31 Ekim 2021 Pazar

Allah’ı Göklere Hapsetmek

 

“Gökte olanın sizi yere geçirmeyeceğinden emin misiniz?. Bir bakmışsınız ki, o (yeryüzü) sallanıp-çalkalanmaktadır” (Mülk 16).

 

Deizm, lâiklik ve demokrasi, Allah’ı -güyâ- “göklere hapsetmek”tir. İnsanlık târihi; kâfir ve müşriklerin, Allah’ı göklere hapsetmek istemesi, mü’minlerin ise “O’nu göklerin ve yerin Rabbi kılmak” çabasının târihi ve mücâdelesidir. Kâbil deistti, ondan sonra günümüze kadar gelen müşrikler deistti. Tüm peygamberlerin gönderildiği toplumlar deistti, yâni Allah’ı göklere hapsediyorlar ve O’na sâdece göklerin işlerini veriyorlar, yeryüzünde ise işleri dîne göre değil, nefislerine göre düzenliyor ve yönetiyorlardı. Böylece yeryüzü ilahlığını uhdelerine alıyorlardı. Bu durum hâlen aynı şekilde devâm etmektedir. Tabi bunu, şeytanın fısıldaması ve nefislerinin arzuları doğrultusunda yapıyorlardı. Çünkü “Allah’a göre” olmadığında mutlakâ şeytana ve nefse göre olur.

 

Baştaki âyet, “gökte olan” Allah’ın yeryüzündeki insana seslenişinden bahsediyor ve zımnen; “siz Ben’i göklere hapsetmek istiyorsunuz ama sizi yerin dibine geçirmeyeceğimden emin olamazsınız” diyor. Böylece Allah’ın “sâdece göklerin ilahı” olmadığı, sâdece göklerle ilgilenmediği, bilakis, yerlerin, göklerin tüm âlemlerin rabbi olduğu söyleniyor. Allah’ın ilahlığı belki gök-merkezliymiş gibi gözüküyor olabilir, fakat bu, Allah’ın her-şeyi yarattıktan sonra “yönetim tahtı” olan arşa kurularak tüm âlemi ve insanı oradan yönetmesi anlamındadır.

 

Tevhid; Allah’ın göklerde İlah olduğu gibi, yeryüzünde de İlah olarak kabûl edilmesi ve göklerde olduğu gibi yeryüzünde de sâdece O’nun yasalarıyla hükmedilmesidir. Kânun ve kurallar, emirler ve nehiyler sâdece O’nun indirdiği vahye ve vahye göre ortaya konulan Peygamber örnekliğine yâni Sünnet’e göre olmalıdır. Çünkü Dünyâ’da düzen ancak bu şekilde sağlanabilir ve göklerdeki nizâmın aynısı ve benzeri ancak bu şekilde kurulabilir. Tevhid; “göklerdeki düzenin aynısını yeryüzünde de kurmak için ‘sâdece Allah’ın kânunlarına sarılmak” demektir. Tevhid; “Allah’ın kânunlarının gökte mutlak hâkim olduğu gibi, yeryüzünde de mutlak hâkim olması” demektir. Çünkü gökte “şirk” olmaz. Zîrâ orada “sâdece Allah’ın dediği” olur. Şirk ise, Allah’a; “sâdece göklerin yönetiminde ortak koşmak” demek değildir, “yeryüzünün yönetiminde de ortak koşmak” demektir. Şirk, göğün ekmeğini yiyip de yeryüzünde ilahlık taslamaktır. Şirk, Allah’ı göklere hapsetmek çabasının adıdır.

 

İnsanların Allah’ı göklere hapsetmek istemesinin ve göklerin yönetimini (mecbûren) Allah’a vermesinin nedeni, hem gökleri düzenlemeye-yönetmeye güçlerini yetmeyeceği ve “gökleri biz yönetiyoruz” diyecek bir durumun olmaması, hem de Dünyâ’da yönetim alanının kendilerine kalması ve böylece nefislerine-çıkarlarına tam uygun olarak istedikleri gibi kânunlar-kurallar ve de yaşam-biçimleri ortaya çıkarmak, böylece arzularını yerine getirerek tatmin olmak istemeleri nedeniyledir. Lâkin Allah ilahlığını hiç kimseye geçici bir süreliğine olsa bile vermez ve buna yeltenenleri Dünyâ’da rezil ettiği gibi, âhirette de ağır cehennem azâbı ile cezâlandırır. Çünkü Allah’ın kudreti sonsuzdur ve gücü sâdece gökleri yönetmekle sınırlı değildir. Sonsuz kudret sâhibi olan Allah elbette hiç-bir istisnâ kalmamak üzere tüm âlemlerin Rabbidir ve bu hakîkati -imtihanın bir gereği olarak- insanın eliyle göstermek ve ortaya koymak istemektedir. Bir yazıda konuyla ilgili olarak şunlar söylenir:  

 

“Allah’ın gücü ve kudreti yalnızca meta-fizik âlemle sınırlı değildir yada Allah yalnızca evreni ve insanı yaratan ve düzenleyen ve sonra aşkınlığından dolayı kendi köşesine çekilen bir üstün varlık değildir. Aynı-zamanda O her-şeye hâkim olan, koruyan, gözeten, doğru ve yanlış konusunda insanları uyaran ve herkesi yaptıklarından hesâba çekecek olandır. O, kulların üstünde yegâne Hâkim’dir. İslâm’ın tevhit akîdesine göre Allah, mutlak aşkınlığı ve üstünlüğü ile birlikte varlık âleminden elini-eteğini çekmiş bir üstün varlık değildir. O, yarattığı şeye düzen veren ve koruyandır; gönderdiği elçiler, ilâhî mesajlar ve sık-sık insanlığa yönelik uyarılarıyla târihe müdâhale eden bir güçtür. Dolayısıyla o, deistlerin evreni yaratıp düzene soktuktan sonra köşesine çekilmiş olan tanrılarından farklıdır. Nitekim Kur’ân, Allah’ın, yarattığı ve aracılarla doğruyu öğrettiği insanı yapıp-ettiklerinden hesâba çekecek olan olduğuna dikkat çeker. Dolayısıyla insan yeryüzünde bir başına, sorumsuz değildir. Allah, gnostiklerin yalnızca gizemli/ne olduğu -âdetâ- belirsiz bir hikmet bilgisiyle bilebildikleri tanrısından, agnostiklerin bilinemeyen tanrılarından da farklıdır. Bütün bunlar bir tarafa O, kendisinden başka hiç-bir üstün güç olmayan, eşsiz ve benzersiz ilahtır. Buna göre Allah yalnızca yaratma, öldürme, yargılama ve bağışlama gibi konularda değil, rızk verme ve hükümran olma gibi konularda da mutlak üstün güçtür. Allah’ın tek ilah olarak kabûl edilmesi, hemen her konuda Allah’ın kişinin yaşamına egemen olması yada kişinin yaşamını yönlendiren tek merkezin veyâ gücün Allah olmasıdır”.

 

Matta İncili 6:9-13’te “Rab duâsı”nda şöyle denir: “Göklerde olan Babamız, adın yüceltilsin. Hükümranlığın gelsin. Göklerde olduğu gibi yeryüzünde de senin isteğin olsun. Günlük ekmeğimizi bugün de bize ver. Bize kötülük edenleri bağışladığımız gibi, Sen de bizim suçlarımızı bağışla. Bizi günah işlemekten koru ve kötülüklerden kurtar/uzak tut (Amin)”. Tahrifin sonucunda ortaya çıkan -sözde- İncil metinlerinde, “Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya, Sezar’ın hakkını Sezar’a” veren Hristiyanlık, böylece lâikliğe uygun bir söz ortaya koyarak Tanrı’yı “göklerin tanrısı” yapmış gibi görünür. Fakat Tanrı’nın hükümranlığı sözünden “sâdece göklerin hükümranlığı”nı anlayanlar ve anlamak isteyenler olduğu gibi, “göklerin ve yerin birlikte hükümranlığı” şeklinde anlayanlar da vardır ki doğrusu da budur. Hz. Îsâ’nın bahsettiği ve kastettiği hükümranlık budur. Zâten tüm peygamberler bunu söylemişler ve bunun mücâdelesini vermişlerdir. Çünkü İslâm, “kâlp” ile iç-âlemleri, “devlet” ile de dış-âlemi inşâ edip yönetmek ve böylece tevhidi hâkim kılmak hedefi olan dindir ki bu din “tek hak din” olan İslâm’dır. Bu nedenle İslâm’da, kâlplerini vahiy ile inşâ eden ve liyâkatlerini gösterenlerin bir İslâm toplumu ve devleti kurmaları emredilir:

 

“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).     

 

Zâten tüm peygamberlerin hedefi ve amacı budur ve bunun için çalışmışlardır. Kimisi bunu başarabilmiş, kimisi ise bu uğurda tüm gayretiyle cihad ederek bu yolda olmuş ve bu yolda ölmüştür:

 

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

 

Hz. Mûsâ’nın peygamberliği döneminde de; îtikât, ibâdet, ahlâk ve hukukla ilgili kurallar belirlendi. Ayrıca, İsrâiloğulları kutsal topraklara yerleştikleri zaman kurulacak devletin yapısı da tâyin edildi. Bu böyledir, böyle olmak zorundadır. Zîrâ bir devlet olmadığında İslâm’ın hükümlerinin yarısı uygulanacak bir alan bulamaz.

 

Peygamberimiz’in güzel örnekliğine baktığımızda da, o’nun, Kur’ân ile sâdece iç-âlemleri inşâ edip nurlandırmakla ve göğe yönelip duâ ederek şükretmekle değil, iç-âlemleri inşâ ettikten sonra yeryüzünü de Allah’ın emrettiği şekilde Kur’ân-merkezli olarak inşâ edip tam da Allah’ın göklerde kurduğu düzen gibi bir düzeni yeryüzünde kurmak için görevlendirilmiş olduğunu görürüz. İslâm budur, tevhid budur ki, tevhid; “yeryüzünde de aynen göklerde olduğu gibi Allah-merkezli bir düzenin kurulması”dır. Böylece tevhid gerçekleşmiş ve Allah “âlemlerin Rabbi” olmuş olur. O hâlde İslâm’ı, sâdece mâneviyata indirgemek ve “gök-dîni” olarak görmek yanlıştır. İslâm, iç ve dış-âlemleri birlikte düzene sokmak için gönderilmiş bir din olduğu gibi, Peygamberimiz de bunu pratik olarak gerçekleştirmek için gönderilmiştir. Hz. Muhammed hem peygamber hem de devlet başkanıdır. Hem iç-âlemleri, hem de dış-âlemi nizâma sokmak için Allah’ın kendisine indirdiği vahiyleri tebliğ eder ve vahiylere göre bir örneklik ortaya koyar.

 

Türklerin lâikliğe ve demokrasiye olan bağlılığının arka-plânında “Gök Tanrı” inancı vardır. Gök Tanrı, “sâdece göklerin Tanrısı”dır. Lâiklik ve demokrasiyi bu nedenle çok çabuk benimsiyorlar. Lâiklik, “Allah’ı göklere hapsetmek” demektir. Gerçi Allah’a göklerde bile katlanamazlar ve zihinlerden de silmek isterler. Allah’ı “gök-tengri” olarak göklere hapsedince, yeryüzünü ise, sonu “han”, “kan”, “ğan” gibi ekler alan “yer tanrıları” yönlendirip yönetir ve gökleri “gök-tengri” yönetirken, yeryüzünde ise onların sözü geçer. Böylece yönetim, Tanrı ile hükümdarlar arasında bölüşülmüş olur ve çok kesin ve net bir şirk-küfür ortaya çıkmış olur. Türkler bu düzeni İslâm-öncesi dönemden bêri benimsemiştir. Hükümdarlarına, lîderlerine ve “ata”larına bağlılıkları bu nedenledir. Bu nedenle göğe yönelerek duâ ederler ama yeryüzünde “ata”larının ve lîderlerinin dediklerine göre hareket ederler. Lâiklik budur, Deizm budur ve “Allah’ı göklere hapsetmek” işte budur.

 

Dünyâ’nın konumunun mükemmelliği, tüm kâinâtın konumunun mükemmelliğinden iki kat daha fazladır. Çünkü Allah gökleri iki günde düzenlerken, yeri ise dört günde düzenlemiştir. Yâni yere ayrıca bir önem vermiştir. Çünkü insanın serüveni yeryüzünde geçmektedir. İnsan tüm kâinâtı yeryüzünden bakarak anlamlandırmakla, kâinâtın düzenini Dünyâ’dan bakarak görmekle ve kendisine emredildiği gibi Dünyâ’yı da göklerdeki bu düzene bakarak düzenlemekle görevlidir.

 

Allah aslâ kâinâtı, Dünyâ’yı ve insanı yaratıp da bırakıp gitmemiştir. Tüm kâinâtı “ol” demsiyle bir-anda yaratmış ve sonra da yönetim makâmı olan arşa kurulmuştur. İğneden-ipliğe her-şeyi buradan kontrôl etmekte, düzenlemekte ve yönetmektedir. İmtihandan ve insana verdiği irâdeden dolayı yeryüzünün düzenlemesini, indirdiği vahiyler ve gönderdiği peygamberlerin örnekliğine göre yapılması işini insana bırakmıştır. Zâten “imtihan” budur ve insanın bunu yapıp-yapmayacağı yada bu uğurda çalışıp-çalışmayacağı onun inancını ve samîmiyeti gösterecek ve notu buna göre verilecektir.

 

Ne ilginçtir ki insan göklere bakarak hem göklerde hem de yeryüzünde yâni her yerde olan Allah’ı bulur. Zîrâ aslında gökler ve yer ayrımı bir noktadan sonra kaybolur. Yeryüzü de bir noktadan sonra “gök”tür. Ay’dan bakıldığında Dünyâ “gök”tür. Bu yüzden Allah’ın göklerde olması, aynı-zamanda Dünyâ’da da olması demektir. Tabi “Allah’ın her yerde olması” demek, O’nun zâtıyla değil, “yaratma sanatıyla, yasalarıyla ve yönetmesiyle her yerde olması” demektir. Zîrâ tüm kâinât fânîdir ve Bâkî olan Allah’ın zâtıyla yâni mutlak varlığı ile fânî olan bir yerde bulunması absürd olur. Çünkü fânî olan âlem yıkılıp gittiğinde, mutlak varlığı ile fânî âlemin içinde olan Allah’ın da -hâşâ- yıkılıp gitmesi söz-konusu olur. Böyle bir şey elbette mümkün değildir.

 

Evet, işte bu nedenle kudreti sonsuz, âlemlerin tek Rabbi olan Allah’ın göklere hapsedilmesi falan söz-konusu değildir. Yazı boyunca biz hapsetmeyi mecâzi anlamda kullandık. “Allah’ın kânunlarının ve yönetmesinin Dünyâ’da yürürlükte olmasına izin vermeme” anlamında kullandık. Yoksa Allah’ı göklere yada başka bir yere hapsetmeye hiç kimsenin; hattâ somut ve soyut tüm varlık bir-araya gelse bile yine de gücü yetmez. Böyle bir kıyaslama yapmak bile uygun değildir. Allah hiç-bir yere hapsedilemeyeceği gibi, tam-tersine; Allah bizi hapseder. Allah lâyık bulduklarını Dünyâ’da güzelliklerle, âhirette ise cennetle ödüllendirip sevindirirken, Kendisini göklere hapsetmek isteyenleri ise Dünyâ’da kendi zindanlarına, âhirette ise sonsuza kadar cehenneme hapseder. Bu ne kötü bir “son durak”tır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2020

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

24 Ekim 2021 Pazar

İnanmak ve Yaşamak


“Ey îman edenler!; sizi acı bir azaptan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi?. Allah’a ve Resûlü’ne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz” (Saff 10-12).

 

Bir mü’min için hayat, îman, cihad ve şahâdettir. Anlamlı bir yaşam ancak bu süreç ile olur. “Gerçekten yaşamak” işte budur.

 

İnanmak ve yaşamak birbirinden kopmaz şeylerdir. İnanmak ama inancına göre yaşamamak yada inanca aykırı yaşamak ya inanmamaktır yada inandığı gibi yaşamaya gerek olmadığını zannetmektir ki lâik ve seküler düşünce işte budur. Yâni İslâm’ı “yaşantıya-hayâta dönüşmeyecek bir şekilde kabûl etmek” düşüncesi. Fakat bunu İslâm için söyleyebilmek idrâk sâhipleri için imkânsızdır. Zîrâ İslâm “dinlerden bir din” değildir. O, uzak-doğu dinleri yada modernizm dîni gibi sâdece kâlplere, zihinlere, vicdanlara ve dört duvar arasına hapsedilebilecek bir din değildir.

 

İnanmayı başka bir şey, yaşamayı ise bambaşka bir şey sanmak tam bir cehâlettir. Allah’a, âhirete, meleklere, kitaplara ve peygamberlere îman etmek, bu inanca göre yaşamayı da yanında getirir. Allah’a inanıyorsanız, O’nu emirlerine ve yasaklarına göre yaşamanız farzdır. İslâm zâten budur ve İslâm, îman ettikten sonra “sâdece Allah’ın emirlerine göre” yaşamanın adıdır. Allah’ın emir ve yasaklarının yanında lâik-seküler-modern-demokratik-beşerî kânunlara göre yaşamak şirktir, küfürdür ve zulümdür. Bir kâlpte iki sevgi olmaz. Ya Allah’a inanırsınız ve O’na göre yaşarsınız yâni inandığınız gibi yaşarsınız, yada yaşadığınız gibi inanmaya devâm eder ve şirk-küfür içinde kalırsınız.    

 

Yaşam-tarzınız, inancınızın göstergesidir. Nasıl inanıyorsanız öyle yaşıyorsunuzdur yada nasıl yaşıyorsanız öyle inanıyorsunuzdur. Ya inandığınız gibi yaşıyorsunuzdur, yada yaşadığınız gibi inanıyorsunuzdur. İnancın sağlaması ancak yaşamla kendini gösterir. Kişinin samîmi ve ciddî olup-olmadığı, yaşamasına bakarak anlaşılır, sazına-sözüne, yemesine-içmesine, giyinmesine-gezmesine göre değil. Hattâ; “kişinin namazı-orucu sizi aldatmasın. Konuştuğunda, doğru konuşup-konuşmadığına, kendisine emniyet edildiğinde, güvenilirliğini ortaya koyup koymadığına; dünyâ kendisine güldüğünde, takvâyı elden bırakıp-bırakmadığına (menfaat ânındaki tavrına) bakıp öyle değerlendirin” (Kenzûl-Ummal, h. No: 8435) denir. Kişinin servetle ilişkisi de onun ne olduğunu belli eder. Hz. Ömer de bu konuda benzer bir şey söyler: “Kişinin namazı ve orucu sizi aldatmasın ki o konuştuğunda yalan söyler ve kendisine bir şey emânet edildiğinde hıyânet eder”.

 

Modern insan, “inandığı gibi yaşamadığı” için “yaşadığı gibi inanmakla” cezâlandırılıyor. Modern müslümanlar için de geçerlidir bu. Genel bir kuraldır; inandığı gibi yaşamayanlar, yaşadığı gibi inanmaya başlarlar. Bu yaşam dinden kopuk olduğunda şeytana, nefse ve tâğutlara göre olacağından dolayı, artık kişinin “yaşadığı gibi inanması” kaçınılmaz olur. Seküler-liberâl-kapitâlist sistemde, “inanıldığı gibi yaşamak” yasak ve “bağnazca” iken; “yaşanıldığı gibi inanmak” “ilericilik” olarak empoze ediliyor. İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmakla cezâlandırılırsınız. Çünkü bir şeyin cezâsı o şeyin kendi cinsinden olur.

 

Modern müslümanlar İslâm-merkezli değil de dünyâ-merkezli yorum yapıyorlar ve ona göre davranıyorlar. Çünkü inandıkları gibi yaşamayı bırakıp yaşadıkları gibi inanmaya başlamışlardır. Bunu modernite dayatmıştır-dayatmaktadır, onlar da buna karşı koymamaktadırlar. Zîrâ irâdelerini kullanmamışlar ve gevşemişlerdir. Diyorlar ki; “Kur’ân’ın târihsel âyetleri ve Sünnet, günümüz modern hayâtına uymadığı için, Sünnet’i es geçmeli ve Kur’ân’ı da bugüne uygun yeniden yorumlamalıyız”. Bir mü’min ise şöyle der: “Mâdem ki Kur’ân ve Sünnet günümüz modern hayâtına ve mekânına uymuyor, o hâlde modern dünyâyı ve hayâtı Kur’ân’a ve Sünnet’e göre değiştirmek gerekir. Niçin Sünnet’i inkâr edelim ve Kur'ân'ı modern zamâna uydurmaya kalkalım ki?”. Çünkü Kur’ân zamânın nesnesi değil, tüm zamanların ve mekânların öznesidir. Zîrâ Kur’ân, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın sözüdür.

 

Kendimizi gözden geçirmemiz gerekirken, durumumuza uydurmak için habire İslâm’ı gözden geçiriyoruz. Rabbimizin istediği gibi yaşamamız gerekirken, canımızın istediği gibi yaşar olduk. Huzeyfetü’l Yemâmi’ye soruyorlar; “nifak nedir? ey Allah Resûlü’nün sahabesi”. Cevap veriyor: “İslâm’dan dem vurup, onunla amel etmemektir”.

 

Îman etmek, “îmâna göre yaşamak” demektir. Neye/kime/nasıl îman ediyorsanız, ona ve o şeye göre yaşarsınız. İslâm’da Allah’a inanmaktan ziyâde, “sâdece Allah’a inanmak ve O’na göre yaşamak” önemlidir. Sâdece Allah’a inananlar, sâdece O’nun dediği şekilde yaşarlar.

 

Modern insan “biz akla uygun ve bilimsel olana inanırız ve ona göre yaşarız” diyorlar. Böyle söylemeleri, seküler akıl ve modern-bilimin, tam da nefislerine uygun olması nedeniyledir. Çünkü modern akıl ve bilim madde-merkezlidir ve metafiziği inkâr eder. Allah’ı, dîni, kitabı hesâba katmaz. Modern insan aslında “inanmak istediğine” ve “işine geldiğine” inanıyor. Yine; “gözümle görmediğime inanmam” diyorlar. Ben ise: “gözümle gördüğüme inanmam” diyorum. Çünkü îman zâten görünmeyene yâni gayba olur. Görüp durduğumun nesine inanayım?. İnanmak için, bir de “inanmama durumu” olması gerekir. Görüp durduğum şeyin gördüğüm gibi olduğuna inanmama durumu yoktur ki!.

 

İnsanlar kesintisiz haz ve zevk içinde delicesine yaşamak istiyorlar. Bu inançsız ve de anlamsız bir yaşam olur. Zîrâ böyle bir yaşam ancak inanç olmadığında olur. Günümüzde, “tam müslümanca yaşamak”, “mal gibi yaşamak” olarak görülüyor ve gösteriliyor. İslâm’a göre yaşamak istememek, “nefse göre yaşayamamak korkusu”ndan kaynaklanıyor.

 

Mevcut modern dünyâda yaşamaktan memnûn olmak ve onu coşkuyla yaşamayı istemek mü’minler için büyük bir sorundur. Dînin hayattan uzaklaştırıldığı bir zamanda ve mekânda yaşamak mü’min için bir ızdıraptır ve öyle olmalıdır. Çünkü mü’minler Allahsız bir yaşamın anlamsızlığını yüreklerinde hissederler. Fakat modern müslümanlar bu durumdan pek de rahatsız değiller. Metropôllerde yaşamak mü’minler için onursuzca, izzetsizce ve tâlihsizce bir yaşamdır. Çünkü metropôllerde izzetli bir şekilde yaşanamıyor-yaşanamaz. Aslında modern insanların çoğu kentte yaşamıyor, sâdece bulunuyor. Zâten kente göre yaşamak için kente göre düşünmek gerekir. Oysa modern kentler günaha girmeden yaşanamayacak hâle gelmiş. Modern insanın kurduğu kentler insanın günahı hâline gelmişi kentlerde yaşamak ise bu günahın cezâsı olmuştur.

   

Modernizm bir-çokları için “asgâri bir seviyede yaşamaya mecbur tutulmak” demektir. Fakat çok ilginç, modernite, sınırlı yaşamak isteyenleri de cezâlandırıyor aynı zamanda. “Neden kente ayak uydurmuyorsun” diye cezâ kesiyor. “Çünkü müslümanım” cevâbını verecek kişi sayısı çok-çok az. Müslümanca yaşamak, “nefsine göre yaşamak” değil, “Allah’ın emrine göre yaşamak” demektir.  Modern kentlerde (şehir değil) Allah’ın emrine göre yaşamak için alan yoktur yada çok-çok azdır. Bu yüzden şiir gibi bir dünyâda yaşamak varken; “zehir gibi” bir dünyâda yaşıyoruz. “Yalan içinde yaşamak” demektir bu. Yalan içinde yaşamak kolaydır; hakîkat ise adamın belini büker.

 

Yaşamaya olan tutkunluk arttıkça gürültü de artar. Yaşamak “gürültü çıkartmaktır” çünkü. Fakat yaşamak için ulvî bir nedeni olmayanlar, “gerçekten yaşıyor” değillerdir. Yaşamak, “Dünyâ’da bulunuyor olmak” demek değildir. Yaşamak “inanmak ve yaşamak” demektir.

 

Modern Dünyâ’da yaşamak, “bir cendere içinde yaşamak” şeklindedir. O cendere içinde yaşamayı kabûl etmedikçe gönlünüze göre yaşayamazsınız. O cendere kimileri için pamuklu, kimileri için de dikenlidir. Ne ilginçtir ki modern insan dikenleri içinde mutluluk rôlleri oynanmaktadır. Modern hayattaki “yaşamak” ile, klâsik zamanlardaki “hayat sürmek” kavramları aynı şey değildir. Aradaki fark, “rûh”tur. Ruhsuz bir yaşam, “ölü gibi yaşamak” demektir ki hem modern kentler hem de modern insanlar ruhsuzluktan dolayı ölü gibi yaşamaktadırlar. . 

 

Modern insan; “değer bilinci” olmayan insandır. Olmazsa-olmaz olan bir değeri bulunmadığı için, görüşlerinin sağlamasını yapacak bir dayanağı yoktur. Böylece mecbûren nefsine göre düşünmekte ve yaşamaktadır. Müslümanlık ise “müslümanca yaşamak” demektir; “müslümanların arasında bulunmak” demek değil. Müslümanca yaşamak, imtihan Dünyâsında yaşamak, “mücâhede-mücâdele içinde yaşamak” demektir.

 

Mevcut lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik-konformist-emperyâl sisteme göre işleyen Dünyâ’dan bir pay almak istiyorsanız, bu sistemlere uymak zorundasınız. Bu da, mevcut seküler sisteme göre yaşamak ve davranmak demektir. Modern dünyâdan pay istiyorsanız, modern sisteme göre yaşamak zorundasınız. Kim bu sisteme daha iyi uyarsa ve uyum sağlarsa, o kişi sistemden daha fazla yararlanır. Lâkin bu sisteme uyum sağlamak için insanlıktan ve müslümanlıktan uzaklaşmak şarttır. İnsana ancak “insan gibi” yaşamak yakışır. “İnsan-altı” yada tasavvufun dediği gibi “insan-üstü” yaşamak “insanca” değildir.

 

Ahlâklı yaşamak, tam da Allah’ın istediği ve emrettiği gibi yaşamaktır. Allah’ın sünneti (sünnetullah), O’nun kâinâta koyduğu kânunlar, yasaları ve vahyettikleridir. İnsanlara düşen ise, sünettullaha göre yaşamak yada yaşamamaktır.

 

Bâzıları, nefislerini “akılları” zannediyor. Bunlara göre akıllı yaşamak, “nefsine göre yaşamak”tır. Dünyâ’da iki tür insan vardır: 1-Onurlu ve orta-hâlli bir hayat yaşamak isteyenler. 2-Refah ve zevk içinde yaşamak isteyenler. İkinci şık, “nefsine göre yaşamak” şeklinde olmak zorundadır.  

 

Ses çıkarmak, hayatta olunduğunun kanıtıdır. Bu ses, vahyin sesi olursa hayat tam da Allah’ın emrettiği gibi yaşanmış olur. Hayâtı dibine kadar İslâm-merkezli yaşamak ise, zulme isyân etmekle (ses çıkarmak) olur.

 

Kur’ân’a îman etmek, Kur’ân’ı yaşamak ve onu hayâta taşımakla olur. Din, “en doğru olarak”, okumakla değil, yaşamakla öğrenilir. Zâten Kur’ân “sâdece okunup durulsun” diye olmaktan ziyâde, “onunla yaşanılsın” diye gönderilmiştir. Kur’ân’ı idrâk etmek için hadise ve başka bir bilgi kaynağına gerek yoktur. Fakat Kur’ân’ı “yaşamak için” Sünnet’in yâni “güzel örneklik” olan Peygamberimiz’in, vahyi hayâta geçirme tarzına-metoduna gerek vardır. Bu tarz, evrenseldir. Bilgi ve bilincin kaynağı Kur’ân iken, amel ve eylemin kaynağı ise Sünnet’tir. Sünnet, on numara mü’mince yaşama örnekliğidir. Sünnet bu bağlamda bağlayıcıdır. Ercüment Özkan, İnanmak ve Yaşamak” kitabında Kur’ân ve Sünnet bağlamında şunları söyler:

 

“Kur’ân ahlâk edinilsin için gönderilmiş bir kitaptır. Kur’ân önce Peygamber’in, onu tâkiben de ona inananların dünyâ görüşlerini (akîdelerini) ve buna bağlı olarak da amellerini düzene koymalarını âmir bir kitaptır. Peygamber de ona tâbi olanlar da bu kitabı ahlâk edinmeye özen göstermişler, bu kitabı düşünce ve davranışlarının düsturu (esas temeli) kabûl etmiş ve etmeye çalışmışlardır. Diğer bir deyimle Kur’ân ‘Sünnet edinilsin’ diye gönderilmiş bir kitaptır.

 

Sünnet deyimi üzerinde kısaca durursak şunları söyleyebiliriz: Sünnet kişinin yapmayı âdet hâline getirerek kendisinden sapmayı düşünmediği düşünce ve yaşam-biçimidir. Bu genel tanımın -özellik kazandıracak olursak Sünnetullah- Allah’ın yapmayı âdet hâline getirdiği ve kendisinden şaşmadığı esaslar bütünü anlamında iken ve bunu Kitab’ında vurgulayarak belirtmiş iken, kullarına gönderdiği vahyin toplamı olan Kur’ân’ın da başta Resûlü olmak üzere ona tâbi olanlardan da bu Kitab’ta bulunan esasları düşünce ve yaşam-tarzı hâline getirmelerini, bir diğer tâbirle sünnetleştirmeleri gerektiğini belirttiğini biliyoruz.

 

Sünnet bağlamında bizi burada ilgilendiren ‘Sünnet-i Resûlullah’tır. Resûlullah’ın Sünneti denildiğinde ise anlaşılması gereken şey; Resûlullah’ın, Allah’ın Kitabı Kur’ân’dan anlayıp uyguladıklarıdır. Bu târifin kapsamında kalan ve bulunan Sünnet’in ise bütün müslümanları ilzâm ettiği (bağlayıcı bulunduğu) bilinmelidir. Zîrâ Resûlullah, Allah’ın elçisidir. O’nun dîninin ilk kabûl edeni ve ilk uygulayanıdır. Gerek vahyin kendisine ilk geldiği kimse olması, gerekse bu vahyin içerdiğini düşünce ve ameller hâline getirmede ilk uygulayıcı olması bakımından Peygamber biz müslümanları bağlar. Bu bağlama, esas îtibâriyle Kur’ân’ın bağlamasıdır. Zîrâ Peygamber’i de bağlayan Kur’ân’dır.

 

Bizim Resûlullah’a bağlanmamız da o’nun ‘Kur’ân’a bağlanmasına bağlanmamız’ mânâsındadır, ki O kendiliğinden bir din koymayan, kendiliğinden bir söz uydurup da Allah’a isnât etmeyendir. Resûlullah din adına ne demiş ve ne yapmış ise Allah’ın kendisine vahiy yoluyla bildirdiği ve bilâhare Kur’ân’da toplanan vahiy ile demiş ve yapmıştır. Kur’ân dışında vahiy bulunmadığına göre o’nun söyledikleri ve yaptıkları esas îtibâriyle vahye dayalıdır. Kendisine gelen vahyi din edinmiştir Resûlullah. Zîrâ din vahiyden oluşmakta ve vahiyde bulunmaktadır. Bütün vahiy de Kur’ân’da bulunmaktadır”.

 

Kur’ân’ı “noktası-virgülüne kadar okumak”tan ziyâde, “noktası-virgülüne kadar yaşamak” önemlidir. Okuma-araştırma ile bir şeyin ne olduğu “tam anlamıyla” bilinemez. Tam anlamıyla bilinebilmesi için belli seviyedeki idrakten sonra, o şeyin içinde “yaşanması” gerekir. Bilmek, yaşamaktır. Sünnet, Kur’ân’ı, hayâtın tam merkezinde apaçık bir şekilde okumak ve yaşamaktır.

 

“Ânı yaşamak” düşüncesinin aşırıya kaçması, “ne dünü ne de yârını düşünmeyip hesâba katmamak” anlamında koca bir aymazlıktır. Mü’minler âhireti hesâba katmadan yaşayamazlar. Anlamlı yaşamak âhiret-merkezli yaşamaktır. Bu ise dünyevî yaşama bir sınır koymayı gerektirir. Mü’mince yaşamak, “sınırlı yaşamak”tır, zîrâ sınırsız yaşam-biçimi, mutlakâ anlamsızlaşmayı da yanında getirir.

 

Allah’ı ve âhireti hesâba katmayanlar bin yıl yaşamak isterler. Oysa değişen bir şey olmayacak ve ölüm en sonunda bin yıl yaşayanı da bulacaktır. Çok yaşamak istiyorsanız, sabahları erken kalkın, çünkü erken kalkmak hayâtı bereketlendirir.

 

Bâzen ölmek, acı, perişanlık, şirk, küfür ve zulüm içinde yaşamaktan daha iyidir. Zîrâ acı içinde yaşamak, “hayat sürmek” değildir. Şu da var ki, ölmekten daha zor olanı, “Allah’ın emrettiği gibi yaşamak”tır.

 

İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız ki modern insan bu tür yaşamı bayraklaştırmıştır. Seküler-liberâl-kapitâlist sistemde, “inanıldığı gibi yaşamak” yasak ve “bağnazca” iken; “yaşanıldığı gibi inanmak” “ilericilik” olarak empoze ediliyor.

 

Gönülleri yada beyinleri dar olanlarla yaşamak çok zor olur. Hele ikisi birlikte ise.. eyvaaahh!. O yüzden “âlimle sırtında taş taşı, câhille baklava-börek yeme” denmiştir.

 

Hastâneler insanları “yaşatmak” için değil, “öldürmemek” için uğraşıyor. Oysa ölmemek “yaşamak” demek değildir. Sürünerek yaşamayı ölmeye tercih etmek, yaşamaya olan tutkunluğun bir göstergesidir.

 

Yaşamak demek, birilerine bir şeyleri göstermek ve kanıtlamak demek değildir. Yaşamak nerede ve ne zaman olursa-olsun, kendini Allah’a kanıtlamak demektir. Yaşamak, “Allah için yaşamak”tır. Aksi-hâlde “hayat süren leşler”den olunur. Yaşamak, “doğru-dürüst yaşamak”tır. İslâm’ın hâkim olmadığı bir ülkede-dünyâda yaşamak, müslümanca olmadığı gibi, insanca bir yaşama biçimi de değildir. Allah-merkezli yaşamamak, yavaş-yavaş ölmektir. Ercüment Özkan, İnanmak ve Yaşamak bağlamında şunları söyler:

 

“Müslümanları birbirine bağlayan bağlar her-şeyden önce îmandan gelen kardeşlik bağlarıdır. Çünkü insanlar Allah (c.c.)’ın gözetiminde kardeşler olarak yaşamak için yaratılmışlardır. İslâm insanlara insan olduğunu, insanca yaşamayı belletmek üzere gönderilmiştir. İnsanca yaşamak ise insanın Yaratıcısını, hilkatini bilmek ve O’na kulluk edebilmenin yolunda bulunmakla mümkündür”.

 

Namaz kılmak, oruç tutmak, hacca-umreye gitmek, bolca zekat vermek ve infâk yapmak, kurban kesmek, başörtüsü takmak, tesettürlü giyinmek, fâize bulaşmamak, zinâya yaklaşmamak, yalan söylememek, iftirâ atmamak, hırsızlık yapmamak, ihtiyaç hârici alış-veriş yapmamak, seküler siyâseti eleştirmek ve ondan uzak durmak, Allah’sız düşüncelere ve ideolojilere îtirâz etmek, dolayısıyla Kur’ân ve Sünnet-merkezli bir hayat yaşamak… İşte bunları yapmak, lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik-konformist-modern dünyâya karşı yapılan bir isyân ve başkaldırıdır.

 

İslâm, “inanmak ve yaşamak”tır. Sâdece “inandım” demek yetmez. Kur’ân bunu şu şekilde ifâde eder:

 

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

 

“(Ey mü’minler!); Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kavimlerin başlarına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?. Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve onlar öyle sarsıldılar ki Peygamber ve onunla berâber îman edenler, nihâyet ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ dediler. İşte o zaman (onlara): ‘Şüphesiz Allah’ın yardımı yakın’ (denildi)” (Bakara 214).

 

Dünyâ’da her zaman iki farklı din ve yaşam-şekli olmuştur. Biri, Allah’ın seçtiği bir peygambere gönderdiği vahiylerden oluşan İslâm Dîni ve İslâmî yaşam-şekli; diğeri ise, insanların şeytan-nefs ve istek-arzularına göre, dünyevî düşüncelere uygun olarak ortaya koydukları beşerî din ve yaşam-şeklidir. İnsanların çoğu, hak dîni yaşamadıkları için, yaşadıkları mevcut hayat-tarzını “hak” olarak görürler. Çünkü “inandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız” kuralı her dâim yürürlüktedir.

 

Kulluğun zirvesi, İslâm-merkezli inanmak ve o inanca göre yaşamaktır. Aksi-hâlde kibir zirve yapar. Zîrâ en büyük kibir, Allah’sız yaşamaktır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2020

 

 

Devamını Oku »

19 Ekim 2021 Salı

Çocuklar Büyüyünce Ne Olmalı?

 

“De ki: Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?. Onların, dünyâ-hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar” (Kehf 103-104).

 

Modern insan, çocuklarının eğitimine (daha doğrusu öğretimine) kafayı takmış durumda. Mutlakâ okumalı, bir üniversiteyi bitirmeli ve yüksek maaşlı yada bol paralı mesleğini eline almalıdır. Peki niçin?. Çünkü iyi bir işe ve dolayısıyla iyi miktarda bir paraya kavuşmalıdır. Hele bir de çalışan bir eş buldu mu, işte o zaman deme keyfine!; sıfır ev, sıfır eşyâ, sıfır araba, özel okul, tâtil, yeme-içme-giyme-gezme. Kolay para kazanmak ve kolay para harcamak ne kadar da tatlıdır. Aslında modern insanın derdi “Dünyâ’yı cennete çevirmek”tir. Bunun için de çocuklar büyüyünce doktor, subay, hâkim-avukat, mühendis yada en azından öğretmen olmalıdır. Bunun için de tıp, hukuk, mühendislik, eğitim fakültesi vs. bölümlerinden birinde okumalıdır. Bu amaç için çocuklar yarış atına çevrilmektedir ve bundan aslâ tâviz verilmemektedir.

 

“En iyi yatırım çocuğa yapılan yatırımdır” diyorlar. Tamam; fakat çocuğa yapılan en iyi yatırım modern-lâik-seküler yatırım mıdır?. Bu yatırım, onu doktor-hâkim-subay yapmak ve hemen-hemen onun kadar maaş alan bir hanımla evlendirip iyi bir gelire sâhip kılmak ve sıfır ev, araba, yazlık, giyim-kuşam alabilecek bir dünyâlık elde etmeleri midir?. Hayır!. İyi bir yatırım, çocuğun iyi bir müslüman olması ile alâkalı bir yatırım olmalıdır öncelikle. İlk başta terbiyeli, ahlâklı, dürüst, çalışkan, merhâmetli, vicdanlı, îmanlı bir insan olması hedeflenmelidir. Ondan sonra iyi bir işi olması düşünülebilir. Peygamberimiz: “Hiç bir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir şey bağışlayamaz, bırakamaz” der.

 

Üstelik şu var ki; Dünyâ’da milyonlarca çocuk, “büyüyünce ne olacağı”nın hayâlini bile kurmaya fırsat bulamamaktadır. Çünkü onlar; savaş, açlık, susuzluk, evsizlik, çıplaklık, hijyen vs. sorunlarıyla uğraşmaktan ve bu çirkefliklerden kurtulmanın hayâlini kurmaktan başkasını yapamıyorlar. Zîrâ onları bu kötü durumda kurtarmak için hiç kimse hiç-bir şey yapmıyor. Bu çocuklara yatırım yapmayı kimse düşünmüyor. İyi de bu çocuklara kim yatırım yapacak?. Bu çocuklar büyüyünce ne olacak?.

 

Modern müslüman anne-babalar, en iyi yatırımın çocuğa yapılan yatırım olduğunu söylüyor. Fakat bu yatırım onun mîdesini alabildiğine şişirebilecek bir gelire sâhip olacağı bir yatırımdır onlara göre ki, böyle düşünmelerini sağlayan şey de yine, mîdeleri patlarcasına şişmiş olanların ortaya atmış olduğu bir fitnedir. Bu yatırım çocuğun neresine olacak?. Mîdesine mi, kâlbine mi?. Bu yatırım sonuçta çocuğun en çok neresini doyuracak?. Âhireti düşünmeyenlerin “mîdesi” cevâbı, fıtratı göz-ardı edersek normâl görülebilir. Fakat mü’minlerin de aynı cevâbı vermeleri fecaattir. Peygamberimiz, “bir insanda kâlp sağlamsa diğer organlar da sağlamdır” der. Şimdi, çocuğa yapılacak yatırım, dünyâsı için mi, âhireti için mi yapılacak yatırımdır?. Bedeni için mi, kâlbi için mi yapılacak yatırımdır?. Dünyâsı için yapılan yatırımdan âhirete bir pay çıkmaz ama âhireti için yapılan yatırımdan dünyâsına pay çıkar:

 

İnsanlardan öylesi vardır ki: ‘Rabbimiz, bize Dünyâ’da ver’ der; (böylelerin) âhirette nasibi yoktur. Onlardan öylesi de vardır ki: ‘Rabbimiz, bize Dünyâ’da da iyilik ver, âhirette de iyilik (ver) ve bizi ateşin azâbından koru’ der. İşte bunların kazandıklarına karşılık nasipleri vardır. Allah, hesâbı pek seri görendir” (Bakara 200-202).

 

Kâlbe yapılan yatırımdan mîdeye pay çıkar ama mîdeye yapılan yatırımdan kâlbe pay çıkmaz. Hattâ mîde şiştikçe kâlbi sıkıştırır ve en sonunda boğar onu. Ayrıca Peygamberimiz der ki: “Amel defteri kapanmayan müslümanlardan biri, arkasından duâ edecek hayırlı bir evlât yetiştirendir”. Öldükten sonra bile sevâbım/amelim artmaya devâm edecek. Çocuğum yaşadıkça benin de sevâbım-amelim-hayrım artacak. Bundan daha büyük yatırım mı olur?. Kemal Sayar, çocukların yönlendirilmesi konusunda ve ebeveynlerin bu yönlendirmeyi yaparken kendini paralaması hakkında şunları söylüyor:

 

“Boş zamânın kâr getirmesi icâp etmektedir. Sâdece yetişkinlerin değil çocukların boş zamanı da tıka-basa doldurulur ve müstakbel başarı için gerekli olduğu varsayılan donanımlar bu boş zamanda çocuğa boca edilir. Eh, ne de olsa çocuk artık bizim için Allah’ın bir bağışı ve emâneti değil, verimli kılınması gereken bir sermâyedir. Çocuklarımıza yatırım yaparız. Çocuklarımızın başarı veyâ başarısızlığından tek başına biz mesûlmüşüz gibi davranıyor, onlar bu saçma-sapan sınav sisteminde, saçma-sapan konular ezberleyip istedikleri okullara giremezlerse, narsistik yaralar alıyoruz. Çocuklarımızın yüreğine saplanan kurşun, bizi de öldürüyor”.

 

Millet, oğlunun-kızının ne olacağına ve ne iş yapacağına kafayı fenâ hâlde takmış durumdadır ve tıp, hukuk, mühendislik ve öğretmenlik alanlarından birini okuyup bitirince ve doktor, hâkim, mühendis öğretmen vs. olunca “hayâtını kurtardı” demektedir. Oysa farklı bir bakış-açısına göre; doktorlar ilaç firmalarının taşeronluğunu yapıyor, hukukçular lâik-seküler dinsiz kânunların kâfirliğini yapıyor, mühendisler zâlim modern-bilim ve teknolojinin maşası oluyor ve öğretmenler de çocukları modern Allah’sız bir eğitim ile Allah’sız Dünyâ’ya hazırlıyor. Fakat yine de bunlardan biri olunmadığında, çocuğa ve de çocuğun âilesine zavallı gibi bakılıyor. Hiç kimse; “çocuğum ahlâklı, dürüst, terbiyeli, dindar müslüman bir çocuk olsun” diye düşünmüyor.

 

Her insanın doğuştan gelen Allah vergisi bir yeteneği vardır ve çocuk o yeteneği geliştirip iyi bir duruma gelebilir. Nice yüksek öğrenim görmemiş ama yeteneğini geliştiren insanlar vardır ki yanında yüksek öğrenim görmüş onlarca insan çalıştırır. Modern eğitim furyası çocukların ne olması gerektiğini dayatarak alsında insanların ufkunu kapatıyor.

 

Çocukları standart iyi para getiren işlere yönlendirmek herkesin ortak hedefi olmuş. Aslında çocuklara “büyüyünce ne olacaksın” diye değil, “hayatta ne yapacaksın” diye sormak önemlidir. Böylece onun ufkunu genişletip onu bir-kaç mesleğe mahkûm etmemiş oluruz, zîrâ insanların ne olacağından çok ne yapacağı önemlidir. Doktor, hâkim, mühendis, öğretmen olmuş ama başka hiç-bir şey yapamayanlar vardır. Bir çivi bile çakmasını bilmezler. Dünyâ’nın ve insanların hâlini göremezler. Bunlar ancak yüksek maaşlarını almakta ve bol-bol tüketmektedirler. Tabi insanlar da zâten buna kilitlenmişlerdir. Sanki bir mal toplama yarışı var ve en çok mal toplayan “daha iyi insan ve üstün bir kul” oluyor.

 

Bakınca çocuklarda ve gençlerde bir umut göremiyorum doğrusu. Keşke olsaydı. Hepsinde bir-an önce en iyi üniversiteyi kazanıp bitirmek ve o çok yüksek maaşlı işe kavuşmak arzusu var. Sonra da benzer bir iş ve maaşla çalışan bir kadın-erkek ile evlenmek ve sıfır ev, sıfır eşyâ, sıfır araba, zekî çocuklar, özel okul, bol para, îtibar, makam-mevki, mal-mülk vs. edinme arzusu. Peki Allah karşısındaki îtibar ne olacak?. Kişilikli olmak, duyarlı olmak, bir farkındalık oluşturmak ne olacak?. Çöpleri kim toplayacak kardeşim?. Allah rızâsı için yapılması gerekeni kim yapacak?.

 

Bir aktivist, eylemci ve devrimci olmayı düşünen yada hayâl eden var mı?. Dünyâ’yı şirkten, küfürden, cehâletten ve zulümden kurtarmayı ve adâleti, eşitliği, hakkı-hakîkati ve tevhidi hâkim kılmak isteyen var mı?. Neden bunları yapmayı düşünmüyor çocuklar?. Niçin hiç-bir anne-baba çocuğunun böyle bir insan olmasını hayâl etmiyor?. Niçin hiç-birini Allah için adanmayı düşünmüyoruz?. Peki bunu Hanne validemiz niye düşündü de karnındaki çocuğu Allah’â adadı?. Buna niçin râzı olamıyoruz ve çocuklarımızın adanmasına izin vermiyoruz. Adanmış çocuklar yetiştirmeyi niçin düşünmüyoruz?. Dünyâ’yı ancak ve ancak adanmış insanlar değiştirip düzeltebilir. Dünyâ’nın değişmeye ve düzeltilmeye çok ihtiyâcı var. Zîrâ Dünyâ’nın yarısı açlıktan-susuzluktan-evsizlikten kırılıyor, acıları-feryatları arşa çıkıyor, kafalarına bombalar düşüyor, tecâvüz ediliyor, hakaret ediliyor, yurtlarından kovuluyorlar. Peki bu insanlar ne olacak?. “Müslümanım” diyenlere soruyorum. Siz çocuklarınızın ilerideki lüks yaşamını bu acıların üzerine mi kuracaksınız?. Biz bu Dünyâ’ya mal toplamaya ve domuz gibi her-şeyi yiyip-içip tüketmeye mi geldik?.

 

Cennetlik çocuklar yetiştirmeyi düşünmüyoruz. Çünkü cennete olan inancımız “psikolojik inanç”a dönüşmüş durumda. “Hele bir Dünyâ’mızı kurtaralım da, cennete ucundan-kıyısından girsek de olur” diye düşünüyoruz.

 

Çocukların ilk başta kişilikli bir insan olması gerektiği düşünülmüyor. Önemli olan iyi para ve makam kazanacağı bir iş, Bu tür düşünce ve eğitim sistemi çocukları eğitmez ve öğütür. Modern insan için modern dünyânın yönlendirdiği yere hızlıca gitmek “başarılı insan” tanımıdır.

 

Tüm bunlar dîni, Allah’ı ve özellikle de âhireti hesâba katmamakla ilgilidir. O yüzden insanlar Dünyâ’da görece iyi bir yaşama kilitlenmiş durumdadır.

 

Çocuklar hayatlarını yâni dünyâ hayatlarını, okuyarak ve iyi bir iş edinerek maddî anlamda kurtarabilirler, fakat çocukların âhiretteki ebedî hayâtı kazanmak için Dünyâ’da mânen de hayatlarını kurtarmak gerekir. Peygamberimiz’in, kızı Fâtıma’ya söylediği, “kızım îmânını sağlam tut, bana güvenme, âhirette ben seni kurtaramam” sözünü sürekli hatırlamak gerekir. Peygamberimiz kızına, “dünyâlığını iyi tut” demiyor da, “âhiretini kurtarmaya bak” diyor. Yâni âhireti önceliyor. Zîrâ ebedî hayat oradadır. 

 

Dünyâ’da herkes o iyi ve çok paralı işleri yapacak diye bir şey olamaz ve zâten hiç-bir zaman da böyle bir şey olmamıştır. Önemli olan, çocuğun ne yapacağına karar verdikten sonra o şeyi en iyi şekilde yapmasıdır.

 

Çocuklarımızı en başta Dünyâ’da “imtihan”ı verip de cehennemden korumak ve kurtarmak hedefinde olmalıyız ve onları bu bilinçle yetiştirmeliyiz. Ondan sonra Allah çalışanın rızkını zâten verir:

 

“Ey îman edenler!; kendinizi ve yakınlarınızı ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır” (Tahrîm 6).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2020

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

13 Ekim 2021 Çarşamba

Çocukları İlahlaştırmak

 

“Ey îman edenler!; ne mallarınız ne çocuklarınız sizi Allah’ı zikretmekten ‘tutkuya kaptırarak alıkoymasın’; kim böyle yaparsa, artık onlar hüsrâna uğrayanların ta kendileridir” (Münâfikûn 9).

 

Çocuk, insana yâni evli anne-babaya Allah tarafından verilen büyük bir nîmettir. Bunun büyük bir nîmet olduğunu herhâlde en iyi anlayanlar, çocuğu olmayan eşlerdir. Allah herkese sağlıklı, hayırlı ve îmanlı evlatlar nasip etsin.

 

Fakat Kur’ân boyunca çocukların varlığının olumsuz yönde kullanıldığı âyetler de vardır. Allah belki de bu olumsuzluk içeren âyetleri, “anne-babalar çocuklarını ilahlaştırmasınlar” diye indirmiştir. Çünkü çocuklar anne-babalarının yüzlerini güldürdükleri gibi karartabilirler de. Çünkü Dünyâ bir imtihan dünyâsıdır ve imtihan çocuklarla da olmaktadır ve hattâ belki de en çok ve en ağır imtihan çocuklar ile olmaktadır. Öyle ki bâzen ne yaparsanız-yapın yine de çocuklarınız istediğiniz gibi olmaz ve doğru yola yönelmezler. Hz. Nûh bile, sular dalgalar hâlinde Dünyâ’yı kuşatırken oğlunu gemiye çağırmıştı da oğlu ona güvenmediği yada işi ciddiye almadığı için gemiye binmemişti de boğulanlarla birlikte boğulup gitmişti. O hâlde olumsuz bir şey yaşamamak yada olumsuzluğu en az yaşamak için yapmamız gereken şey, onları vahye ve peygamber örnekliklerine bakarak en doğru şekilde gerektiği gibi yetiştirmeli ve sağlıklı, hayırlı ve îmanlı evlatlar olması için Allah’a duâ etmemiz ve O’na havâle etmemiz gerekir. Kur’ân bu duânın nasıl yapılacağını şöyle öğretir:

 

“Ve onlar: ‘Rabbimiz, bize eşlerimizden ve soyumuzdan, göz aydınlığı olacak (çocuklar) armağan et ve bizi takvâ sâhiplerine önder kıl’ diyenlerdir” (Furkân 74).

 

Lâkin modern dünyâda modern insanın çocuk yetiştirme şekli çok absürd bir hâl almıştır. Çocuğun her dediğini yapmak, her istediğini almak, üzerine aşırı şekilde titremek ve bu nedenle bencilleşmektedirler. Çünkü çocuklarını sanki bir prenses ve kral gibi yetiştirerek onları ilahlaştırmaktadırlar. Çocuğu ilahlaştırmak; “herkesi ve her-şeyi çocuğun yönetmesi, her-şeyin onun istediği gibi olması” demektir. Zîrâ çocuk bir ağlamayla ve bir zırlamayla insanları yönetmekte ve yönlendirmektedir. Böylelikle anne-babayı, dede-nineyi, evi, televizyonu, günlük yaşam-şeklini, zamânı vs. hep çocuk belirlemektedir ve her-şey çocuğa göre olmaktadır. Evi çocuk yönetiyor, her-şey onun istediği gibi oluyor. Tabi her-şey çocuğun istediği gibi olunca, bir-çok şey de yanlış yapılıyor.

 

Peki anne-babalar niçin böyle davranıyor?. Çünkü moderniteyle birlikte büyük âileler yok olmuş, çekirdek âile şeklinde küçük âile yapıları ortaya çıkmıştır. İnsanlar sâdece kendi çekirdek âilesinden sorumlu olduğunu düşünüyor ve sâdece kendi âilesiyle ilgileniyor ve bu nedenle de çocuklara aşırı bir ilgi oluyor. Fakat bu fazla ilgi, düzenli bir ilgi değildir. Tüm zamâna yayılmış bir ilgi değildir. Sonra modern anne-babanın genelde tek (nâdiren en fazla iki) çocuğu oluyor. Anne-baba tüm sevgisini ve merhâmetini tek çocuğa yüklüyor. Tüm dikkatleri tek çocukta toplanıyor ve sâdece tek çocuğa odaklanıyorlar. Tabi aslında anne-babanın sevgi ve merhâmeti tek çocuğa fazla geliyor. Çünkü aslında iki çocuğa bile fazla gelir. Zîrâ anne-babaların ama özellikle annenin merhâmeti bir-çok çocuğa aynı-anda yetecek kadar güçlü ve geniştir. Küçük çocuklar, merhâmeti celbeden en etkili varlıklardır. Unutulmasın ki en merhâmetli olan Allah bile merhâmet konusunda ölçülüdür. Tek çocuğa yöneltilen aşırı merhâmet biriktikçe çocuğa zarar veriyor. Bu da çocuğu olumsuz etkiliyor, çocuğu yakıyor.

 

Çocuk aşırı sevgiye, merhâmete ve ilgiye mâruz kalınca artık bir şeye tam olarak odaklanamıyor, bir şeyden çabuk bıkıyor ve ağlıyor, sızlıyor. Böyle bir durum anne-babaların hiç hoşuna gitmediği için, hiç gerek ve ihtiyaç olmamasına rağmen ona çeşitli oyuncaklar alıyorlar ve çocuğun bir süreliğine de olsa ilgisini çekecek şeyler yapıyorlar. Bu biraz da, “çocuğun her-şeyi olmalı, her istediği alınmalı” düşüncesiyle yapılan bir şeydir. Maddî durumu iyi olan anne-babalar çocuk için aşırı masraf etmeyi “iyi bir şey yapıyorum” zannediyor. Hasta olmadığı hâlde “hadi bi doktora götürelim baktıralım” diyerek sağlıklı çocukları doktora götürüyorlar. Doktor da, “mâdem gelinmiş bir-kaç vitamin vereyim, bir-iki tavsiyede bulunayım” diyerek anne-babaya çeşitli şeyler tavsiye ediyor ki bu tavsiyeler genelde kişisel gelişimcilerin absürd tavsiyelerinin benzeridir. Yâni çocuk el bebek-gül bebek büyüyor. Böylece çocuk modern anne-babanın yeni ilahı olmaya başlıyor. Sonunda da çocuğa bir nevî tapmaya başlıyorlar. Bir şeye tapmak ve onu ilahlaştırmak demek, “her-şeyi tapılan şeye göre belirlemek ve ona göre hareket etmek” demektir. Meselâ İslâm’da hayat, ibâdetlere göre yâni Allah’a göre ayarlanır. Zaman O’na göre, O’nun emirlerine göre bölümlenir. Böylece Allah’a tapıldığı belli olur. Modern-seküler dünyâda ise her-şey çocuğa göre belirlendiği için çocuğa tapılmış oluyor.

 

Çocuğun ilahlaştırılması ve ona tapınılmasına neden olan en önemli etkenlerden biri, babadan sonra annenin de çalışmasıdır. Çalışan anne, işe gitmek için çocuğu eve bırakıp evden uzaklaştığı için çocuğa karşı suç işlemiş duygusuna kapılıyor ve ortaya çıkan açığı ona aşırı hediyeler-oyuncaklar almakla kapatmaya çalışıyor. Hafta boyunca onu bırakıp gittiği için ve bu aslında yanlış olduğu için, bu yanlış, çocuğun ilahlaştırılmasıyla sonuçlanacak “paketlenmiş yoğun ilgi”yle kapatılmaya çalışılıyor. Zamanla çocuk bunu normâl olarak görüyor ve bu normâllik a-normâlleştiğinde basıyor çığlığı.

 

Çocuklarımızla iyi geçinmek demek, sürekli olarak onların “suyuna gitmek” demek değildir.

 

Çocukların oyuna olan düşkünlükleri, aslında “öğrenmeye olan düşkünlükleri”dir. Çocuklar oynayarak öğrenirler. Fakat öğrenmek için bir oda dolusu oyuncağa gerek yoktur. Hattâ fazla oyuncak çocuğun dikkatini dağıtacağı ve odaklanmasını bozacağı için öğrenme zorluğu bile yapabilir. Üstelik fazla oyuncak, çocuğun konuşmasını ve yürümesini de geciktirmektedir.

 

Hiç-bir profesyonel çocuk bakıcısı, o çocuğa annesinden daha iyi bakamaz. Çocuk bakıcıları ise “sıfır yanlış” yaparak çocuğa bakmak hedefinde oldukları için, çocuğun kusursuzluğa alışmasını sağlamış oluyorlar. “Hayır” denilmesi gereken yerde hattâ belki de hafif bir şekilde kulağının çekilmesi gereken yerde çocuğun yaptığı yanlışa bir şey dememek çocuğun hayâtını ileride çok olumsuz etkiler. Çünkü hayat öyle kusursuz değildir.

 

Çocuklara, olumsuz bulunduğu için “hayır!” kelimesinin kullanılmasını yanlış bulup çocukların yanında bu kelimeyi kullanmayı yasaklayanlar var. Bunu kişisel gelişimcilerden öğreniyorlar. Çünkü kişisel gelişimcilerin insanlara öğrettiği tek şey, “siz ilahsınız, size kimse karışamaz, siz nasıl isterseniz öyle olur” şeklindeki absürd sözlerdir. Yanında hiç “hayır!” ve “olmaz” kelimesi kullanılmayan çocukların ileride travma yaşaması kaçınılmazdır. Zîrâ hayat o kadar yumuşak ve hoşgörülü değildir ve hattâ yerine göre çok acımasız ve serttir. Hayat, süreç içinde insana “hayır!” kelimesini ağır bir şekilde öğretir. O yüzden “hayır” sözünü duymadan ve kendisine “hayır” ve “olmaz” denilmeden büyüyen çocuklar ileride -normâl olarak- bir “hayır” sözüyle karşılaştıklarında, terslendiklerinde ve reddedildiklerinde aşırı öfkelenmeye başlarlar. Çünkü çocukken de aynısı yapılıyordu. İstediği bir şey olmadığında basıyordu vaveylayı. Bu şekilde büyüyen erkekler kızlardan “hayır” sözünü duymak istemiyor, duyunca da şaşırıyor ve kızıyor. Tabi kızlar da erkeklerden “hayır” sözünü duymak istemez. Oysa hayır sözünde “hayır” vardır. Hayır, insana bir-çok hayırlar getirir.

 

Yaşı ilerlemiş ve evli olmasına rağmen çocuğu olmayan bir tanıdığıma, “niçin çocuk yapmıyorsunuz” diye sorduğumda, karı-koca çalışmalarına rağmen, “çocuğa nasıl bakacağız, onun istediklerini nasıl alacağız?” demişti. “Ne var ki, çalışıyorsunuz ya, hem çocuğun her istediği alınacak diye bir şey yok” dediğimdeyse; “olur mu öyle şey, çocuğun her istediğini almak zorundasın, hem de alınan şey kaliteli olmalı, çocuk hiç-bir sıkıntı çekmemeli ve hiç-bir sıkıntı yaşamamalı, hiç-bir şeyden mahrum kalmamalı” gibi sözler söylemişti. Demek ki çocuk deyince bir çeşit “ilah” anlıyorlar. Çocuğu tapılacak bir varlık olarak görüyorlar. Oysa kendi âilesi çocukluklarında onların her istediklerini almamışlardı. Modern anne-babalar, “çocuk mahrum kalmasın ve yapmamış olmasın” diye küçücük çocukları bir havuzda yunus balığı ile 15 dakika yüzdürmek için 100-150 Euro civârındaki bir parayı verebiliyorlar.  

 

Bir başka tanıdığım, yanında çocuğu olan birine ölümle ilgili bir şey söylediğinde, çocuklu anne-baba birden irkildi ve sert bir şekilde “sus” işâreti yaptı ve çocuğu gösterdi. Çocuğun ölüm kelimesini duymasını istemiyorlardı. Travma olur diye düşünüyorlardı. Hâlbuki ölüm hayâtın en büyük ve yaygın gerçeğidir ve sürekli olan bir şeydir. Peki yanında ölüm kelimesi kullanılmayan çocuklar ileride ölümle karşılaştıklarında ne olacak?. Aslında çocuklarına tapan anne-babalar, savaş uçaklarından atılan bombalar nedeniyle yanındaki anne-babasının ölümünü gören çocukların yaşadıklarını travma olarak görecek kadar duyarlı değildir. Onlar için sâdece kendi çocukları değerlidir. Zâten çocuklarını ilahlaştırmaları ve sonra da onlara tapmalarının nedeni budur.

 

İşte psikolojik ilaç kullananların sayısının fazlalaşmasının bir nedeni de, ölümü hayâtın bir gerçeği olarak öğrenememiş olan insanların, hayâtın her noktasında ölüm ile iç-içe yaşadıklarını fark-ettikleri anda hayâllerinin yıkılıyor oluşudur. Çünkü âhiret bilinci ve îmânı olmadığında ölüm düşüncesi yâni yok olmak düşüncesi insanı çıldırtabilir.

 

Hayâtın normâl-doğal zorluklarını hissetmeden “süt çocuğu” olarak büyüyen insanlar, ileride hayâtın zorluklarıyla karşılaştıklarında psikolojileri bozuluyor ve ilaç kullanmaya başlıyorlar. Çünkü çok kırılgan oluyorlar ve basit olumsuzluklara karşı bile direnç gösteremiyorlar. Zîrâ anne ve babaları onları el bebek-gül bebek büyütmüş ve onlara âdetâ bir ilah gibi davranıp tapmışlardır.

 

Bebekliklerinde ve biraz büyüdüklerinde sürekli olarak “evet, olur, tamam” denildiği ve her isteği ânında yerine getirildiği için, çocuklar tüm hayâtlarında da bunu bekliyor. Bu beklentiye aykırı olan bir durumda ve yaşanan bir aksaklıkta hemen öfkelenip çirkefleşebiliyorlar. İstediklerinin olmamasına katlanamıyorlar. Sanal âlemde çok fazla takılmalarının nedeni bu olsa gerek. Çünkü sanal âlemde hemen her-şey mümkün olabildiği için her isteklerine sanal da olsa ulaşabiliyorlar.

 

Sözde “olumsuz kelimeler” diye “hayır” ve “ölüm” kelimelerini duymadan büyüyen çocuklar, ileride hayat onlara sert bir şekilde “hayır” dediğinde ve hayâtın yarısının ölüm olduğunu acı bir şekilde öğrettiğinde ağır bir travma yaşıyorlar ve bu travmadan kurtulamıyorlar. Çünkü hiç alışamadıkları şey bir-anda karşılarına çıkınca şok geçiriyorlar. O yüzden hırçın, öfkeli ve huysuz bireyler olup çıkıyorlar. Zâten bebekliklerinde evde bakıcı, biraz büyüdüklerinde de kreşler ve özel okullarda anne-babanın gerçek anlamda ilgi ve merhâmetinden uzak kaldıkları ve doğru yetiştirilmedikleri için acımasız oluyorlar. Çünkü merhâmet duyguları bozulmuş oluyor. Çocukların anne-babalarına karşı kötü davranmaları (yada iyi davranmamaları) hattâ bâzen de onlara düşman olmalarının altında yatan neden bu olsa gerek:

 

“Ey îman edenler!; gerçek şu ki, eşlerinizden ve çocuklarınızdan bir kısmı sizin için (birer) düşmandırlar. O hâlde onlardan sakının. Yine de affeder, hoş görür (kusurlarını yüzlerine vurmaz) ve bağışlarsanız, artık elbette Allah bağışlayandır, esirgeyendir” (Teğâbün 14).

 

Bebekliklerinde çocuk bakıcısı, çocukluklarında kreş ve özel okul, yetişkinliklerinde özel oda, ayrı ev, özel araba ile avutulan, çalıştıkları için anne-babadan sürekli olarak uzak kalmalarının ve de yıllarca seküler bir öğrenim sürecine mâruz kaldıklarından dolayı, insanların mâneviyatları, değerleri, vicdanları ve merhâmetleri köreliyor. Hele bir de âile dinden uzak ise, kopma kaçınılmaz oluyor. Sonunda da bu şekilde büyüyen evlatlar hiç çekinmeden anne-babalarını huzur-evlerine gönderebiliyorlar. Çünkü kendisine yapılan da buydu. Anne-babaları hem mecbûriyetten hem de iyilik yaptığını zannederek zamânında onları nasıl kreşlere bırakabildilerse, onlar da anne-babalarını hiç çekinmeden huzur-evlerine bırakabiliyorlar. İşte anne-babalar çocuklarını ilahlaştırdıklarını o zaman anlıyorlar. Kendileri ilahlaştırdılar, kendileri taptılar ve sonucuna da yine kendileri katlanıyor:

 

“Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız ancak bir fitnedir (imtihan konusudur). Allah yanında ise büyük bir mükâfat vardır” (Enfâl 28).

 

“Merhâmetten maraz doğar” derler. Aslında merhâmet Allah’ın bir isminden kaynaklandığı (Rahmân) ve Allah’tan bir kötülük gelmeyeceği için “merhâmetten maraz doğmaz. Maraz çıkaran merhâmet, abartılmış ve sınırı aşmış olan merhâmettir ki ona merhâmet denmez. Çünkü bir şey sınırını aşarsa tersine döner. Buna merhâmet de dâhildir. Bu nedenle, en sevdiğimiz çocuklarımıza ve yakınlarımıza bile aşırı merhâmet göstermek doğru değildir. Allah bile insana aşırı merhâmet göstermez de ona hayatta hem doğal zorluklar hem de mesajına inanıp kabûl edenlere dînî yükümlülükler ve dolayısı ile zorluklar yükler. Demek ki merhâmet bile aşırı kullanıldığında merhâmet olmaktan çıkıyor ve bir tapınca dönüşebiliyor.

 

Modern insan hiç-bir konuda bir denge kuramamaktadır. Çocuklarını ilahlaştıranların dışında bir de çocuklarını herhangi bir mal ve nesne gibi görenler ve hiç-bir değer vermeyenler de vardır. Öyle ki, anneler hâmile kaldıklarında çocuklarını kürtaj ile aldırabiliyor, yada doğurup çöpe yada bir kenara atabiliyor ve onlardan bir-an önce kurtulmak istiyorlar. Bunun altında yatan sebep, ilahlaştırılmış bir çocuk olarak büyümüş olmaları ve isteklerinin önünde bir “engel” görmeye katlanamamalarından dolayıdır. Zâten evlenmemek yada evliliği olabildiğince geciktirmenin arka-plânında da bu yatıyor. Birer kral ve kraliçe gibi büyütüldükleri için hiç-bir sıkıntıya katlanamıyorlar. Çocuk demek “özveri” demek olduğu için bu özveride bulunmayı göze alamıyorlar. Bu nedenle de sorumluluk almaktan kaçıyor, yükü omuzlamak istemiyorlar. İlahlaştırılarak büyüyen çocuk artık kendini bir ilah gibi gördüğü için her-şeyi yapabileceğini düşünüyor ve hiç-bir engeli kabûl etmiyor. Haz-merkezli bir yaşam arzusu da buna tüy dikiyor.

 

ABD’de bir kadın, bir yıl önceden tâtil rezervasyonu yaptırmıştı. Fakat bu-arada gayr-ı meşrû bir ilişki yaşayıp hâmile kalmıştı ve çocuğunu doğuracağı târih, tâtil rezervasyonu ile çakıştığından ve tâtilini iptâl etmek zorunda kalacağından dolayı bebeğini öldürmüştü. Çünkü çocuk ne de olsa tâtile engel olacaktı. İşte bu insan, bir prenses gibi, bir tanrıça gibi bakılmış ve kendisine âdetâ tapılarak büyümüş bir kişidir. Bu yüzden hazzını engelleyecek hiç-bir şeye katlanamamakta ve ondan bir-an önce kurtulmak istemektedir.   

 

Çocuklar, Allah ve âhiret bilinci ve inancıyla yetiştirildiğinde yâni ilginin yarısı da mâneviyata verildiğinde, dolayısıyla çocuğa “gerektiği kadar” ilgi gösterildiğinde, çocuk için daha olumlu sonuçlar ortaya çıkacaktır. Çocuklarına taparcasına düşkün oldukları için onları ilahlaştıran anne-babaların şu uyarıyı dinlemeleri ve hiç unutmamaları gerekir:

 

“Fakat ‘kulakları patlatırcasına olan o gürleme’ geldiği zaman, kişi o gün, kendi kardeşinden kaçar; annesinden ve babasından, eşinden ve çocuklarından. O gün, onlardan her birisinin kendine yetecek bir işi vardır” (Abese 33-37).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2021

 

Devamını Oku »