30 Ağustos 2021 Pazartesi

Aklın Sınırı ve Vahiy

 

“… O, akıl erdir(e)meyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100).

 

“De ki: Eğer bütün ins ve cin (toplulukları), bu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek üzere toplansa, -onların bir kısmı bir kısmına destekçi olsa bile- bir benzerini getiremezler” (İsrâ 88).

 

Allah aklını kullanmayanların üstüne pislik (rics) indirir ve pislik içinde bırakır. Aklı kullanmak bu yüzden çok önemlidir. İnsanlık târihi, aklını kullanmayanların üzerine yağan pisliklerin târihidir. Çünkü insanın ayırt edici özelliği aklıdır. Allah büyük bir nîmet olarak insana akıl vermiştir ve bu akıl kullanılmadığında ayırt edici özellik kalmayacağından dolayı çeşitli sorunlar ve sıkıntılar baş-gösterecektir. Aklını kullanmayan toplumlar, aklını kullananların himâyesine girerler ve o toplumların kontrôlünde kalırlar.

 

Lâkin aklı kullanmanın da bir raconu vardır. Akıl neye göre kullanılacaktır?. Akıl en merkezde olan şey midir?. Greko-Romen ve Judeo-Hristiyan temelli modernite, aklı merkeze almıştır. Zâten akıldan dolayı insanı merkeze almakta ve Hümanizm ile birlikte ilahlaştırmaktadır. Lâkin akıl, merkeze alınacak kadar sınırsız değildir ve yetersizdir. Bu nedenle akla mutlakâ yön verecek temel bir etken olmalıdır. Bu temel etken ise ancak vahiy olabilir. Zâten insanlık târihi, aklı şeytan ve nefs-merkezli kullananlarla yada kullanmayanlarla, vahiy-merkezli kullananların savaşımının târihidir. Aklı vahiy-merkezli kullanmanın bir bedeli olduğu için, aklını vahiy-merkezli kullananlar her zaman az sayıda olmuştur yada vahiy-merkezli olanlar çoğunluk olsa da içeriksiz kalmıştır. Oysa aklı nefis-merkezli kullanmanın bir bedeli yoktur. Şeytan ne fısıldarsa ve nefs ne arzularsa akıl onu yapar. O merkezde çalışır. Aslında şeytanın ve nefsin güdümünde olan aklın kullanıldığından söz etmek pek de mümkün değildir. Bu kişiler şeytânî zekâları ile iş yaparlar daha çok.

 

Demek ki aklı kullanmak çok önemlidir, lâkin bu akıl ancak vahiy-merkezli kullanıldığında hayır getirecek, şeytan ve nefs-merkezli kullanıldığındaysa yakın-uzak vâdede mutlakâ çeşitli sıkıntılar ve belâlar baş gösterecektir. Azâba uğrayan kavimler, akıllarını kullanmadıkları daha doğrusu akıllarını vahiy-merkezli kullanmadıkları için azap ile karşılaşmışlardır.

 

Aklın sınırı “maddî varlığın sınırı”dır. Meta-fizik olan yok sayılınca varlık ve dolayısı ile akıl sınırlandırılmış olur. Akıl sınırsız yetkinlikte değildir ve bir sınırı vardır. İşte bu yüzden ona sınırsız olan bir temel etken yön vermelidir ki bu da ancak vahiydir. Akıl vahyin yörüngesine ve yönlendirmesine girdiğinde en doğru ve maksimum seviyede çalışır ve bu akıl ile yapılan işlerin sonu hayr olur.

 

Aklın bir sınırı olduğu için bilmenin de bir sınırı vardır. İnsana bilmediğini ve bilemeyeceğini ancak vahiy ve îman söyler. Îmâna ise akıl ile değil, aklın kişiyi getirebileceği son noktaya gelindiğinde, îmanın bedelini ödemeyi göze alan rûh, bilinç, kâlp gibi etkenler sebep olur. Çünkü îman “gayba îman”dır ve akıl gayb konusunda çâresizdir. Öyle ki gayb konusunda Allah’ın bildirdiklerinden başka tek bir kelime bile söyleyemez. Akıl ile her-şeyi bilebileceğini ve sonsuza ulaşacağını sananlar derin bir yanılgı içindedirler.   

 

Akıl kullanıldığında ve bir bilme ortaya çıktığında, bu bilme her zaman kişiyi doğru amel-eyleme yönlendirmez yada yanlış amele yönlendirir. Çünkü kuru-kuru bilmenin o kadar etkisi yoktur. Fakat îman kişiyi mutlakâ amele-eyleme ve hayra yönlendirir. Îmânın o kendisine has gücü bunu yaptırır. Îmânın akla üstünlüğü bu sebepledir. Zâten o yüzden “îman eden ve sâlih amel işleyenler” deniyor da; “akledenler ve sâlih amel işleyenler” denmiyor. Çünkü akıl kişiyi îmânın kapısına kadar getirip bırakıyor ve bundan sonra bir adım bile atamıyor.

 

Îman “gayba îman”dır. Gaybı ise sâdece Allah bilir. Gayb bu nedenle sorgulanamaz. O hâlde îman, “sorgusuz-suâlsiz olan bir teslîmiyet”tir; Allah’a teslîmiyet. Akıl yoluyla îmânın kapısına kadar gelip de gösterilmesi gereken bu teslîmiyeti gösteremeyenler îmâna ulaşamazlar. Allah’ı akıl değil îman görür. Tabi bu görme, “îmânî bir görme”dir. Akıl sâdece îmânın kapısına ulaştırır. Akılla gaybı bilmeye çalışmak, “boşuna yorulmak”tır. Aklını, îmânını geliştirmek için kullan ve îmânını arttır, işte o zaman göreceksin ki her yerde Allah’ın yasaları ve sanatı (zâtı değil) var.

 

Bilmenin zirvesi îmandır. Aklı kullanmak ve bilmek kişiyi îmân noktasına kadar getirir. Zâten aklın verilmesinin amacı budur. Bu nedenle “aklınızı kullanmaz mısınız” denir. Zımnen: “Aklınızı kullanın da îmânın kapısına kadar gelin” denmek istenir. O kapıya ulaşınca da artık “yüreği kullanmak” gerekecektir. Yürekli olanlar îmâna ulaşacaklardır.

 

Allah yarattığını başı-boş koymaz. Bunu hem merhâmetinden dolayı yapmaz, hem de Yaratıcı olmasından dolayı yapmaz. Allah -hâşâ- her-şeyi boş-verecek “sorumsuz bir Allah” değildir. Akıl vahiyden bağımsızlaştığında çok ağır sonuçlar çıkıyor ortaya. İnsan beyni ve aklı, kâinâtı, Dünyâ’yı ve toplumsal sorunları idrâk edip kuşatabilecek ve aynen göklerdeki gibi bir düzeni oluşturabilecek kapasitede değildir çünkü. Allah bu nedenle peygamberler ve kitaplar göndermiştir.

 

İnsanlık târihindeki en büyük yıkımları ve zulümleri “en cins beyinlere sâhip olanlar” yapmıştır. Beyin-akıl; insanları, Dünyâ’yı kurtarmaya yetmez. Akıl ancak “vahiy-merkezli kullanılırsa” insanları doğruya kanalize edilebilir. Aksi-hâlde her türlü aşırılığı yapabilir ve bunu meşrû gösterebilir.

 

Ne kadar ilginçtir ki, insan, her-şeyi yaratan ve insana akıl veren Yaratıcı’sından yardım almaktan kaçıyor. Böylece başı dertten kurtulmuyor ve doğal-normâl-geçici sorunların yanında, çözülemeyecek sorunlar ortaya çıkarıyor.

 

Allah’ın yaratıp da çekip gittiğini düşünen yâni bir âhiret bilinci olmayanlar, “sonuna kadar” ahlâklı davranamazlar. Zâten beyinleri-akılları da onlara bunu söyler. Meselâ eğer kişide âhiret inancı yoksa o kişi birini gizlice öldürdüğünde bunu niye îtirâf etsin?. Eğer yakalanmayacaksa ve Dünyâ’da daha uzun bir süre yaşayacaksa bunu îtirâf etmesi akla-mantığa uygun değildir. Bu, sâdece âhiret bilinci ve korkusu ile îtirâf edilebilir. Vahiy-merkezli olmayan akıl, kendi aleyhine îtiraflar yapamaz. Lâkin vahiy-merkezli akıl, istisnâsız olarak haktan ve hakîkatten ayrılamaz. Zâten “vicdan azâbı” da, İslâm-merkezli fıtrattan kaynaklanan bir zorlamadır. Bunun örnekleri görülmüştür-görülmektedir.

 

Modern insan olumlu şeyleri beynine bağlıyor. Bir et parçasının iyilik getirdiğinden bahsediyor. Meselâ kötülük hissini frenleyenin kişinin beyni olduğunu söylüyor. Kötülük fikrini engelleyen etken, beyindeki nöronlarmış. Allah, âhiret bilinci ve İslâm’a uygun olan fıtrattır kötülük yapmayı önleyen. İnsan beyni ve aklı, alıştığı şeye zorlar, fakat eğer vahiy-merkezli değilse alıştıkları şeyler özveri değil, çıkar ile alâkalı olur. Oysa İslâm, beynin yada aklın bu aşırı isteklerine karşı mücâdele etmeyi gerektirir ve bu mücâdelenin motoru da, İslâm-merkezli işleyen akıl, fıtrat yada âhiret-vahiy-peygamber’dir. İnsan İslâm fıtratına uygun yaratıldığı için, bu fıtratın zorlamasıyla kötülüklerden geri durur. Bu fıtrî alt-yapıyı ise ancak “vahiy üst-yapısı” besleyebilir ve güçlendirebilir. Dolayısı ile bu özellikleden yoksun olanların her türlü kötülüğü yapması beklenebilir bir şeydir.

 

Her fırsatta kuzey Avrupa ülkelerini örnek gösteriyorlar. Kuzey Avrupa ülkelerindeki suç-oranının -görece- düşük olmasının nedeni biraz da GSMH oranlarıdır. Onlar fakirlikle, kendilerine savaş açılmasıyla vs. imtihan olmadılar ki gerçekten de ne oldukları belli olsun. Fakat onlar da “intihar” gibi konularda Dünyâ’nın en önde gelenleridir. Üstelik lâik akılları onlara olmayacak işler de yaptırtabilmektedir. Sürekli baskı altında kalan toplulukların karakteri değişiyor tabi. Batı’nın baskısına-şiddetine mâruz kalıp duran İslâm ve doğu toplumlarında zamanla suç oranı artmıştır.

 

Allah’sız akıl çok fazla öne çıkmaktadır-çıkartılmaktadır ve insanlar artık “dîne göre” yâni Allah’a göre değil de, nefislerine ve şeytanın baş-uşakları olan küresel tâğutların isteklerine, önerilerine, teorilerine ve ideolojilerine göre yaşamaktadırlar. Yâni Deizm’in bahsettiği güdük akıllarına göre yaşamaktadırlar.

 

İnsanın kötülüklerden uzak durmasını sağlayan fıtratı; beyinden, karaciğerden, böbreklerden vs. kaynaklanmaz, Allah’tan ve İslâm’dan kaynaklanır. İşte, odur insanı “insan” yapan özellik. Allah’a ihtiyaç mutlakâ vardır. Allah’a ihtiyaç duymayanların 20. ve 21. yüzyılda yaptıklarına baksanıza.. Allah yoksa merhâmet de yoktur. Merhâmet yoksa da ortalıkta zulümden başka bir şey kalmaz.

 

Dînin apaçık olan doğrusu şudur: Allah her-şeyi yaratmıştır ve “idâre etmek için” arşa kurulmuştur: “İnsan, kendi başına, başıboş ve sorumsuz bırakılacağını mı sanıyor?”. (Kıyâmet 36). İşte İslâm’ın zihinlere-kâlplere nakşetmek istediği şey budur. Zâten ancak bu şekilde Dünyâ’da da “aynen göklerdeki gibi” bir düzen kurulabilir. Aksi-hâlde sonuç mevcut zamanda olduğu gibi olur. Yoksa siz Dünyâ’nın mevcut durumundan çok mu hoşnutsunuz?.

 

İslâm akla “gerektiği kadar” önem verir. Bu önem elbette az değildir fakat sonuçta onun da bir sınırı vardır. Kur’ân’da bir-çok âyette; “akletmez misiniz?” ve “akletmezler mi?” şeklindeki ifâdeler vardır. Fakat akla verilen rôl ve görev sınırlıdır. Çünkü aklın da çok kere yanıldığı ve yetersiz kaldığı bir gerçektir. Bu nedenle akıl her zaman ve mutlak anlamıyla ölçü değildir. Aklın eksiklerini vahiy tamamlar ve yanlışlarını-hatâlarını da yine vahiy düzeltir. Böylece akıl, vahiy-merkezli olarak işletilmiş olur.

 

Aklın âciz kaldığı yerlerden biri mûcizelerdir. Mûcizeler akla haddini bildirir ve ona bir sınır koyar. Bu sınır, aklın daha iyi, daha doğru ve hakka-hakîkate uygun olarak çalışmasını ve işletilmesini sağlar.

 

Bir de “üst-akıl”dan bahsedilir. Üst-akıl, merkeze aklı alan, şeytanın ve nefsin inşâ etmiş olduğu akla tapar. Aklın üstünde bir şey tanımaz. Üst-akıl, aklı ilah edinmektir. Oysa aklın üstünde vahiy vardır. Vahiy akıl-dışı değil ama “akıl-üstü”dür. İşte akıl ancak akıl-üstü olan vahiy ile inşâ olursa ve vahiy ile yönlendirilirse hakka ve hakîkate uygun iş yapabilir ve zulmetmez. Allah da ancak, akıllarını vahiy-merkezli işletenlere yardım eder, nîmetlerini indirir ve hesapsız rızık verir. Böylece onları kimse alt edemez. Peygamberimiz, yaptıklarını “üst-akıl” ile değil, “üst-ün îman” ile yapmıştı. Vahyin inşâ detmiş olduğu îman ile aklını kullanarak ve üstün gayret sarf ederek. Zîrâ aklın bir sınırı vardır ama Allah’ın sözünün bir sınırı yoktur.    

 

Bir dînin (yolun), aklın ve düşüncenin doğru olup-olmadığının delîli amelde-eylemde belli olur. Sonuçta iyilik hâkim olmuş ise o yol doğru bir yoldur. Fakat lâik/seküler-merkezli aklın Dünyâ’da ifsâd etmediği bir şey kalmamıştır. İşte bunun sebeplerinde biri de, Allah yerine aklı ilahlaştıran (ilahlaştırmak zorunda kalan) Hümanizm ve Deizm’dir. Zîrâ insan, mutlakâ bir ilaha yönelme ihtiyâcı duyar. Bu ilah eğer “her-an bir işte-yaratmada olan” Âlemlerin Rabbi olan Allah değilse, başta “akıl” olmak üzere Allah’tan gayrı her-şey olur:

 

“Eğer aklınızı kullanabiliyorsanız, O, doğu’nun da, batı’nın da ve bunlar arasında olan her-şeyin Rabbidir” (Şuârâ 28).

 

“Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir yada aklını kullanır mı sayıyorsun?. Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır yol bakımından daha şaşkın (ve aşağı) dırlar” (Furkân 44).

 

Sınırlı olanın Sınırsız Olan’a uymaktan başka çâresi yoktur vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2020

 

 

Devamını Oku »

22 Ağustos 2021 Pazar

Akıl ve Zekâ

  

“Ve: Eğer dinlemiş olsaydık yada akıl etmiş olsaydık, şu çılgınca yanan ateşin halkı arasında olmayacaktık derler” (Mülk 10).

 

“İnkâr edenlerin örneği bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyip (duyduğu veyâ bağırdığı şeyin anlamını bilmeyen ve sürekli) haykıran (bir hayvan)ın örneği gibidir. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl erdiremezler” (Bakara 171).

 

Akıl, insana has olan bir özelliktir ve yaratılışta Allah tarafından verilmiştir. Aklın işlevini yapabilmesi için onun kullanmak ve işlevsel tutmak şarttır. İnsan fıtrî olarak akıl ile maddî ve mânevî hayâtını düzenleyebilir. İnsan aklı, Allah’ın kendisine fıtraten yerleştirdiği ve sonra da peygamberlere vahyederek bildirdiği emirlerini idrâk etmeye uygundur. Yada en azından idrâk edemediklerine (gayb) teslim olması ve îman etmesi gerektiğini kavrayabilir. Çünkü aklın da bir sınırı vardır ve aklın sınırı gaybdır. Ondan sonra ise îman devreye girer ki, îman ile akıllarını “akleden kâlb”e çevirmeyenler ve bu minvâlde amel ve eylemde bulunmayanlar yakın-uzak vâdede mutlakâ saparlar ve akılları ve zekâları ne kadar güçlü de olsa, îmânın kapısından dönerek mânâdan mahrûm kalmış olurlar. Bu kişiler böylece akıllarını değil, zekâlarını ve zekânın doğrultusundaki mantıklarını kullanmaya başlarlar. Zekâ ve mantık ise, görmediğine inanmaz ve kabûl etmez. Zîrâ gaybın sınırına varmış iken teslim olamamış ve sorgulama-eleştirilerden sonra zekâları ve mantıkları onlara “geri dönme emri” vermiştir.

 

Zekâ insânî değil, hayvânî olandır. İnsan zekâsıyla değil, îmân ve îman-akıl ile ölçülmelidir. 

 

Zekâyı ve mantığı kullanmayı ve emre itaatsizliği başlatan şeytandır. Allah’ın açık emrine rağmen zekâsını ve mantığını kullanan şeytan, zekâsı sınırlı olduğundan dolayı yanlışa düşmüş ve Âdem’e secde etmeyi reddetmişti. İşte, aklıyla gaybın sınırına kadar gelen insan da, nefis ile dirsek temâsında olan zekâ ve mantığını baskılayarak teslîmiyet gösterip “Âdeme secde ederse” yâni Allah’ın emirlerine uyarsa îmâna ulaşır, fakat secde etmezse yâni Allah’ın emirlerine uymazsa gaybın sınırından dönerek zekâsının ve mantığının güdümüne girer.  

 

Aynı anlama geldiği zannedilen ve karıştırılan akıl ve zekâ kavramları aslında farklı anlamlardadır ve işleyişleri de farklıdır. Akıl, ilâhi-merkezli olan ve “verilen” bir şey iken, zekâ, beynin geliştirilmesi ile açığa çıkar. Yâni zekâ “beyin fırtınası”nın bir ürünüdür. Beyin kapasitesi ve potansiyeli fazla olanlar ve bu potansiyeli kullananlar zekî olurlar fakat bu, akıllı da oldukları anlamına gelmez. Kur’ân sürekli olarak akla vurgu yaparken, zekâya ise tek bir yer hâriç vurgu yapmaz. Bu tek yer ise Nûr Sûresi 21. âyettir ve orada geçen ifâde olan “mâ zekâ”, “temize çıkmaz” anlamındadır. Biz bu yazıda zekâyı, “tezekkâ” kelimesinde olduğu gibi “temizlik” mânâsında değil, “mantık yürütmek” ve “beyni aşırı çalıştırmanın sonucunda ortaya çıkan şey” anlamında kullanıyoruz. Yâni teste tâbi tutulabilen şeyden bahsediyoruz.  

 

Zekâ aslında “temizlik” anlamındadır ve temiz olanlara “zekî” denir. Fakat modern dönemde zekî-zekâ, “süper beyne sâhip” anlamına çevrilmiştir ki bu beyin de mânevî olanla değil, maddî olanla ilgilenir ki, maddî alanda da daha çok matematik ve fen ile ilgili olan alanlarda etkilidir. Zekâ beyin ile, akıl ise kâlp ile ilgilidir. Zekânın çıkış yeri beyin, sahih aklın çıkış yeri ise kâlptir ki Kur’ân “akleden kâlp” diyerek bunu tesciller.

 

Akıllarını kullanarak gaybın kapısına gelmiş, teslîmiyet göstererek îmâna ulaşmış ve bu îmân ile sâlih amellerde bulunmuş olan insanlar, “temiz” anlamında “zekî kişiler” olarak isimlendirilmiştir. Yoksa onların başarısı, beyinlerini çok üst seviyede kullanmalarından dolayı değildir. Onlar sâlih amelleri ve başarılarını, teslîmiyetten doğan îmâna ve îmânın yönlendirdiği akıllarına borçlu olmalarına rağmen, birileri bunun “cins bir beyne sâhip olmak”la ilgili olduğunu zannettiğinden dolayı onları “süper beyinli” anlamında “zekî” olarak isimlendirmektedirler. Bu nedenle biz bu yazıda zekâyı, “beynin işleyişinin sonucunda ortaya çıkan şey anlamında” kullandık.

 

Madde her zaman yine maddeyi çeker ve maddeyi arzular. Fakat ölüm ve madde-ötesi gerçeğinden dolayı insanda rûh ve bilinç de vardır ve insan bu cevherlere ve özelliklere sâhip olduğu için maddeden sonra mânâyı da düşünür ve zevk eder. Beyinden kaynaklanan zekâ mânâyı idrâk edemez ve bu nedenle de sâdece madde üzerinde düşünebilir. Tabi bu, “zekânın maddî çıkar için” olması anlamına gelir. Zâten beyin de bir maddedir ve beyin maddesi yine ancak maddî olanı benimser ve anlar. Dolayısıyla beynin bir ürünü olan zekâ da maddî olanı bilebilir. Onun üstünlüğü maddî olan üzerindedir. Madde-ötesi olanı bilemeyen zekâ sonuçta öyle bir yere gelir ki, salt madde ile ilgilendiğinden dolayı mânâyı es geçtiği için mânevi olanı inkâr etmeye başlar. Çünkü zekâ mantığa bakar ve bu yüzden ancak îman ile hissedilecek olan gaybı inkâr etmesi normâlleşir. Çünkü gayb, mantığa dolayısıyla da zekâya aykırıdır. O yüzden “îman gayba îman”dır ve din, gaybî alanda dogmadır. İşte mânâyı es geçmiş olan zekânın, maddî alanda çalışırken ve karar verirken bu uğurda her-şeyi ve herkesi harcayacak fikirler ortaya koyması ve bunları doğru görmesine şaşılmamalıdır.

 

Tabî ki biz maddî bir âlemde yaşıyoruz ve maddeyi de elde etmek için zekâmızı da kullanmamız gereklidir. Fakat “akleden kâlb”e ulaşmış olanlar buna bir sınır koyarlar ve zekâyı terbiye ederek doğal hâle getirirler. Çünkü zekâ sınırlanmadığında yapmayacağı zulüm kalmaz ki günümüzde Allah’tan kaynaklanan ve mânâ ile alâkalı olan akıldan vazgeçip zekâya kilitlenmiş olanların yaptıkları zulüm ortadadır. Tabî ki bu zekâ, “ifsâd edilmiş olan zekâ”dır. Yoksa zekâ, zekât ile de alâkalıdır ve zekât, maddî alandaki adâletsizliği ve zulmü önlemek içindir. Zâten Kur’ân da sürekli olarak “namazı kılın ve zekatı verin” der. Zekât malı temizler. Zîrâ “temizlik” demek olan zekâ ile, “malın  temizlenmesi” anlamındaki zekât aynıdır. Zekâ ise bencildir. Mantîken böyle olması gereklidir. Çünkü paylaşmak için verdiğinde mal madden azalır. Pislenmiş olan zekâ yâni mantık, paylaşıldığında malın madden azalırken mânen çoğaldığını göremez. Akıllı olana ilhâmı veren Allah iken, zekîlere ve zekâya ilham veren ise şeytandır. Ancak vahyi-merkezli akıl ile zekâsını kullananlara şeytan etki edemez.

 

Zekâ dar kapsamlıdır, “olanı çabuk kavrar” fakat “olması gerekeni” kavramakta zorlanır yada kavrayamaz. Çünkü zekâ mânevî alanda hiç işlemez yada çok kısırdır.

 

Zekâ matematiğe yönelikken, akıl daha çok “sözel” olana yöneliktir. Matematiğin âdetâ kutsallaştırıldığı günümüz modern zamanlarında, sözel konulardan bahsetmek “boş bir iş” olarak görülürken, matematik-merkezli eğitim sistemleri, insanların körü-körüne aşırı ilgisini çekmektedir. Zâten “sistem” de daha çok, insanı soyut düşünceden alıkoyan  matematiğe çanak tutmakta ve matematiği kutsamaktadır.

 

Peki yerel ve küresel lîderler-tâğutlar neden sayısal yönü çok fazla öne çıkararak insanları bu alana kilitliyorlar?. Çünkü insanları matematiğe, hesâba-kitaba alıştırarak, onların paradan, ekonomiden başka bir şey düşünemeyen “insanımsı”lara dönüşmelerini istiyorlar. Bu yolla sosyâl-sözel insan tipleri, yönettikleri Dünyâ’da (Dünyâ’yı yönetenler genelde sözelcilerdir) insanları “bir çeşit madde bağımlısı” yapacaklar ki, hem onları kolayca yönetebilsinler, hem de istedikleri gibi sömürebilsinler. Çünkü sayısal zekâ sâhipleri, sorgulama yeteneği olmayan zekâlardır ve sayılar “tüketim” ile çok alâkalı olduğu için, hem kendileri tüketmeyi insan olmanın en yüce şartı olarak görürler, hem de insanları da bu yola yönlendirirler.

 

Mâneviyattan kopuk zekâya sâhip olan zekî insanlar; sanat, incelik, rûh ve estetik akıldan da yoksundurlar. Çünkü sürekli olarak sayılarla uğraşırlar ve sayılar ruhsuzdurlar. Sayılar çok katıdırlar. 2 kere 2 her zaman 4 eder ve üzerinde düşündürtmez. Bu nedenle ince düşünüşe kapalıdır zekâ. Sorgulamaya, eleştirmeye kapalıdır. Sayısalcıların sürekli olarak ruhsuz madde ile uğraşmaları, onları da ruhsuzlaştırmakta, âdeta bir “mal” hâline getirmekte, a-sosyâlleştirmektedir. Toplumda bu tür insanlar çoğalmaktadır. Matematik-sayısal alanda çok başarılı olanlara zekî insanlara bir bakın; Görünüşleri-bakışları bile psikolojik bir bozukluk görüntüsü verir. Süper zekâlar sürekli karmaşık işlerle uğraştıkları için çok basit şeyleri bile anlamlandıramaz, çocukların bile kolayca yapabildiği normâl hayattaki kolay işlere bile elleri yatmaz.

 

“Zekî” olanlar muhâfazakârdırlar ve yeni bir şey düşünemezler. Bu durum onlarda eleştiri-îtirâz-isyân duygularını köreltmiştir. Zîrâ mevcut her türlü problemi zekâlarıyla çözebileceklerini düşünürler. Düz mantıklıdırlar. Bu nedenle de iktidardaki partiye oy verirler genelde. Akıl sâhipleri ise sürekli bir düşünme-sorgulama üzerinde olduklarından, yanlışları daha iyi görürler ve bu nedenle de eleştiri-îtirâz-isyân edebilen bir kafa-yapısına sâhiptirler.

 

Zekâya önem veren modern dünyâ çok vahşî ve zâlimdir. Modernite “matematik kafa” üretir ve matematikte esneme payı olmadığı için bir yumuşama da görülmez zekî insanlarda. Zâten çok soğukturlar ve Allah rızâsını bilmezler. Zîrâ Allah mantık-dışıdır. Üstün zekâlıların ürettikleri ürünler insanlara çok zarar verir. Tabi bu umursanmaz bile. Çünkü mantık olarak önemli olan maddî kazançtır. İşte bu yüzden zekânın ürettiği uçaklarla 4-5 bin metreden atılan ve ağır tahribat yapan bombalarla insanların çoluk-çocuk demeden öldürülmesi, zekâ ve mantık açısından sorun değildir. Zîrâ zekâ, âhiretin varlığını da kabûl etmez. Öldükten sonra yeniden bir hayâtın olması, mantığa da terstir. Oysa “akleden kâlb”e sâhip olan müslümanlar, Peygamberimiz döneminde mancınık kullanmayı bile tartışmalardı ve nereye gittiği görülemeyeceğinden dolayı, mazlum ve mâsumlara zarar verme ihtimâli nedeniyle kullanılmaktan vazgeçilmişti. Bu durum Osmanlı’da da “havan topu” için geçerlidir.

 

Tabî ki Dünyâ’ya matematik-sayısal zekâlı insanlar da lâzımdır ki, her türlü mühendislikte sayısal ve maddî zekâ olmazsa-olmaz bir konudur. Fakat dediğimiz gibi bu zekâ, “terbiye edilmiş ve temizlenmiş” (tezkiye) bir zekâdır.

 

“Temizlik” anlamından saptırılan ve “beyin fırtınası” ve “süper beyinli” anlamındaki zekâ, “kışkırtılmış zekâ”dır. Çünkü seküler-kapitâlist-liberâl sistem her-şeyi kışkırtır. Onun ayakta kalması buna bağlıdır. Hayâtiyetini bundan alır. Bu yüzden her-şeyi kışkırtır ve yolundan saptırır. Oysa bir şey her zaman en üst seviyesinde olacak diye bir şey olamaz. Belki bâzen beyni ve aklı zorlamak gerekir ama bu normâlde olağan-üstü durumlar için geçerlidir. Meselâ bir arabanın en son hızı 220 km. diye arabayı sürekli olarak 220 km. hızla kullanmak gerekmez. Araba 100 km. hızla da gider ve varacağı yere varır. Hem de daha güvenli bir şekilde. Tabi bir sollama yapacağı zaman hızını yükseltmesi gerekir. Mânâdan ve akleden kâlpten kopuk zekâya önem verenler, zekânın sürekli olarak en üst seviyede işlemesini isterler. Süper zekâlardan “sürekli beyin fırtınası” ürünleri geliştirmeleri beklenir.

 

Zeka “temizlik” demektir. İnsanlar ise onu “beyin fırtınası” ve “süper beyin” zannediyor. Tabi bu durumda zekâyı en çok destekleyen de şeytan olacaktır. Şeytan, aklı ve daha da önemlisi “akleden kâlbi” zekâ ile baskılayıp blôke etmek istemektedir. Çünkü zekâ ancak maddî olanda geçerlidir ve şeytan insanı en çok maddî olan ile aldatır. Zekâ kurnazlığı da çağrıştıran bir kelimedir ki mânevi alanda kurnazlık değil, samîmiyet geçerlidir. Oysa zekî olanlarda samîmiyet ya çok azdır yada hiç yoktur. Bu bağlamda Abdulaziz Tantik akıl-zekâ ayırımını şu şekilde yapar:

 

“Akıl ve zekâ arasındaki farka dikkat çekmek gerekir. Kurnazlık, aklın alanına dâhil edilmemelidir, ki o zâten zekânın alanındadır. Zekî insan, kendi çıkarı için yanıltma ve yönlendirme yapabilir. Akıl, aslî hüviyetini muhâfaza ettiği sürece aldatmaya ve yanlış yönlendirmeye yanaşmaz. O doğru gördüğü şey üzerinde ısrâr eder. O yüzden akıl, her türlü ahmaklığı, sahteliği, yalan ve dolanı, bilerek aldatmayı onaylamadığı gibi kendi zeminini kaydırdığı için de üzülür ve acı çeker”.

 

Akıl başkasına aktarılabilir ve bir kişiye akıl verilebilir. Fakat zekâ “kişiye özel”dir. Zekâ “sınırı olan”dır ki zâten bu nedenle IQ ile ölçülebilir. Ölçüye gelen şey, sınırı olan şeydir. Akıl ise duygu ve mâneviyat ile de bağlantılı olduğundan dolayı sınırı çok daha geniştir.

 

Modern dünyâ, kâlbi bırakıp zekâya kilitlenmiş insanların dünyâsıdır. Modern insan akla değil, zekâya önem veriyor. Çünkü modern dünyâda şeytanın iktidârı hâkim.

 

Doğal bir zekâ vardır ve olmalıdır fakat kışkırtılmış aşırı zekâ şeytandandır. Zîrâ şeytana alan açar. Aklın gelişmesi “Allah’ın vahyi” ile (akleden kâlp), zekânın gelişmesi ise “şeytanın vahyi” ile olur. Zîrâ şeytan da dostlarına vahyeder ki bu vahiy direkt olarak üstün zekâlı olanların beynini hedefler. Oysa Allah’ın vahyi kâlbe iner (Müzzemmil 5).

 

Hiç kimse şeytandan daha zekî olamaz. Şeytanı şeytan yapan zekâsıdır zâten. Şeytan akıllı değil, zekîdir, akıllı olsa Âdem’e secde ederdi. Akıllık edip Allah’a itaat ederek Âdem’e secde etseydi “şeytan” olmazdı. İtaat edip de secde etmeyenler şeytanlaşır. Secde etmemek şeytandandır çünkü.

 

Kapitâlizm çok çalışıp gereğince üretenlerin değil, şeytânî zekâya sâhip hırsızların sistemidir.

 

Zekâ bir akıl ve akletme yetisi” değildir. Bu yüzden bilgi-sâhibi olmak “bilinç-sâhibi olmayı içermez. Kur’ân’ı anlamada zekânın faydası olsa da, vahyi hakkıyla idrâk etmede “akleden kâlp” ile teslîmiyet ve teslîmiyetten doğan bilinç, îman ve samîmiyet önemlidir. Kur’ân, meâlini-tefsirini okuyup anlamakla değil, rûhunu kavramakla idrâk edilebilir. Bunun için de, “kıvrak bir zekâ” değil, “akleden bir kâlp” gerekir. Kur’ân’ı kavrama seviyesi kişinin bilgisiyle/zekâsıyla değil, ciddiyetiyle alâkalıdır:

 

“Çünkü o bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl ölçüp biçti. Sonra (yine) kahrolası nasıl ölçüp biçti. Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: ‘Bu, yalnızca aktarılarak öğrenilen bir büyüdür’ dedi. ‘Bu, bir beşer sözünden başkası değildir’ dedi” (Müddesir 18-25).

 

Üstün zekâya sâhip bir Arap dâhisi olan Velid bin Muğire, burada aklını kullanmayıp da zekâsını-mantığını devreye sokunca, vahyin âyetleri belki de kâlbini etkilemiş olsa bile, çıkarına endekslenmiş olan beynini yâni zekâ ve mantığını etkilemediğinden dolayı, apaçık bir nûr olan âyetler için “eskilerin masalları” deyivermişti.

 

Hangi mü’min daha akıllıdır yâ Resûlullah? diye soruldu. Peygamberimiz şöyle cevap verdi: “Ölümü sıkça hatırlayıp, ölümden sonrası için en iyi hazırlık yapan kimsedir. İşte gerçek akıllı insanlar onlardır” (İbn-i Mâce, Zühd, 31).

 

Gerçekten zekî olanlar yâni “temiz” insanlar, bilgileriyle ve beyinleriyle kibirlenmezler ve aslında bildiklerinin ve zekâlarının ne kadar da yetersiz olduğunu fark edenlerdir. Sokrates “zeki olduğumu biliyorum, çünkü hiç-bir şey bilmediğimi biliyorum’’ demişti. Çünkü hakîkate zekâ ile değil, îman ve îmânın yönlendirdiği akleden kâlp ve bu kâlp ile yapılan sâlih amellerle erişilebilir. Ramazan Yazçiçek; “zekâ tek başına menfaate, akletmek ise hakîkate yöneltir insanı” der.

  

Tabi aklın da bir sınırı vardır ve o sınır “gayb sınırı”dır. Îmân burada devreye girer. Îmânın bedelini göze alabilenler îman ederler, göze alamayanlar ise geri dönerler ve zekâlarıyla ve mantıklarıyla baş-başa kalırlar. Îman edenler akıllarını vahiy-merkezli olarak en doğru şekilde kullanabilirler ki, bu kişilerin zekâsı akıllarının kontrôlündedir.

 

“Dediler ki: Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiç-bir bilgimiz yok. Gerçekten sen, her-şeyi bilen, hüküm ve hikmet sâhibi olansın” (Bakara 32).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2018

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

15 Ağustos 2021 Pazar

Akıl ve Amel

 

“Allah’ın izni olmaksızın, hiç kimse için îman etme (imkânı) yoktur. O, akıl erdir(e)meyenlerin üzerine iğrenç bir pislik bırakır” (Yûnus 100).

 

“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).

 

Akıl, amele geçmek ve eyleme yönelmek içindir. Yoksa akıl sâdece düşünmekle ve konuşmakla tezâhür eden bir şey değildir. En azından aklın ortaya koyduğu şeylerin hak olup-olmadığı amele-eyleme dönmedikçe belli olmaz. Aklın ortaya koyduğu düşüncelerin sağlaması ancak ameldeyken yapılabilir. Amele dönmediğinde tüm düşünceler ve teoriler ancak bir iddia  ve hipotez olarak kalır. O hâlde aklın amele dönmesi zorunludur. Bu yöneliş ya Allah-merkezli olmak yada şeytan, nefs ve tâğut-merkezli olur. Aklın doğru çalışması ve hayır üretmesi için aklın Allah-merkezli olması zorunludur. Aksi-hâlde Allah’sız modern akıl ve teknolojinin yaptığı gibi fitne çıkarır ve her-şeyi ifsâd eder. Kısmî yararları da yok olur gider.

 

Peki bu niçin böyledir?. Çünkü vahye bağlı olmayan akıl hiç-bir zaman yeterli olmaz ve modern-bilim ve teknolojinin, araştırmaların vs. ilerlemesi hiç-bir zaman bitmeyeceği için aklı kusursuzlaştırmaz ve tam yetkin kılmaz. Bu nedenle de aklın, âlemlerin rabbi olan Allah’a bağlanması gerekir ki bu bağlanma elbette vahiy ile olacaktır. Vahiy-merkezli olmayan yâni Allah’ın emir ve nehiylerine göre olmayan amel-eylemler sünnetullah gereğince mutlakâ fitneye sebep olur ve ifsâd eder. Taha Abdurrahman akıl ve vahiy farkından bahsederken şunları söyler:

 

“Akıl yeterli olmadığı ve olmayacağı için vahiy vardır. Bir-takım şer’î hükümler vardır ki insanlığa beşer aklının üretmiş olduğu pozitif hükümlerden daha çok hizmet etmiştir. Bu şer’î hükümler neden pozitif hükümlerin üstündedir?. Zîrâ şer’î ahkâm, insan aklının en son gelişim noktasında ulaşabileceği bir zirve noktasında durmaktadır. Şer’î hüküm, insan aklı, kemâl noktasına ulaştığında ancak kavrayabileceği bir hükümdür. Beşerî hüküm ise gelişimini tamamlamamış insan aklıyla ulaşılan eksik bir hükümdür. Akıl gelişimini tamamlamadığı için beşerî hükümler şer’î hükümlere mutâbık değildir.

 

Şeriata uygunluk, fayda celp etmek ve teoriyi aşıp pratiğe geçmektir. Çünkü şeriata uymayan amel, aklı doğrultucu bir amel olamaz. Zîrâ böyle bir eylemin teorik yapısı ne denli güçlü olursa-olsun, ‘âdem-i yakîn’ vasfından dolayı iyilik yapmak isterken kötülüğe sebep olması muhtemeldir. Nitekim batı’lı modern insan, asırlardır ‘aklı birleştirmeye’, ‘kâinâtı aklîleştirmeye’, ‘âleti kontrôl altına almaya’ ve ‘bilimi tanzim etmeye’ yönelmiş olmasına rağmen, bu yönelimin şeriatta tecelli eden ilâhî irâdeye uygun olup-olmadığını umursamadığı için gerçekleştirdiği eylemler kötülüklerle sonuçlanmış ve insanlığa getireceğini vâdettiği değerlerin zıddını ifrâz etmiştir. Aklı birleştirmeyi hedeflerken çoklu hâle getirmiş, aklîleştirmenin yerine irrasyonel bir yönelime sebep olmuş; âleti değil, insanı itaati altına almış ve bilimi tanzim etme yerine dağınıklaştırmıştır. Şeriata uygunluğu ilke edinmeyen bir yönelim, eğer insanoğluna çok yakın olan maddî meselelerde bu kadar tökezliyorsa o zaman kendisine uzak olan geleceğe ve gayba âit hususlarda çok daha beter olacaktır.

 

Şer’î amelin getirdiği faydalar, gayr-i şer’î eylemlerin getirdiği faydalardan farklıdır. Şöyle ki, gayr-i şer’î eylemin yararı sırf maddî, sathî ve bireysel olmanın ötesine geçemez; oysa şer’î maslahatlar, bâzı yüce değerlerle kayıtlıdır ki, bu değerler onu maddî olanın dar ufkunun üstüne çıkarır ve sâdece bu dünyâyı îtibâra alma yüzeyselliğinden kurtarır. Böylece şer’î amel, insana elde etmeye çabaladığı faydalarda sâdece kendi arzu ve isteklerini merkeze almasını ihtiyârî olarak terk ettirir. Şer’î ameli îcap ettiren ilkeleri teoride bırakmayıp pratiğe aktarmak vasfı ise, dîni yaşanılan ve gözlemlenen bir gerçeklik hâline getirir ki, bu durum insanın sâhip olduğu ilmi yüceltir. Zîrâ ‘her ilmin değeri, amele taâllûk ettiği kadardır’. Bunun yanı-sıra insanın algı güçlerini genişletir; çünkü kulu donuk alışkanlıklardan ve fâsit îtikatlardan kurtaran ibâdetler, onun basîretinin önünde alabildiğine derinlikli ve engin bir-çok ince meselenin idrâkine ufuklar açar. Böylece onun düşünüşü daha muhkem ve daha nüfûz edici hâle gelir. İbâdetin diğer bir faydası da insanı inhiraftan koruması ve sürekli olarak onun istikâmetini düzeltmesidir”.

 

 Modern batı aklı, aklın her-şeyi halledebileceğini, insanın aklıyla doğaya egemen olabileceğini, tüm sorunları çözüp Dünyâ’yı cennete çevirebileceğini zanneder. Oysa bu ideâl, aklın ilahlaştırılmaya başlandığı son 200-250 yıl içinde mümkün olmamıştır, olamaz da. Çünkü âlemleri yaratan Allah’ı hesâba katmadan ve O’nu dışlayarak bir şeylerin aynen göklerdeki gibi düzgün gidebilmesi ve göklerdeki gibi muazzam bir nizam kurulması imkânsızdır.

 

Amel bilgi değildir ve amelin bilgisi amel değildir. Zâten bilgi de ancak amel-eylem hâlindeyken tamamlanır ve netleşir. Hak olan bir bilgi amelde çelişki çıkarmaz ve zarar yerine yarar sağlar.

 

Amel ve eylem ancak Allah’ın emirleri ve nehiyleri doğrultusunda olunca sorun çıkmaz  ve her-şey doğal, normâl ve fıtrata uygun olur. Amel-eylem ise, ancak vahiy-merkezli çalıştırılan akıl ile tezâhür edince yarar sağlar ve doğru ve iyi sonuç verir. Fakat akıl vahye değil de mecbûren şeytana, nefse ve tâğutlara uyunca, nefse uygun ama rûha ve fıtrata aykırılık üretir ve ifsâd eder. Çünkü akıl sonsuz değildir ve aklın bir sınırı vardır. Hattâ aklın en önemli aracı olan matematiğin bile sınırları olduğu artık net olarak açığa çıkmıştır. Gerçekte vâr olmayan şeylerin matematikte doğru gibi gösterilebilmesinin mümkün olduğunu ünlü matematikçi Sir Herbert Dingle şöyle açıklar...

 

“Matematiğin lîsânı içinde biz doğrular kadar yalanlar da söyleyebiliriz. Ve matematiğin sınırları içinde bunların birini diğerinden ayırma şansı yoktur. Kısaca, matematikte soyut/teorik olarak varılan bir sonuç, bunun gerçek bir karşılığının olmasını gerektirmez”.

 

Ünlü matematikçi Freemann J. Dyson:

 

“Henüz insan aklı fiziksel evreni, matematiksel evreni yada bunlar arasındaki ilişkileri tam olarak anlamanın yakınında bile değildir” der.

 

Demek ki sınırsız olan hiç-bir şey yoktur ve bizim ulaşabileceğimiz en üst sınır, vahiy ile bildirilenlerdir. Zîrâ sâdece vahiyde bir çelişki yoktur. Çünkü vahyi indiren, “gökleri de yaratan”dır. Göklerde nasıl ki muhteşem bir âhenk varsa, vahiy de işte öyle bir âhenge ve doğruya iletme içeriğine sâhiptir.

 

Matematikçi Kurt Gödel’in teorileri de aklın sınırlarını delilleriyle ispatlamıştır. Şöyle ki, akıl her-şeyi kuşatamaz; çünkü aklın kendisi de bu “her-şeyin” bir cüzüdür. Cüz, küllü nasıl kuşatsın ki?. Kezâ, akıl kendisi üzerine delil getiremez; çünkü kendi zâtını delillendirmesi için kendisinin üstünde daha güçlü vesîlelere sâhip başka bir akla ihtiyâcı vardır. Bu başka aklı delillendirmek için de  onun üstünde bulunan bir akla gereksinim vardır. Bu durum bitmeyen bir silsile içinde böylece sürer gider ve eğer aklın rütbesindeki vesîlelerle onu temellendirmeye kalkarsak kısır-döngüye düşeriz. Demek ki, aklın aşamadığı sınırları vardır ve bu husus matematiksel olarak temellendirilmiştir.

 

Aslında akıl ile amel birbirinden ayrılamaz. Çünkü akıl bir şey üretmişse mutlakâ amele dönmeye zorlar ve amelde o üretimin ne ve nasıl olduğu belli olur. Amel ise mutlakâ bir aklın ve düşüncenin sonucudur. Aklın ve amelin birbirinden ayrılması modernite ile ortaya çıkmıştır ki modernite de bu ayrılığı Yunan aklına dayanarak yapmıştır. Yunan aklı akıl ile ameli ayırmıştı. Akıl ile amel ayrıldığında insanlar sâdece akıl yürütmenin yeterli olduğunu ve amele dönmese yada amelde farklı ve yanlış olsa da aklın ürettiklerinin yine de doğru olduğunu düşünüyorlardı ki bu zihniyet moderniteyle birlikte günümüzde de hâkimidir. Amelde-eylemde zarar vermesine rağmen teoride doğru gözüktüğü ve “aşılamayan bir teori”(!) olduğu için zarârlarına rağmen “aşılamayan akıl yürütmeler” yapılır. Çünkü akıl sonsuz güçte değildir ve bir sınırı vardır. O sınır ancak vahiy ile aşılabilir. Vahyi yâni Allah’ı hesâba katmayanlar aklın sınırlandığı yerde, o akla göre olan amel ve eylemin yâni pratiğin kötü sonuçlarına katlanmak ve ileride bu durumun aklı daha fazla kullanmakla aşılacağı umûdu ile yaşamak zorunda kalırlar.

 

Akıl ile amelin birbirinden ayrılmasının Yunana dayandığından bahseden Taha Abdurrahman bu konuda da şunları söyler:

 

“Çünkü Yunanlar amelî-hayat ile ilmî-hayâtın arasına fark koyarak düşünce-hayâtını amelî-hayattan bir-kaç derece üstün sayarlardı; oysa İslâm medeniyetinde ilim ile amel birbirini müstelzimdir, biri olmadan diğeri makbûl değildir. Hattâ amel, İslâmî pragmatikte aklın temel asıllarından biridir. Nitekim akıl, müslümanların cumhuruna göre, sağlam bir amelin eşlik ettiği ilim tahsiline alâmet sayılır. Bu amel ister ibâdet, ister davranış, isterse tecrübe olsun. Bu hususta Fârâbî şöyle der: ‘Müslümanların cumhuru, akıllı (âkil) kelimesi ile fazîletli olan ve seçilmesi gereken hayır ile kaçınılması gereken şerri tespit etmekte sağlam bir muhâkemeye sâhip kimseyi kastederler. Kafası şerre iyi çalışana bu ismi vermezler; bilakis ona ‘dâhiye’ sözcüğünü kullanırlar’. Kezâ Gazzâlî, aklın mânâlarını sayarken ısrarla onun amelle olan ilişkisine vurgu yapmıştır. Zîrâ şöyle demiştir: ‘Akıl, ilim ile ameli cem eden kimse için kullanılır; müfsit bir kimse son derece zekî de olsa ona ‘akıllı’ denmez.

 

İslâmî pratiği tanzim eden bu ilke dikkate alındığında, bu pratiğin, mücerret aklın engellerinden hangi yolla kurtulduğu da görülür. Bu yol, İslâm pratiğinin mücerret aklı kusur ve noksanlıklarından arındırıp eksiklerini tamamlaması yönündeki etkinliğidir. Bu ikmâl ve tekmil faaliyeti, mü’mini ‘amel etme’ gücüyle donatmakla ve onun teorik aklını, müşahhas amel üzerine kurmakla gerçekleşir. Böylelikle amel sâyesinde mücerret aklın ufku o kadar açılmaya, genişlemeye ve derinleşmeye başlar ki, ‘amel etmekle aklî faaliyetler bir bakıma aşılanmış ve verimli hâle gelmiş olur”.

 

 Teknoloji Allahsız modern-bilimsel aklın eylemidir fakat bu eylem hayırlı bir amel değildir ve bu nedenle hayırdan çok şerri ortaya çıkarmaktadır. Zâten insanlığı da bir türlü düze çıkaramamaktadır. Çünkü Allah’tan kopuk akıl ve amel sonuçta mutlakâ zarar verir ve ifsâd eder. Allah’tan kopuk olan her-şey mutlakâ zarar verir yada zarârı yarârından daha çok olur.

 

Modern müslümanlar da artık amel-eylemden koptular ve sâdece teorik çalışmalar yapıyorlar ki bu nedenle de aklı aşırı öne çıkarıyorlar. Bu durum aklın ilahlaştırılmasına kadar gitmektedir. Çünkü amele-eyleme dönmediğinde akla yönelmek aşırılaşır ve akıl ilahlaşmaya başlar.  

 

Amelden-eylemden yoksun ve kopuk “salt ilmî çalışmalar”la bir şeyin düzeltilemeyeceğinin delîli, “modern-entelektüel İslâmî çalışmalar”dır. Amel ve eylemin zorluğunu göze al(a)mayanlar, “Kur’ân’ı anlayarak okuma”yı hayâtın tek amacı yapıyor. Amele-eyleme dökmedikten sonra, Kur’ân’ı, dönüp-dönüp anlamayarak “Arapça okumak”la, dönüp-dönüp anlayarak “Türkçe okumak” arasında bir fark olmaz. Amel-eylem hâlinde olmayan din, hurâfelerle kuşatılır. Bu hurâfeler ya klâsik yada modern hurâfeler olur.  

 

Ameli-eylemi belirleyen Rabb’tir. Amelinizi-eyleminizi kim belirliyorsa, Rabbiniz odur. Ameller niyetlere göredir, peki niyetler neye göredir?. Niyetler İslâm’a ve îmâna göre olmalıdır. Ateş olmayan yerden duman çıkmayacağı gibi; îman olmayan yerden de hayırlı amel çıkmaz. Yada “hayırlı amel çıkmıyorsa îman da yok gibidir” denebilir.

 

Belli bir sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik hayat-tarzı, belli bir düşünce-şekli oluşturuyor ve o kişi artık ona göre düşünüyor ve hareket ediyor. Vahiy ise, müslümanlar için tüm durumlarda düşünce, bilgi, bilinç ve amel-eylemin kaynağıdır.

 

Bir düşüncenin sağlamasının doğru olarak yapabilmesinin tek yolu, o düşüncenin amel-eylemde nasıl tezâhür ettiğine-edeceğine göre olabilir ancak. Yoksa bir düşüncenin başka bir düşünceyle doğru olarak sınanması zordur. Zîrâ o yeni düşüncenin de sınanmaya ihtiyâcı vardır. O hâlde amel ve eylemle sınanmamış düşüncelerin “kesin doğruluğuna” güvenilemez.

 

Amelle yorulmadığımız için, bizde bir “inanç yorgunluğu” oluşmuştur. Biz Kur’ân’ı okuduktan sonra amel-eyleme dönerek “güzel örneklik” olan Sünnet’i tâkip etmediğimiz için, Dünyâ’ya “güzel örnek” olamıyoruz. Sahih Sünnet, “Kur’ân makâmındaki amel”dir. En doğru söz Allah’ın sözüdür (Kur’ân), en doğru amel ise Peygamber’in amelidir (Sünnet).

 

Kâlpler sâdece söz ile değil, söz ve amel bütünlüğü ile mutmain olur. Bu nedenle “kubbede hoş bir sedâ bırakmak” yetmez, Dünyâ’da “devâm eden bir amel” (sadaka-i câriye) bırakmak da önemlidir.

 

Tevrat’la amel edeceğine söz verip de “Cumartesi Yasağı”nı çiğneyerek sözünden dönen yahudiler, “maymun ve domuz” oldular. Şimdi müslüman(!) olarak sözümüzde durmadığımız için, biz de “maymun ve domuz” mu oluyoruz acaba?. Çünkü Allah’a verdikleri “söz”ü tutmayanlar maymunlaşırlar ve de domuzlaşırlar.

 

Bizim söylemlerimizin doğruluğu yada yanlışlığı, amele-eyleme dönmediği için açığa çıkmıyor. Peki daha ne zamâna kadar kelimeleri süsleyip-püslemeye devâm edeceğiz?. Ne olursa, başımıza ne gelirse tavrımızı değiştirip de amele-eyleme döneceğiz?. Şunu da söyleyelim ki, yapılan bâzı küçük etkinlikler yaralı olabilse de, Kur’ân’ın bahsettiği “sâlih amel-eylem” değildir.

 

Allah rızâsına uygun yapılan en küçük bir amel-eylem; aklın ortaya koyduğu en ileri “soyut” teoriden üstündür. Vahiy-merkezli olmayan amel, insanı temiz kılmaz ve temiz tutmaz. Allah’ın dînini hayâta hâkim kılmak adına vahiy-merkezli sâlih amel ve eylemde olunmadıkça “temiz” kalmak imkânsızdır. Temiz olmayanların ise Kur’ân’a dokunması ve Kur’ân’a göre yaşaması beklenemez.  

 

Din, ilim ve ameldir. İnsan rûhu, ancak ikisi birlikte olursa mutmain olur. Akıl da ancak, vahiy-merkezli bir ilim ve amel-eylem ile doruğuna çıkabilir ve en doğruya ulaşabilir. Aksi-hâlde şeytan, nefs ve tâğutlar başımıza ceberrut kesilir ve bizi kuşattıkça kuşatırlar.

 

Allah’ın size rûh üflemesini istiyorsanız Kur’ân’ı okuyun ve vahiy-merkezli akleden bir kâlbe sâhip olun; o aklın hayatta “hak ve hakîkat” olarak görünür olmasını istiyorsanız, Kur’ân’ı amele-eyleme dökün.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2020

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

10 Ağustos 2021 Salı

Akıl ve Ahlâk

 

“… O, akıl erdir(e)meyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100).

 

“Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4).

 

Modern zamanlarda akıl ile ahlâk aynılaştırılmıştır. Akıl ile insan aynı şeydir. Eğer aklı merkeze alıp onu ölümüne savunuyorsanız ve sürekli olarak akıldan bahsediyorsanız yâni akıl-merkezliyseniz, modern toplum tarafından “ahlâklı” biri olarak kabûl edilirsiniz. Çünkü modernizme göre ahlâkın kaynağı akıl yâni insandır. İşin garibi, eğer ahlâkın kaynağını akla yâni insana değil de Allah’a bağlıyorsanız -ki doğrusu budur- o zaman da gerici, yobaz, ilkel ve terörist damgası yersiniz.

 

Kur’ân, aklı kullanmaya çok büyük önem verir. Fakat aklın merkeze alınarak ilahlaştırılmasına da karşı çıkar. Aklı kullanmamak ne kadar kötü ve yanlış ise, aklı merkeze almak ve her-şeyi akla göre değerlendirmek ve yapmak da o derece kötü ve yanlıştır ki bunun sonuçları modernizmde apaçık görülmektedir. Zîrâ modern akıl, ahlâktan dolayısıyla da Allah’tan kopuk akıldır. Allah’ın kullanmamızı emrettiği akıl ise, vahiy-merkezli olan, vahyin kontrôlünde ve yönlendirmesinde olan akıldır.

 

Modernizm, Allah’tan kopmanın bir sonucu olarak “ahlâktan kopmak ve ahlâk yerine aklı merkeze alma”nın adıdır. Aklı merkeze almak, “insanı merkeze almak” demektir. İnsanı merkeze almak ise, “insanı ilahlaştırmak” anlamına gelir. Merkeze neyi alıyorsanız ilahınız odur. Akıl eğer şeytan ve nefs-merkezli olursa ortada ahlâk kalmaz ve onun yerine “etik”ten ve morâlden falan bahsedilmeye başlanır. Akıl-merkezlilik, yakın-uzak vâdede Dünyâ’yı ifsâd ederken, vahiy-merkezli akıl ise Dünyâ’yı bir selâmet yurduna çevirir.

 

Akıl bir cevher midir yoksa araz mıdır yâni bir eylem-şekli midir?. Kur’ân’a baktığımızda aklın, kullanılan yada kullanılmayan bir şey olduğunu görüyoruz. Aklın kendisinden değil de, kullanılıp-kullanılmamasından bahsedilir. Yâni akıl değil de “akletmek” vardır. Bu akletme ya şeytana, nefse ve tâğuta göre yada vahiy-merkezli olarak Allah’a göre olur. Nefs-merkezli olunca beyne, Allah-merkezli olunca kâlbe isnât edilir. Kur’ân “akleden kâlp” der. Akletmeyi kâlbe isnât eder. Modernite ise aklı beyne has kılar, zekâ ile eşitler ve IQ falan ölçer durur. Böylece IQ’sü yüksek olanlar aklen de ahlâken de üstün kişiler olarak kabûl edilir. Zâten bu yüzden sürekli olarak, bir kötülüğün nedeni için “eğitim eksikliği”nden bahsedilir. Eğitim arttıkça -sözde- akıl da artar ve akıl arttıkça da güyâ ahlâk artar. Lâkin bu teori pratikte karşılık bulmaz. Zîrâ eğitim de moderndir. Modern eğitim elbette Allah’tan kopuk olan modern aklı ve modern ahlâkı daha doğrusu ahlâksızlığı ortaya çıkaracaktır. Çünkü akıl Allah-merkezli olarak artmadıkça artacak olan şey ahlâksızlıktan başka bir şey olmayacaktır. Zîrâ akıl Allah’tan kopunca şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlüne girer. Taha Abdurrahman bu konuda şunları söyler:

 

“Akıl zât değil, eylemdir. Felsefî ifâdeyle cevher değil, arazdır. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm’in nassları okunduğunda oradaki ‘akıl’ın, Yunanların akıldan anladığı mânâdan farklı bir mânâya geldiği görülür. Yunanlı medlûlünde akıl bir zâttır, cevherdir; yâni insanın içinde mevcut olan müstakil varlıklardan biridir. Hattâ Yunan tasavvuruna göre sâdece insanda değil, aksine bütün kâinatta içkin olan ve olguları tanzim eden bağımsız bir akıl, orijinâl tâbirle bir ‘logos’ vardır. Aklı bağımsız bir zât kabul ettikleri için de onu duyudan da, kâlpten de tamâmen ayırmışlardır. Aklın bu mânâsı, İslâm’ın kurucu metinlerinin herhangi birinde bulunmamaktadır. Bu müesses metinlerde yer alan mânâ, aklın da tıpkı işitmek, görmek, tatmak ve koklamak gibi bir fiil olduğu yönündedir.

 

Hiç-bir Arap lügatçi tatmaya, koklamaya veyâ görmeye zât demediği gibi akla da zât dememiştir. Felsefî tâbirle ifâde edilecek olursa akıl, İslâm’ın kurucu metinlerine göre ‘cevher’ yâni kendi zâtıyla kâim, kendi-kendisine yeten, başkasına ihtiyaç duymayan bir şey değildir. Çünkü aklı ‘şeyleştirme’ onu donukluğa götürür; oysa açıktır ki, akıl, zâtın ve mâhiyetinin kaldıramayacağı kadar canlılık, hareketlilik ve güç taşımaktadır. Peki, aklın yâni bu mahsus algısal eylemin kaynağı nedir?. Kur’ân-ı Kerîm’in bu soruya cevâbı açık ve tartışmasızdır. Kur’ân’a göre akletme eyleminin kaynağı, kâlptir. Akıl, kâlbin fiillerinden bir fiildir. Kâlbe mahsus eylemdir. Nitekim âyet-i kerime ‘onların kâlpleri vardır, ama onunla akletmezler’ (Hac, 22/46) der. Akıl burada sarih bir fiildir. İşitmek, âleti kulak olan bir fiil; görmek, âleti göz olan bir fiil olduğu gibi akıl da aracı kâlp olan bir eylemdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de de akıl, kırk dokuz âyette sâdece fiil olarak geçmiş, hiç isim olarak kullanılmamıştır”.

 

Modern batı’nın zannettiği gibi, ahlâkın kaynağı akıl yâni insan değildir. Çünkü ahlâk bedenen davranış olarak gözükse de, ahlâkın kaynağı beden ve madde değildir. Eğer öyle olsaydı bizimle aynı beden yapısına sâhip olan hayvanlarda da ahlâk olurdu yada hayvanlar bir ahlâk sistemi geliştirirlerdi. Oysa onlarda ahlâk yoktur ve güdülerine göre hareket ederler. Modernitenin alâmet-i fârikası sayılan rasyonâlite, insanı da bir çeşit hayvan olarak kabûl ettiği için ahlâktan uzaktır ve ahlâkı hiç hesâba katmaz. Ahlâkı hesâba katmanın Allah’ı hesâba katmak olduğunun farkındadır elbette. Bu yüzden ahlâkı Allah’tan kopuk şekilde tanımlar ve şöyle der: Ahlâkîlik, insanın diğer bütün niteliklerinin üzerine kurulduğu ve kendisinden türediği asıldır”. Kur’ân’a göre ahlâk Allah’a ve fıtrata dayanır. Ahlâk fıtratta potansiyel olarak ilk yaratılıştan bêri vardır.

 

Rasyonâlite ahlâktan soyutlanmış akıl-şeklidir. Çünkü vahiyden yâni Allah’tan kopuktur. Allah’tan kopmak “ahlâktan kopmak” demektir. Allah’tan kopuk ahlâk (daha doğrusu etik) sonuna kadar sürdürülemez. Allah’tan kopuk olunduğunda sonuna kadar ahlâklı olmak ve ahlâklı kalmak mantıksız ve anlamsızdır. Seküler olup da kendisinde ahlâk yada sıkı dürüstlük görülen biri, o dürüstlüğü korumak ve adâleti yerine getirmek amacıyla sevdiği bir kişinin zor durumda kalmasına katlanamaz. Meselâ sâdece kendisinin şâhit olduğu ve en sevdiği kişinin işlediği bir cinâyet, eğer suç duyurusunda bulunmadığında üstü kapanacaksa, âhireti, Allah’ı ve ahlâkı hesâba katmayan o dürüst(!) kişi bunu ifşâ etmez, etmemelidir. Çünkü Dünyâ’da bu yüzden başlarına bir dert açılmayacaksa sorun olmaz. Onları îtirâfa zorlayacak bir şey kalmaz. Çünkü vicdanları zâten âhireti ve Allah’ı hesâba katmamaktan dolayı sonuna kadar dürüst olamazlar. Zîrâ Allah’ı hesâba katmayanlar aklı ahlâktan üstün görürler. Allah-merkezli olmayan akıl onlara, çok kötü bir şeyi bile, sorun olmayacaksa görmezden gelmesi mesajını verir ve onlar da bu mesaja seve-seve uyarlar. Oysa Peygamberimiz bir hırsızlık konusunda verdiği el kesme hükmünde tâviz vermeyerek, “hırsızlığı yapan kızım Fâtıma da olsa elini keserdim” demiştir.      

 

Akıl insanı gaybın kapısına kadar getirir bırakır. Akıl oradan ileriye bir adım dâhi atamaz. Zîrâ gayb, akıl-üstüdür. Oradan içeriye girmek için gereken şey ahlâktır. Ahlâk gaybın kapısından içeriye girmeyi ve gayba îman etmeyi başlatır. Bu, aynı-zamanda bir yük yüklenmek demektir. İşte o yükü yüklenmeyi göze alan şey kişideki ahlâktır. Aklı ağır basarsa gaybın kapısından içeriye giremez ve îman edemez, îmânın yükünü omuzla(ya)maz. Ahlâkı ağır basarsa gaybın kapısında içeriye girer ve îman eder. Îmânın kendisine yüklediği yükü de seve-isteye kabûl edip yüklenir. Bu noktada ahlâkın şiddeti, îmânın ve takvânın yâni sorumluluğun da şiddetini belirler. Îman edenlerle etmeyenlerin arasındaki fark budur. Îman etmek için gaybın kapısına gelindiğinde orada akıl bırakılıp ahlâk devreye girmelidir. Fakat bunun için de kişide yeterli bir takvâ yâni sorumluluk bilinci ve haşyet bulunması gerekir. Bu ahlâk kişide bir delikanlılık ortaya çıkarır ve bu delikanlılık her-şeyi göze alan ve kendini adayan biri olarak gereken her yükü omuzlayabilme dirâyeti sağlar.

 

Ahlâk olmadığında ve sâdece akıl üzerinden gidildiğinde îman etmek bir efsâneye inanmaktan öteye gitmez. Îmansızlık, ahlâksız akıldan ve takvâsızlıktan kaynaklanır.

 

Ahlâk doğadan bağımsızdır ve Allah’a dayanır. Yaratılmış her-şey Allah’a dayanır. Yaratılmış olan bir şeyin son dayanağı yine “yaratılmış” olan bir şey olamaz. Bu nedenle ahlâk da yaratılmış olana dayanmaz. Ahlâk Yaratıcı’ya dayanır ki zâten Yaratıcı’nın bir ismi de Hâlık’tır. Hâlık olan, ahlâkı da yaratmıştır. Yaratılmış olanlarda potansiyel bir ahlâk vardır. O ahlâk kişinin düşünce ve davranışına göre ortaya çıkar yada çıkmaz. Ahlâk ancak Allah’a göre düşünüldüğünde ve davranıldığında ortaya çıkar ve yükselir. “Vücuttan vücub çıkmaz” denilir. Yâni, yaratılmış olana dayanan şey kesin ve sonuna kadar bağlayıcı olmaz. Bu nedenle ahlâkı akla yâni insanın kendisine bağlamanın bir anlamı yoktur.

 

Ahlâkın temelinde îman ve takvâ var. Bu iki şeye hakîkatten sâhip olan kişiler zâten ahlâk timsâli kişiler olurlar. Lâkin buna ermek için de yaratılıştan gelen ahlâkı bozmamış olmak şarttır. Bunu sağlayacak olan ise sâdece “din”dir. Bu din elbette “tek hak din” olan İslâm’dır. İslâm ve ahlâk birbirinden kopmaz iki şeydir. Ahlâk olmaksızın İslâm olamayacağı gibi, İslâm olmaksızın da ahlâk olamaz”.

 

Ahlâk akıldan üstündür. Zâten peygamberimiz de “güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” demiştir, yoksa “aklı tamamlamak için gönderildim” dememiştir. Önemli olan ahlâkın ve dolayısı ile dînin tamamlanmasıdır. Dînin tamamlanması için ahlâk şarttır. Fakat o ahlâkın ortaya çıkması ve artması için de din yâni İslâm şarttır. Ahlâk ve din tamamlanınca akıl da ona göre yol bulur ve akıl da yükselmiş olur. Çünkü akıl ancak ahlâkın ve dînin yolundayken doğru olarak yükselir fakat nefsin yolundayken düşer. Peygamberimiz’in ahlâkı tamamlaması, âyetlerin inişinin tamamlamasıyla birlikte olmuştur. O hâlde âyetler ahlâk potansiyeline sâhiptir, âyetler bizâtihi ahlâktır ve ahlâk kazandırır yada ahlâkı yükseltir. Çünkü ahlâkın kaynağı Allah’tır.

 

Ahlâk dışlanınca insanları yönetmek ve yönlendirmek için ahlâk-dışı kânunlar-kurallar ortaya çıkarıldı ve bu kânun ve kurallar kutsallaştırıldı. Fakat bu kânunlar insanlara ve Dünyâ’ya bir nizam vermek için çok da işe yaramamaktadır. Bu durum “görebilenler” için apaçıktır. Çünkü ahlâk olmadığında kânun ve kurallar çok da işe yaramaz. Ahlâk-merkezli olmadıkça kânunlar ancak zorlayıcı olarak işlevsel olur ki bunun için de kişi-başına zorlayacak görevliler olması gerekir. Ahlâk ise kişiyi onu hiç kimse görmese bile doğru yolda tutar ve yanlışa düşmekten korur. Hattâ en doğruya en doğru şekilde yöneltir.

 

Ahlâk salt bilgi değildir ve ahlâkın bilgisi ahlâk değildir. Ahlâk daha ziyâde amel-eylemde yâni davranışta gözükür. O hâlde amele-eyleme dönmeyen bilginin bir kıymeti harbiyesi yoktur. Allah’a dayanan bilgi, amele-eyleme döndüğünde ahlâk ile birlikte döner. Bu nedenle de her-şey ahlâklı olur. Fakat akla yada insana dayanan beşerî bilgi ortaya konulduğunda orada ahlâk olmayacağı yada yeterince ahlâk olmayacağı için, ortaya konulan beşerî bilgiye dayalı olan eylemin çok da uzak olmayan bir vâdede bir sıkıntı ortaya çıkarması kaçınılmazdır. Zîrâ ahlâk olmadığından helâk başlar.

 

Modernizmin başına gelen sorunların nedeni, Allah’tan, dolayısıyla ahlâktan kopmuş olmasıdır. Çünkü Hâlık olan Allah’ın yarattığı yâni hâlk ettiği her-şeyde ahlâk mündemiçtir. Bu nedenle vâr olan her-şeyin fıtratına uygun hareket etmesi için ahlâklı olması gerekir. Bunun için de her-şeyin Allah’lı olması şarttır. Her-şeyin Allahlı olması ise, vahiy-merkezli olması demektir. Allahlı olmayı sağlayacak olan şey, Kur’ân ve muhteşem bir ahlâka sâhip olan Peygamberimiz’in güzel örneklik olarak ortaya koyduğu Sünnet’e göre ortaya konan düzen ve nizamdır.

 

Allah’tan kopmak ahlâktan da kopmak demektir ki bu, tüm mahlûkâtın fıtratını bozmak demek olacağından dolayı her-şeye zulmetmek anlamına gelir. Zulüm ise en büyük fitnedir ve bu fitne aynen günümüzde görüldüğü gibi zamanla tüm Dünyâ’yı ifsâd eder.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2020

 

Devamını Oku »