“… O, akıl erdir(e)meyenlerin
üzerine iğrenç bir pislik kılar”
(Yûnus 100).
“De ki: Eğer bütün ins ve
cin (toplulukları), bu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek üzere toplansa,
-onların bir kısmı bir kısmına destekçi olsa bile- bir benzerini getiremezler” (İsrâ 88).
Allah aklını
kullanmayanların üstüne pislik (rics) indirir ve pislik içinde bırakır. Aklı
kullanmak bu yüzden çok önemlidir. İnsanlık târihi, aklını kullanmayanların
üzerine yağan pisliklerin târihidir. Çünkü insanın ayırt edici özelliği
aklıdır. Allah büyük bir nîmet olarak insana akıl vermiştir ve bu akıl
kullanılmadığında ayırt edici özellik kalmayacağından dolayı çeşitli sorunlar
ve sıkıntılar baş-gösterecektir. Aklını kullanmayan toplumlar, aklını
kullananların himâyesine girerler ve o toplumların kontrôlünde kalırlar.
Lâkin aklı kullanmanın da
bir raconu vardır. Akıl neye göre kullanılacaktır?. Akıl en merkezde olan şey midir?.
Greko-Romen ve Judeo-Hristiyan temelli modernite, aklı merkeze almıştır. Zâten
akıldan dolayı insanı merkeze almakta ve Hümanizm ile birlikte ilahlaştırmaktadır.
Lâkin akıl, merkeze alınacak kadar sınırsız değildir ve yetersizdir. Bu nedenle
akla mutlakâ yön verecek temel bir etken olmalıdır. Bu temel etken ise ancak
vahiy olabilir. Zâten insanlık târihi, aklı şeytan ve nefs-merkezli kullananlarla
yada kullanmayanlarla, vahiy-merkezli kullananların savaşımının târihidir. Aklı
vahiy-merkezli kullanmanın bir bedeli olduğu için, aklını vahiy-merkezli kullananlar
her zaman az sayıda olmuştur yada vahiy-merkezli olanlar çoğunluk olsa da
içeriksiz kalmıştır. Oysa aklı nefis-merkezli kullanmanın bir bedeli yoktur.
Şeytan ne fısıldarsa ve nefs ne arzularsa akıl onu yapar. O merkezde çalışır.
Aslında şeytanın ve nefsin güdümünde olan aklın kullanıldığından söz etmek pek de
mümkün değildir. Bu kişiler şeytânî zekâları ile iş yaparlar daha çok.
Demek ki aklı kullanmak çok
önemlidir, lâkin bu akıl ancak vahiy-merkezli kullanıldığında hayır getirecek,
şeytan ve nefs-merkezli kullanıldığındaysa yakın-uzak vâdede mutlakâ çeşitli
sıkıntılar ve belâlar baş gösterecektir. Azâba uğrayan kavimler, akıllarını
kullanmadıkları daha doğrusu akıllarını vahiy-merkezli kullanmadıkları için
azap ile karşılaşmışlardır.
Aklın sınırı “maddî varlığın
sınırı”dır. Meta-fizik olan yok sayılınca varlık ve dolayısı ile akıl
sınırlandırılmış olur. Akıl sınırsız yetkinlikte değildir ve bir sınırı vardır.
İşte bu yüzden ona sınırsız olan bir temel etken yön vermelidir ki bu da ancak
vahiydir. Akıl vahyin yörüngesine ve yönlendirmesine girdiğinde en doğru ve maksimum
seviyede çalışır ve bu akıl ile yapılan işlerin sonu hayr olur.
Aklın bir sınırı olduğu için
bilmenin de bir sınırı vardır. İnsana bilmediğini ve bilemeyeceğini ancak vahiy
ve îman söyler. Îmâna ise akıl ile değil, aklın kişiyi getirebileceği son
noktaya gelindiğinde, îmanın bedelini ödemeyi göze alan rûh, bilinç, kâlp gibi
etkenler sebep olur. Çünkü îman “gayba îman”dır ve akıl gayb konusunda çâresizdir.
Öyle ki gayb konusunda Allah’ın bildirdiklerinden başka tek bir kelime bile söyleyemez.
Akıl ile her-şeyi bilebileceğini ve sonsuza ulaşacağını sananlar derin bir
yanılgı içindedirler.
Akıl kullanıldığında ve bir
bilme ortaya çıktığında, bu bilme her zaman kişiyi doğru amel-eyleme yönlendirmez
yada yanlış amele yönlendirir. Çünkü kuru-kuru bilmenin o kadar etkisi yoktur.
Fakat îman kişiyi mutlakâ amele-eyleme ve hayra yönlendirir. Îmânın o kendisine
has gücü bunu yaptırır. Îmânın akla üstünlüğü bu sebepledir. Zâten o yüzden
“îman eden ve sâlih amel işleyenler” deniyor da; “akledenler ve sâlih amel
işleyenler” denmiyor. Çünkü akıl kişiyi îmânın kapısına kadar getirip bırakıyor
ve bundan sonra bir adım bile atamıyor.
Îman “gayba îman”dır. Gaybı
ise sâdece Allah bilir. Gayb bu nedenle sorgulanamaz. O hâlde îman, “sorgusuz-suâlsiz
olan bir teslîmiyet”tir; Allah’a teslîmiyet. Akıl yoluyla îmânın kapısına kadar
gelip de gösterilmesi gereken bu teslîmiyeti gösteremeyenler îmâna ulaşamazlar.
Allah’ı akıl değil îman görür. Tabi bu görme, “îmânî bir görme”dir. Akıl sâdece
îmânın kapısına ulaştırır. Akılla gaybı bilmeye çalışmak, “boşuna yorulmak”tır.
Aklını, îmânını geliştirmek için kullan ve îmânını arttır, işte o zaman
göreceksin ki her yerde Allah’ın yasaları ve sanatı (zâtı değil) var.
Bilmenin zirvesi îmandır.
Aklı kullanmak ve bilmek kişiyi îmân noktasına kadar getirir. Zâten aklın
verilmesinin amacı budur. Bu nedenle “aklınızı kullanmaz mısınız” denir.
Zımnen: “Aklınızı kullanın da îmânın kapısına kadar gelin” denmek istenir. O
kapıya ulaşınca da artık “yüreği kullanmak” gerekecektir. Yürekli olanlar îmâna
ulaşacaklardır.
Allah yarattığını başı-boş
koymaz. Bunu hem merhâmetinden dolayı yapmaz, hem de Yaratıcı olmasından dolayı
yapmaz. Allah -hâşâ- her-şeyi boş-verecek “sorumsuz bir Allah” değildir. Akıl
vahiyden bağımsızlaştığında çok ağır sonuçlar çıkıyor ortaya. İnsan beyni ve
aklı, kâinâtı, Dünyâ’yı ve toplumsal sorunları idrâk edip kuşatabilecek ve
aynen göklerdeki gibi bir düzeni oluşturabilecek kapasitede değildir çünkü.
Allah bu nedenle peygamberler ve kitaplar göndermiştir.
İnsanlık târihindeki en
büyük yıkımları ve zulümleri “en cins beyinlere sâhip olanlar” yapmıştır.
Beyin-akıl; insanları, Dünyâ’yı kurtarmaya yetmez. Akıl ancak “vahiy-merkezli
kullanılırsa” insanları doğruya kanalize edilebilir. Aksi-hâlde her türlü
aşırılığı yapabilir ve bunu meşrû gösterebilir.
Ne kadar ilginçtir ki,
insan, her-şeyi yaratan ve insana akıl veren Yaratıcı’sından yardım almaktan
kaçıyor. Böylece başı dertten kurtulmuyor ve doğal-normâl-geçici sorunların
yanında, çözülemeyecek sorunlar ortaya çıkarıyor.
Allah’ın yaratıp da çekip
gittiğini düşünen yâni bir âhiret bilinci olmayanlar, “sonuna kadar” ahlâklı
davranamazlar. Zâten beyinleri-akılları da onlara bunu söyler. Meselâ eğer
kişide âhiret inancı yoksa o kişi birini gizlice öldürdüğünde bunu niye îtirâf
etsin?. Eğer yakalanmayacaksa ve Dünyâ’da daha uzun bir süre yaşayacaksa bunu
îtirâf etmesi akla-mantığa uygun değildir. Bu, sâdece âhiret bilinci ve korkusu
ile îtirâf edilebilir. Vahiy-merkezli olmayan akıl, kendi aleyhine îtiraflar
yapamaz. Lâkin vahiy-merkezli akıl, istisnâsız olarak haktan ve hakîkatten
ayrılamaz. Zâten “vicdan azâbı” da, İslâm-merkezli fıtrattan kaynaklanan bir
zorlamadır. Bunun örnekleri görülmüştür-görülmektedir.
Modern insan olumlu şeyleri
beynine bağlıyor. Bir et parçasının iyilik getirdiğinden bahsediyor. Meselâ kötülük
hissini frenleyenin kişinin beyni olduğunu söylüyor. Kötülük fikrini engelleyen
etken, beyindeki nöronlarmış. Allah, âhiret bilinci ve İslâm’a uygun olan
fıtrattır kötülük yapmayı önleyen. İnsan beyni ve aklı, alıştığı şeye zorlar,
fakat eğer vahiy-merkezli değilse alıştıkları şeyler özveri değil, çıkar ile
alâkalı olur. Oysa İslâm, beynin yada aklın bu aşırı isteklerine karşı mücâdele
etmeyi gerektirir ve bu mücâdelenin motoru da, İslâm-merkezli işleyen akıl, fıtrat
yada âhiret-vahiy-peygamber’dir. İnsan İslâm fıtratına uygun yaratıldığı için,
bu fıtratın zorlamasıyla kötülüklerden geri durur. Bu fıtrî alt-yapıyı ise
ancak “vahiy üst-yapısı” besleyebilir ve güçlendirebilir. Dolayısı ile bu
özellikleden yoksun olanların her türlü kötülüğü yapması beklenebilir bir
şeydir.
Her fırsatta kuzey Avrupa
ülkelerini örnek gösteriyorlar. Kuzey Avrupa ülkelerindeki suç-oranının -görece-
düşük olmasının nedeni biraz da GSMH oranlarıdır. Onlar fakirlikle, kendilerine
savaş açılmasıyla vs. imtihan olmadılar ki gerçekten de ne oldukları belli
olsun. Fakat onlar da “intihar” gibi konularda Dünyâ’nın en önde gelenleridir.
Üstelik lâik akılları onlara olmayacak işler de yaptırtabilmektedir. Sürekli
baskı altında kalan toplulukların karakteri değişiyor tabi. Batı’nın
baskısına-şiddetine mâruz kalıp duran İslâm ve doğu toplumlarında zamanla suç
oranı artmıştır.
Allah’sız akıl çok fazla öne
çıkmaktadır-çıkartılmaktadır ve insanlar artık “dîne göre” yâni Allah’a göre
değil de, nefislerine ve şeytanın baş-uşakları olan küresel tâğutların
isteklerine, önerilerine, teorilerine ve ideolojilerine göre yaşamaktadırlar.
Yâni Deizm’in bahsettiği güdük akıllarına göre yaşamaktadırlar.
İnsanın kötülüklerden uzak
durmasını sağlayan fıtratı; beyinden, karaciğerden, böbreklerden vs.
kaynaklanmaz, Allah’tan ve İslâm’dan kaynaklanır. İşte, odur insanı “insan”
yapan özellik. Allah’a ihtiyaç mutlakâ vardır. Allah’a ihtiyaç duymayanların
20. ve 21. yüzyılda yaptıklarına baksanıza.. Allah yoksa merhâmet de yoktur.
Merhâmet yoksa da ortalıkta zulümden başka bir şey kalmaz.
Dînin apaçık olan doğrusu
şudur: Allah her-şeyi yaratmıştır ve “idâre etmek için” arşa kurulmuştur: “İnsan,
kendi başına, başıboş ve sorumsuz bırakılacağını mı sanıyor?”. (Kıyâmet
36). İşte İslâm’ın zihinlere-kâlplere nakşetmek istediği şey budur. Zâten ancak
bu şekilde Dünyâ’da da “aynen göklerdeki gibi” bir düzen kurulabilir.
Aksi-hâlde sonuç mevcut zamanda olduğu gibi olur. Yoksa siz Dünyâ’nın mevcut
durumundan çok mu hoşnutsunuz?.
İslâm akla “gerektiği kadar”
önem verir. Bu önem elbette az değildir fakat sonuçta onun da bir sınırı
vardır. Kur’ân’da bir-çok âyette; “akletmez misiniz?” ve “akletmezler mi?” şeklindeki
ifâdeler vardır. Fakat akla verilen rôl ve görev sınırlıdır. Çünkü aklın da çok
kere yanıldığı ve yetersiz kaldığı bir gerçektir. Bu nedenle akıl her zaman ve
mutlak anlamıyla ölçü değildir. Aklın eksiklerini vahiy tamamlar ve
yanlışlarını-hatâlarını da yine vahiy düzeltir. Böylece akıl, vahiy-merkezli
olarak işletilmiş olur.
Aklın âciz kaldığı yerlerden
biri mûcizelerdir. Mûcizeler akla haddini bildirir ve ona bir sınır koyar. Bu
sınır, aklın daha iyi, daha doğru ve hakka-hakîkate uygun olarak çalışmasını ve
işletilmesini sağlar.
Bir de “üst-akıl”dan
bahsedilir. Üst-akıl, merkeze aklı alan, şeytanın ve nefsin inşâ etmiş olduğu
akla tapar. Aklın üstünde bir şey tanımaz. Üst-akıl, aklı ilah edinmektir. Oysa
aklın üstünde vahiy vardır. Vahiy akıl-dışı değil ama “akıl-üstü”dür. İşte akıl
ancak akıl-üstü olan vahiy ile inşâ olursa ve vahiy ile yönlendirilirse hakka
ve hakîkate uygun iş yapabilir ve zulmetmez. Allah da ancak, akıllarını
vahiy-merkezli işletenlere yardım eder, nîmetlerini indirir ve hesapsız rızık
verir. Böylece onları kimse alt edemez. Peygamberimiz, yaptıklarını “üst-akıl”
ile değil, “üst-ün îman” ile yapmıştı. Vahyin inşâ detmiş olduğu îman ile
aklını kullanarak ve üstün gayret sarf ederek. Zîrâ aklın bir sınırı vardır ama
Allah’ın sözünün bir sınırı yoktur.
Bir dînin (yolun), aklın ve
düşüncenin doğru olup-olmadığının delîli amelde-eylemde belli olur. Sonuçta
iyilik hâkim olmuş ise o yol doğru bir yoldur. Fakat lâik/seküler-merkezli
aklın Dünyâ’da ifsâd etmediği bir şey kalmamıştır. İşte bunun sebeplerinde biri
de, Allah yerine aklı ilahlaştıran (ilahlaştırmak zorunda kalan) Hümanizm ve Deizm’dir.
Zîrâ insan, mutlakâ bir ilaha yönelme ihtiyâcı duyar. Bu ilah eğer “her-an bir
işte-yaratmada olan” Âlemlerin Rabbi olan Allah değilse, başta “akıl” olmak üzere
Allah’tan gayrı her-şey olur:
“Eğer aklınızı
kullanabiliyorsanız, O, doğu’nun da, batı’nın da ve bunlar arasında olan
her-şeyin Rabbidir” (Şuârâ 28).
“Yoksa sen, onların
çoğunu (söz) işitir yada aklını kullanır mı sayıyorsun?. Onlar, ancak hayvanlar
gibidirler; hayır yol bakımından daha şaşkın (ve aşağı) dırlar” (Furkân 44).
Sınırlı olanın Sınırsız
Olan’a uymaktan başka çâresi yoktur vesselam.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım
2020