzı, tarım-hayvancılık ve küçük esnaf şeklindeki hayat-tarzıdır. Kanımca İslâm da ancak böyle bir yaşam-tarzında en iyi şekilde anlaşılabilir ve yaşanabilir.

 

Modernite bu sistemi değiştirdi. Birileri şeytanın telkinleriyle yeni düşünceler ve politikalar belirledi. İnsanlara bu düşünceyi yaydılar ve dayattılar. Böylece “büyük bir fitne” çıkardılar. İnsanları âhiret-merkezli olmaktan Dünyâ-merkezli olmaya çevirdiler. Böyle olunca da klâsik olandan nefret etmeye başladılar. Çünkü klâsik olanda nefis yeterince beslenip şımartılamıyordu. Böylece modern yola yâni nefsin yoluna girilmiş oldu. Zamanla insanlar klâsik yaşam-tarzlarını bıraktılar ve şehirlerde sanâyi bölgelerinde toplandılar. Senede iki ay harman zamânında yoğun çalışma ve günlük bir-iki saat süren, hayvanların yemi-suyu ve ufak-tefek işler şeklinde olan çalışma şeklini bırakıp, sanâyi ortamında cüzî bir maaş karşılığında gece-gündüz ve yılın her günü çalışmayı seçtiler. Zîrâ düşünceleri ve dolayısı ile davranışları ifsâd olup değişmişti.

 

Allah’sız zihniyet, insanın târifini târih boyunca şu şekilde yapmıştır: “İki ayak üzerine kalkan hayvan, “âlet yapan-kullanan hayvan”, “düşünen hayvan”, “konuşan hayvan”, vs. Modern zamanlarda ise dile getirmeseler de zımnen şunu söylüyorlar: “İnsan, çalışan hayvandır”. Çalışmak bir araçtır. Modern zamanlarda insanlar onu amaç edindi. Bir de âhiretten şüphesi olanlar amaç edindi. Modern insanın çalışmaktan başka bir çâresi yoktur. Bu çalışma “geçinmek için aşırı çalışmak” şeklindedir. Modern insan kendini ancak işi ile kanıtlayabiliyor. İşsizlerin bunalımlarının nedeni budur. İşleri olmayınca kendilerini değersiz hissediyorlar. Çünkü ahiretten vazgeçip Dünyâ’ya yönelmiş. Kendisini Allah’a kanıtlamak yerine patronuna kanıtlamanın derdinde. Daha çok çalışıp daha çok kazanmak, daha yükselmek, daha rahat ve bol kazançlı işlerde çalışmak. İnsanları meşgûl eden şeyler bunlardır. Artık eş-dost bir-araya geldiğinde işten başka bir şey konuşulmuyor. İş konuşulabilir tabî ki ama insanlar “çalışan birer hayvan” oldukları için işten başka konuşabilecekleri bir şeyleri yok. Konuşacak başka şeyler için başka şeyleri de bilmek gerekir ki modern iş ve çalışma şekli buna imkân tanımıyor. Yâni modern iş-hayâtı insanı câhilleştiriyor, a-sosyâl hâle getiriyor. Zâten işçilerin böyle olması için de onlara dar bir haz alanı bırakılıyor. İnsanlar bu hazlarla oyalanıyor ve sanat, kültür ve bilgi-bilinçten mahrûm kalıyorlar. Tabi bu bir “proje” dâhilinde yapılıyor.

 

Evet; modern insan, insan olmanın bir ayrıcalığı olan düşünce, sanat ve kültürden bahsedemiyor. Çünkü bunları öğrenecek bir zaman aralığına sâhip değildir. Zîrâ tüm zamânını işe veriyor ve zaman kalırsa da sömürünün bir başka çeşidi olan mesâi ile kalan zamânı tüketiyor. Zâten modern işçinin dünyevileşeli böyle bir talebi de kalmamıştır. Çünkü iş ile tatmin oluyor. Çünkü modern insan işten ve çalışmaktan başka bir şey bilmediği için boşluğu sâdece iş ile dolduruyor, kendini ancak iş ile gösterebiliyor. Modern insana “boş zamanlarınızda ne yapıyorsunuz” diye sorulacak olsa, herhâlde vereceği tek cevap, çalışıyorum” olacaktır.

 

Modern-Fordist çalışma şeklinde insan, makinenin bir dişlisine dönmekte böylece onun bir rûha da sâhip olduğu unutulmaktadır. Böylece insan düşünemez bir robota dönüştürülmektedir. Antonio Gramsci bu konuda şunları söyler:

 

“Orta-Çağ’ın kâtipleri/yazıcıları, eski metinleri yeniden kaleme alırlarken, üzerinde çalıştıkları kitaplarda yapılan gramer yanlışlarını düzeltiyor, metni kendi çağlarına uyarlıyor, bir anlamda antik metni yeniden oluşturuyorlardı. Buna karşılık, modern dünyânın sekreterleri/kâtipleri yada daktiloları, kendilerine dikte edilen metinler üzerine düşünme fırsatı bulamazlar. Onlar, gerçek birer makine gibi çalışırlar, metni birebir kopya etmekten başka iş görmezler. Taylorizmin çalışma yaşamına getirdiği yenilik de burada gizlidir. Orta-Çağ insanı, üretimine kendi benliğini koyar, üretimiyle bütünleşir. Modern çağın emekçisi ise, mekanik biçimde iş görür, işi üzerine düşünmez. Onun zihni değil, yalnızca elleri ve bedeni çalışır. Böyle bakıldığında, bedeni ile zihnini bölen işçi, bir tür özgürlük (ama aynı-zamanda da yabancılaşma) hâli yaşar, onun zihni başka bir yerde (hayâller, geleceğe ilişkin projeler, ev yaşamındaki sorunlar...), bedeni ise bambaşka bir yerde, yâni fabrikadadır.

 

Taylor’un müridine dönüşen modern sanâyici, işçisinin zihnini devreden çıkararak onu tam anlamıyla mekanik bir üretim aracına dönüştürmek ister. O, yalnızca işçinin fiziksel etkinliğiyle (kaslarıyla) ilgilenir, üretici gücü hiç tükenmeyen istikrarlı bir makine yaratmayı arzular. Taylorcu sermâyedar, XIX. yüzyıldaki gözü dönmüş yatırımcının aksine, işçi  ücretlerini yüksek tutar, çalışma saatleri ve koşullarını işçinin fiziksel gücüne halel gelmeyecek biçimde rasyonel bir anlayışla düzenler. XIX. yüzyıldaki gibi günde 12-16 saat çalışmak zorunda kalmayan, az zamanda çok iş üreten, ücretli izinlerden ve mâkûl ücretlerden yararlanan XX. yüzyıl emekçisinin bedeni dinç olmalıdır, üretim artışı onun kaslarının (fiziksel kapasitesinin) hep dinç tutulmasından güç alır. Yalnızca alt-yapıya (ülkenin ekonomisine) değil, üst-yapıya (ülkenin siyâsal, hukuksal, kültürel yaşamına) da hâkim olan sermâyedar sınıfı, devlet eliyle emekçinin fiziksel bütünlüğünün sağlanmasını ister, örneğin işçinin üretici gücünü azaltan alkôlizmle savaşılmasını öngörür. XX. yüzyılın sanâyicisi, işçisinin özel yaşamını yakından izlemeyi arzular; çünkü özel yaşamdaki her sorun çalışma yaşamındaki verimliliği azaltır. Taylorist anlayışın izleyicilerinden Henry Ford, işçilerinin maaşlarını nasıl harcadıklarını, nasıl bir özel yaşam sürdürdüklerini öğrenmek için bir müfettiş kadrosu oluşturmuş, onların sorunlarına çözüm getirerek fabrikada daha verimli olmalarını sağlamaya çalışmıştır. Evliliğin kutsallığı söyleminin kökeni de Taylorist-Fordist anlayışta aranmalıdır. Çünkü evine (karısına, çocuklarına) bağlı, kaçamaklara ve gece yaşamına ayıracak vakti olmayan işçiden verim almak çok daha kolaydır”.

 

İstatistiklere göre Dünyâ’nın %99’u, Dünyâ’nın %1’ini memnun etmek için çalışıyor. Tüm zamanlarda kölelerden sâdece iki şey istenmiştir: Çalışmak ve üremek. İnsan iş ve çalışma ile sömürülüyor. Oysa çalışmak, ihtiyacı karşılamak için olmalıydı. Moderniteyle birlikte hem devleti hem de üretim araçlarına ve büyük arâzilere sâhip olanları yâni sermâyeye sâhip olanları memnun etmek için çalışmak şarttır. Hatta ekonominin istikrarlı bir şekilde devâm etmesi için sermâyedarların morâllerini bozacak bir şey olmaması gerekir. Bunlar, modern zamanlarda “kader belirleyiciler” olmuşlardır. Öyle ki çalışanlara verecekleri maaşları kendi keyiflerine göre belirledikleri için, işçilerin ne yiyecekleri, ne kadar yiyecekleri, ne giyecekleri ve ne yapacaklarını dolaylı yönden belirleyebiliyorlar. Eskiden insanların bir tâne efendileri olurdu, şimdi ise hem devlette hem de özel sektörde bir-çok “efendi” arz-ı endâm ediyor. Hele ki mecliste bulunan “kader belirleyici”ler, hepsi efendilik yapacak yer arıyorlar. Gülbahar Ay Satan bu konuda şöyle der:

 

“Sermâye sâhipleri, yâni her çağda olduğu gibi bu çağda da ilahlık taslayanlar, nesli ve ekini ifsâd etmektedir. Dünyâ’ya istedikleri düzeni getirmeyi amaçlayan bu zâlimler; çatışmaları, ayrımcılığı, ırkçılığı, câhilliği, savaşları besleyerek büyütmektedir. Eğitimden sonra modern iş-hayâtında da, sorgulamaya zaman bırakmayan, parmaklıkları olmayan bir zindan yaratmışlardır. Modern işlerde çalışan milyonlarca kişinin, kıskançlık, hased, rekâbet, yalan vs. tüm bunlarla zehirleyerek ruh sağlığı bozulmuştur. Zihinleri kirlenmiştir”.

 

Modern insanın çalışma şartları çok yanlıştır. Doğal, normâl ve fıtrata uygun değildir ve aykırıdır. Uzun çalışma saatleri insanları yıpratmakta, hayattan soğutmakta ve uzaklaştırmaktadır. Bu çalışma-şekli âileyi bölmekte, kimsenin kimseden haberi olmamaktadır. Hele ki vardiya sistemi.. Tam bir zulümdür. Sağlık, itfâiye, polis-asker ve güvenlik birimlerinde dönüşümlü olarak 24 saat bir nöbet olacaktır tabi ama artık neredeyse tüm işyerleri 24 saat çalışmaya açık hâle getirilmiş ve insanlar da gece-gündüz çalışmak zorunda bırakılmaktadır. Oysa vardiyalı çalışma sistemi doğaya da terstir ve Allah hayâtı bu şekilde düzenlememiştir:

 

Görmediler mi ki, dinlensinler diye geceyi yarattık ve (çalışsınlar diye) gündüzü apaydınlık yaptık. Îman eden bir kavim için elbette bunda ibretler vardır” (Neml 86).

 

Bir yazıda tarım toplumundan sanâyi toplumuna geçiş ve çalışma-dinlenme hakkında şunlar söylenir:

 

“Sanâyileşmenin ortaya koyduğu söz edilmesi gereken bir etken de ‘vakit nakittir’ unsurudur. Sanâyileşme öncesi çağda zaman durağan ve çok boldu. Bu, insanların hoşça vakit geçirdikleri sayısız millî, dînî ve yerel tâtillerden de anlaşılmaktadır. Tarımsal toplumlarda zaman dakîkayla değil mevsimle ölçülür. Dahası, tarımsal toplumlar, genellikle modern hayâtın gerektirdikleriyle bağdaşmadığı düşünülen bir ‘halk kültürüne’ sâhiptir.

 

Boş zamânı ilk kınayanlar Püritenler olmuştu. Proletaryaya ‘vakit nakittir’ anlayışını kabûl ettiren şey fabrikaydı. Eski fotoğraflar bu durumu, mütevâzi fabrika işçilerini mîdelerinin yanından sarkan saatleriyle, en iyi giysileri içerisinde dokunaklı bir şekilde tasvir ederler. Fabrika, önceki devirlerin gevşek halk kültürünü yok etmese de, belli bir disiplin gerektiriyordu. Bunun nedeni açıktı: Pahalı fabrika makinelerinin bir-an bile boş durmaması gerekiyordu, bu, üretim kaybına neden olurdu. Fabrika sâhipleri işçilerini makinelerinin uzantıları olarak gördükleri için, zamânında işe gelmek ve gün boyunca istikrarlı bir tempoda çalışmak için disiplinli olmalıydılar. Bu nedenle emek ve boş zaman iki ayrı alan hâline gelmişti”.

 

2. Dünyâ Savaşı’nda sonra küresel sistem değişti. İnsanlar iş-merkezli bir hayat sürmeye başladı. 1970’lerde özellikle Dünyâ piyasasını ellerinde tutanlar işçileri çok fazla çalıştırdılar. Uzak-doğuda insanlar çalışma hastalığı denen “Karoşi”ye tutuluyorlar. Öyle ki, işi bırakamadıkları için açlıktan-susuzluktan ve yorgunluktan dolayı masa-başında ölüyorlar. Çalışma hastaları psikolojik sorunlarla boğuşuyorlar. “Çok çalışmak” gerektiği tâ ilk öğrenim zamânından îtibâren insanların kafasına yerleştiriliyor. İyi de nereye koşuluyor ki?. Nereye yetişilecek?. Bu işin sonu nedir?. Bu gidiş nereyedir?.

 

Fazla çalışmak hem işsizliği hem de geçimi zorlaştırıyor. Çünkü çok çalışınca insanların bir çoğuna gerek kalmıyor. İki kişinin yapacağı işi çok çalışarak bir kişi yapınca diğeri açıkta kalıyor. Bu durum geçimi de zorlaştırıyor. Çünkü işsizlik nedeniyle işçi, işverenin verdiğine râzı olmak zorunda kalıyor. Çünkü işveren, “işsizler” kozunu sürekli elinde tutuyor ve her zaman da hiç çekinmeden kullanabiliyor. İşçi, aldığı maaşı beğenmese de ağzını açamıyor. Çünkü işi bıraktığında, dışarıda ânında onun yerini alacak binlerce insan iş bekliyor. Onun işi bırakması hiç mi hiç önemli değil. İşsizliğin çoğalması, sanâyicinin yüzünü güldürüyor. Üstelik iki katına yaptıracağı işi yarı fiyatına yaptırabiliyor. Çünkü dışarıda işsizlikten bunalmış ve işe-paraya ihtiyâcı olan milyonlarca insan var. Ağızlarını açamıyorlar bu nedenle. Bir konuşma sırasında “asgarî ücret çok yetersiz bir para” dediğimde, birileri de çıkıp; “yetmiyorsa, o zaman çok çalışacak” demişti. İyi de adam zâten çalışıyor. Ne yapacak yâni?; çalışacağım diye kendini mi paralayıp öldürecek?. Ah şu “tuzu kuru” olanlar!..

 

“Çok çalışmak” düşüncesi daha küçüklükten îtibâren insanların beynine kazınıyor. Artık insan, “ne kadar çok çalışırsam o kadar iyi para kazanırım” diye düşünüyor. Çalışıp para kazanmayla ömrünü geçiriyor ama bu-arada hayâtı ıskalamış oluyor. Bunun farkına ancak, yaşlanınca ve çeşitli hastalıklarla uğraşırken varıyor. “Hayat boş” sözü, hayâtı ıskalamış olanların dillerinde pelesenk oluyor. Ömrü boyunca çalışarak kazandığı parayı, yaşlılığında hastalıkları için harcarken ah-vah ediyor. İnsanlar, sağlığını para kazanmak için harcıyor, fakat ileride de kazandığı parayı kaybettiği sağlığı için harcamak zorunda kalıyor. Zîrâ bu tarz çalışma şeklinde mutlakâ çeşitli hastalıklara yakalanıyor.

 

İşin ilginç yanı, işin ve paranın o kadar çok artmasına rağmen insanların yine de işsiz kalmaları ve yetersiz bir gelire sâhip olmalarıdır. Fakat işin daha da kötüsü, insan kitleleri bu duruma bir eleştiride ve îtirazda bulunmuyor. Belki de bunu yapmak akıllarına bile gelmiyor. Ahmet Hakan Çakıcı bu konuda şunları söyler:

 

“Alain Touraine, ‘Modernizmin Eleştirisi’nde; ‘târihin hiç-bir döneminde insanlık bu kadar zengin ve bu kadar çok servetin yığıldığı bir dönem yaşamadı. Târihin hiç-bir döneminde fakirler, bu kadar çok ve uzun mesâilerle bu kadar geç yaşlara kadar çalışmadı. Târihin hiç-bir döneminde fakirler bu kadar çok yerlerinden-yurtlarından göç etmek zorunda kalıp yollarda ölmedi, katliamlara ve soykırımlara uğramadı. Târihin hiç bir döneminde fakirler bu kadar çok tâkip edilmedi, kontrôl edilmedi, zihinsel yönlendirmelere tâbi kılınmadı ve târihin hiç-bir döneminde fakirlerin sermâyeden aldığı pay bu kadar az olmadı. Ancak târihin hiç bir döneminde fakirler bu kadar itaatkâr da olmadı’ diyordu.

 

Zygmunt Baumann, bunun sebebini tanımlarken; ‘fakirlere medyadan düzenli olarak (özgürlük, akılcılık ve bireysellik) diye üç zehir veriliyor. Bu zehirler onların bir-araya gelebilme yetilerini yok ediyor. Ortak bir lîder, ortak bir akıl etrâfında toplanıp fedâkârlıkta bulunamıyor ve bu nedenle de onlara dayatılanlara direnemiyorlar’ diyordu. Fakirlerin bir-araya gelebilme yetilerini kaybetmeleri onları, ‘târihin en dırdırcı lâkin en itaatkâr figürü’ne dönüştürdü diyen de Wendy Brown'dı. Bir-araya gelemeyen zerreciklerine kadar bölünmüş toplumlar, egemenler karşısında itaatten başka bir yol bulamıyorlar”. 

 

Modern çalışma şeklinde çalışanların sürekli hayâl ettikler şey, hafta-sonu tâtilleri, resmî tâtiller ve yıllık izinlerdir. Olduğu gibi ona kilitlenmişlerdir ki bunu sekteye uğratacak olan düğün, cenâze, bayram, sınav, seçim vs. gibi nedenler insanların sinirini bozar. Amerika’da yeni doğum yapmış olan bir kadın, yıllık izin zamânında yeni doğan çocuğuna bakmak zorunda kalacağından ve tâtil rezervasyonunu iptâl ederek tâtilden vazgeçmek zorunda kalacağından dolayı çocuğunu öldürmüştü. Tâtile çıkabilmek için çocuğunu öldürebiliyor.

 

“Çalışmak ibâdettir” sözü Hristiyanlığın Protestanlık mezhebi ile ilgilidir. Protestanlığın bir mottosudur bu söz. Protestanlıkla birlikte ortaya çıkmıştır. Protestanlık’la birlikte “Tanrı Krallığı”ndan “Dünyâ Krallığı”na geçen modern insan, artık “Tanrı’nın buyruğu olarak” Dünyâ Krallığı için çalışınca, (bu-arada Tanrı Krallığı” için çalışmasa da) “Tanrı için çalışmış” olur. Tüm çalışanlar Tanrı için çalışmış olur. Ne iş yapılıyor olursa-olsun çalışmak “Tanrı için çalışmak”tır. Tanrı için çalışınca da çalışmak ilk başta “ibâdet” olarak görülmüştür. Tabi bu-arada Tanrı’ya ayrıca ibâdet etmek O’nun için bir şeyler yapmak düşüncesi ve eylemi azalıp yok olmuştur. Sonunda da çalışmak; salt Dünyâ için fakat aslında “haz, zevk ve neşe elde etmek” için yâni “nefs için çalışmak” hâline dönmüştür. Artık batı’lı için çalışmak “âhiret için çalışmak” değil, “Dünyâ için çalışmak”tır. Hakan Olgun bu konuda şunları söyler:

 

“Din-dışı alanda çalışan her hizmet grubunun üyesi, manastırdaki keşiş yada kilisedeki râhip kadar dînî bir meslek icrâ etmektedir. Bu durumda ‘dünyevî’ olarak değerlendirilen bütün tutum ve davranışlar, dînî bir değer taşıdığından pekâlâ dindarca bir yaşamın işâreti olabilir. Yâni dünyevî tutum ve mesleklerin mânevî ve seküler olarak ikiye ayrıştırılması, birincisinin diğerine göre daha dindarca bir misyon içerdiği şeklinde anlaşılamaz. Protestanlık perspektifinden sekülerleşme -ki şimdi dünyevileşme diyebiliriz- dînî öğreti ve telkinlerin yada dînin projesinin, Katolik kilisesinin mânevileştirip ‘öte dünyâlaştırmasından’ kurtarıp ‘bu dünyânın’ konusu edilmesidir. Böylece Protestan söylemler, dînî değerleri mânevî alandan maddî alana taşımışlardı. Tıpkı Westfalya Antlaşması’nda ‘sekülerleştirme’ adıyla kilise emlâkinin kamulaştırılması gibi. Böylece, bir anlamda bu dünyâ, dînin performans alanına çevrilmiştir. Zîrâ artık politik idâre­ciler de kilise idârecileri ile eşit derece mânevi görevlerle yükümlüdürler. Bu politik idâreciye itaat etmek emredilirken isyâna kalkışmak, onun kutsal otoritesine karşı günahkâr bir kasıt olmaktadır. Özellikle Kalvinist Protestanlık’ta dünyâ hayâtı ve hayâ­tın her türlü veçhesi, Tanrı’nın ihtişâmının izhâr edilmesi ve onun hukûkunun geçerli olması gereken yegâne alandır”.

 

Belki de yoğun çalışma temposu insanlara sürekli tâtil hayâli kurdurmaktadır. Modern çalışma hayâtı tâtili dinleştirmiştir. Amaç tâtildir. Nazife Şişman bu konuda şunları söyler:

 

“İş, aslında tâtil içindir, o kısacık tâtil için tüm yıl çalışılıyor. İnsanın bütün hedefini tâtile endeksleyerek, işe tâtil hayâliyle katlanılmasını sağlayan yeni iş ahlâkı da kapitâlizmle birlikte gelişmiştir.

 

Weber’e göre çalışmanın kendinde bir hedef olarak belirlenmesi kapitâlizmi mümkün kılmıştı. Protestan dindarlar için tembellik günahtı, çalışmak ise ibâdet. Hâlbuki Protestanlık öncesinde çalışma Kilise’nin yüce ideâlleri arasında yer almazdı. Tanrı kendisi de altı gün çalışmış, yedinci gün dinlenmişti. Bu, insanlar için de en yüce gâyeydi. İnsanlar cennette çalışmak zorunda kalmayacaklardı, tıpkı Pazar günleri olduğu gibi. Yâni hristiyanlara göre hayâtın maksadı ‘pazar’a ulaşmaktı. Hayat yalnızca hafta-sonu için uzun bir bekleyişti. Augustinus, cennette, Tanrı’nın dinlendiği ve Hz. Îsâ’nın cennet katına çıktığı gün olan Pazar’ın dâimi hâlini bulacağımızı yazmıştı. Protestanlık-öncesi kilise mensupları ‘çalışma zahmeti’ni cezâ olarak algılarlardı. Sisyphos efsânesindekine benzer bir şekilde cehennemde hiç sona ermemecesine çalışmak zâlimce bir işkenceydi. Dante’nin cehenneminde de günahkârlara ‘Pazar’ hiç gelmez. Âdetâ onlar sonsuz bir ‘Cumâ’ya mahkûm edilmişlerdir. Reformasyon sonrasındaysa, yâni Protestanlıkla birlikte hayâtın çekim-merkezi Pazar gününden Cumâ gününe geçmiştir. İnsan hayâtında çalışmak esastı.

 

Sanayi Devrimi sonrasında işin verimliliği açısından dinlenme ve eğlenmenin önemi vurgulanmaya başlanmış ve işçilerin daha verimli çalışmaları için ‘boş zaman’ kavramı tedâvüle sokulmuştu. Boş zaman/eğlence ne kadar genişletilirse-genişletilsin yada ne kadar önemsenirse-önemsensin hayâtın merkezinde ‘iş’ vardı. İşin disiplinli ve kişinin zamânını örgütleyen yapısı, sanâyi ile birlikte değişmişti.

 

Daha önceki dönemlerde, meselâ tarım toplumlarında tabiatın döngüsü kişiyi örgütlüyor yada atölyede veyâhut loncada işin kendisi ve bizzat ‘usta’ çalışmanın zamânını  belirliyordu. Sanâyi toplumunda ise kapitâlist, işçinin zamânını satın alıyordu. Bu sebeple işte geçirilen zamânın ön-plâna geçmesiyle birlikte haftayı, yâni işte geçirilmesi gereken zamânı doldurup Pazar’ı beklemek doğal bir durum hâline geldi.

 

İslâm’da ilk olarak ‘O her gün (an) bir iştedir’ meâlindeki âyet, altı günde kâinâtı yaratıp Pazar günü dinlenen Tanrı imajından başka bir yaratıcı tasavvuruna imkân veriyor. Diğer taraftan bütün dünyâ hayâtını oyun ve eğlence olarak gören bir anlayış hâkimdir İslâm îtikâdında. Bu dünyâ hayâtının kendisi koskoca bir eğlence ve oyalanmadır zâten. Bu yüzden insan kendisini asıl hayâta hazırlamalıdır. Hazırlanmak demek ‘çalışmak, say-ü gayret üzere olmak’ demektir. Sâdece ekonomik faaliyet olarak tanımlanması mümkün olmayan ‘çalışma’nın kendisi bizâtihi ibâdettir. Mü’min bir işten boşalınca bir başkasına sarılır ve böylece Rabbine kavuşuncaya kadar gayrete devâm eder. Müslümanlar için çalışma bir nevî ibâdet olduğundan ve mü’minin bütün hayâtının ibâdet sayılması gerektiğinden, Sanâyi Devrimi öncesi dönem için bugünkü anlamıyla ‘boş zaman’ kavramı söz-konusu değildir. Zâten batı Avrupa târihinde de ‘boş zaman’ kavramı kapitâlist ekonomiye paralel bir gelişmedir”.

 

İsmail Kılıçarslan da şöyle der:

 

“Kapitâlizmin kutsal değerlerinden biri ‘çalışma’ kavramıdır biliyorsunuz. ‘Çalışan insan’ iyidir, zîrâ ancak çalışarak ‘tüketim çarkının içine girebilen makbûl tüketici’ hâline gelme şansını elde eder insan teki”.

 

Modern çalışma şekli ev ile iş arsındaki bağı koparmıştır ve evi ayrı, işi ayrı yapmıştır. Fakat zamanla iş evden daha önemli hâle gelmiş ve sonuçta da kadınların da ev dışında çalışmaya başlamasıyla birlikte ev değersizleşmiş, ev değersizleşince de âileler birbirlerine olan bağlılıklarını kaybetmişler ve dağılmaya başlamışlardır.

 

Bahsettiğimiz iş ve çalışma şekli endüstriyel çalışma şeklidir. Modern çalışma tarzında insanlar ancak belli bir şeyi arka-arkaya yapmaya alışmışlardır ve yaptıkları şeyin farkında da değillerdir. Yâni bir âletin sâdece belli bir parçasının üretimi konusunda standart hareketleri yaparlar. Bir şeyi üretmede üretimin her alanından anlamazlar. Oysa geleneksel çalışma tarzında insanlar her işten anlarlardı. Köyden kente göç, köyde on numara çiftçi, çoban, bahçıvan vs. olan kişileri vasıfsızlaştırıp işçi kılmıştır ve asgarî ücrete mahkûm etmiştir.

 

Marx; “kapitâlist üretim süreci, insana özgü olan çalışma veyâ insanın özünü oluşturan emeğin kendi yeteneklerini ortaya çıkarmasını engelleyen baskıcı ve zorlayıcı bir içeriğe sâhiptir. Kapitâlist toplumda zorunlu bir faaliyet olan çalışma, insanın yeteneklerini sınırlandırmakta, sefâlet, tükeniş ve umutsuzluğu güçlendirerek insanın kendi varlığının reddine ve kendisine yabancılaşmasına neden olmaktadır” der.

 

Modern insan, daha çok yemek-içmek-giymek-gezmek için daha çok çalışan insandır. Zaten modernizm, “eşek gibi” çalışıp, “domuz gibi” yeme uygarlığıdır. Çünkü akşama kadar eşek gibi çalışınca, mesâiden sonraya da domuz gibi tüketmek kalıyor. Bu uygulama bunu gerektiriyor. Seküler modern sisteme göre insan; “eşek gibi çalışıp, köpek gibi itaat edip, domuz gibi yemek için” yaratılmıştır. Modernizm; yavaş-yavaş akan bir dereyi eliyle yelpâzeleyerek akışını hızlandırmaya çalışmaktır. Hâlbuki bıraksa yada küçük dokunuşlar yapsa akıp gidecek. Doğal, normâl ve fıtrata uygun bir çalışma-şeklini bırakıp modern çalışma hayâtına girenler için hayat anlamsızlaşıyor. Üstelik tüm bunlara rağmen bu hayat-tarzını savunanlar da var. Kur’ân, insanları buna karşı şu şekilde uyarıyor:

 

“De ki: Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?. Onların, dünyâ-hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar” (Kehf 103-104).

 

“Asra andolsun; gerçekten insan, ziyandadır. Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr Sûresi).

 

“Kim âhireti ister ve bir mü’min olarak ciddî bir çaba göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası şükre şâyandır” (İsrâ 19).

 

“O, geceyi sizin için bir elbise, uykuyu bir dinlenme ve gündüzü de yayılıp-çalışma (zamanı) kılandır” (Furkân 47).

 

Tabî ki tembellikten ve hayâtı es geçmekten bahsetmiyoruz. O da ayrı bir yanlış. Çalışan demir tabî ki ışıldar fakat, ağır çalışma koşulları de kemikleri paslandırır.

 

“Başarılı patron”, işçisinin emeğinin karşılığını “hakkıyla” ve “alın-teri kurumadan” verendir. Yine işçisini ezmeyen ve ezdirmeyen kişidir ki bunların sayısı çok-çok az olmasına rağmen vardır. Bir ülkenin kapitâlist olup-olmadığı, en düşük gelire sâhip olan işçilere bakarak anlaşılabilir.

 

Bir keresinde bir arkadaşıma “nâber nasılsın” diye sorulduğunda, direkt olarak aldığı maaşın miktârını söylemişti. Nasıl olduğu sorusuna aldığı maaşın miktârını söyleyerek cevap vermişti. Böylece iyi bir işi olduğunu göstermek istemişti. Modernizmde kişinin ne olduğunu ve kim olduğunu belirleyen faktör “işi ve maaşı”dır. Toplum, insanları işleriyle ve maaşlarıyla değerlendiriyor. Bu bağlamda şerefsiz ve ahlâksız ama iyi bir işi ve yüksek maaşı olan biri, ahlâk timsâli ve şahsiyet sâhibi ama işi ve maaşı düşük olan birine göre daha “üstün” görülebiliyor.  

 

Allah her insana özel bir yetenek-beceri vermiştir. Fakat kapitâlist sistem, insanları tek-tipleştirip “işçisi” yaparak, insanların bu yeteneklerini baltalamaktadır. Sonuçta ortaya beceriksiz bir toplum-devlet çıkıyor.

 

Bir iş, en iyi şekilde yapılmamışsa, o iş boşa gitmiş bir iş olmuş olur. Yada yarârı kadar zarârı olur. Aptalca işler yaparsanız, kendinizi aptal gibi hissedersiniz.

 

Modern iş hayâtı, Allah’ı, merhâmeti, vicdânı ve adâleti hesâba katmayan çalışma-şeklidir. Allah’tan bağımsız “iş yapma isteği” şirktir. Allah rızâsı için yapılmayan işler, nefsin rızâsı için yapılmaya başlanır. Allah rızâsı için yapılmayan işlerin âhirette kişiye bir faydası olmaz. Modern müslümanlara “Allah rızâsı için” bir şey yapmak, “bedâva iş” olarak görülüyor. Fakat patronun rızâsını kazanmak için bedâvaya çalışmayı seve-seve yapabiliyorlar.

 

Çizgi film, okul, askerlik, iş; “küresel itaat”in sıraya konmuş araçlardır. İnsanlar bu araçlarla terbiye(!) edilip kontrôl altında tutulmaktadır.

 

Eskiden “usta”lar vardı, şimdi ise “uzman”lar. Ustalar işlerine-söylediklerine “rûh” da katarlarken, uzmanlar işin sâdece maddî-mekanik yönünden anlıyorlar ve bahsediyorlar. İşten anlamadan işi yapıyorlar. “İlerleme” denilen şey, işlerin insan yerine makineler tarafından yapılmasıdır. Yâni ilerleme, işlere “rûh” katmaktan vazgeçilmesidir.

 

Fıtrata-doğala-normâle aykırı bir iş yapılacak ve bir sorun çıkmayacak.. Bu imkânsızdır. Bir-çok gereksiz işler vardır. Yaşlanma ve “ölüm korkusu” nedeniyle ortaya çıkan yeni iş sektörleri, diğer nedenlerle ortaya çıkan sektörlerden kat-kat fazladır.

 

Modern politikalar sonucu büyük çiftçi nüfûsun kentlerde işçilere dönüştürülmesi, büyük sermâyedarlar ortaya çıkarmıştır. Mevcut vergi-sistemi, küçük işletmeciyi kontrôl altında tutuyor fakat sermâyedarları kontrôl edilemez duruma getiriyor.

 

Modernite, mesleğinizde ne kadar hünerli olursanız-olun, o işin diplomasına sâhip değilseniz, sizi “vasıfsız” sayar. Zâten teknoloji, “el”i işlevsiz bıraktı. Sonuçta her-şeyde bir beceriksizlik ve bereketsizlik ortaya çıktı. Peygamberimiz, elleri nasır bağlamış olan birinin elini öpüp, “işte Allah’ın sevdiği el budur” demişti. 

 

Nefret ile yapılan iş çok yorar. Sevmeden, istemeden yapılan hiç-bir iş “iyi” ve güzel olmaz.

 

Bâzı işler de vardır ki insanın istikâmetini bozar, onu yanlışa sürükler ve nihâyet yoldan çıkarır. Öyle ki, Allah’ın haram kıldıklarını yapmak o kişi için normâlleşir. Bu işler, doğasında günaha ve sapıklığa yönlendiren modern işlerdir. Modern işler yada işin modern şekli, insanı harama, günaha ve yanlışa karşı zayıflatır ve hattâ kişiyi yoldan çıkartıp şerefsizleştirebilir. O hâlde Allah’ın haram, günah ve ayıp dediği şeylere alan açan işlerden uzak durmak îcâp eder.  

 

Peygamberimiz iş konusunda şunları söyler:

 

“Yaptığın işler kendinin yada başka birinin yükünü kaldırsın, yeni bir yük yüklemesin. Çalışırken, en çirkin insan bile güzeldir. Çalışmak, en hayırlı sermayedir”.

 

Okul, başarı ve popüler işler.. İnsanın hayâtı ıskalamasına neden olan üç etkendir.

 

İnsan boş bırakılmaya gelmez. Bu yüzden Allah, insanı boş bırakmaz ve sürekli olarak bir meşgûliyete yönlendirir:

 

“Ey îman edenler!, Cum’a günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah’ı zikretmeye koşun ve alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Artık namazı kılınca, yeryüzünde dağılın. Allah’ın fazlını isteyip-arayın ve Allah’ı çokça zikredin; umulur ki felaha (kurtuluşa ve umduklarınıza) kavuşmuş olursunuz” (Cum’a 9-10).

 

“Gerçekten güçlükle berâber kolaylık vardır. Şu-hâlde boş kaldığın zaman, durmaksızın (başka bir iş ile) yorulmaya-devâm et” (İnşirâh 6-7).

 

Yapılacak işleri yapmayanlar; yapılmayacak işleri yapmaya başlarlar. Belki de bu durum bir cezâdır. İnsanların fıtrata aykırı davranarak bir zulüm ve ifsâd sistemi olan moderniteye bağlanmalarının bir cezâsı..

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2019

 

 

Devamını Oku »

20 Aralık 2021 Pazartesi

Allah’ın Varlığı ve Birliği

 

“De ki: O Allah, birdir. Allah, Samed’dir (her-şey O’na muhtâçtır, dâimdir, hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayandır). O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Ve hiç-bir şey O’nun dengi değildir” (İhlâs Sûresi).

 

Kur’ân’ın ber-ceste âyetlerinden oluşan İhlâs Sûresi, Allah’ın “ne olduğundan” değil, “ne olmadığından” bahseder. Sûrede, “Allah’ın varlığı” değil, “Allah’ın birliği” ortaya konur. Çünkü biz Allah’ın varlığının neliğini ve nasıllığını bilemeyiz. İhlâs Sûresi’nde Allah, “ne olmadığını” söyleyerek bizi Kendisi hakkındaki yanlış zanlarımızdan kurtarır. Çünkü biz Allah’ın varlığını, O’nun ne olduğunu bilerek değil, ne olmadığını bilerek anlamlandırırız ve O’na bu anlam ile îman ederiz.

 

Günümüzde ve insanlık târihinde sayısı çok-çok az olan “mutlak kâfirler”i saymazsak; hemen-hemen tüm kâfir ve müşrikler, yeri ve göğü yaratan ve idâre eden bir Yaratıcı İlah’a inanıyor ve kabûl ediyor. Fakat inandıkları ilahın isimlerini, sıfatlarını ve özelliklerini kabûl etmiyorlar. Yâni varlığını kabûl ediyorlar ama birliğini kabûl etmiyorlar. Bu nedenle de emirlerini ve nehiylerini uygulamıyorlar.

 

Kur’ân bütünlüğüne baktığımızda, “Allah’ın birliği”nin merkeze alındığını ve mü’minlerin de Allah’ın birliğini tüm alanlarda ve zamanlarda hâkim kılmaya yönlendirildiğini görürüz. O hâlde müslümanların ve mü’minlerin ana-konusu Allah’ın varlığı değil, Allah’ın birliği konusu olmalıdır. Peki “Allah’ın birliği” ne demektir?.

 

Allah’ın birliği; göklerde, Dünyâ’da ve canlıların vücutlarının işleyişinde nasıl ki tek ilah, tek hâkim, tek kânun ve yasa koyucu, tek yönetici ve tek yönlendirici olarak sâdece Allah kabûl ediliyorsa; aynı-şekilde, insanlar arasındaki sosyâl, kültürel, ekonomik, siyâsi, kânûnî vs. tüm konularda ve tüm alanlarda “sâdece Allah’ın tek hüküm koyucu ve tek ilah” olarak kabûl edilmesidir. Allah’ın birliği yâni tevhid bu demektir. Allah göklerde bir olduğu gibi yeryüzünde de bir olduğunda ve bu koşulsuz-şartsız kabûl edildiğinde ve de her-şey bu ilkeye göre düzenlendiğinde Allah’ın birliği sağlanmış olur. Aksi-hâlde (tüm zamanlarda ve günümüzde olduğu gibi) küfür, şirk ve zulüm alır başını gider.

 

Allah “tek Yaratıcı” olduğu gibi, “tek yaşatıcı”dır da. O-hâlde “tek hüküm koyucu” ve “tek yaşam belirleyici” de olmalıdır. Her-şey O’na göre olmalıdır. İşte bu “Allah’ın birliği” denilen şeydir. Allah sâdece yaratmada değil, her-şeyde “bir” olmalıdır. O’ndan başka yaratan ve yaşatan bir varlık yoktur. Îman, Allah’ın varlığından sonra, -daha önemlisi- Allah’ın birliğinedir. Allah’ın varlığına îman edildikten sonra Allah’ın birliğine de îman edilip bilinçli bir şekilde kabûl edilmedikçe O’nun varlığına-zâtına îman etmek değerini kaybedecek ve hattâ değersiz bir söze dönecektir. Allah elbette îmanları zâyi etmeyecektir. Fakat îmânın neye olduğunu bilmek ve kabûl etmek önemlidir. Îman, “gaybî olanlara îman” olduktan sonra, görklerde ve yerde tek hâkimin Allah olduğuna ve olması gerektiğine îman etmek ve bunu bilinçli olarak kesin ve net şekilde kabûl etmektir.

 

Allah’ın varlığına îman etmek, “bir yaratıcı olmalı, başka türlü olamaz” sözünde ifâdesini bulur. Yoksa O’nun varlığına îman etmek, O’nun varlığını düşünmek ve araştırmak demek değildir. Hiç-bir şey O’nun dengi olmadığı için, bilinen hiç-bir şey Allah’ın zâtına yâni “mutlak varlığı”na benzemez. Allah’ın varlığı, “doğrulanacak ve kanıtlanacak” bir varlık değil de “inanılacak” bir varlık olduğu için, O’nun o mutlak varlığına kanıt aramak abestir. O’nun varlığının delili, -görebilenler için- yaratılmış olan tüm varlıklardır. Zâten Allah’ın varlığına inananlar için delile gerek olmadığı gibi, inanmayacak olana ise hiç-bir delil yetmez. Allah, aklın “var” demesiyle vâr olan bir varlık değildir. O’nun mutlak varlığı yâni zâtı, akıl ile idrâk edilemez ama kâlp ile hissedilir ve kabûl edilebilir. Zâten O’nun varlığına ancak kâlpten îman ettikten sonra birliğini de kâlpten kabûl edenler O’na hakkıyla kulluk yapabilirler. Allah’ın varlığını mutlak anlamda idrâk etmeye insanın çapı yetmez. Fakat O’nun birliğini idrâk etmek ve kabûl etmek için akıl ve kâlbin işletilmesi yeterlidir. Aksi-hâlde şeytana ve nefse uyularak, varlığı -sözde- kabûl edilse bile birliği kabûl edilmez ve hattâ inkâr edilir.

 

Allah’ın varlığı “doğrulanma” ile değil, “anlamlı olmasıyla” delillendirilebilir. Allah’ın varlığı anlamlıdır. Herhangi bir varlığı mutlak anlamda anlamaya ve açıklamaya çalışınca, o varlık başka bir şey olur. Açıklanmaya çalışılan şey “o” olmaktan çıkar. Bu anlama ve açıklama çabası Allah için yapıldığında, mutlakâ eksik ve yanlış bir şey söylenmiş olur ve zamanla mutlakâ sapma başlar. Allah’ın varlığı, açıklamanın değil, îman etmenin konusudur. Fakat Allah’ın birliği, -îman ettikten sonra- açıklamanın konusu olabilir ki Kur’ân sürekli olarak bundan bahseder.

 

Allah Kur’ân’da varlığından bahseder ama varlığını kanıtlamaya çalışmaz. Çünkü Kendisinin varlığını kabûl etmeyenleri adam yerine bile koymaz. O, Kendisinin varlığını kabûl etmesine rağmen, düşünüşlerini, konuşmalarını, inanışlarını ve davranışlarını Allah’a göre yapmayanlara hitâp eder. Peygamberlerini böyle kişilere gönderir. Peygamberler de Allah’ın birliğini anlatırlar ve hem iç-âlemlerde hem de dış-âlemde bunu hâkim kılmaya çalışırlar. Yoksa Kur’ân ve Peygamberimiz sâdece, “bakın Allah var, her-şeyi O yaratmış, O’nun varlığını kabûl edin” demek için gönderilmemiştir.

 

Allah Kur’ân’da sürekli olarak varlığının kanıtını yapsaydı ve kendisini anlatsaydı bile insanlar yine de O’nun söylediklerini idrâk edemezlerdi ve O’nun ne/nasıl olduğunu anlayamazlardı. Hattâ kanımca, Allah insanlara Kendini gösterse ve insanlar O’nu apaçık görseler bile yine de O’nun ne/nasıl olduğunu idrâk edemezlerdi de O’nun varlığı hakkında farklı görüşler ortaya atarlardı. Meselâ, Allah Kur’ân’da Kendisinden bahseder fakat Kendisinden bahsettiği âyetlerin 1.400 yıldır binlerce kez tefsir ve yorumları yapılmış olmasına rağmen, Allah’ın Kendisini anlattığı âyetler yine de müteşâbih kalmaya devâm etmektedir:

 

“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misâli, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça, sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğu’ya da batı’ya da âit olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu,) nûr üstüne nûrdur. Allah, kimi dilerse onu kendi nûruna yöneltip-iletir. Allah insanlar için örnekler verir. Allah her-şeyi bilendir” (Nûr 35).

 

Biz bu âyette söylenenleri anlıyoruz, kelimeler bildiğimiz-tanıdığımız kelimeler ama cümlenin bütünlüğüne baktığımızda ne dediğini yine de idrâk edemiyoruz. Çünkü âyet,  Allah’tan bahsediyor. Hiç görmediğimiz ve hakîkatini kesin şekilde bilmediğimiz bir varlıktan bahsediliyor. Âyette Allah Kendisini apaçık bir şekilde anlatmasına rağmen o kelimelere anlam veremiyoruz ve anlatılanların sonucunda kafamızda bir imaj oluşmuyor. Bu âyet 1.400 yıldır tefsir ve te’vil ediliyor ama net ve kesin yorumu yapılamıyor. Yapılamaz da. Çünkü âyette anlatılan varlık, bizce neliği-nasıllığı bilinemeyecek olan Allah’ın varlığıdır. Bu âyet Allah’ı bize ne ve nasıl olduğunu anlatmak için değil, “söylesek de anlamazsınız”ı göstermek için indirilmiştir. İşte bunun gibi, Allah gökte kendini apaçık bir şekilde gösterse bile, biz bir şeyler görürüz ama gördüğümüze bir anlam verip de gördüğümüz şeyin ne olduğunu idrâk edip bilemeyiz ve anlatamayız. Üstelik her gören farklı bir şey söyler ve böylece görülen şey hakkında hiç kimse net bir şey söylememiş olur. Çünkü İslâm dâvâsı, Allah’ın varlığını kanıtlamak ve açıklamak dâvâsı değil, “Allah’ın birliğini hâkim kılmak” dâvâsıdır. Allah’ın birliği hâkim kılınmadıkça Dünyâ’da küfür, şirk, adâletsizlik, ayrımcılık, açlık, susuzluk, evsizlik, âilesizlik, boşluk, ahlâksızlık, anlamsızlık ve zulüm bitmeyecek ve zamanla artacaktır.

 

Allah Kur’ân boyunca kendi varlığına değil, yarattığı varlıklara dikkat çeker. Fakat ilah edinme noktasında yaratılmış olan varlığı değil, “varlıkları Vâr Eden” gösterilir. Çünkü O’ndan başkasını ilah edinenler kâfir ve müşrik olur. Yaratılmışların varlığı “mutlak” görüldüğünde ve onlarda da bir güç vehmedildiğinde, şirk kaçınılmazdır. Varlığı Allah ile anlamayı ve açıklamayı zûl görenlere, varlığı anlamlandırmak için ne “zaman” yeter ne de “mekân”. İşte modern insan, -Allah’ın varlığını kabûl ettiğini söylese de- Allah’ın birliğinin ne olduğunu bilmediği yada O’nun birliğine îman etmediği ve kabûl etmediği için, her-şeyi Allah’tan başka bir şeyle açıklamaya çalışmaktadır. “Müslümanım” diyenlerin bir-çoğu da dâhil, insanlar hem “Allah’ın birliği”nin ne demek olduğunu bilmiyor hem de yaşayışı vahiy-merkezli olmadığı için her-şeyi Allah ile alâkalandırmayı ve her-şeyin O’nun hükmüne göre olmasını kabûl edemiyor. Çünkü her-şeyde O’ndan başkasına göre düşünüyor, konuşuyor ve eylemde bulunuyor. “Allah’a îman ediyorum” diyor ama O’nun dediği gibi düşünmüyor, konuşmuyor ve davranmıyor. Yaşayışı îman ettiğini söylediği Allah’a göre değil; şeytana, nefsine ve kendisini yönlendiren ve yöneten tâğutlara göre oluyor. İşte bunun nedeni, Allah’ın birliğinin ne olduğunu bilmemesinden başka, aslında O’nun birliğine îman etmemesi, her konuda ve her alanda Allah’a göre yaşamaması ve de yaşamak istememesidir. Zîrâ şeytana, nefsine ve beşere göre tutum takınıyor.

 

Allah’ın varlığına inanmak tek-başına yetseydi, Allah, Mekke’li müşriklere Peygamberimiz’i ve Kur’ân’ı göndermezdi. Tüm peygamberler Allah’ın varlığına inanan fakat Allah’ın birliğini kabûl etmeyen toplumlara gönderilmişlerdir. İşte Mekke müşrikleri de Allah’ın varlığına inanıyorlardı, O’nu “en yüce ilah” olarak kabûl ediyorlardı. Fakat sorun şu idi ki, onlar Allah’ın birliğini kabûl etmiyorlardı ve Allah’tan başka ilahlar kabûl ediyorlardı, çünkü işlerine öyle geliyordu. Zîrâ o putlar üzerinden rant devşiriyorlardı ve böylelikle insanlar üzerinde hâkimiyet kuruyorlardı. Allah’ın birliğini yâni “tek ilahın, tek belirleyicinin ve tek hüküm vericinin sâdece Allah olduğunu” kabûl etmeleri, rantlarına, zenginliklerine, hâkimiyetlerine yâni kendi ilahlıklarına son verecekti. Bunu kabûl etmeleri elbette beklenemezdi. Peygamberimiz’e ve Kur’ân’a karşı çıkışları işte bu yüzdendi.

 

Hz. Âdem’den bêri insanlar Allah’a inanıyorlar, fakat hem Allah’ın birliğinin ne demek olduğunu bilmiyorlar, hem de çıkarlarına uymadığı için Allah’ın birliğine göre düşünmüyorlar, konuşmuyorlar ve yaşamıyorlar. Zîrâ Allah’ın birliğine göre yaşamanın bir bedeli vardır. Allah’ın birliğine göre yaşamak, “Allah’ın varlığına inanıyorum” demek gibi sâdece lafla olmaz ve Allah’ın birliğine îman etmek ve bunu kabûl etmek, kişiye ânında çeşitli sorumluluklar yükler ki bâzen bu yük çok ağır olabilir. İnsan bunu gördüğü yada hissettiği için o yükün altına girmez de İslâmî yaşamı “yük” olarak görür. Zîrâ Allah’ın birliğinin bilincine varmamıştır ve aslında Allah’ın varlığına da kesin bir îman ile îman etmemektedir.

 

Evet; tüm kâinat yâni galaksiler, yıldızlar, gezegenler, Dünyâ, dağlar, denizler, ağaçlar, toprak, su, hayvanlar, bitkiler, cansız varlıklar ve insanın vücut yapısı ve çalışması konusunda insanların büyük çoğunluğu için Allah’ın varlığı ve birliği sorun edilmez ve “her-şeyi sâdece Allah yaratmış ve yapmıştır” denir. Zâten bunları yarattığını iddiâ edecek kimse de yoktur. Lâkin iş akıl ve bilinç ile alâkalı olan, insanlar arasındaki sosyâl, kültürel, ekonomik, ticâri, hukûkî, ahlâkî, kânûnî ve siyâsî alanlara gelince değişiyor ve bunlar da diğer her-şey gibi “sâdece Allah’a” has kılınmıyor ve bu konularda Allah’ın birliğini geçerli ve hâkim kılmıyorlar. Bu konularda “Allah’ın birliğine” değil, “beşerin birliği”ne uyuyorlar. Hattâ bu konulara Allah’ı hiç karıştırmak istemiyorlar. İşin acı tarafı, buna, Kur’ân-Kur’ân diyen, Peygamber’den bahseden, “Allah’ın dediğinden başka hiç-bir şeyi kabûl etmeyiz” diyen müslümanların bir-çoğu da dâhildir. Tüm kâinâtı kusursuzca yöneten Allah, insanların arasındaki işlere karıştırılmıyor. Üstelik iftira ederek “Allah insanlar arasındaki işleri insanlara bırakmıştır” diyorlar. Böylece her ne kadar “Allah’a inanıyoruz” deseler de, Allah’ın birliğini inkâr ettikleri yada kabûl etmedikleri için Allah’a inanıyoruz sözleri de boşa çıkmış oluyor. Zîrâ îman, “îmânın gereğini yapmak” da demektir. Yoksa îman etmek kuru bir “îman ettim” sözü değildir:

 

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

 

Allah’ın varlığını inkâr etmek küfürdür; Allah’ın birliğini inkâr etmek ise hem küfür, hem şirk hem de zulümdür. Unutulmasın ki, Allah’ın birliğini inkâr etmenin acı sonuçlarını da yine Allah’ın birliğini inkâr eden insan yaşayacaktır.

 

Allah’ın varlığını kabûl etmek, O’nun birliğini de kabûl etmeyi gerektirir. Zâten Allah’ın varlığına îman etmenin bilinçli bir îman olduğunu ve Allah’ın varlığına îmân etmiş olmayı en samîmi bir şekilde gösterecek olan şey, O’nun birliğine îman edip kabûl etmek ve o doğrultuda amelde-eylemde bulunmaktır. Lâkin insanlar Allah’ın varlığına îman etmeyi ve O’nun varlığını -dilinin ucuyla da olsa- kabûl etmeyle işin tamamlandığını sanıyorlar. Oysa O’nun “varlığını” kabûl etmekten daha önemli olan şey O’nun “birliğini” kabûl etmektir. Allah’ın varlığına inanıp da yaşamında o îmânı hesâba katmayanların îmânı sorunludur. Çünkü Allah’ın varlığını kabûl etmesine rağmen O’nun birliğini kabûl etmemek, “Allah’a inanmak ama O’na güvenmemek” anlamına gelir:

 

“Mü’minler, ancak Allah’a ve O’nun Resûlü’ne yürekten inanıp güvenen kimselerdir (Nûr 62).

 

Allah’ın varlığına  inanmak O’na güvenmeyi de yanında getirir, getirmelidir. Tam bir îman böyle olur. O’na güvenmek de, O’nun birliğine îman edip kabûl etmeyi gerektirir. Allah’ın birliğine îman edip kabûl etmek ise, O’nu her-şeyde birlemek ve her-şeyin yaratıcılığının O’na verilmesi gibi, her-şeyin yönetimini de O’na vermek demektir. Allah’ın birliğine îman etmek bunu gerektirir.  

 

Nasıl ki kâinattaki süper düzen Allah’ın varlığından başka birliğini de gerektiriyorsa, insanlar arasındaki düzen de O’nun varlığına ve birliğine îman etmeyi ve buna göre yaşamayı gerektirir. İnsanlar arasındaki tüm kötülükler, Allah’ın birliğinin hesâba katılmaması nedeniyledir. Nasıl ki kâinattaki her-şey sâdece O’nun ilahlığına, yaratışına ve yasalarına göre tam uygun hareket ediyorsa, Dünyâ’da ve insanlar arasında da tüm işler sâdece O’na göre; O’nun yasalarına, kânunlarına ve vahyine göre olmalıdır. Göklerdeki varlıklar nasıl ki “sâdece Allah’a” göre hareket ederek mükemmel bir nizamda duruyor ve aralarında hiç-bir uygunsuzluk ve uyumsuzluk olmuyorsa, insanlar da yeryüzünde “sâdece O’na” göre hareket ederek Dünyâ’da en ideâl nizâma kavuşabilir. Allah’ın birliği bunu gerektirir ve bunu sağlar.

 

Kâinât, Allah’ın varlığı ve birliğine yâni sâdece Allah’ın düzenine göre hareket ettiği için göklerde muhteşem bir düzen, nizam ve uyum vardır. Fakat Dünyâ’da Allah’ın varlığına inanılıp kabûl edilmesine rağmen O’nun birliğine uyulmadığı için sürekli bir kaos yaşanıyor.

 

Allah sâdece yaratmada değil, yasamada, yargılamada ve yürütmede de “bir”dir. İnsan her konuda O’nun kânunlarını, yasalarını yâni vahyini merkeze almalıdır ki O’nun birliğine de îman etmiş olsun. Fakat gelin görün ki, Allah’ın varlığına inanmayı yeterli görüp O’nun birliğine inanmayı gereksiz gören insanlar, şeytanın, nefsin ve tâğutların belirlemiş olduklarına göre hareket etmek için birbirleriyle yarışıyorlar. Çünkü Allah, Kendisinin varlığına inansa da birliğine inanmayanları ve birliğine göre yaşamayanları, şeytanın, nefsin ve tâğutların isteklerine-arzularına-keyiflerine göre yaşamakla cezâlandırıyor. Elbette mü’minler böyle değildir: 

 

“Şüphesiz, îman edip îmanlarının istikametinde sağlam, yerinde, doğru ve ıslaha dönük sâlih işler yapanlara gelince, hiç şüphe edilmesin ki Biz, güzel iş yapan hiç kimsenin mükâfatını zâyi etmeyiz” (Kehf 30).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2021

 

 

 

Devamını Oku »

14 Aralık 2021 Salı

Îman ve İnanç


“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

 

“Biz, İsrâiloğullarını denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun): ‘İsrâiloğullarının kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım ve ben de müslümanlardanım’ dedi. Şimdi, öyle mi?. Oysa sen önceleri isyân etmiştin ve bozgunculuk çıkaranlardandın” (Yûnus 90-91).

 

Îman: “Gaybı kabûl etme, Allah’ın emirlerine ve nehiylerine güvenip gereğini yapmayı ‘sonuna kadar’ göze alabilmek duygusu”.

 

İnanç: “Bir düşünceye sağlam yada gevşek bir biçimde, kalıcı yada geçici şekilde bağlı bulunma, inandığı şeyi doğru sayma”.

 

Bir yazıda îman ve inanç ayrımı hakkında şunlar söylenir:

 

“Epistemolojik açıdan îman ve inanç birbirinden farklıdır. Îman ve inanç birbirine çok yakın hattâ iç-içe olmalarından dolayı aralarındaki fark kolayca görülememiş ve birbiriyle karıştırılan iki terim olmuştur. Îman ve inanç hem din-dışı hem de dînî alanda kullanılabilen iki epistemolojik terimdir. İnanç, îman sürecinde yer alan zihnî bir aşama olup, Îmandan önce gelerek onun esâsını oluşturur. İnanç, îmânın zihnî yönü ve fikrî boyutuyla ilgilidir. Eğer inancın kesinliğinde fazla ısrâr edilirse o zaman inanç, îman olur. Îman, ilgi-şüphe-zan-inanç-bilgi süzgecinden geçtikten sonra ulaşılan zihnî sürecin son aşamasıdır. Aynı-zamanda îman, fiîle ve teslîmiyete dayanmaktadır. Hâlbuki inançta bir teslîmiyet yoktur. İnançta delil ağır basarken, îmanda duygusal yön daha ağır basmaktadır. İnancın objesi bir fikir, teori yada önermedir. İnanç, bir değere sâhip değildir; bununla birlikte îmânın objesi bir zattır ve ona teslîmiyettir. Îman bir değere sâhip olma durumunu gerektirir. Görülüyor ki, îman ve inanç birbirinin aynısı değildir”.

 

Îman (inanç değil), bilgiden bağımsızdır. Hattâ gaybın kapısına kadar geldiğinde akıldan da bağımsızdır. Îmanın kapısına kadar akıl ve mantık ile gelinebilir ama oradan içeriye girmek akıl-mantık işi değildir. Bu nedenle îmânın ne olduğu, îman etmiş en bilgisiz insan ile îman etmiş en bilgili insan için de aynıdır. Îmânın derecesi kişiye ve kişilerin amel-eylem ve samîmiyet derecelerine göre farklılık gösterir.

 

Îman “gayba îman”dır; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, vahye-kitaplara ve peygamberlere îman etmek, “gayba îman etmek” demektir. “Peygamberler ve kitaplar gayb mıdır?” diye sorulursa; “gayb olan ve dolayısı ile îman edilmesi gereken yön, kitapların ve peygamberlerin maddî-beşerî yönü değil, vahiy ve Resûl-Nebî yönü”dür. Onların “peygamberliğine” îman edilir. Kitap da öyledir. Kitab’ın kağıdına-mürekkebine değil, “Kitap’taki hükümlerin, emirlerin-nehiylerin ve tüm anlatılanların Allah tarafından, melek Cebrâil aracılığı ile vahiy yoluyla peygamberlere iletildiğine îman etmek”tir. Buna “inanç” değil, “îman” denir. Zîrâ îman “gayba îman”dır ve îman ya vardır yada yoktur. Şüphe ile îman aynı-anda bir-arada bulunamaz. Bulunan şekline “îman” değil, “inanç” denir. Tabi, kişinin samîmiyeti ve gayretine göre îmânın derecesi artıp eksilebilir.

 

İnançta, inanılan şey “gayb” da olabilir, soyut-somut şeyler de olabilir. Fakat çok absürd, saçma ve akla-mantığa aykırı bir şey de olabilir. Üstelik körü-körüne saçma inançlar sâdece bilgisizlerde, tahsilsizlerde, câhillerde ve ahmaklarda değil, bir toplumdaki en üst makamda olanlarda, en bilgili olanlarda bile görülebilir. Bu saçma inançlara bilimsel, psikolojik, sosyâl, siyâsî, târihî vs. bir-çok alandan örnekler verilebilir. Meselâ adam profesördür, entelektüeldir, ülkenin başkanıdır, filozoftur vs. ama gider aptalca şeylere inanabilir. Meselâ kulağını çekip tahtaya vuranları biliyorum ki makam ve titr sâhibi insanlardır bunlar. Yada aslında bir delil olmamasına rağmen uzaylılara, uzayda bir yerlerde farklı toplumların bulunduğuna, yer-altında yaşayan bir uygarlığın (Agarta) olduğuna inananlar, sevdiği lîderlerin ve öne çıkmış kişilerin olağan-üstü insanlar olduğuna inanlar, şeyhlerinin kâinâtı ellerinde tesbih gibi oynayabilecek güçleri olduğuna inananlar vs. saymakla bitmeyecek absürd, saçma ve ahmakça inançlar vardır. Yâni inanç “kesinlik” içermeyebilir. Bu nedenle “inanç” dendiğinde orada biraz gevşeklik bulunur. Îman gibi sağlam değildir. Îman kesin ve nettir. İnanç ise popülerlik içerir. Saman-alevi gibi yanar, tutuşur, alevi yükselir ama sonradan, inanılan şeyin çok saçma bir şey olduğu görülebilir. Îman ise öyle değildir. Îman “yüzde yüz îman”dır.

 

Îman ile inancın arasındaki en bâriz fark amel-eylem noktasında ortaya çıkar. Gerçek ve sağlam îman kişiyi mutlakâ amele-eyleme sevk eder. Îman eden kişi icâbında mallarını ve canını îman ettiği yolda harcamaktan çekinmez. Hattâ bu konuda hesap yapmaz. Bâzı inançlarda da bu böyle olabilir ama genelde inanç “sonuna kadar” sürdürülemez. Meselâ gaybı inkâr eden, ölüm-sonrasını inkâr eden materyâlist felsefelere olan inançlarda bu bâriz olarak görülür. Bu felsefelere inanç uğruna ölümü göze alabilenler de olmuştur ama sonu olmayan yâni âhirete dönük olmayan inançlarda ölümü göze almak saçma bir şeydir. Çünkü insanlar inandığı şey uğruna niçin ölecektir yada varlığını o dâvâya niçin adayacaktır ki!. Âhiret-merkezli olmayan bir dâvâ için ölünce ne olacaktır?. Çünkü elenin eline ne geçecektir ki?. Hiç-bir şey. Çünkü ölüm-ötesi diye bir şey yoktur ki onlar için. Yaşarken zafer kazanılmışsa o zaferin tadını çıkaranlar için o inanç ve dâvâ anlamlı olabilir. Fakat ölenler için nasıl bir anlamı olacaktır?. İleride o dâvâ  için ölenlerin heykellerini dikmek, onları anmak, isimlerinin kitaplarda geçmesi, adlarının meydanlara verilmesi vs. ölen kişiler için ne anlam ifâde eder ki?. Onları bir-anlığına diriltseler acaba ne hissederler?. Onun açısından dâvâ uğruna ölmek ona bir fayda sağlamamış, tam-aksine ona zarar vermiştir. Zîrâ hayâtını kaybetmiştir. Yaşamından olmuştur. Ölüp gitmiştir ve toprak olmuştur. İnandığı şey için boşuna ölmüştür. Fakat îman edenler için ölmek öyle değildir. Îman âhiret-merkezlidir. Ölüm-ötesi vardır ve Allah için ölmenin sonunda bir ödül olarak nîmetler içinde sonsuz bir cennet yaşamı onu beklemektedir.  

 

Îman hem Dünyâ hem de âhiretle ve gaybla ilgiliyken, inanç daha çok, Dünyâ ile ilgilidir, dünyevîdir, beşerîdir. Bu nedenle de biraz gevşektir, değişkendir, kırılgandır ve vazgeçilebilir olandır. Fakat îman öyle değildir. Peygamberimiz; Güneş’i sağ elime, Ay’ı sol elime verseler de dâvamdan yine de vazgeçmem, bu yolda ölürüm de yine de vazgeçmem” diyebilmiştir. Çünkü işin sonu yokluk değildir. İnanç yolunda olan bâzıları da inandığı şeyler uğruna canını ortaya koymuştur ama bunu yapmaları Allah, âhirete îman nedeniyle olmadığında saçmadır. Ebedî bir amacı yoktur çünkü.

 

İnanç, dünyâ-merkezli iken, îman hem dünyâ hem de âhiret-merkezlidir. Ama daha çok âhiret-merkezlidir. Âhirete îman, cezâ ve ödül, kişinin davranışlarını yönlendirir.

 

Sapasağlam  bir îman, ahlâktan aslâ taviz vermez. İnanç için ise aynı şeyi söylemek biraz zordur. İnanç “sınırlı ahlâktır” desek belki yerinde bir söz olur. Meselâ birini düşünün, çok dürüst olarak bilinen biri. Fakat bu kişi ilâhi olana inanmayan biri olsun. Yâni ahlâkı değil, etiği olan biri. Bu kişinin kimsenin malında-canında-nâmusunda gözü yoktur. Kimsenin hakkını yemez, yalan söylemez, zarar vermez vs. Bunun doğru olduğuna inanıyordur. Bu tabî ki iyi bir şeydir. Fakat eğer bu kişi inançsız bir kişiyse ve doğal olarak ölümden sonraki hayâta inanmıyorsa, inancı onu bir yerden sonra korumayacaktır. Meselâ, çok sevdiği birisi; ana-babası yada eşi-kızı-oğlu çok büyük bir suç işlese, meselâ sevdiklerinden biri mâsum birisini öldürmüş olsa ve olayı gören de sâdece bahsettiğimiz o inançlı-dürüst kişi olsa; bu kişi, çok sevdiği ana-baba-eş-çocuklarının îdam ile yada müebbet hapis ile cezâlandırılmasına göz yumabilir mi?. Bu kişinin meselâ annesi yada oğlu, mâsum birini öldürse ve cinâyeti de sâdece o inançlı-dürüst kişi görse, anasını yada oğlunu ihbâr eder mi?. Çünkü olayı sâdece o görmüştür ve eğer ihbâr etmezse hayat-boyu kimse olayı bilmeyecek ve icâbında sevdiği kişiler 90-100 yaşına kadar yaşayacaklardır. Âhiret inancı ve korkusu yoksa, anasını yada oğlunu niye ihbâr etsin?. Onu, ihbâr etmeye ne zorlayacak?. Toplumun oluşturduğu töre için, birilerinin keyfinden çıkardığı yasalar için mi fedâ edecek sevdiklerini?. Kesinlikle yapmaz bunu. Hattâ olay cinâyet değil de meselâ hırsızlık olsa, yine de ihbâr etmez sevdiklerini. Ben şahsen inançsız biri olsam, kesinlikle fedâ etmem sevdiklerimi. Niye edeyim ki?. Ne de olsa ölünce her-şey bitiyor. Fakat gerçek bir îman, “ölüm sonrasına olan îman” (âhiret) bunu kesinlikle saklayamaz ve örtemez. Müslümanların güzel örnekliği olan Peygamberimiz, hırsızlık yapan zengin birinin affedilmesi talebi üzerine; “hırsızlığı yapan kızım Fâtıma da olsa vallâhi elini keserim” demiştir. İşte îman, âhiret bilinci ve korkusundan kaynaklanan ahlâk ve takvâ bunu yaptırır. İnanç göz-ardı edebilirken, îman zinhar göz-ardı edemez. 

 

Allah’ın peygamber gönderdiği kavimlerin tamâmı Allah inancına sâhipti. Sorun, “mutlak hâkimiyeti Allah’a vermemek” idi. Çünkü inanç olmasına rağmen îman yoktu. Îman olmayınca da özveri olmuyordu. Hayâtı çıkarlar belirliyordu. İnanç, hayâtı çok da fazla belirlemez. Îman ise tüm hayâtın îman uğruna adanmasına yol açar:

 

“De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır. O’nun hiç-bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim” (En-âm 162-163).

 

İnsanın ne zaman tepki vermeye başladığı, ne olduğunda ve ne olunca isyân edip harekete geçtiği, onun îmânını ve inancını ortaya çıkarır. Neyi ilahlaştırıp taptığını belli eder. İnanç zamanla değişip tam-aksi bir şeye inanmaya dönüşebilir. Fakat hakîki îmanda böyle bir şey olmaz. Îman, sonuna kadar gider.  

 

Müslümanlar İslâm’ı “dâvâ” edinmediği, yâni ona tam anlamıyla îman etmedikleri, bağlılıkları “inanç” düzeyinde kaldığı için bir-çok sorun yaşıyorlar. Îman amele-eyleme sevk eder, yeterli îman olmadığında ise kişi masa-başından kalkamaz. İslâm sâdece ilme indirgendiğinde bu durum, yeterli îmâna sâhip olmayanları zamanla îmandan inanca indirip düşürür. An îtibâriyle amelle yorulmadığımız için, bizde bir “inanç yorgunluğu” oluştu.

 

Dîne olan inancı zayıf olanların bâtıla olan inançları da zayıf olur aslında. Ondan yararlandıkları kadar ona inanırlar. Dinde de geçerlidir bu. Zihinsel, kâlbî, dünyevi vs. çıkarları beslediği müddetçe din ile ilgileniyorlar. İslâm ve îman, kişiyi mevcut kötü durumun, küfrün, şirkin, adâletsizliğin, ahlâksızlığın ve dolayısı ile zulmün üzerine gitmeye zorlar. Yeterli bir îman yoksa ve bağlılık îmandan değil de inançtan kaynaklanıyorsa, o kişinin masa-başı ve dört duvar arasından kalkması çok zor olur.   

 

İnsanların düşünceleri ve davranışları ya, Allah, din, îman ve inanç tarafından, yada şeytan, nefs ve tâğutlar tarafından belirlenir. Hakîki îmana şeytan, nefs ve tâğutlar etki edemez. Fakat “inanç” kırılgan ve gevşek olabildiği için bu etkilere açıktır.

 

Îman ve inanç ayrı(lmalı)dır. Çünkü inanç genelde eyleme yöneltmezken, îman amele-eyleme yöneltir ve zâten îman ancak bu şekilde ispatlanabilir. İslâm, ancak ilim-îman-amel-eylem ile birlikte açığa çıkar ve tamamlanır.

 

Kişiyi amele-eyleme yönlendirmiyorsa, ona îmandan ziyâde “inanç” demek gerekir. Bunu müslümanlık ve mü’minlik ayrımı şeklinde de anlayabiliriz. Mü’minlik îman-merkezlidir, müslümanlık ise inanç-merkezli. Tabi inanç ve müslümanlık önemlidir ve Allah, inancı ve müslümanlık için yapılan şeyleri yabana atmaz. Fakat O, müslümanları ve inanç sâhiplerini îman etmeye ve mü’min olmaya dâvet eder:

 

“Bedeviler, ‘îman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz îman etmediniz; ancak İslâm (müslüman veyâ teslim) olduk deyin’. Îman henüz kâlplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç-bir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Hucurât 14).

 

Îman mutlakâ amele-eyleme zorlar, inanç ise “inanıyorum” dedikten sonra bir şey yapmaya her zaman gerek duyurmaz. İnanmak yeterli görülür. İnanmakla yetinir ve “inanıyorum” dedikten sonra kişi kendisini bir sıkıntıya sokmaya yönelmez. Çünkü îmâna dönmemiş olan inanç bunu sağlamaya çoğu zaman yetmez. Îman ve takvâ yâni sorumluluk bilinci ise insanı oturduğu yerde durdurmaz.

 

Îman hesapçı değildir. İnançta ise hesap yapılır. Îmanda 40’tan 1 çıkınca 700 kalırken, inançta 40’tan 1 çıkınca 39 kalmasa da 700 de kalmaz. Îmân, âhiret bilinci ve sevgisi aşılar, inanç ise kişileri çoğu zaman Dünyâ’ya bağlar ve âhiret inancı ise gevşek kalır. Bu Pavlus Hristiyanlığı’nda da böyledir. Pavlus’a göre Tanrı’nın mükâfatını kazanmak için artık Yahudi yasasına uymak gereksizdir. Çünkü Mesih’i kabûl etme ve o’na inanma, Tanrı rızâsını kazanmanın en doğru yoludur. Mesih’e inananlar Tevrat’ın emirlerine uyup-uymadıklarına bakılmaksızın Tanrı katında sâlih kimseler sayılacaktır.

 

İnanç kendi-başına yeterli görülür ama îman, arkasından mutlakâ sâlih ameli gerektirir ve getirir. Kur’ân’da îman tek-başına anılmaz ve mutlaka sâlih amelle birlikte söylenir. Zîrâ îman etmek, amelde bulunmak demektir. Îman demek amel demektir. Çünkü amelsiz îman olmaz. Ona îman değil “inanç” denir. İnanç ise bir şeyin taraftarı olmak gibi bir şeydir.

 

Eski Türk’lerin Tanrı inancı “Gök Tanrı” inancıydı. Yeni Türk’lerin Tanrı inancı da aynıdır. Lâiklik “gök tanrı” inancıdır. Türklerin demokrasiye olan bağlılığının arka-plânında “Gök Tanrı” inancı vardır. Gök Tanrı, “sâdece göklerin Tanrısı”dır. Dolayısı ile “gök-tengri” inancı “îman” değildir. Zîrâ Allah’ın göklere hapsedilmesine îman denilmez. Bu bir çeşit inançtır sâdece. Îmanda şirk ve küfrün olması düşünülemez. İnançların çoğuna ise şirk karışır ve şirk koşmadan inanç ortaya koyamazlar ki şirksiz inanca “îman” denir.

 

Bir şeye karşı yapılan fedâkârlık artınca, o şeye olan inanç da artar. Allah için yapılan fedâkârlık ve gayret arttıkça müslümanlık müslimliğe-mü’minliğe dönüştüğü gibi, inanç da îmâna döner.

 

Îmanda başlayan küçük bir gerileme, çatlak ve sızıntı; tasavvurda, düşüncede, sözde ve amel-eylemde krizlere neden olur. Böylece îman inanca düşebilir ve dönüşebilir. Tabi tersi de geçerli. İnanç arttıkça o inanç îmâna dönüşecektir.

 

Îmanda körü-körünelik olmaz. İnançlar ise körü-körünelik barındırabilir. Esâsen inançta bir “çıkar” durumu vardır. Îman ise özveriyle ilgilidir.    

 

Îmânın bizzat kendisi, sonsuz problemleri çözecek formüle sâhiptir. Îman, problem çözme potansiyeline sâhiptir. İnanç ise amele-eyleme pek dönmediği için bir sorunu çözmesi nâdirdir.

 

İnanmaya hazır olduğunuzda, inanmayacağınız şey yoktur. Doğruya, hakka inanabileceğiniz gibi, bâtıla ve saçma-sapan şeylere de inanabilirsiniz. İşte bunu önleyecek şey, inancın îmâna doğru meyletmesi ve îmâna dönüşmesidir.

 

Îmanda “adanmak” vardır ve tüm hayat îman-merkezli olarak Allah’a adanabilir. İnançta ise bunu yapmak pek mümkün değildir. Bu nedenle “son dakîka îmânı” geçerli değildir. Fakat son dakîkada kişi gerçekten de inanmış yâni inanç edinmiş olabilir. Lâkin îman mutlakâ ispât istediği ve bunu yapmak son dakîkada mümkün olmayacağı için, son dakîka îmanı geçerli olmaz ve bir işe aramaz. Son dakîkada olan inanç ise boştur, lafta kalır.  

 

İnanmayacak olana delil yetmez; körü-körüne inanacak olana da hurâfe yetmez. Îman ise ne delil ister ne de hurâfeye ihtiyaç duyar.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2020

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »