28 Haziran 2021 Pazartesi

Eşyâya Tapmak

 

“Görmüyor musunuz ki, şüphesiz Allah, göklerde ve yerde olanları emrinize âmâde kılmış, açık ve gizli üzerinizdeki nîmetlerini genişletip-tamamlamıştır. (Buna rağmen) İnsanlardan öyleleri vardır ki, hiç-bir bilgiye dayanmadan, bir yol gösterici ve aydınlatıcı bir kitap olmadan Allah hakkında mücâdele edip durur” (Lokman 20).

 

Arapça “aşyâ”=eşyâ, “şeyler, nesneler" sözcüğünden alıntıdır. Arapça sözcük Arapça “şya” kökünden gelen “şay” sözcüğünün çoğuludur. “Şey”, “eşyâ” demektir. Eşyâ “şey”in çoğuludur. Buna göre maddî olan her-şey eşyâdır. Yaratılmış olan maddî her-şey eşyâdır.

 

Âyette de söylendiği gibi, Allah tüm eşyâyı (şeyleri) bizim hizmetimize vermiştir. O hâlde eşyâ “kullanılacak ve faydalanılacak” şeylerin genel adıdır. Buna göre eşyâ aslında nîmettir. Lâkin gelin-görün ki insan, hizmetine verilmiş olan eşyâyı kullanıp ondan faydalanacağına, sonra da dönüp eşyâyı yaratan Allah’a şükredeceğine, eşyâya tapmaktadır. Bu tapınış, “eşyâ için her-şeyi yapmak” şeklinde tezâhür eder. Artık insan, Allah rızâsı için değil, eşyâya sâhip olmak (daha doğrusu âit olmak) için çabalamaktadır ki, bu “eşyâya tapmak” demektir. Allah’a kulluk yapılmadığında yada O’na hakkıyla kul olunmadığında, ortaya çıkan boşluk eşyâya meftûn olmakla ve en sonunda da eşyâya tapmakla sonuçlanır.   

 

Modern insan eşyâya tapan varlıktır. Zîrâ eşyâ uğruna yapmadığı şey kalmamıştır. Eşyâyı elde etmek ve elde tutmak için her-şeyi yapmakta ve böylece eşyâya tapmaktadır. Oysa eşyâ nesnedir. Yada en azından insandan daha değerli değildir. O hâlde eşyâya sâhip olmak hırsı ve bu uğurda eşyâya tapmak çok anlamsızdır. “Şirk, değerli olanın değersiz olanı ilahlaştırması”dır. Çünkü eşyâ sonludur ve hep Dünyâ’da kalır. Dünyâ’dan bir yere kaçmaz. Zâten Dünyâ yâni eşyâ târih boyunca hiç kimseye kalmamıştır. Eşyânın kaderi “elden ele dolaşmak”tır. Hiç kimseye kalmaz. Sultan Süleyman’a bile kalmamıştır.

 

İnsan için en onursuzca ve ahmakça davranış herhâlde, kendi hizmetine verilen, kendinden çok daha değersiz ve insanın başkalaştırarak ürettiği şeylere yâni eşyâya tapmasıdır. Eşyâya tapmak, “eşyâya göre konum ve tavır almak” demektir. Eşyâ, genelde tüm zamanlardaki ama özelde modern insan için “en yüce amaç” hâline gelmiştir. Bu yüzden modern insan eşyâya sâhip olmak için en olmadık kötülükleri ve şerefsizlikleri bile yapabilmektedir. Öyle ki, 99 koyunu olan kişi, 1 tâne koyunu olanın koyununa bile göz dikebilmektedir. İnsan izzetini ve şerefini eşyâda aramakta ve eşyâya sâhip olmakta bulmaktadır. Oysa tüm izzet ve şeref Allah katındadır: “Kim izzeti istiyorsa, artık bütün izzet Allah’ındır..” (Fâtır 10).

 

İslâmî düzende insan eşyâya egemen ve hâkim olur. İslâm-dışı tüm sistemlerde ise eşyâ insana sâhip ve hâkim olur. Öyle ki, insanlar da zamanla normâl olanının bu olduğunu zannetmeye başlarlar ve eşyâyı ilahlaştırırlar. Hattâ birileri, eşyâdan yüz çevireni yada eşyâya bir sınır koyanları “ahmak” olarak kabûl eder ve ondan yüz çevirir.

 

Gayr-ı İslâmî sistemlerde en üstün insan -güyâ, “eşyâya en iyi kulluk yapan insan”dır. Eşyâya kulluğu en iyi şekilde yapmak için ise en çok ve kaliteli eşyâya sâhip olmak gerekir. Eşyâya tutkun olanlar ve eşyâ-merkezli düşünenler, konuşanlar ve eşyâ-merkezli hareket edenler, illâ ki bencilleşir ve cimrileşir. Çünkü eşyâ “biten bir şey”dir. Biten şeye sâhip olmak, kişide “bitme korkusu” oluşturduğu için o kişinin eşyâyı paylaşması çok zor olur. Eşyâya meftûn ve râm olanlar ve de eşyâya tapanlar, “eşyâyı yaratan”ı hesâba kat(a)mazlar ve böylece eşyâ-tapımı sürer gider. Eşyânın bir yaratıcısı olduğu bilincine sâhip olanlar ise, eşyâya değil de yaratıcısına taptığından dolayı, eşyâsını paylaşmasını bilirler. Hattâ bu bilinçle mallarını ve canlarını Allah yolunda harcamaktan bile çekinmezler. Eşyâyı emânet değil de sâhip olunacak bir şey olarak görenler, onu paylaşamazlar ama onu alabildiğine isrâf etmekten çekinmezler.

 

Târih boyunca şirk en çok “eşyâ ile şirk koşmak” şeklinde olmuştur. Bu bağlamda tapılmadık nerdeyse hiç-bir eşyâ kalmamıştır.  

 

Peki eşyâ aslında ne için elde edilmelidir?. Zamânında eşyâya kitlenmiş olanlar “müslüman zengin olmalıdır” sloganıyla konuşuyorlardı. Onların eşyâya kul oldukları sonradan belli oldu. Eşyâya ne için sâhip olunması gerektiğini Hz. Süleyman’dan öğreniyoruz. Hz. Süleyman’ın serveti kişisel bir servet değil, devletin zenginliği idi. Devletin zenginliği hükümdâra isnât edilir. Hz. Süleyman’da “mal yada at yâni eşyâ sevgisi” değil, “hayır sevgisi” vardır. “Hayr sevgisi”nden dolayı zenginlik yâni eşyâ istiyordu. Zenginliği tüm insanlara paylaştırmak sevgisi yer etmişti onda. O, bunu, Allah’ı zikretmenin bir şekli olarak görüyordu:

 

“Fe kâle innî ahbebtu hubbel hayri an zikri rabbî, hattâ tevârat bil hıcâb”. “Gerçekten ben, ‘hayır sevgisi’ni (hubbel hayr) Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim” (Sâd 32).

 

Hz. Süleyman’ın hâkimiyetini, kendisine gösterişli malın sevdirildiğini ve sarayının gösterişli olduğunu söyleyip duranlara şunu söylüyoruz: Hz. Süleyman’a sevdirilen şey, lüks ve gösterişli mal değildi. Ona sevdirilen şey, “mal sevgisi” değil, “hayır sevgisi”dir: “Ahbebtu hubbel Hayr”=“Hayrı, hayra ulaşmayı sevdim” diyor Hz. Süleyman. Hayrın herkese eşit bir şekilde ulaşmasını sevmiş. Bunu zikredip durmuş hep.

 

“Allah nîmetini kullarının üzerinde görmek ister” diyor Peygamberimiz. “Tabî ki; Allah nîmetini kullarının üzerinde görmek ister. “Fakat nîmetini ‘sâdece bâzı kullarının’ üzerinde değil, tüm kullarının üzerinde görmek ister” diyoruz. O hâlde eşyâ, eşit ve adâletli bir şekilde paylaştırılmalıdır. Aksi-hâlde Allah’ın nîmeti inkâr edilmiş olur.

 

Eşyâ ne ise odur. Onun hakîkati; görüldüğü, dokunulduğu, tadıldığı, koklandığı ve duyulduğu gibidir. Eşyânın bir de ayrıca bir hakîkati yoktur. Eşyâda farklı bir hakîkat aramak onu ilahlaştırmakla sonuçlanır. Tasavvufta bunu görmekteyiz. Tasavvufa göre tüm eşyâ -hâşâ- Allah’tır. Eşyânın hakîkatini araştırmak, eşyâyı olduğu gibi kabûl edememektir. Klâsik yada modern târih boyunca eşyânın hakîkatini araştırmak, eşyâyı ilahlaştırmaya ve ona tapmaya neden olmuştur, olmaktadır. Eşyânın bir ağırlığı ve dolayısı ile bir yükü vardır. O yükü doğal, normâl ve fıtrî şekilde yüklenmekten kaçınanlar, onu başkalaştırmaya çalışmışlar ve böylece o yükten kurtulmayı ve eşyâyı başkalaştırarak zulüm aracına çevirmek için çalışmışlardır. Yapılan bu çalışmalar, şeytanı râzı etmek ve çıkar ile nefsi tatmin etmek içindir. Zîrâ Allah’tan uzaklaşmış olan kâlpler ve nefisler ancak eşyâ ile tatmin bulmaya çalışır fakat bu tatmin arayışının sonu hiç-bir zaman gelmez.  

 

İnsanın tapınma süreci şu şekilde işlemiştir: Allah/Kitap-merkezlilik; insan-merkezlilik, eşyâ-merkezlilik yâni eşyâya tapmak. İnsan-merkezlilik, insan da bir eşyâ olduğu için aslında eşyâ-merkezliliktir. Bu nedenle şeytanın ve nefsin kontrôlündeki insan aklı, sürekli olarak eşyâ ile uğraşır ve eşyâyı çoğaltmaya çalışır.

 

Tasavvur, düşünce, söylem ve eylemlerinizi belirleyen şey sizin ilahınızdır, dîninizdir. Neye göre düşünüyor, konuşuyor ve yapıyorsanız o şeyin kulusunuzdur. Dîninizi de o belirler. Modern insan tam bir eşyâ-peresttir. En çok da teknolojik eşyâya meftûn ve râm olmaktadır. Çünkü teknolojik eşyâya âdetâ tapmaktadır. Böylece teknolojik eşyâ karşısında nesneleşmektedir. Modern insan, îtibârını eşyâdan ama özellikle de lüks eşyâdan aldığına inanmaktadır. Eşyânın kendisine îtibâr kazandırdığından hiç şüphesi yoktur. Eşyâya göre düşünmek, konuşmak ve davranmak, “eşyâyı ilah edinip ona tapmak” anlamına gelir. Vahyin bilincine erememiş olan insan, eşyâya göre düşünür, konuşur ve eylemde bulunur. İnsanların çoğu böyle olduğu için, eşyâya daha çok sâhip olanları üstün görmüştür-görmektedir. Oysa eşyâ, bizim için yaratılmış geçici olan varlıklardan başka bir şey değildir.

 

Eşyâ, “insan onu kullansın ve yönetsin diye kendisine verilmiştir. Fakat modernizm, insanı eşyânın yönetimine vermiştir. Atasoy Müftüoğlu bu bağlamda eşyâ hakkında şunları söyler:

 

“Bugünün insanı, araçlara, biçimlere, gündelik hayâtın putları olan eşyâlara tapınıyor. Günümüz dünyâsında bilim, daha çok teknoloji olarak somutlaşıyor. Çağdaş bilim ve teknoloji anlayışı, insan hayâtının maddî yönüne hitâp ediyor, maddî ihtiyaçlara cevap arıyor, maddî koşulları değiştiriyor. Bu nedenledir ki sistem, bütün Dünyâ’da insan değil, eşyâ üretiyor. Artık, müslümanlar da hayâtı, eşyâyı ve olayları maddî ölçüler üzerine koyarak ölçmeye başlamışlardır. İnsanın tutsaklığına yol açan şey, eşyânın sorumsuz ve sınırsız özgürlüğüdür. Eşyânın eşyâ yarârına olan bu bilinçsiz özgürlüğü üretime güç ve sürat verirken insan buna ayak uyduramamaktadır. Üretimdeki bu dengesizlik nedeniyle insanın gereksinmeleri yapay bir biçimde arttırılmakta, eşyânın sihirli albenisi isrâf ve konfora kapı aralamaktadır. Maddî düzen gereği eşyâ tutsaklığını kanıksayan insan, olanaklarının elverdiği ölçüler içinde eşyâ düzenine yerleşmektedir. İnsanın bütün duygu ve davranışlarını, özlemlerini ve kararlarını belirleyen şey neredeyse eşyâ miti olmuştur. İnsan, günümüzde kişiliğini eşyâya borçludur. Eşyâ düzeni, insanı eşyâ üretimindeki artışa paralel bir tüketime düzen gereği zorlamaktadır. Modern toplum düzeninde eşyâlar ihtiyaçlara göre değil, ihtiyaçlar üretilen eşyâlara göre belirlenmektedir.

 

İnsanın saygınlığı yittikçe, eşyânın saygınlığı artmaktadır. İnsan en canhıraş savaşımını eşyâ için vermektedir. İnsanın en büyük tutkularla sâhip olmayı amaçladığı, uğruna ömrünü fedâya hazır olduğu şey hâline gelmiştir eşyâ. Put hâline gelmiş bir eşyâ ilgisi içinde insan, varlığını da ancak eşyâ ile idrâk edebiliyor. İnsan eşyâya hâkimiyeti ölçüsünde toplumsal bir işlev kazanıyor. Zihinleri ve yürekleri eşyânın işgâli altında olan insanlar ancak eşyâ ile onurlanabiliyor. Günümüzde insanın hayranlıkla izlediği tek şey eşyâların dünyasıdır. Eşyâlaşma bütün insanlığın bunalımına yol açmaktadır. Maddî düzenlerin insanı ‘eşyâ düzeninin insanı’dır. Onun en ileri sevdâsı eşyâya ulaşmakta somutlaşır. Eşyâ tutkusu insanın bütün tutkularının yerini doldurmaktadır. Eşyâ ve madde insanının kanseridir”.

 

Artık her-şey eşyâya göre belirlenmektedir. Zenginlik-fakirlik, üstünlük-alçaklık, iyilik-kötülük, güzellik-çirkinlik vs. En çok ve en kaliteli eşyâya daha çok sâhip olanlar, şerefsiz ve âdi bir insan olsalar da; üstün, zengin, güzel ve iyi insan olarak görülmekte ve kabûl edilmektedir. Oysa eşyâlaşan insan, en fakir kişidir. Zîrâ eşyâ yok olucu bir şeydir. Gün gelir kullanılamaz hâle gelir. Elden çıkar ve Dünyâ’da kalır. Allah rızâsı için yapılan çalışmalar ise ebedîdir. İnsan, ebedî olan Allah rızâsı için kılını bile kıpırdatmazken, geçici ve düşük değerdeki eşyâya sâhip olmak için bin takla atmakta ve en olmadık şeyleri bile yapabilmektedir. Gün gelir ölüm ile birlikte insanın elinden tüm eşyâ çıkar ve geriye sâdece yaptıkları kalır.

 

Tabi bu Dünyâ’da bize eşyâ da lâzımdır ve zâten Allah tüm eşyâyı bizim hizmetimize sunmuş, emrimize âmâde kılmış ve eşyâyı eşit ve adâletli bir şekilde paylaşmamızı emretmiştir. Eşit ve âdil şekilde paylaşılmayan eşyâ zulüm açığa çıkarır ve insanlar arasında ekonomik uçurumlar meydana getirir. Garibanlık “uygun eşyâdan mahrûm olmak” demektir.

 

Bilim, “eşyâyı konuşturmak”tır. Fakat doğasına aykırı bir şekilde konuşturmaya kalktığınızda eşyâ kendisini yanlış tanıtır. Yanlış anlaşılan eşyâ insanı ve Dünyâ’yı ifsâd eder. Böylece eşyâ ilah zannedilir ve ona tapınılmaya başlanır. Çünkü modern-bilim eşyâyı, ona işkence ederek konuşturma yoluna girmiştir. Onu âdetâ azap edercesine parçalıyor ve başkalaştırıyor. Bambaşka bir hâle gelen eşyâ artık bizim yararımıza olmaktan çıktığı gibi bize büyük zararlar vermeye başlıyor. Doğallığından çıkarılan eşyâ hasta eder, zarar verir, stres yapar ve yıkar geçer.

 

Eskiden insanlar benzer eşyâlar kullandıkları için benzer düşüncelere, benzer yaşam-tarzlarına, benzer duygulara ve benzer hareketlere sâhipti. Fakat modernite ile birlikte eşyâ aşırı çoğaltılmış ve aşırı çeşitlendirilerek ve değiştirilerek doğallığından koparılmıştır. Üstelik insanlar arasında hayâtı yâni kaderi belirler hâle gelmiştir. Çünkü eşyâ ilahlaştırılmıştır. Artık, insanlar, kendilerine kullanmaları ve faydalanmaları için verilmiş olan eşyâya göre değerlendirilmektedir. Bu yüzden yanlış yargılara varılmaktadır. “Bana sâhip olduğun eşyânı söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” durumu oluşmuştur.

 

Evet; eşyâ ama özellikle modern eşyâ, insanı esir almıştır. İnsan eşyânın peşinde dönüp durmakta ve pervâne olmaktadır. Eşyâya göre düşünmekte, konuşmakta ve hareket etmektedir. Bu, “eşyâya tapmak” anlamına gelir. Oysa eşyâ bizim nesnemizdir. Kullanmamız ve faydalanmamız için bize Allah tarafından verilmiştir.

 

Eşyâ-merkezli olmak şirktir. Zîrâ tüm mülk O’nundur. Mülkü Yaratan varken mülkün kendisine tapmak şirktir, küfürdür, zulümdür.. Şirk ve küfür zulümdür. Eşyâya tapmak, eşyâya zulmetmektir vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mart 2021

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

23 Haziran 2021 Çarşamba

Kur’ân’ı Zamânın Nesnesi Yapmak


“Yoksa (elinizde) ders okumakta olduğunuz bir kitap mı var?. İçinde, neyi seçip-beğenirseniz, mutlakâ sizin olacak diye. Yoksa sizin için üzerimizde kıyâmete kadar sürüp gidecek bir yemin mi var ki, siz ne hüküm verirseniz o, mutlakâ sizin kalacak diye” (Kalem 37-39).

 

Bir şey bir şeye uyarsa, uyan şey uyulan şeyin nesnesi olur. Bu bağlamda din için; “zamâna uygun”, “akla uygun”, “bilime uygun” gibi söylemler yanlıştır. Bunların yerine; “akılla anlaşılabilir”, “tüm zamanlarda uygulanabilir” gibi söylemler tercih edilmelidir. Çünkü İslâm, zamân, akıl ve bilimin fevkindedir. Kezâ Kur’ân, hiç-bir târihin ve zamânın nesnesi değildir, olmaz. Nesne olanlar “müslümanlar” olabilir fakat İslâm olamaz. Zîrâ İslâm tüm zamanların öznesidir.  

 

Kur’ân hem târihseldir hem de târih-üstüdür. Tüm zamanların ve mekânların Kitab’ıdır. Kur’ân tümüyle ve bütünüyle târihsel olduğu gibi, yine bütünüyle ve tümüyle târih-üstüdür. Tüm zamanların kitabıdır. Kur’ân’ın şekillendirip hâkim olamayacağı bir zaman ve mekân yoktur, olamaz. Zîrâ Kur’ân, Allah’ın sözü ve kitabıdır. Allah’ın sözünün zamânın nesnesi olması muhâldir. Kur’ân, insanlığın henüz yaşamadığı zamanlara bile hitâp eder ve geçmiş-gelecek tüm zamanlarda uyarıcıdır. Çünkü insanların yaşayacağı hayat-şekli, Dünyâ’nın ve varlığın formatı ve çapı nedeniyle her zaman benzer şekilde olacaktır. Eşyâlar ve mekânlar değişse de, anlamlandırmalar değişmeyecektir. 1.400 yıl önceki sahih anlamlandırma kıyâmete kadar tüm zamanlarda aynı olacaktır. Zîrâ anlamlandırmayı yapan insandır ve insan “bildiğimiz insan”dır. Kur’ân’daki kıssalara baktığımızda nasıl ki hak-bâtıl çatışması tâ Hz. Âdem’den bêri aynı ve benzer ise, kıyâmete kadar da aynı ve benzer olacaktır. Kur’ân, “tüm zamanlarda muhtâç olunacak Kitap” olmaya devâm edecektir. Allah’ın sözüne muhtâç olunmayacak bir zaman olmayacaktır.  

 

Kur’ân, “beyin fırtınalarının”nın nesnesi olacak bir Kitap değildir. Bu nedenle akademik tartışmaların ve sapkınlığın nesnesi yapılamaz. Zîrâ Kur’ân; “zihinsel-entelektüel orgazm” nesnesi değildir. Modern Kur’ân çalışmaları, Kur’ân’ı “aklın ve modern zamânın nesnesi” durumuna düşürmektedir.

 

Kur’ân’ı, “hayâta hâkim kılmak hedefi ve hayâli” olmadan incelemek, Kur’ân’ı nesneleştirmektir. Kur’ân’ın tüm zamanlar için geçerli olan, kendine-has bir okuma, idrâk etme ve amel-eylem metodu vardır. Bu yüzden Kur’ân, târihselci, gelenekçi, bilimsel, modern, evrensel ve ideolojik yorumların nesnesi yapılamaz. Kur’ân, tüm zamanlarda ve her şartta mutlak anlamda uyulması gereken tek Kitap’tır. Çünkü Kur’ân, zamânın ve de mekânın nesnesi değil, öznesidir.

 

Peygamber’le yâni hayatla buluşmayan Kur’ân, kâğıt ve mürekkepten ibâret bir nesne hâline gelir. Modern Kur’ân çalışmaları bunu yapmaktadır. Modernler, Peygamber örnekliği olan Sünnet’i hesâba katmadan yaptıkları çalışmalara Kur’ân’ı; masa-başında, dört duvar arasında, bilgisayar başında, kâlplerin, zihinlerin ve ihtirasların nesnesi hâline getirmektedirler.

 

Vahiy, hayâtın içinde okunmadığı ve yaşanmadığında, bitmek bilmeyen sonsuz ve aşırı yorumların nesnesi olur. Aşırı yorum, yorumlanan şeyi pasif hâle getirip nesneleştirir. Müslümanlar hayâtı “Kur’ân-merkezli” okumuyorlar ve Kur’ân’ı da “Sünnet örnekliği”ne göre amele-eyleme dökmüyorlar. Böyle olunca da tam-tersine, Kur’ân’ı “modernite-merkezli” okuyarak modernitenin nesnesi hâline getiriyorlar. Sonunda Kur’ân, “modernitenin meşrûlaştırıcısı” hâline geliyor. Zâten modernler Kur’ân’ın ancak modern yorumunu kabûl edebiliyorlar. Bu durum Kur’ân’ı modernitenin yâni zamânın nesnesi yapıyor. Müslümanlar Kur’ân’ı zamânın öznesi kılacaklarına nesnesi yapıyorlar. Kur’ân özne yerine “nesne” olunca, müslümanlar da Kur’ân yerine modernitenin gölgesinde modernitenin ve zamânın nesnesi oluyorlar. Rezillikleri bu yüzdendir.

 

Sürekli olarak söylenen; “Kur’ân’ın dilini günümüze göre değiştirmeliyiz” sözüyle Kur’ân’ı modernitenin ve zamânın nesnesi yaptılar. Hâlbuki Kur’ân’ın dili Allah’ın sözüdür. Allah’ın sözünü modernitenin diliyle değiştirmek büyük bir hadsizliktir. Yapılması gereken şey Kur’ân’ın dilini moderniteye yâni mevcut zamâna göre değiştirmek değil, mevcut zamânı ne pahasına olursa-olsun Kur’ân’a göre değiştirmek ve uygun hâle getirmektir. Zaman, mekân ve şartlar doğal, normâl ve fıtrata aykırı bir şekilde değiştiyse, o hâlde zaman ve mekân bir sapkınlıkla değişmiş demektir. Bu durumda zamânı, mekânı ve şartları yeniden değiştirmek ve İslâm’a uygun hâle getirmek gerekir. Tüm peygamberlerin yapmak istediği gibi ve Peygamberimiz’in yaptığı gibi. Peygamberimiz, Dünyâ’yı “bambaşka bir dünyâ” ile değiştirmeyi başlatmış ve Dünyâ İslâm’a göre değişmiştir. Böylece İslâm aynen göklerde olduğu yeryüzünde de zamânın ve tüm mekânların öznesi olmuştur.  

 

Dîni “çağa uygun olarak” yorumladığınızda, artık “çağ” özne, “din” ise nesne olur. Oysa din çağa değil; çağ dîne uymalıdır. Müslümanların görevi İslâm’ı çağa değil, çağı İslâm’a göre değiştirip uygun hâle getirmektir. Zîrâ İslâm mevcut zamânın nesnesi değil, modern çağ da dâhil tüm zamanların öznesidir. Şu unutulmamalıdır ki vahiy, zamandan ve mekândan etkilenmez. Fakat zamandan ve mekândan etkilenenler müslümanlardır. Vahiy ne ise odur. Kur’ân 1.400 yıl önce ne söylemişse şimdi de aynısını söyler. Peygamber’in 1.400 yıl önce 23 yıl boyunca Resûl-Nebî olarak Kur’ân-merkezli güzel örnekliği yâni Sünnet’i tüm zamanlar için geçerlidir. Zîrâ bu örneklik Allah tarafında Ahzâb Sûresi 21. âyette kıyâmete kadar geçerli hâle getirilmiştir.

 

Dînin meşrûiyetini bilime bağlamak, “dîni bilimin nesnesi kılmak” anlamına gelir. “Kur’ân’ı bilimin ışığında okumak” sözü, Kur’ân’ı; sürekli değişen ve değişmek zorunda olan, bu yüzden bugün söylediğini yarın inkâr eden, bir-önceki teorisini, geçici yeni teorisiyle değiştirerek eski teoriyi çöpe atmak ve eski söylemlerinden vazgeçmek zorunda kalan bukalemun tabiatlı modern-bilimin nesnesi yapmaktır.  

  

İslâm tüm zamanlarda ve mekânlarda “hâkim olarak” işlevseldir. Zâten Dünyâ’nın İslâm’a göre değişimi de böyle başlar. Kur’ân’ın hükümleri tüm zamanlarda ve mekânlarda uygulanarak Dünyâ yâni zaman, mekân ve insanın değişimi şeklinde bir değişim yapacak niteliktedir. Târihselciler, meselâ bir erkeğe karşı iki kadın şâhit tutulmasının müslümanların târihinde Peygamber’den sonra hiç uygulanmadığını söylerler. Başka âyetlerden örnekler vererek hiç uygulanmayan âyetlerden bahsederler ve bunun nedenini, o âyetlerin târihselliği ile açıklamaya çalışırlar. Fakat onlar bunu lâik Türkiye’de yaşıyor olmalarından dolayı yada dayatılmış modernite ve modern Dünyâ’da yaşıyor olmaktan dolayı düşünüp söylüyorlar. Hâlbuki hakîki bir İslâm devleti olsaydı o hükümler aynen uygulanırdı. Peki siz niye bunu gündem edip de “Allah’ın hükmü uygulanmalıdır” demiyorsunuz?. Siz habire, “o âyetlerin  hükmünün kalmadığını” söyleyerek insanları zehirliyorsunuz. Böylece bir İslâm devleti ve uygulaması talebi ve hedefi olmuyor. Sisteme ve sistemi elinde tutan tâğutların korkusuyla geçen son 200 yılda, başta âlimler olmak üzere müslümanlar bunu istemediği ve talep etmediği için o hükümler uygulanmıyor. Yoksa uygularsanız uygulanmış olur. Beşerin her türlü sapık hükümleri uygulanıyor da Allah’ın hükümleri mi uygulanamayacak?. İmtihan dolayısı ile Allah bu uygulamayı insanların bilinçli bir şekilde yapmasını istiyor. Yoksa Kendine kalsa zorla da olsa uygulatır. Söz-konusu âyetler “târihte kaldığı için” değil, müslümanlar tüm zamanlarda birilerinin kuyruğuna takıldığı için uygulanmıyor. Günümüzde de alabildiğine modernleştiği için uygulanmıyor.

 

Peki zaman ve mekân değişmek zorunda mıdır?. Evet değişim illâ ki olur. Fakat bu değişimin doğala, normâle ve fıtrata aykırı olması şart değildir. Göklerde ifsâd edici bir değişim olmaz. Zîrâ gökleri istisnâsız olarak Allah yönetir. Yeryüzünü de Allah yönetse yâni yeryüzünde din tümüyle Allah’ın olsa, değişim de doğal olur ve doğal bir döngü devâm eder ve o zaman da Kur’ân hiç-bir zaman nesne olmayacağı gibi her zaman özne olmuş olur.

 

Zamânın değişmesi mekânın değişmesinin bir sonucudur. İnsan değişen ve değiştiren bir varlıktır. İnsanın değiştirdiği mekânlardır. Mekân değişince zaman değişmiş olur. Mekânlar ve zaman ancak İslâm’a uygun olarak değiştiğinde İslâm zamânın nesnesi olmaz. Aksi-hâlde şeytana, nefse, beşere ve tâğutlara göre değiştiğinde, İslâm zamânın nesnesi yapılmaya çalışılır ki modernizm denen sapkınlık böyle bir değişimin sonucudur ve hayâtiyetini de Allahsız değişimlerden alır. .

 

Biz doğal ve normâl değişime bir şey demiyoruz ve deme hakkımız da yok. Fakat sorun şu ki; son 200 yıl önce başlayan modern-beşeri değişim normâl bir değişim değildir ve değişimden çok dönüşümdür. Bu değişim ve dönüşüm doğal, normâl ve fıtrî, dolayısı ile İslâm’a uygun bir değişim değildir. Allah’ın emrettiği, arzu ettiği ve râzı olduğu bir değişim-dönüşüm değildir. Çünkü beşerî değişimler, İslâm’ı (daha doğrusu müslümanları) mevcudun nesnesi yapmaya elverişli hâle getirir. Böylece İslâm “uygulanamaz” duruma gelir. Zâten modern müslümanların İslâm’ı bilgiye, ahlâka ve sevgiye indirgemelerinin nedeni budur.

 

Allah modern dünyâdan râzı değildir. Zîrâ Kur’ân âyetleri modernizm ile uyuşmuyor ve ters düşüyor. Böylelikle uygulanamaz hâle geliyor. Üstelik Peygamber örnekliği de zamâna birebir aykırıdır. Çünkü modernizm, şeytanın, nefsin ve tâğutların ortaklaşa kurduğu ve insanlık târihinde hiç görülmeyen bir fitne şeklidir. Modern dünyânın bu hâle gelmesidir asıl sorun. Yoksa Kur’ân ve Sünnet normâl, doğal ve fıtrata uygun bir zamâna, mekâna, şartlara ve döngüye uygundur. İslâm bir “sapkınlık” değildir ki sapkın bir mekâna ve zamâna uygun olsun. Modern dünyâ sapkındır. Zîrâ “İslâm’a göre” değildir ve “beşere göre”dir. Beşere göre olunca da sâdece azınlığın işine yarar ve insanlığın büyük çoğunluğu insanlığından çıkar.

 

Şimdi; eğer bir sapkınlık, küfür, şirk ve zulüm olarak modernizm ve modern dünyâ, modern zaman ve modern mekân ortaya çıkmışsa ve hayâta hâkim ise ne olacak?. Müslümanlar olarak Kur’ân’ı mevcut durumun, mekânların ve zamânın nesnesi yapacak, onu moderne uydurmak için canını çıkarırcasına yorumlayacak ve moderne uygun hâle getirmek için kendimizi mi paralayacağız?. Bakıldığında modernleşmiş müslümanların(!) Kur’ân’ı aşırı yoruma boğarak yaptığı budur. Kur’ân modernitenin nesnesi yapılmaktadır. Böylece aslında Kur’ân üzerinden kendilerini nesneleştirmektedirler. Peygamber örnekliği ise bir “yaşanmışlık” olduğu için ve yaşanmışlık değiştirilemeyeceği için inkâr ve iptâl edilmektedir. Nesneleşen müslümanlar bunu en yüce vazîfe gibi görmekte ve bunun için çalışmaktadırlar.

 

Yenilmiş ve tüm umudunu kaybetmişler için böyle olsa da, Kur’ân’a ve Sünnet’e göre aslâ böyle bir dünyâ olamaz. Bu yüzden yapılacak şey, Dünyâ, hayât ve insan doğal, normâl ve fıtrî hâle gelene kadar, Dünyâ’nın altını üstüne getirme pahasına da olsa değiştirmek ve tam da Kur’ân’a ve Sünnet’e uygun hâle getirerek İslâm’ı dolayısı ile müslümanları zamânın nesnesi olmaktan kurtarıp öznesi yapmaktır. Çünkü modernizm denen sapıklık, altını üstüne getirerek Dünyâ’yı bu hâle getirmiştir. O hâlde Dünyâ’yı yeniden, biraz da gürültü çıkararak o doğal durumuna geri çevirmemiz gerekir.

 

Peki bunu nasıl yapacağız?. Değişen aslında her zaman insandır. İnsanın değişimi mekânın dolayısı ile de zamânın değişimidir. İnsanın değişimi sistemin değişimidir. Demek ki insanı yeniden rayına oturttuğumuzda, zâten her-şey süreç içinde doğal, normâl ve fıtrî durumuna geri gelecektir. Zîrâ varlık, doğal, normâl ve fıtrî yâni Allah’ın yarattığı gibi sünnetullaha uygun hâle gelmeye meyyâldir.

 

Bir zamanlar hakîkat olarak kabûl edilen bir şey, modem müslümanların düşüncesinde hurâfeye denk düşmektedir. Çünkü insan modernizm sapıklığı lehine değişmiştir ve zamânın nesnesi hâline gelmiştir. İnsan aslında şeytan ve nefs lehine değişmiştir. Böyle bir değişim târihin tüm zamanlarında olmuştu fakat bu şiddette bir değişim hiç olmamıştı. Modern değişim ile birlikte dînin değeri düşürülmüş ve İslâm hayattan kovulmuştur. Çünkü mü’minler göstermeleri gereken yeterli direnci, sabrı ve çabayı gösterememiştir.

 

Günümüzde bir âyet Peygamber’in ve sahabenin anladığının tam zıddı olarak anlaşılıyorsa orada büyük bir sorun var demektir. Onların anlayışı modern insan tarafından hurâfe olarak görülüyor. Kendi anlayışının sapıklığına bakmadan o ilk anlayışı ve yaşayışı ilkellik olarak görüyor, hurâfe olarak görüyor ve kıyasıya eleştiriyor.

 

Moderniteye meftûn ve râm olmuş olanlar, “artık mekân ve şartlar yâni zaman değiştiği için yine İslâm’dan ilhamla kendi icmâmızı ve şeriatımızı ‘günümüze uygun şekilde’ yapmalıyız” düşüncesiyle hareket ediyorlar. İyi de siz İslâm’ı Peygamber’den ve sahabeden daha iyi mi anladınız yada Peygamber ve sahabe neyi anlamadı ki?. Onların anlamayıp sizin anladığınız şeyler varsa, o zaman siz onlardan üstün müsünüz?. Eğer üstünseniz niye üstünsünüz?. Sizi üstün kılan nedir?. Modern olduğunuz için üstün olduğunuzu mu sanıyorsunuz yoksa?. Eğer kendinizi üstün görüyorsanız onları ilkel görüyorsunuz demektir. Peki niçin onlar gibi mü’min olmuyorsunuz?. Anlamıyor musunuz ve görmüyor musunuz?. Modernizm ile birlikte büyük bir imtihan başlamıştır. Müslümanlar olarak göğün alçak ve dar olduğu bir zamanda yaşıyoruz. İmtihandayız ve “modernizm ırmağı”ndan bir avuçtan daha fazla içenler dökülüyor ve kaybediyorlar. O ırmaktan içmeyenler yada bir avuç kadar içenler İslâm’ı nesne olmaktan kurtarıp yeniden özne kılmak yolundadırlar.    

 

Şimdi siz Peygamber ve sahabe gibi, tam ve kesin bir îmanla iç-âlemimizi inşâ edip de dış-âlemde de hakkı hâkim kılmak için yola çıkmadığınızdan dolayı, Kur’ân’a târihsel, evrensel, bilimsel, eksik, yanlış ve çirkin bir-çok yaftalar yapıştırıyorsunuz ve bunları gerçek din zannediyorsunuz. Kur’ân’ı Peygamber ve sahabe örnekliğine göre yaşamadığınız için bilmiyorsunuz ve idrâk edemiyorsunuz aslında. Sapmanız bu yüzdendir. Zîrâ yaşanmayan İslâm ve hayâtın tam da ortasında okunmayan ve yaşanmayan Kur’ân insana ya bir şey söylemez, yada söyledikleri yanlış anlaşılır.

 

Kur’ân’da bâzı âyetler, o an için o âyet ile ilgili bir durum yoksa zorla uygulanacak değildir. İleride ve gerektiğinde uygulanmak üzere geçici olarak askıya alınır ve ilmin konusu olur. Fakat aslâ mevcut zaman lehine nesh edilemez ve “hükmü geçmiştir” denemez. O âyetlerin kullanılacağı benzer bir zaman yeniden ortaya çıkacaktır. Çünkü dediğimiz gibi, hayat sürekli olarak lineer çizgide ilerlemez ve bir döngü yapar. O döngü gün gelir aynı yada benzer şartları oluşturur. Meselâ bir bakmışsınız ki “atlar hazırlayın” âyeti en önemli âyet olup çıkar ve bildiğimiz ve bindiğimiz atlar en değerli varlıklar hâline gelir.Bir yazıda: “Sözgelimi, köleliğin müesses bir yapı olarak bugünkü dünyâda yeri yoktur, fazîlet noktasında insanlığın bundan kazanımı da yoktur. Ancak yarın bir gün Dünyâ değişir, ortaçağdaki kurumlar yeniden vücut bulup gelişir, o zaman kölelik ve câriyelik âyetleri de işlevsel hâle gelir” denir.

 

Kur’ân metni, verili ortam içerisinde, başka bir deyişle, kültür ve olguda şekillenmiştir. O verili ortam her zaman aynı yada benzerdir. İmtihan Kitap’tan olduğu için hesap da Kitap’tan olacaktır. Dolayısı ile Kur’ân zamânın nesnesi değil, tam-aksine, zaman İslâm’ın nesnesidir. Zîrâ Kur’ân Allah’ın sözü olduğu için belirleyicidir ve belirleyici olmaya daha lâyıktır. Zaman, isterse modernizm şeklinde olsun, Kur’ân’a karşı belirleyici olamaz. Zâten zaman denilen şey, mekânın ve buna uygun şartların sonucudur. Mevcut şartlar Kur’ân’a aykırılığı nedeniyle Allah’ın râzı olduğu şartlar değildir. O hâlde mekân, şartlar yâni zaman, Kur’ân’ı belirleyecek yetkinliğe sâhip değildir. Bu nedenle Kur’ân, normâl, doğal ve fıtrî yoldan sapmış olan mevcut modern zamâna göre belirlenemez. O hâlde değişecek bir şey varsa Kur’ân ve Kur’ân’ın anlamı değil, Kur’ân’a aykırı olan mekân, şartlar ve dolayısı ile zamandır. Zaman, mekânın değişimi ile değişir. Zamânın değişimi, mekânın değişimidir. Mekân değişince şartlar ve zaman da değişmiş olur. En hayırlı değişim, Kur’ân’a yâni Allah’a göre olan değişimdir.

 

“Vahyi en iyi idrâk etmiş olanlar ilk muhâtaplardır” diyoruz fakat şu da var ki Kur’ân hiç-bir zamânın nesnesi olmadığından dolayı, ne indiği zamânın, ne 1.400 yıllık süreçteki bir zamânın ne de modern zamanın nesnesi yapılabilecek bir Kitap değildir ve zamânın hiç-bir noktasında sâbitlenemez. Kur’ân kıyâmete kadar tüm zamanların, mekânların ve şartların Kitabı’dır. Kur’ân’ın değiştiremeyeceği hiç-bir mekân, şart ve dolayısı ile zaman yoktur. Çünkü toplumsal düzen ve hukuk alanıyla ilgili Kur’ân hükümleri kıyâmete kadar gelecek bütün insanların ihtiyaç ve sorunları hesâba katılarak düzenlenmiştir?. Zîrâ insanın hâlleri tüm zamanlarda aynı olmuştur ve aynı yada benzer olacaktır.

 

“Sâbit din dinamik şeriat” gibi sözlerle dîni çeşitli zamanların nesnesi yapmak yanlıştır. Din tüm zamanlar ve mekânlar için sâbittir ve en ideâl şekilde Peygamber ve sahabenin anladığı ve yaşadığı gibidir. Göklerdeki din ve şeriat nasıl ki sâbitse ve hiç şaşmıyorsa, yeryüzündeki din ve şeriat de sâbit olmalı ve şaşmamalıdır. Bu sâbitlik “doğal bir sâbitlik”tir. Aksi-hâlde günümüzde çok bâriz olarak görüldüğü gibi fitne ve kaos ortaya çıkar ve insanlık büyük bir fitneyle insanlığından çıkar.

 

Kur’ân’ın mânâsının ilk muhâtaplardan farklı anlaşılabileceğinin ve buna bağlı olarak şeriatın da değişebileceğinin delîli nedir?. Bu delil, modernitenin ağır kuşatmasına bağlı olarak modern müslümanların moderniteye meftûn ve râm olmalarından başka bir şey değildir. Yoksa İslâm’ın tüm Dünyâ’ya bâriz şekilde hâkim olduğu bir zamanda yada durumda bunu söyleyebilecek delikanlılar pek de ortalıkta görülmezler. Bunlar, delil olarak zamânın, mekânın ve şartların (ki hepsi de aynı şeydir) değişmesini verirler. Fakat böyle yapıldığında, zamânın öznesi olması gereken İslâm, Kur’ân ve Sünnet, zamânın yâni modernitenin nesnesi olmaktadır. Yeterli derecede moderniteye karşı dik duramayanlar, aşağılık mağlûbiyet psikolojisiyle bir sapkınlığa inanmışlar ve İslâm’ı ve Kur’ân’ı, sürekli değişen ama son 200 yıldır hızına yetişilemeyen ve bambaşka bir şekle giren Dünyâ’nın o anki telâkkisiyle mevcudun nesnesi yapmak yoluna girmişlerdir. Böylece aslında kendileri zamânın, mekânların ve şartların nesnesi olmuşlardır. İzzeti Kur’ân’dan-İslâm’dan alacaklarına, sapık moderniteden ummaktadırlar.

 

İslâm ve Kur’ân “nesne” olmadığı ve “özne” olduğu için devlet tarafından denetlenemez, tam-aksine, İslâm, devleti denetler ve düzenleyerek vahye göre nizâma sokar.

 

“Doğrudan Kur’ân’dan alıp ilhâmı, asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı” sözünde ifâdesini bulan düşünce, Kur’ân’ı zamânın öznesi değil nesnesi yapmayı çağrıştırır. Yine bu bağlamda “zamânın örfü” çok fazla öne çıkarılır ve meşrû olup-olmadığına bakmadan modern örf lehine, apaçık olan konularda da aşırı yoruma gidilerek Kur’ân yine zamâna uydurulmakta yâni zamânın nesnesi yapılmaktadır.

 

İslâm’ı zamânın nesnesi yapmanın cezâsı, müslümanların zamânın nesnesi olmalarıdır. Müslümanların nesnelikten kurtulup yeniden özne olmaları için, İslâm’ı ve Kur’ân’ı yeniden zamânın öznesi yapma yoluna girmeleri gerekir ki bunun da yolu, Kur’ân ile bir bilince ermek ve Peygamber örnekliğini şiar edinmektir.   

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2020

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

19 Haziran 2021 Cumartesi

Emevi ve Abbâsiler’e Kızıp Müslümanlığı Yakmak


“Onlar bir ümmetti; gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu değilsiniz” (Bakara 141).

 

Müslümanlar olarak iyi yada kötü örneklik konusunda bizi bağlayan ve örnek ve ibret olan şey, kıssalarda anlatılan peygamber örneklikleri ve bu örnekliğe karşı atalar dînine mensup şirk ve küfür içinde olanlardır. Biz peygamberlerin hayâtından örnek, kâfir ve müşriklerin hayatlarından ise ibret alırız. Böylece mü’minlerin yaptıkları sâlih amelleri biz de yaparken, kâfir ve müşriklerin yaptığı yanlışları ve hatâları yapmaktan uzak durup kurtulmuş oluruz. Tabi kıssalara bakarak günümüzde de devletleri, insanları, düşünceleri ve ideolojileri yorumlayarak hak ile bâtılı ayırmaya çalışırız.

 

“Târihte yaşayanlar ve yaşanmış olanlar günümüzü hiç ilgilendirmez” demiyorum elbette. Hattâ kanımca babanın ve atanın yaptıkları çocuğu etkilemektedir. Demek ki önceki düşünceler, ideolojiler, devletler, dînî ve siyâsî lîderler ve ekonomik güçler yapmış olduklarıyla günümüzü ve günümüzde yaşayan insanları etkilemektedir. Bu bağlamda müslümanlar da önceki müslüman ülkelerin ve devletlerin yaptıklarının bâzı iyi-kötü sonuçlarını görerek etkilenmektedirler. Bu etkilenme modernite ile birlikte hep “olumsuz etkilenme” olarak görülmektedir. Oysa olumlu etkilenmeler de vardır.  

 

İslâmî düşünce ve yaşama-tarzı konusunda Ahzâb Sûresi 21. âyetin de belirlediği gibi bizim örnekliğimiz, Peygamber ve sahabenin Kur’ân-merkezli yaptıkları yâni uyguladıkları örnek yaşamlarıdır. Allah kontrôlünde ve onayında nihâyet bulmuş örnek bir hayat yaşamışlardır. Kıssalarda da örneklik ve ibretlik hikâyeler anlatılır. Bu nedenle biz hem önceki hem de modern düşünceleri, yaşam-tarzlarını ve her konudaki yargılamayı, Kur’ân bilgi ve bilinci ile yoğrulduktan sonra, bahsettiğimiz güzel örnekliğe göre yaparız.

 

Modern müslümanların İslâm’a bağlılığı “psikolojik müslümanlık” şeklinde olsa da, vicdanlarını susturmak, modern hayâtı doya-doya yaşamak ve modernizmi meşrûlaştırmak için çeşitli mâzeretler arıyorlar. Bu mâzereti sağlayan en kolay ve etkili şey, müslümanların kadim târihini eleştirmekten geçmektedir. Bu da en çok Emevi ve Abbâsiler’e cephe almak, “dîni ne hâle getirdiler” şeklinde eleştiriler yapmak ve bu nedenle Emevi ve Abbâsi dönemini tümden inkâr etmektir. Tabi bunu yapmanın sonucu, “modernizme tutkuyla sarılmak, ona râm ve meftûn olmak”la sonuçlanıyor. Emevi ve Abbâsiler’e kızıp İslâm’a sövüyorlar ve hemen arkasından da modernizme kapılıyorlar.  

 

Emevi ve Abbâsiler; siyâsî, hukûkî ve ekonomik alanlarda ve de ırkî nedenlerle İslâm’ın hakkıyla uygulanmasına engel olmuşlardır. Bu bağlamda İslâm’a aykırı bâzı kânun ve kurallar çıkarmış ve yanlış uygulamalar yapmışlardır elbette. Bu bağlamda Emevi ve Abbâsiler’in eleştirilecek, îtirâz ve hattâ isyan edilecek yönleri vardır. Derdim Emevi ve Abbâsileri savunmak ve aklamak değil, bâzı hakîkatleri ortaya koymaya çalışmaktır.

 

Şu soruyu sormak gerektiğini düşünüyorum: “Günümüzde hangi İslâm ülkesi Emevi ve Abbâsiler kadar güçlü devletlerdir ve hangi ülkenin müslüman halkı Emevi ve Abbâsiler’deki halk kadar iyi müslümandır?. Çünkü Emeviler ve Abbâsiler Dünyâ’nın önde gelen güçlerinden biri hattâ en önde gelen gücüydüler. Zâten yapılan yanlışların çoğu halk tarafından değil, devlet adamları ve kurumları tarafında yapılıyordu. Halktan bir-çok kişi bu yanlışlara îtirâz etmesine rağmen toptan bir halk îtirâzının olmaması elbette eleştirilebilir. Bu tüm zamanlarda câri olan bir konudur. Fakat şu kesin ki, Emevi ve Abbâsiler zamânında yaşayan müslüman halk, modern zamanlardaki müslümanlardan daha takvâlı ve samîmi idi. Hayâtı İslâm-merkezli yaşama noktasında bizimle kıyaslanamayacak ölçüde üstündüler.

 

Bilgi konusunda da özellikle Abbâsiler, Hârûn Reşîd ve Me’mûn döneminde, ileride Avrupa’ya ve tüm Dünyâ’ya ulaşacak bilginin üretilmesi, derlenmesi ve taşınması işini başlatmışlardı. Zâten Kur’ân ve Sünnet ile birlikte bir medeniyet başlamıştı ve bilgi ile yoğrulunca hem siyâsî ve ekonomik hem de medeniyete dönen bir güç ve hayat ortaya konmuştu.  

 

Emevi ve Abbâsiler’in elbette yaptıkları bir-çok yanlış ve kötülük oldu. Bu zâten tüm halklar için geçerlidir. Bu yüzden onları eleştirmek için çok neden vardır. Dîne zarar vermiş olan çok yanlışlar yapmışlardı. Meselâ Peygamberimiz’e isnât edilen bir-çok uydurma, hurâfe ve zırvalık onların zamânında ortaya çıktı. Tamam bunları eleştirelim ve îtirâz edip inkâr edelim. Bu zâten yeterince ve hattâ gereğinden fazla yapılıyor da. Fakat Emevi ve Abbâsileri tümden inkâr ettiğimizde yanlış yapmış oluruz. Çünkü bir-çok samîmi müslüman ve devlet adamı da bu devletlerin zamânında yaşamışlardı ve din, ilim ve her alanda bir-çok iyi şey de yapmışlardı ki İslâm Medeniyeti’nden bahseden kitaplarda bunlar görülmektedir. Hiç-bir şey %100 iyi ve %100 kötü olmayacağına göre, günümüzde müslümanların durumunun kötü olmasının tek ve ana nedenini Emevi ve Abbâsiler’e bağlamak çok da doğru değildir. Zâten onların yıkılmasıyla birlikte Türklerden oluşan cihangir devletler Dünyâ’ya hükmetmişlerdir. Şimdi de onların yanlışlarını mı arayıp bulmakla uğraşalım ve sürekli olarak bu yanlışlarla mı hemhâl olalım yâni?.

 

İnsanın yanılgıysa düşmesi kaçınılmaz olduğu için; geçmişte dînî, siyâsî, ekonomik, askerî vs. bir-çok hatâ ve yanlış yapılmıştır ve bunların bir kısmı çok ağır sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Fakat kanımca müslümanları (İslâm’ı değil) yıpratan ve daha farklı yollara sokan şey, batı’dan gelen Haçlı Seferleri ve doğu’dan gelen Moğol İşgâli’dir. Bunlardan kaynaklanan büyük yıkım, hem medeniyete çok zarar vermiş, hem de ilme ve âlimlere çok zarar vermiştir. Bu yıkımın sonucunda müslümanlar yine cihangir devletler kurmuşlardır ama artık yeni kurulan bu devletler ilim-merkezli değil, siyâset, ekonomi ve asker merkezli olmuşlardır. İyi devlet adamları, askerler-komutanlar, güçlü ekonomiler ve sanat ortaya koymuşlardır fakat ilim konusunda biraz zayıf kalmışlardır. İlme de yeterli önem verilseydi her-şey bambaşka olabilirdi.

 

Mesele şu ki, Emevi ve Abbâsi eleştirisi ve inkârı modern müslümanlar için, modern dünyânın ve modern insanın Emevi ve Abbâsiler’in yaptığından 100 kat daha fazla olan kötülükleri görmesinin önünde büyük bir engel olmaktadır. Modernizm eleştirisi, yoğun Emevi ve Abbâsi eleştirisi nedeniyle yapılamıyor. Hattâ Emevi ve Abbâsi eleştirisinin yoğunluğu moderniteyi meşrûlaştırıyor. Zâten Emevi ve Abbâsiler’i yoğun şekilde eleştirmek uygulaması, modernite lehine oryantâlistler tarafından başlatılmıştır. Moderniteyi “insanlığın geldiği en ileri seviye” olarak görenler, hem kendilerinin hem de modernitenin yaptıklarını eleştirmek yerine kolaya kaçarak Emevi ve Abbâsiler’i suçlamaktadırlar.

 

Emevi ve Abbâsi yoğun eleştirisi modernizmin eleştirilmesinin önünde engel olmuş durumdadır. Hâlbuki biz şu-an modern dünyâ ve hayat içinde yaşıyoruz ve bu yüzden eleştiri, îtirâz ve isyânımız daha çok bu-günkü hâkim düşünce, felsefe, ideoloji ve modern akımlar için olmalıdır. Eleştiri en çok ve yoğun olarak modernizme yapılmalıdır. Çünkü “keşif” adı altında Amerika’yı, Avustralya’yı ve Afrika’yı işgâl edip sömürenler Emevi ve Abbâsiler değildi. Kızılderilileri öldürenler, onların mallarını-mülklerini yağmalayanlar Emevi ve Abbâsiler değildi. (Ki Avrupa, kızılderili ve yerlilerin altın ve gümüşleriyle zengin olmuş ve o çok beğenilen modern süreci başlatmıştır). Kezâ Afrika’yı sömürgeleştiren ve Afrika’lı insanları köleleştirenler Emevi ve Abbâsiler’den çok modern insanlar ve devletlerdir. Uzak-doğu ülkelerini işgâl edenler, oraları sömürgeye tâbi tutanlar, bu uğurda nice sayıdaki insanları öldürenler Emevi ve Abbâsiler değildi. Emevi ve Abbâsiler’in döneminde de sapık düşünceler ortaya çıkmıştır. Fakat İslâm’a aykırı modern bir-çok sapık düşünce ve teorileri üretenler ve insanları bu düşünce ve teorilerle dinden-îmandan çıkararak dünyevileştirenler Emevi ve Abbâsiler değildi. Yine; 1. ve 2. Dünyâ Savaşları’nı Emevi ve Abbâsiler çıkarmadı ki!. Lâikliği, demokrasiyi, sekülerizmi, liberâlizmi, kapitâlizmi, feminizmi, ateizmi, deizmi, modernizmi, LGBT’yi çıkaranlar Emevi ve Abbâsiler değildi. Japonya’ya atom bombasını atanlar Emevi ve Abbâsiler değildi. Uzak, orta ve yakın doğu’da çeşitli fitneler çıkarıp oraları ifsâd edenler Emevi ve Abbâsiler değildi. Bosna-Hersek’te Srebrenitsa katliamını yapan ve Filistinlilerle Gazzelilere zulmedenler Emevi ve Abbâsiler değildi. Tabi modernizmin de bâzı iyi yönleri vardır. Lâkin bunlar çok azdır. Zîrâ modernizm dinden yâni Allah’tan kopuk olduğu için yaptıkları şeyler uzak vâdede zorluklar ortaya çıkarmaktadır. Bu yüzden yaptıkları şeyler boşa gider.

 

Peki bunları yapanlar Emevi ve Abbâsiler değilse kimdi?. Hırsızlık, sömürü ve cinâyetlerle parayı bulunca (daha doğrusu çalınca) Rönesans, Protestanlık, Aydınlanma, Sanâyileşme ile dinden uzaklaşan ve vicdanlarını-merhâmetlerini kaybeden batı’lı modern insanlar ve devletlerdi. Peki o zaman niçin bunlara bir eleştiri getirilmiyor da eleştiri, îtirâz  ve isyân sâdece Emevi ve Abbâsiler’e yapılıyor?. Şeytanın, nefsin ve tâğutların modernizm ile geldiği yeri ve yaptıkları kötülükleri-yanlışları niçin eleştirmiyorsunuz?. İşte ben de diyorum ki; Emevi ve Abbâsi eleştirisi gereğinden çok fazla yapılıyor oluşundan dolayı modernizm eleştirisine sıra gelmiyor. Hedef saptırıyorlar ve insanlara eleştirilecek, îtirâz edilecek ve isyân yükseltecek farklı şeyler ve odaklar gösteriyorlar. Böylece müslümanların gazlarını alıyorlar, sivriliklerini törpülüyorlar. Bu-arada kendileri de her türlü şirki, küfrü, adâletsizliği, ahlâksızlığı ve zulmü yâni şerefsizliği yapıyor. Modern müslümanlara “cambaza bak” diyerek Emevi ve Abbâsiler’i gösteriyorlar fakat bu-arada kendileri her türlü cambazlığı yapıyor.

 

Emevi ve Abbâsi eleştirisi yapmak kolaydır. Bir meâl okursunuz, bir de Emevi ve Abbâsiler târihi; sonra da okuduklarınızı modernizme uygun olarak ve modernizm lehine eleştirirsiniz olur biter. Peki bizim örnekliğimiz Emevi ve Abbâsiler midir?. Bizim örnekliğimiz Peygamberimiz-peygamberler ve onlarla birlikte olanlardır. Peki niçin dîni onlar gibi idrâk etmeye, onlar gibi delikanlıca sabretmeye, direnmeye, Allah için vazgeçmeye, cihad etmeye, şehîd ve şâhid olmaya çalışmıyoruz?. Çünkü bunlar zor olan şeylerdir. Onun yerine Emevi ve Abbâsiler eleştiriyoruz ve işi kurtardığımızı sanıyoruz. Cennet, Emevi ve Abbâsiler’i en iyi ve yoğun olarak eleştirenleri değil, îman edenleri ve sâlih amel işleyenleri ağırlayacaktır. Günümüzde eleştirilecek ve mücâdele edilecek olan şey, târihî devletler, şahsiyetler ve düşüncelerden çok, şeytan, nefs, tâğutlar, modern düşünce, ideoloji, siyâset, ekonomi, kânun-kurallar, sapkın davranışlar ve yaşam-tarzlarıdır. Bunlara çıtını çıkar(a)mayanlar sıra Emevi ve Abbâsiler’e gelince “vurun kahpeye” misâli veriyorlar ayarı. Böylece güyâ “modern müslüman” oluyorlar. Çünkü modern müslüman olmak için yoğun şekilde Emevi ve Abbâsi eleştirisi yapılması gerekiyor. Popüler olan budur.

 

Modern müslümanlar “pireye kızıp yorgan yakmak” sözünde olduğu gibi, Emevi ve Abbâsiler’e kızarak ve de modernizme kapılarak müslümanlıklarını yakıyorlar. Oysa Kur’ân elimizdedir, Peygamberimiz ve o’nunla birlikte olanların yaptıkları sâlih ameller yâni sahih Sünnet kaynaklarda bulunmaktadır. O hâlde buna göre sağlam bir müslümanlık kuracağımıza, şirke, küfre, adâletsizliğe, ahlâksızlığa ve her türlü sapıklığa-sapkınlığa ve zulme karşı çıkıp “dur” diyeceğimize, modernizm-merkezli yapılan bu çirkeflikleri eleştirip, îtirâz ve isyân edeceğimize, gereğinden çok ve yoğun olarak Emevi ve Abbâsi eleştirisiyle oyalanıyoruz. Emevi ve Abbâsi eleştirisi bize oryantâlistler tarafından verilen bir sakızdır, oyalandığımız bir oyuncaktır.

 

“Müslümanım” diyenler, insanın o beli büken yükünü omuzlamamak için Emevi ve Abbâsi eleştirisiyle idâre ediyorlar ama bu-arada modernizme de bir eleştiri ve îtirâz etmiyorlar. Zîrâ modernizme meftûn ve râm olmuş durumdadırlar. Çünkü modernizm onların o belleri büken ve saçları ağartan yüklerini -güyâ- üzerlerinden alıyor. Üstelik nefislerini kışkırtacak bir-çok şey ile onları hoşnut etmektedir.  

 

Allah’tan ve Kur’ân’dan başka eleştirilemeyecek hiç kimse ve hiç-bir şey yoktur. Kur’ân’da Allah, Peygamberimiz’i bile eleştiriyor. Herkes, her devlet ve her uygarlık eleştirilebilir elbette. Fakat bu eleştiri, îtirâz ve isyandan modernizm niçin istisnâ oluyor? Müslümanlar da dâhil insanlar modernizmi “insanın gelebileceği en ileri seviye olarak görüyorlar?. Hâlbuki bu ağır bir cehâlet ve derin bir yanılgıdır. Peki niçin böyle oluyor?. Çünkü modernizm Dünyâ’yı cennete çevirme boş hayâli ve çabasıdır. Dünyâ’yı cennete çevirmek onlar için “nefislerin alabildiğine kışkırtılması” demektir. İşte insanlar, nefislerine tam uygun olan modernizmin hazlarından bir nebze tatmış oldukları ve hazza alıştıkları için ona cephe alamıyorlar ve modernizm yerine Emevi ve Abbâsiler’i eleştirme yoluna gidiyorlar. Emeviler’e ve Abbâsiler’e kızıp, sapkınlığın daniskası olan modernizme kapılıyorlar ve müslümanlıklarını yakıyorlar. Hâl-i pür melâlimizin bir nedeni de budur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2021

 

 

 

Devamını Oku »

13 Haziran 2021 Pazar

Kur’ân’ı “Bize İniyormuş Gibi” Okumak

 

“Şâyet onlar da, sizin inandığınız gibi inanırlarsa, kuşkusuz doğru yolu bulmuş olurlar; yok eğer yüz çevirirlerse, onlar elbette bir (çelişki ve) aykırılık içindedirler. Sana onlara karşı Allah yeter. O, işitendir, bilendir” (Bakara 137).

 

Vahiy, Allah’ın insanlar içinden seçtiği bir Peygamber’e, melek Cebrâil ile gönderdiği emir-nehiyler ve hayat nizâmıdır. Kur’ân sâdece tek bir kişi için inmemiştir ama tek bir kişi üzerinden insanlara yayılmak üzere indirilmiştir. Vahyin kendisi üzerinden tüm insanlığa yayılacağı kişiler peygamberlerdir. Vahyin ilk muhâtabı peygamberler ve onların ilk muhâtabı ise çevresinde bulunan insanlardır. Bu nedenle Peygamber ve sahabenin, “Kur’ân’ı kendilerine iniyormuş gibi” okumaları ve yaşamaları normâldir. Zîrâ gerçekten de Kur’ân onlara inmekteydi. Lâkin sahabe bile vahye yine Peygamber üzerinden muhâtaptır. Onlar Kur’ân’ı kendilerine iniyormuş gibi değil, “kendileri için iniyormuş gibi” okudular, idrâk ettiler ve ona tâbi oldular. Mü’minler bu noktada bizzat Peygamber ile muhâtap oldukları için büyük bir avantaja sâhiptiler. Böylece vahye; zamânın, coğrafyanın ve düşüncelerin telakkisiyle değil, Peygamber örnekliği üzerinden bağlanmış ve tâbi olmuşlardır ki, en doğrusu budur. Kanımca onların Dünyâ’da büyük bir değişimi-dönüşümü başlatabilmesinin nedeni de budur.

 

“Kur’ân’ı sanki şu-an kendinize iniyormuş gibi okuyun” deniyor. Bu düşüncede zorunlu olarak Peygamber örnekliği göz-ardı edilmiş olur ve hattâ birileri bunu fazla ciddiye alarak kendilerini elçi gibi görebilirler ki görenler vardır. Fakat asıl önemi olan, Kur’ân’ı kendimize iniyormuş gibi okuduğumuzda, onu hangi telakkiyle anlayıp amele-eyleme geçireceğimizdir. Kur’ân’ı kendimize iniyormuş okumanın zorunlu sonucu, Kur’ân’ı herkesin kendi zamânı, mekânı ve şartlarına göre yâni mevcut telakkilerine göre anlayıp-yorumlayıp hayâta geçirme ve ona göre hareket etmesi olacaktır. Böylece Dünyâ’nın çeşitli yerlerindeki müslümanların inanış, düşünce ve amel-eylem şekilleri çok farklı olacak, sapkın ve sapık diyeceğimiz inanışlar ve düşünceler bile ortaya çıkabilecektir.

 

Kur’ân Hz. Muhammed’e inmiştir ve vahyi Peygamberimiz tebliğ edip yaymıştır. Peygamberimiz’in, Allah’ın kontrôlünde olan sözleri, fiilleri, düşünceleri, vahyi idrâk ve amel-eyleme dökme şekli, -bâzen Allah’ın uyarması ve düzeltmesine uğrasa da- genel anlamda Allah tarafından uygun bulunup “ideâl bir örneklik” şeklinde Ahzâb Sûresi 21. âyete konarak ebedîleşmiştir. O hâlde biz de Kur’ân’ı “kendimize iniyormuş gibi” değil, Peygamber’e indiği ve o’nun örneklendirdiği gibi okumalı, idrâk etmeli ve hayâta aktarmalıyız. Bu, “Kur’ân’ı Sünnet örnekliğini de göz-önüne alarak okumak” demektir. Zâten vahiyle ancak bu şekilde bir ilişki kurarsak doğru yapmış oluruz ve tüm Dünyâ’da müslümanlar güçlü olur ve ezilmekten kurtulur. Aksi-hâlde günümüzde görüldüğü gibi, her hizip ayrı bir telden çalar, kendi anlayışını en ideâl anlayış olarak görür ve bambaşka düşünceler ve dinler ortaya çıkar, ümmet de paramparça olur ve yeryüzünde güçsüz kalırlar.

 

Demek ki “Kur’ân’ı bize iniyormuş gibi” okumanın görece zihnî iyi sonuçları yanında bâriz kötü sonuçları da olacaktır. Bunu da hesâba katmak gerekir. Herhâlde doğrusu şu olmalıdır ki; “Kur’ân’ı, Peygamber üzerinden bize sesleniyormuş gibi” okumaktır. Çünkü Kur’ân’ı bize yeni iniyormuş gibi okuyup da onu Peygamber’den kopardığımızda, vahyi anlamak, idrâk etmek, düşünmek ve amele-eyleme dökme noktasında herkes yaşadığı mevcut zamâna, mekâna, şartlara ve baskın konjonktüre göre yapacaktır. An îtibârıyla olan şey budur. Böylece çok çeşitli İslâm anlayışları ve inanışları ortaya çıkacaktır. Üstelik her hizip kendi düşüncesini ve inanışını üstün tutacaktır. Böylece müslümanlar dağılıp ayrıldıkları ve güçsüzleştikleri için paramparça bir şekilde çeşitli rezillikler ve zorluklar içinde yaşayacaklardır ki günümüzde olan şey budur. Oysa Kur’ân bu konuda bizi uyarır ve şöyle der:

 

“Kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça-parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır” (Rûm 32).

 

“Ancak onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar hâlinde böldüler; her bir grup, kendi ellerinde olanla yetinip sevinmektedir” (Mü’minûn 53).

 

Bu duruma gelmenin nedeni, her kesimin Kur’ân’ı kendine iniyormuş gibi okumaları ve Kur’ân’ın ilk muhâtabı olan Peygamber’i ve onunla birlikte olanların tutumlarını hiç hesâba katmamasıdır. Müslümanların son 200 yıllık modern sorunlu târihleri, “Kur’ân’ı ilk muhâtaptan bağımsız bir şekilde “kendilerine iniyormuş gibi” okuyanların sapkınlarıyla doludur. Kur’ân’ı kendine iniyormuş gibi okumak, kelle-başı bir din ve kitap ortaya çıkarmaktadır. Öyle ki 250’ye yakın meâllerin neredeyse hiç-biri birbirini tutmamakta ve aralarında ihtilaf bulunmaktadır. Oysa Kur’ân Peygamberimiz’e inmiştir ve o’nun örnekliği üzerinden bize yayılmıştır. O örnekliğe bir-çok uydurma ve zırvalık karıştırılmış olmasına rağmen, vahyin kontrôlünde olacak olan okuma ve ayıklamalarla o sahih örneklik ortaya çıkarılabilecektir.

 

Sahabeler tek-tek, Kur’ân’ı kendilerine iniyormuş gibi değil, Peygamber’e indiği ve o’nun örnekliğine yâni sahih hadisleri ve Sünnet’i ile birlikte idrâk edip uygulamaya koyuyorlardı. Başarılarının nedeni buydu. Çünkü Allah, bir binâ gibi safları sıkı tutanları sever:

 

“Şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir binâ gibi saf bağlayarak cihad edenleri sever” (Saff 4).

 

“Kur’ân’ı kendine iniyormuş gibi” okuyanların vahyi hangi telakkiyle ve nasıl yorumlayacakları, zorunlu olarak kendilerinde hazır bulunan modern telakkilerle ve zamânın ve mekânın etkilerine göre ve ona uygun olacaktır. Oysa Kur’ân indiği zaman, mekân, şartlar ve başta Peygamber olmak üzere ilk muhâtaplar hesâba katılmadan okunduğunda doğru anlama ulaşmak mümkün olmayacak ve zamânın telakkisi vahyi anlamada belirleyici olacaktır. Böylece artık vahiy yerine zamânın telâkkisi din olarak kabûl edilecektir. Merkeze Kur’ân değil, modern telâkki konacaktır. Mustafa Öztürk bu bağlamda şunları söyler:

 

“Kur’ân bana inmiş gibi düşüncesiyle başlatacağı yeni inşâ süreci, sayısız örneğine şâhit olunduğu üzere, zihinde önceden hazır bulunan çağdaş normlar ve ön-kabûller doğrultusunda Kur’ân’ı restore etmek ve aynı-zamanda tıpkı kadın ve darb meselesinde olduğu gibi sözüm-ona şiddet unsurundan arındırılmış modern Kur’ânlar üretmek gibi sonuçlar verir. Bence yeni bir inşâ için daha emin yol, Kur’ân’ı ilkin nâzil olduğu döneme ircâ etmek ve o dönem içinde kime ne söylediğini tespit edip bu tespiti bir röper noktası yaparak bugünkü dünyâ hakkında ne söylemiş olabileceğini düşünmektir.

 

Bir mütekellim tarafından muhâtaba söylenen her söz gibi ilâhi kelam da ancak bir bağlam içinde anlam kazanır. Yirmi üç yıllık bir metin-dışı bağlamı bulunan Kur’ân vahyinde kast-ı mütekellimi salt metin üzerinden lafız-mânâ ilişkisini çözümlemek sûretiyle tespit etmek pek mümkün olmasa gerektir. Kasd-ı mütekellim dilsel ve metinsel söz öbeklerinden ziyâde târihsel, toplumsal ve kültürel bağlamda saklıdır. Dildeki bir kelime kendisini çevreleyen bu etkinlikten ve içinde yer aldığı bağlamdan koparıldığı anda boş ve anlamsız hâle gelir. Kelimeler boşlukta durmadığından, kelam ile olgusal durum arasında çok sıkı bir bağ vardır. Dilsel ifâde birimleri salt kendi içlerinde anlam barındırmazlar, aksine onlar bir durum bağlamında anlam kazanırlar.

 

Emin el-Huli, sosyo-kültürel bağlamla ilgili olarak Arapların maddî ve mânevî hayatlarındaki her-şeyin Arâbî Kur’ân’ın anlaşılmasında zorunlu bir araç olduğundan söz eder. Ona göre Arapların maddî hayat evrenini oluşturan dağlar, taşlar, çöller, ovalar, topraklar, bitkiler, ağaçlar gibi nesneler hakkında sağlıklı ve yeterli bilgi-sâhibi olmak gerekir. Aynı-şekilde Arapların târihi geçmişleri, kökleri, âile ve kabîle düzenleri, yönetim-biçimleri, inanç-tarzları, kültürel ürünleri gibi beşerî hayâtın bütün alanlarını içeren mânevî dünyâ hakkında da etraflı bilgi ve donanım gerekir. Ebu Zeyd’e göre Kur’ân, öncelikle inzâl edildiği dönemin genel dînî, fikrî, kültürel, içtimâî, siyâsî ve iktisâdî yapısı dâhilinde incelenmeli, daha sonra onun her bir pasajı, inzâl edildiği târihsel şartlar dâhilinde, yâni nass-olgu ilişkisi içerisinde değerlendirilmelidir. Şâtıbi, Kur’ân’ı anlayıp kavramak isteyen kişi için sebeb-i nüzûl ve muktezâ-yı hâl bilgisinin vazgeçilmez olduğunu söylemiştir. Kur’ân’ın nüzûl şartları dikkate alınmadığı takdirde, dilbilimin sağladığı imkânlar çerçevesinde âyetlere birbirinden farklı, hattâ birbirine zıt anlamlar verebilmenin yolu açılır, tek bir ifâdenin onlarca sayıda mânâya aynı-anda işâret etmesi gibi bir durumla karşı-karşıya kalınır”.

 

Evet; Kur’ân’ı herkes “kendine iniyormuş gibi” okuduğunda, herkes onu kendi şartlarında anlayacak ve böylece kelle-başı bir Kur’ân anlayışı ve kelle-başı bir din ortaya çıkacaktır. Böylece müslümanların arasında bir birliğin sağlanması mümkün olmayacaktır. Üstelik Kur’ân, “gerçek anlamına ulaşılamayacak bir Kitap” gibi görülecektir. Meselâ bu bağlamda “salât” kelimesinin 18 farklı anlamı olduğu söylenir ki, bir-çoğu salât kelimesinin “namaz” anlamını buna bağlı olarak iptâl etmiştir. “İslâm’da namaz yoktur” diyenlere bile rastlanmaktadır. Zîrâ Kur’ân, ilk muhâtaptan, o’nun uygulamalarından bağımsız bir şekilde “kendinize iniyormuş gibi” tavsiyesiyle okunmaktadır. 

 

Kur’ân’ı “bize iniyormuş gibi” değil, Peygamber’e ve o’nun yaslandığı topluma iniyormuş gibi okumalıyız. Günümüzde de o bağlama uygun düşünce ve amel-eylemde bulunmalıyız. Yâni ilk önce ilk muhâtapların Kur’ân’dan ne anladıkları ve Kur’ân’a uygun olarak ne yaptıklarına bakmalıyız. Allah onlardan râzı olduğuna ve onları örnek gösterdiğine göre, Kur’ân bütünlüğü ve Sünnet örnekliğine uygun bir anlamlandırma ve uygulamada bulunmalıyız ki en doğru idrâke ve amel-eyleme ulaşabilelim. Aksi-hâlde Peygamber’i ve o’nun yaşadığı zamânı ötekileştirip târihe hapsederiz ve böylece modern zamâna ve onu hayâta hâkim kılan tâğutlara göre düşüncede ve amel eylemde bulunmaya başlarız. Çünkü Kur’ân bağlamsız okunup anlaşılamaz. Mutlakâ bir bağlamı olmalıdır. Ortada tek bir cümle bile varsa mutlakâ bir bağlamı da vardır ki bu bağlam sosyo-kültürel, psikolojik, ekonomik, hukûkî, siyâsî bir bağlamdır. Modern müslümanlar Peygamber ve sahabeler ile ortaya konulan ideâl örnekliği ve bağlamı değil de, şeytan, nefs ve tâğutların işbirliği ile ortaya çıkardıkları büyük bir fitne olan modernizm bağlamına göre Kur’ân’ı okuyup anlamaya çalışıyorlar ve sonra da vahyi modernizme uydurmak için birbirleriyle yarışıyorlar. Fakat Kur’ân moderniteyle uymadığı ve uyması mümkün olmadığı için onu evirip-çevirerek ve çeşitli işkenceler yaparak zorla moderniteye uydurmaya çalışıyorlar. Sonuçta Kur’ân ya söylediğinden tamâmen koparılıyor yada rûhundan ediliyor.

 

Biz Kur’ân’ı hangi telakkiyle okuyoruz?. Tabi ki de içinde bulunduğumuz Dünyâ’nın telakkileri bağlamına göre okuyoruz. Oysa ilk başta ilk muhâtaba ve o’nun yaşadığı zamandaki örnekliğe göre okumalıyız ki, o örneklik, Kur’ân’ın en ideâl şekilde idrâki ve yaşayış tarzıdır. Ahzâb Sûresi 21. âyette örnek gösterilmesi bu nedenledir.

 

Fakat modern müslümanlar modernitenin ağır kuşatması, etkisi ve baskısıyla ve de nefse çok uygun olan üretimleriyle insanlara çok câzip göründüğünden dolayı 1.400 yıl öncesine düşman oluyorlar. Bu düşmanlık Peygamber’e düşmanlığa ve o’nu inkâra kadar varıyor. Sonunda da Kur’ân’ı, ilk indiği kişiyi ve kişileri inkâr ve iptâl ederek ve de “kendine iniyormuş gibi” okuyarak baskın telakki olan moderniteye uygun olarak yorumlamak zorunda kalıyorlar. Hattâ durum öyle bir hâle gelmiştir ki, moderniteye meftûn ve râm olunduğundan dolayı ilk muhâtabın ve muhâtapların vahyi hayâta uygulama tarzlarını inkâr ederek, Peygamber’le, sahabeyle ve nüzûl süreciyle alay edenler ortaya çıkmıştır. Bu durum imtihanın bir gereği olarak târih boyunca tüm peygamberler için aynı ve benzer olmuştur:

 

“Andolsun!; senden önce geçmiş topluluklara da elçiler gönderdik. Onlara herhangi bir elçi gelmeye-görsün, mutlakâ onunla alay ederlerdi” (Hicr 10-11).

 

Bir yazıda “Kur’ân’ı kendinize iniyormuş gibi okuyun” sözü konusunda şunlar söylenir:

 

“Kur’ân indiği ortamla ilgilidir ama o zamanla kayıtlı değildir. Evrensel oluşunu, ‘bütün zamanlarda geçerli’ olduğu anlamında alırsak sorun yoktur. Fakat kökenini bâtınîlerden alan modern bir yaklaşım, evrensel vurgusunu, ‘Kur’ân sanki kendilerine iniyormuş’ şeklinde yapmaktadır. Başını çağdaş samîrilerin çektiği bu akıma göre, bir âyetin ilk muhâtabı ve nüzûl ortamı hiç önemli değildir. Âyetleri okurken ‘kendimize iniyormuş gibi’ davranmalıyız.

 

Hastalıklı bu yaklaşım ilk muhâtapları göz-ardı etmekte, Resûlullah’ı işlevsizleştirmekte, Sünnet’i önemsizleştirmekte, bunların yerine modernlere hizmet etmeyi gâye edinen çağdaş hevâ geçmektedir. Böyle olunca da Resûlullah’ın, âyetleri nasıl anladığı ve nasıl yaşadığı, hevâsına tâbi olanları ilgilendirmemekte, Peygamberimiz’i, ‘Kitab’ı bize bırakıp giden postacı’ durumuna düşürmektedirler. Oysa ilâhî denetim altında oluşmuş olan Kur’ân’ın Resûlullah’ın şahsındaki şâhitliği önemlidir. Kur’ân’ın temel konularını nasıl anladığı ve nasıl yaşadığına dâir bize ipuçları veren Resûlullah’ın Sünnet’ini bu modernistler önemsizleştirmeye çalışmaktadır. İşin tehlikeli boyutu bunu yaparken ‘Kur’ân’ı kendinize iniyormuş gibi’ okumak sözü ortaya çıkmaktadır”.

 

Mustafa Öztürk, “Kur’ân’ı bize iniyormuş gibi okumak” bağlamında Mevdûdi’den alıntı yapar ve şunları söyler:

 

“Bilindiği gibi, Kur’ân, bir çırpıda te’lif edilip yazıya geçirilmiş bir metin değildir. O, yirmi küsur yıl zarfında değişik olay ve gelişmelere bağlı olarak vahyedilen sözlü (şifâhi) bir hitaptır. Vahiy ânından sonra yazıya geçen ve yazılı metnin parçalarının bir-araya getirilmesiyle metinleşen bu sözlü hitâbın vahyedildiği ortam canlı bir diyalog ortamı olup, hitâbın ilk muhâtapları bu süreci fiîlen müşâhede etmekte idiler. Dolayısıyla onlar, Kur’ân’ın tabî bağlamına vâkıftılar. Zîrâ Kur’ân hem kendi dilleriyle, hem de kendilerinin içinde yer aldıkları bir ‘şimdi’ içinde nâzil olmuştu. Bu nedenle onlar, dili ve bağlamı öğrenmek gibi bir sorun yaşamadıkları gibi, Kur’ân’ı anlama noktasında da sonraki nesillerin karşılaştıkları türden bir anlama problemiyle karşılaşmadılar. Çünkü, Ebu Hayyan’ın özlü ifâdesiyle, ‘her ne kadar fesahat ve belâğattaki dereceleri farklı olsa da, en nihâyet bu dil onların dili, muhit onların muhiti ve bu beyân onların beyânı idi’.

 

“İlahi hitâbın dolaylı muhâtapları için böyle bir imkândan söz etmek muhâl olduğuna göre, ‘Kur’ân’ı, vahiy bugün iniyormuşçasına ve bugünün insanına hitâp ediyormuşçasına okuma’ imkânından söz edilebilir mi?. Şâtıbi bunun imkânsız olduğu kanaatindedir. Zîrâ, bu tarz bir okumada nesnel anlam gözden çıkarılmış demektir”.

 

 Muhammed İkbâl “Kur’ân’ı kendisine iniyormuş gibi okumaya başlaması”nı şu şekilde anlatır:

 

“Her gün sabah namazından sonra Kur’ân okumaya karar vermiştim. Babam beni görür ve ne yaptığımı sorardı: ‘Kur’ân okuyorum’ diye cevap verirdim. Tam üç sene bu suâli sormuş, ben de aynı cevâbı vermiştim. Bir gün dedim ki: ‘Baba, bu soruların mânâsı ne?. Hep aynı şeyi soruyorsun, ben de cevap veriyorum, ertesi günü tekrar soruyorsun?’. Bunun üzerine bana dedi ki: ‘Oğlum, demek istiyorum ki, Kur’ân’ı sana inmişçesine oku!’. İşte o günden îtibâren Kur’ân’ı anlamaya ve ona tam yönelmeye başladım”. 

 

Bu modern-bâtınî bir söylemdir ve eylemdir. Müslümanları Protestanlar gibi bireyciliğe götürür, zayıflatır ve sonuçta da dağıtır. Modernitenin etkisi nedeniyle, Peygamber ve sahabe örnekliği hesâba katılmamaya başladığında, ilk muhâtap olan Peygamberimiz’in “güzel örnekliği” olan Sünnet’i göz-ardı edilmeye başlandığında ve de vahyi moderniteye uydurma meyli artmaya başladığı zamanlarda söylenmiş bir sözdür. Zâten bu modern telâkki de Muhammed İkbâl’in yaşadığı zaman ve bölgede başlamış yada hız kazanmıştır. Böylece moderniteye uygun olan bireysel bir dindarlık şekli ortaya çıkmaya başlamıştır. Artık Kur’ân, nesnel anlamları olan bir Kitap değil, öznel anlamları olan yâni herkesin kendi kafasına göre mânâ verdiği bir kitaba dönüşmüştür. Sonuçta kelle-başı bir Kur’ân anlayışı ve din ortaya çıkmıştır. Mekke müşrikleri de böyle bir talepte bulunmuş ve kendilerine uygun bir kitap istemişti:

 

“…Üzerimize bizim okuyabileceğimiz bir kitap indirinceye kadar sana inanmayız. De ki: Rabbimi yüceltirim; ben, elçi olan bir beşerden başkası mıyım?” (İsrâ 93).

 

Kur’ân’ı şu-an îtibârıyla bize iniyormuş gibi okumak, kıyâmet, azap ve cennet-cehennem sahneleri için olumludur ve uygundur. Böylece bize daha çok têsir eder. Zâten Kur’ân da; kıyâmet, âhiret ve cennet-cehennem sahneleri “sanki şu-an oluyormuş gibi” anlatılır.

 

“Kur’ân’ı kendimize iniyormuş gibi okumak”, “sâdece okumak ama yaşamamak” düşüncesini yanında getirir, getirmiştir. Zîrâ bu, Kur’ân’ı, “örnek yaşanmışlıktan bağımsız okumak”tır. Bu nedenle “Kur’ân’ı kendimize iniyormuş gibi” okumanın bir yarârı olmayacağı ve olmadığı gibi lüzûmu da yoktur. Zâten Kur’ân Peygamber’e inmiştir ve o’nun üzerinden bize ulaşmıştır. O hâlde ilk başta yapmamız gereken şey, “Kur’ân’ı kendimize iniyormuş gibi” değil, Peygamber ve ilk muhâtaplara seslendiği ve onların idrâk ettiği gibi okuyup idrâk etmek, sonra da onların yüklendiği sorumluluğun benzerini bizim de yüklenmemizdir. Sonuçta biz de hem iç-âlemimizde hem de dış-âlemde, vahyi onların örneklendirdiği gibi hayâta hâkim kılmak için çalışacağız. Biz günümüzde İslâm’ı, Kur’ân’â ve Kur’ân-merkezli örnekliğe göre okuyup idrâk edip yaşamalıyız. Bunun başka bir yolu yoktur.

 

Kur’ân’ı “Peygamber’e indiği gibi” okuyacağız ve o’nun uyguladığı gibi uygulayacağız. Allah’ın peygamber göndermesinin hikmeti budur. Zâten müslümanlar arasındaki birlik ancak bu şekilde sağlanabilir. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2020

 

Devamını Oku »