26 Şubat 2021 Cuma

Dinsizliğin ve Zulmün Paravanı: Matbaa


“Yaratan Rabbinin adıyla oku” (Alâk 1).

 

“Nûn!. Kaleme ve satır-satır yazdıklarına andolsun!” (Kalem 1).

 

Avrupa’nın, uygarlığını (medeniyet değil) ve sözde gelişmişliğini matbaa sâyesinde kurduğu koca bir yalan ve zırvalıktır. Avrupa yâni batı, o uygarlığı, ilk başta Amerika Kızılderililerini sömürerek ve öldürerek, daha sonra ise Afrika ve Uzak-doğudaki insanları sömürerek ve öldürerek kurmuştur. Bunu 16. yüzyıla kadar yap(a)mamasını nedeni, onu en başta dînin, sonra da Osmanlı ve Bâbürlüler’in engellemiş olmasıdır. Dînin o târihe kadar hâlen geçerliliği vardı. Doğu’nun zenginliği ile aklı başından giden ve daha sonra da Protestanlık etkisiyle “dînin tutmasından” uzaklaşan batı, sömürü, öldürme ve zulüm ile madden zenginleşti ve o zenginlikle zulüm-merkezli şerefsiz bir uygarlık-sistem kurdu. Hem kurduğu uygarlığın sebebi olarak hem de yaptıkları şerefsizlikleri perdelemek  ve gizlemek için; “uygarlığımızı matbaaya borçluyuz, çünkü bu uygarlığı matbaa sâyesinde kurduk” yalanını uydurdu. Bunu hâlen de savunmaktalar ve bir-çokları da buna kanmaktadır.

 

Matbaanın 1450’li yıllarda bulunmasına ve kullanılmasına rağmen önem kazanması daha sonra olmuştur. Çünkü matbaa, kitap basmaktan çok, batı’nın yaptığı katliamların ve hırsızlığın üstünü örtmek için önem kazanmıştır. Matbaa zulmün paravanı yapılmıştır ve hâlen de yapılmaktadır. Batı, ortaya çıkardığı uygarlığı (medeniyet değil) matbaaya bağlamakta ve güyâ ilim ile bu uygarlığı kurduğunu söylemektedir. Oysa batı uygarlığı, katliam ve soygunların bir sonucudur. Hırsızlığın sonucudur. Amerika’da yapılan katliam ve soygunlar, batı’nın bâtıl uygarlığını kurmak için gereken maddî gereksinimi karşılamıştır. Amerika’yı mahvederek kurulan bir uygarlıktır batı uygarlığı. Celaleddin Vatandaş, Amerikan’ın yaşadığı katliam ve zulüm hakkında şunları söyler.

 

“1492 yılında, Avrupalılar Amerika’ya ulaştıkları zaman bu koca kıtada milyonlarca insan yaşamaktaydı. Yaşayan insan sayısı ile ilgili tahminler en düşük 8 milyon, en yüksek ise 12 milyon olarak ifâde edilmektedir. Ancak bu nüfus 1650 yılı îtibârıyla 6 milyonun altına düşmüştür. Coğrafya profesörü William M. Denevan, konuyla ilgili olarak en çok atıf yapılan çalışmalardan birisi olan The Native Population of the Americas in 1492 adlı ünlü çalışmasında Amerika kıtasında 1492’de 53,9 milyon olan yerli nüfûsunun 1650’de 5,6 milyona düştüğünü ve nüfusta % 90'lık bir azalma görüldüğünü belirterek, ‘Amerika’nın keşfini dünyâ târihindeki belki de en büyük demografik felâket tâkip etmiştir’ tespitini yapmıştır. Rakamlar ne kadar tartışılırsa tartışılsın, tartışılamayacak şey, kıtada bir demografik katliamın yaşandığıdır. Bu sebepledir ki gerçekleşen katliam Papa’yı rahatsız etmiş ve Papa III. Paul 1537’de Sublimus Dei başlıklı bütün hristiyanlara hitâben yazdığı resmî mektupta, Amerikan yerlilerinin insan oldukları, Nûh Peygamber’in çocukları oldukları ve özgürlüklerinin veyâ mallarının ellerinden zorla alınamayacağını îlân etmek zorunda kalmıştır”.

 

Kâğıt ve baskı tekniği Uygurlarca da bilinmekte idi. Baskı tekniğini (matbaa) ilk kullananların Çinliler olduğu görüşü yanında, bir kısım araştırmacılar da matbaanın ilk önce Uygurlarda kullanıldığı görüşündedirler. Bununla berâber, daha IX. yüzyılda Çin ve Uygur ülkesinde varlığı görülen matbaanın batı’ya yayılmasında Uygurların büyük rôlü olmuştur. Avrupa, XIII. yüzyılda Moğollar aracılığı ile Uygur baskı tekniğinden haberdar oldu. Bu tekniği Uygurlardan öğrenen Moğollar, XIII.yüzyıl ortalarında matbaanın Almanya’da tanınmasında rôl oynadılar. Bundan iki yüzyıl sonra matbaa, Gutenberg eliyle Avrupa’da ortaya çıktı. Bu sebeple, Gutenberg matbaanın mûcidi değil, sâdece geliştiricisidir.

 

Kâğıt, ilk devirlerde kalın, parlak cilalı, son devirlerde ise ipekten ince bir şekilde yapılıyordu. Uygurlar, Avrupa’dan yüzyıllar önce kâğıdı biliyorlardı. Kâğıdı, önce Araplar VIII. yüzyılda ele geçirdikleri esirlerden öğrendiler. Semerkant’da kâğıt îmâlâthânesi kurdular. Kâğıt yapım tekniği, daha sonra Arapların fethiyle İspanya’ya ve dolayısıyla XI. yüzyılda Avrupa’ya yayıldı.

 

Osmanlıya matbaa geç gelmiş falan değildir. Zâten çok daha önce Çin’de îcât edilmişti. Aslında Avrupa’nın ve batı’nın neredeyse tüm îcatları taklittir. Daha önceleri yapılmış olanları değiştirip güncellemişlerdir sâdece. Soygundan ve yağmadan kazandıkları paralarla bunları yapmak zor olmamıştır. O kadar para olduğunda kim olsa yapardı. Bir-çoklarının zannettiği gibi, insanlar binlerce yıl hiç-bir şey yapmamış ve îcât etmemiş de Avrupa-batı bir-anda îcatlar yapmaya başlamış değildir.

 

Gutenberg’ten biraz sonra Osmanlı’ya da matbaa gelmişti. Fakat hem yeterli talebin olmaması hem de binlerce kâtibin işsiz kalacak olması matbaanın yaygınlaşmasını önlemiştir. Zâten Avrupa’da da matbaa o kadar etkili ve yaygın olmamıştır. Sanki tüm insanlar matbaa ile bir-anda allâme kesilmişler gibi konuşuluyor. İnsanlık târihinde “orantı olarak” en çok kitabın bulunduğu yıllar, el yazma eserlerin olduğu zamanlardır. Özellikle İslâm coğrafyasında her evde bir kütüphâne bulunuyordu. Öyle ki bâzı evlerin kütüphânesindeki kitapların sayısı, tüm Avrupa’daki kitapların sayısından fazlaydı. Yâni önemli olan kitap basmak değil, kitap okumaktır, kitabı matbaa ile basarak sayısını çoğaltmanın kendi başına bir değeri yoktur. Peki Avrupa’lı halka ne oldu da hiç kitap okumazlarken matbaanın ortaya çıkmasıyla ile bir-anda kitap kurdu oldular?. Gerçekten çok kitap okumaya mı başladılar?

 

Matbaa Osmanlıya ve müslümanlara ilk îcât edildiği zaman gelseydi ne olacaktı?. İnsanlar allâme mi kesilecekti?. Avrupa insanı allâme mi oldu ki Osmanlı ve müslüman insanı allâme olsun.

 

“Avrupa’yı Avrupa yapan şeylerden biri de pusuladır” denir. İyi ama pusula çok önceden de vardı, Çinliler bulmuştu ve müslümanlar kullanıyordu. Zâten Avrupa’ya da müslümanlar aracılığı ile girdi. Peki Amerika’ya niçin Çinliler ve Osmanlılar gitmedi de Avrupalılar gitti?. Bu bir tercih meselesidir. Amerika’ya târih boyunca bir-çok millet defâlarca gitti zâten. Fakat bir sebep yokken bir ülkeye kalıcı olarak gitmek demek, orayı sömürmek için gitmek demektir. Bunu her millet kabûl etmez ve böyle bir işe girişmez. Hem Amerika’ya ilk gidenler Avrupalılar değildi, hem de matbaayı ilk bulanlar Avrupalılar değildi. Peki modernizm niçin Avrupa’da ortaya çıktı?. Çünkü dîni-îmânı bir kenara bırakmayı ve dolayısı ile zâlimlik yapabilmeyi göze alanlar Avrupalılardı. Zîrâ Avrupa mevcut uygarlığını (medeniyet değil) hırsızlığa, talana, yolsuzluğa, köleliğe, sömürüye ve cinâyetlere borçludur. Yoksa Avrupa’nın kendi iç-dinamikleriyle bunu yapabilmesi için gerekli maddî gücü ortaya çıkarabilmesi mümkün değildir. Zâten bu, şu-anda da böyledir ki farklı formattaki sömürülerine devâm etmektedir.    

 

Matbaanın Osmanlı’ya ve müslümanlara geç gelmesi, modernizmin ve modernitenin ortaya çıkardığı sapkınlıkların Osmanlı ve müslüman coğrafyaya geç ulaşmasına sebep oldu. Böylece sapkın akımlar, düşünceler ve ideolojiler de geç gelmiş oldu. Bu durumun Osmanlı’ya tersinden yarârı oldu.

 

Evet; batı’yı güyâ “güçlü” yapan, bir-zaman önce merhâmeti terk etmesiydi. Çünkü dîni terk etmişti. Merhâmeti terk edince artık insanları sömürmesinin önünde bir engel kalmadı ve her-şeyi kolayca sömürebilecek ve bu sömürünün netîcesinde zenginleşebilecek hâle geldi. Bunu, özü merhâmet olan İslâm toplumuna mensup Osmanlı yapmadı. Yapamazdı çünkü. Vicdânı izin vermezdi her-şeyden önce. İç-içe yaşadığı vahiy ve medeniyet izin vermezdi ve vermedi. Batı merhâmeti terk etti ama Osmanlı terk etmedi. Terk edenler “zengin” olurken, Osmanlı doğal kaldı. İşte doğu ile batı arasındaki maddî fark aslında bu nedenle ortaya çıktı. Yoksa Osmanlı; “yok matbaayı geç kurmuş, yok teknolojiden uzak kalmış, yok bilmem ne”. Bunlar “fark”ın oluşmasındaki asıl neden değil. Osmanlı, yâni müslümanlar doğru olarak; yapmamaları gereken şeyi yapmadılar. Birilerinin canları pahasına sömürüyü ve “sınırsızlığı” seçmediler. Ama “batı” seçti. Batı, merhâmetten, yâni dinden uzaklaşarak koptu gitti. Böylelikle zenginliği yakaladı. Amerika’yla başlamıştı soygunculuğa ve sömürüye. Sonra da zengin olmayı “dînin engellediğini” göstermeye çalıştı, hâlen de çalışıyor. Biraz da vicdan azâbından dolayı rahatsız oluyor ve vicdânını baskılamak için “varlık yaması” kullanıyor. Bâzı hayvan karakterli olanlar da “keşke Osmanlı da sömürseymiş, biz de “zengin” olurduk” diyorlar. Avrupa’nın cins kafası Montaigne, “Denemeler” isimli eserinde bu zihniyeti şu şekilde destekler:

 

“Osmanlı ahmak bir millettir. Çünkü fethettiği ülkelerin ham-maddesini, insan-gücünü ve toprağını kullanmaz, tam-tersi yatırım yapar, yol yapar, köprü yapar, hasta-hâne yapar vs… Evet; Osmanlı, sömürgeci Avrupa kafasının gözünde bir ahmaktır. Çünkü sömürmez. Buna en başta inandığı dîni müsâde etmez, sonra insanlığı”..

 

Matbaa çok fazla kutsanmıştır. Oysa matbaa aracılığı ile bir-çok zırvalıkların hızla yayıldığını da unutmamak gerekir. Matbaayla birlikte “modern yozlaşmalar” da olmuştur. Karl Marx şöyle der: “Matbaanın, hattâ baskı makinelerinin olduğu bir çağda İlyada mümkün müdür?. Matbaanın doğuşuyla birlikte şarkı söylemenin, hikâye anlatmanın, hattâ derin-derin düşünmenin geçerliliğini yitirmesi kaçınılmaz değil midir?”.

 

İnsanlar târih boyunca konuşmalarını, “söz ile ve insanlara göre” olmaktan; “yazıya, matbaaya, telgrafa, telefona, televizyona, bilgisayara, internete ve sosyâl medyaya göre” şeklinde değiştirmiştir. Çünkü araçlar konuşmanın yönünü ve yöntemini belirler. Matbaa, insanların artık matbaa ürünlerine göre düşünüp konuşmalarına, daha sonra da; telgrafa, daha sonra telefona, radyoya, televizyona, bilgisayara, internete, sosyâl medyaya vs. göre düşünüp konuşmasına neden olmuştur. Böylece herkes bir-örnekleşmiştir. Çünkü bir kültüre bir alfabeyi sokarsanız o kültürün bilme alışkanlıklarını, toplumsal ilişkilerini, topluluk, târih ve dinle ilgili kavramlarını değiştirmiş olursunuz. Bu kültüre matbaayı soktuğunuzda da aynı sonuçlarla karşılaşırsınız.

 

Açıkçası matbaanın müslümanlara ve doğu’lulara geç gelmesi doğal ve normâldir. Çünkü doğu kültürü, sözel bir kültürdür. Sözel kültüre uygun olmayan ve bu alanda başarılı olamayan batı’nın, yazılı kültürü yaygınlaştırmaktan başka çâresi yoktu.

 

Müslüman coğrafyanın “geri” kalmasının nedeni öyle dendiği gibi matbaanın geç gelmiş olması falan değildir. Zâten bahsedildiğinden çok-çok daha önce yahudiler getirmişti matbaayı. 1493 yılında önemli Yahudi din akademilerine (yeşiva) sâhip olan İstanbul’da ilk basımevini kuran David ve Samuel ibn Nahmias kardeşler, başta meşhûr Yahudi şeriat kitabı Arba’a Turim olmak üzere pek-çok Yahudi klâsiğini basmışlardı. İslâm medeniyeti 1.000 yıl boyunca sürdürdüğü medeniyetini matbaa ile kurmamıştır ki!. Kalem ve kılıçla kurdu, merhâmet ve vicdanla kurdu. Hem müslümanlar matbaanın Avrupa’da bastığı kitapları isteseler alamazlar mıydı?. Tabî ki de alabilirlerdi. Alınıyordu da zâten. Batı’dan her-şeyi alıyorlardı, matbaaların bastığı kitapları mı alamayacaklardı?. Hem, matbaası olanlara parasını verince; “al şu kitabı bas” dersin, o istediğiniz kadar basar getirir. Meselâ o zamanlar bu işte gelişmiş olan Venedik’e el-yazısı ile yazılmış örnek bir kitap gönderirsiniz, binlercesi basılıp geri gelir. Hattâ matbaanın kendisini bile alırdınız isteseydiniz. Mesele o değil. Mesele, aynen şimdi olduğu gibi, “böyle bir talebin olmaması” idi. Mesele, matbaanın yokluğu değil, matbaanın bastığı kitapları okuyacak ve ilim elde edip kendi iç-dinamiğine göre o ilmi üretip yükseltecek adamların olmayışı idi. Çünkü ilim böyle gelişir ve yayılır. Kitaba-ilme yönelecek adam sayısının azlığı idi sorun. Hem yıllarca uzak kalındığından, hem de hazırı vâr olduğundan dolayı böyle bir kadro oluşmadı. Olanlar da en son Çanakkale’de toprağa düştü.

 

Sorunu matbaanın geç gelişinde görenlere sormak lâzım; şimdi her taraf kitap kaynıyor da ne oluyor?. Küçücük bir hâfıza kartına, insanın ömrü boyunca okuyamayacağı sayıda kitap sığıyor. Elimizi attığımız her yerde kitap var. Peki ne değişiyor?. Matbaanın ürünlerinden çok, o ürünleri değerlendirecek kadro eksikliğidir sorun. Bu sorun tüm dünyânın sorunudur. Bu konuda İlber Ortaylı şöyle der:

 

“Matbaanın gelmesi için bir sebep yok, gelmemesi için de bir sebep yok. Camı alıyorsun Venedik’ten, Acemistan’dan kendi malını beğenmeyip halı getiriyorsun, kitabı da getirirsin ihtiyaç duyarsan. Venedikliler basar, getirir. Viyana’da var Mekitarist matbaası, Venedik’te var. Bunlar Anadolu Türkçesi, Arapça, Farsça bilen Ermeniler. Döküm hurûfat var orada. Arapça hurûfat bu memlekette ortaya çıkmış değil ki!. O zaman da var. Onu da abartıyorlar. 18. asırda onun evveliyatı var teknik olarak oralarda. Niye gelmiyor?. Okumuyoruz çünkü. Ben söyleyeyim, en çok okunan kitap Menâkıbnâme-i Mahmud Paşa-yı Veli meselâ. Elden-ele kopya edile-edile pek-çok nüshası var. Bunu okuyorlar meselâ. Demek ki millet Nâima Târihi’ni bile çok bilmiyor. Ortada 20 nüsha dolaşsa okuyup dinleyen 200 kişi oluyor, o da yetti!. Fazlasını da zâten aradığı yok. Burada matbaa olmaz. Matbaa gelmiş ve hakîkaten çok fazla bir şey yapamamış, durgunlaşmış ve öylece asrı tamamlamıştır. Ne zaman ki sistematik eğitim müesseseleri, yeni bürokrasi kuruluyor, o zaman iş değişiyor. O zaman Karamanlı Rum bile İncil istiyor artık. Çünkü Yunan harfleriyle Türkçesi basılıyor.

 

‘Yobazlar istemedi de matbaa gelmedi’ deniyor. Evet, belki bâzı yobazların bâzı lafları vardır ama mekanizmayı bu fazla îzah etmez. ‘Efendim hattatlar karşı geldi’. Hayır, hattatlar karşı geldiği için de durmaz. Çünkü iki bin kişi kitap okuyacak olsa İstanbul’da, iki bin tâne nüsha istenecekse bir eserden, hattatlar o işe kolay-kolay yetişemezler zâten. Patlar arz-talep mekanizması. Meselâ Mushaf-i Şeriflerin matbû olması 19. asırda bile yasaktı. İrâdelerde görülüyor toplatılması. Dinlediler mi?. Her ev Kur’ân istedi de ondan. Vazgeçildi yasaktan”.

 

Eğer yazılmış olanın yaygınlaşması kişiyi okumaya sevk ediyorsa, niçin milyonlarca yayını elinin altında bulan insanlar okumuyorlar?. Matbaa ile ilgisi yok işin. Bu nedenle hayatlarında hiç kitap okumayanların, matbaayı savunmaları gibi bir absürdlük olamaz.

 

Aslında aslolan “sözlü kültür”dür. Vahiyler sözlü kültür ürünüdürler. Sözlü anlatılınca tam idrâk edilir. Vurgular, mimikler ve üslûb sözlü anlatımda çok etkili olur. Bir düşünce sözden yazıya geçtiğinde az da olsa anlam daralmasına uğrar ve etkisini yitirir. Matbaa bu etkiyi fazlalaştırmıştır. Görsel kültüre geçildiğindeyse işin boku çıkmıştır. Artık hiç-bir şey hiç-bir mesaj vermemeye hattâ verdiği mesaj asbsürd görülmeye başlar.

 

Artık yazılı kültür bitmek üzere ve görsel kültür başladı. Görsellik her yanı sardı. Şimdi bu mantıkla düşündüğümüzde; ilerlemek için sürekli olarak görsel şeyleri mi izlememiz gerekiyor?. Günde 7-8 saati internette, tablet, bilgisayar ve telefon başında geçirmek mi gerekiyor. Yapılması gereken bu mudur?. Bunu yapanların okumaya vakti yok. Kitap okuyamıyorlar uzun olduğu için, makâle tarzındaki yazılar da artık uzun geliyor. Bir-kaç cümlecik olanları zor okuyorlar. O yüzden kısa olan sosyâl medya paylaşımlarını ancak okuyabiliyorlar. Onda bile cümle sayısı fazlalaşınca sıkıntı basıyor.

 

Matbaa îcât edildiğinde kaç kişi okur-yazardı da matbaa ile herkes bol-bol okuma fırsatı buldu ki?. Peki matbaa ortaya çıkınca niçin eski âlimler, filozoflar ve bilim-adamları yeniden ortaya çıkmadı ve çok fazlalaşmadı?. Günümüzde elimizin altındaki cep telefonlarında binlerce kitap var. Bu kitaplara şöyle bir bakılmamasından bile anlaşılacağı gibi, aslen yazılı kültürün yayılması, kültürü-uygarlığı ortaya çıkarmaz, tam tersine azaltır. Uygarlığın olumlu yada olumsuz şekilde ortaya çıkması başka nedenlerden dolayıdır. Bunun delîli, insanlık târihinde, kitapların ve yazıların hiç olmadığı kadar artmasına rağmen, kitapların insanın gözünün içine-içine sokulmasına rağmen, yine de insanların zır câhil olmalarıdır. O kadar kitap, okumayı ve bilgilenmeyi sağlamamaktadır. Çünkü okunmamaktadır. Kitap okuma sorunu ezelî bir sorundur. Kur’ân o yüzden ilk âyetine “oku” diyerek başlar.

 

Niceliğin artması, niteliği mutlakâ zayıflatır. Olan şey budur. Matbaa da o sözlü kültürün ürettiği derinliği baltalamış ve yüzeysel hâle getirmiştir. İnsanlar matbaa ürünlerinin buna sebep olduğunu görmüşlerdi. Matbaa, ilmi ve bilgiyi değil, dinsizliği yaygınlaştırmıştır. Yazılı kültürün yayılması ilginçtir ki, târih boyunca ters tepmiş ve insanın mânevî derinliğini baltaladığı gibi, onu ahlâken ve dînen de aşağılara indirmiştir.

 

Şu da var ki, günümüzde her yer matbaa, hattâ insanların kendi kitaplarını kendileri basacak imkânları var. Fakat insanlar yine de kitaba ulaşmakta zorluk çekiyor. Çünkü kitaplar çok pahalı. O yüzden de kitaba değer verenler ve hızlı okuyucular e-kitap olarak okuyuculuk yapıyor daha çok. Yâni matbaa hikâyedir. E-kitaplar matbaayı bitirmiştir. Peki e-kitaplar bedâva da olmasına rağmen okuyan var mı?.

 

Sözlü kültürden sonra yazılı kültür oluştu. Bu da aslında görsel kültüre göre iyiydi. Yazılı kültür ile birlikte “işitsel kültür” diyeceğimiz radyolar çıktı ki bu, bir noktaya kadar iyiydi. Çünkü insanlar bir-araya gelip onu dinliyordu. Televizyon çıkınca bu kalabalık dağıldı ve her âile kendi televizyonunu izlemeye başladı. Görsel kültür başlamıştı. Diziler varken kimsenin roman okumasına gerek kalmamıştı. Ama görsel kültür gelişip fazlalaşınca ve daha sonra internet, tablet ve telefonlarla herkes bir kenara çekilince, millet gözünü ayırıp da yazıya bakmaya fırsat bulamamaktadır. Yâni matbaa da artık işe yaramamaktadır. Bir yazıda şunlar söylenir:

 

“İnternet öncesi analog kültürde câhilliğimizin farkındaydık. Okumadığımızı ve bu yüzden de eksik olduğumuzu biliyorduk. En azından bunun ezikliğini, utancını, pişmanlığını yaşıyorduk. Ama dijital kültürde bu özelliğimiz dumura uğradı. Evet, yine okumuyoruz. Ama ‘okumamızı gerektirecek bir durum da yok zâten’ bahanesine sığınıyoruz. Post-cehâlet döneminin sloganları: ‘Kitaplar demode, dergiler nostaljik, uzun yazılar sıkıcı. Bak geç, seyret yeter, tıkla öğren’ oldu”.

 

Batı, uygarlığını; yaptığı hırsızlıklara, cinâyetlere, yolsuzluklara, köleleştirmeye ve sömürüye borçludur. Fakat bunu gizlemek için “biz uygarlığımız matbaaya borçluyuz, matbaayı îcât ettik ve ilmen geliştik” diye milleti kandırmaya çalışıyorlar. Yaptıkları şey, matbaayı zulümlerine ve dinsizliklerine paravan yapmaktan başka bir şey değildir.

 

İslâm ülkelerine matbaanın geç gelmesini “yobazlık” olarak görenlere sormak istiyorum; son bir yılda kaç tâne kitap okudunuz?. Kitap bir matbaa ürünü ya, o bakımdan.. E-kitaplar çıktı, hâlâ “matbaa geç geldi” muhabbeti yapılıyor. Okuyan mı var sanki.

 

Söz dinlemeyen, sonra kitap da okumayan ve sürekli olarak öküzün trene baktığı gibi televizyona, bilgisayara, tablete ve cep telefonuna bakanlar, matbaayı önemsemeyenlerden daha yobazdırlar. Artık teknolojik yobazlıktan bahsetmek zamânıdır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2020

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

23 Şubat 2021 Salı

İslâm Devletini Ütopya Olarak Görmek

 


“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip-beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

 

Nûr Sûresi 55. âyet, “iktidârı hedefleyen bir lîderlik”ten bahseder ki, bahsedilen lîderlik apaçıktır ki “devletin lîderliği” demektir. İslâm’da devlet ve iktidar hedefi, en nihayet “Dünyâ İslam Devleti-İktidârı” şeklindedir. Çünkü âyette “yeryüzünde” ifâdesi vardır.

 

İslâmî bir devlet kurma hayâlinin ve imkânının ütopya olarak görülmesine neden olan şey, seküler kuşatmanın iliklerimize kadar işlemiş olmasıdır. Oysa tüm peygamberler Allah'ın dînini yeryüzüne hâkim kılmak için gönderilmiştir ve Kur’ân da zâten bize bu emri verir:   

 

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13). 

 

Dînin hedefi, kişinin iç ve dış-âlemini inşâ etmesidir. Yoksa birilerinin zannettiği gibi İslâm sâdece iç-âlemlerin inşâsı ve neşesi için değildir. İç-âlemlerin inşâsından sonra sıra dış-âlemin inşâsına da gelir ki bu inşâ nihâyetinde ancak bir İslâm Devleti içinde olabilir. Kur'ân, iç-âlemlerden sonra dış-âlemde de dînin hâkim kılınmasını emreder. Bu ise ancak liyâkatini ispatlamış ve hakkıyla Allah’a kulluk yapan İslâm toplumunun kuracağı bir devlet içindeyken olabilir ancak. Bu devlet de, Kur’ân’ı merkeze almış ve Sünnet örnekliğini de göz-önüne alan bir devlettir.

 

“Hani, Mûsâ kavmine (şöyle) demişti: Ey kavmim, Allah’ın üzerinizdeki nîmetini anın; içinizden peygamberler çıkardı, sizi yöneticiler kıldı ve âlemlerden hiç kimseye vermediğini size verdi” (Mâide 20). Âyette, “meliklik”ten bahsedilir ki, bu meliklik “bir devletin melikliği”dir. Zâten Hz. Dâvud ve Süleyman da, bir İslâm Devleti’nin hükümdarları ve peygamberleri yâni melikleriydiler. Bu meliklik, apaçık bir İslâm Devleti ve iktidârıdır. Üstelik lâik olmayan bir devlet-şeklidir bu. Zîrâ İslâm’da lâiklik ve demokrasi gibi sapkınlıklara aslâ yer yoktur.

 

“Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidâr sâhibi kılarsak, dosdoğru namazı kılarlar, zekatı verirler, mârufu emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah’a âittir” (Hac 41). Âyette bahsedilen “imkân”, “iktidar”dır ki bu iktidar elbette “bir devletin iktidârı”, İslâm Devleti’nin iktidârıdır.

 

“Allah’ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü’ne verdiği fey, Allah’a, Resûl’e, (ve Resûl’e) yakın akrabâlığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara âittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın. Resûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah cezâsı (ikâbı) pek şiddetli olandır” (Haşr 7). “Devlet” kelimesi ise,  Haşr 7’de “dûleten” olarak geçer ki, servetin ortaya çıkardığı, “devlet ayarında bir güç” anlamındadır. Yâni “devlet gücüne erişen bir güç” olmamalıdır servetin, sermâyenin ve sermâyedarın gücü. Şu-anda da bâzı kişiler servet ellerinde birikince, bir-çok devletin toplam sermâye gücüne erişmiş ve “devlet-üstü bir güç” olmuşlar, “devlet içinde devlet” hâline gelmişlerdir.  

 

Dûleten kelimesi, “gücü elinde tutmak” anlamında “devlet” demektir. Yoksa zâten devlet soyut bir şeydir. Eğer, “İslâm’da günümüzdeki gibi seküler bir devlet yoktur” deniliyorsa eyvallah. O ayrı bir konu. Fakat “İslâm’da devlet yoktur ve İslâm Devleti bir ütopyadır” denildiğinde, “orada durun bakalım” dememiz gerekir. Zîrâ güzel örnekliğimiz Peygamberimiz’i, Kur’ân inşâ etmiştir ve böyle olduğundan dolayı her düşüncesini ve amelini Kur’ân’a göre yapmaktadır. Öyle ya; Peygamberimiz Kur’ân’a aykırı yada Kur’ân’ın onaylamayacağı bir şeyi yapacak değildir. Peygamberimiz’in Medîne’de bir İslâm Toplumu ve bir İslâm Devleti kurduğu kesin olduğuna göre, “İslâm’a bu yönden bakıldığında da İslâm Devleti vardır” sonucuna ulaşılır. Çünkü Hz. Muhammed bir İslâm toplumu ve bir İslâm Devleti kurmuştur ve Allah “Ben izin vermeden niçin devlet kurdun” dememiştir. Vahiylerini de bu İslâm Devleti üzerinden indirmiştir.

 

Devlet kelimesi Tevbe 86’da “tavli”, Nur 22’de “ye’teli”, Haşr 7’de “dûleten” olarak geçiyor ve “servet” anlamı veriliyor. Fakat “mal, birilerinde servete dönüşmesin” anlamı biraz sorunlu ve eksik oluyor. Çünkü mal anlamına gelen “mülk”, melikle (müluk) aynı anlamdadır. “Mekkennâ lehu fîl ard” cümlesi, “imkân vermek” anlamındadır ki, bunun “devlet imkânı” olduğu apaçıktır. Dolayısıyla mal-mülk-servet-melik aynı anlama geliyor. Bu nedenle “dûleten” kelimesi “devlet” anlamındadır ve devlet anlamında da kullanılabilir. Zâten mîrâsa konan kişiler için de, “devlete kondu” denir. Bir de “müdâvele” kelimesi vardır ki, “elden-ele geçen iktidâr gücü” anlamındadır. Bu iktidâr, “devlet iktidârı”dır tabî ki. Mehmet Akif Çeç, İslâm’da-Kur’ân’da devletten söz edildiğini ve onun belli şartlar dâhilinde kurulabileceğinden bahsederken şunları söyler:

 

“Aynı kökten (d-v-l) ‘devlet’ kavramının da türetildiği ‘müdâvele’ sözcüğü ile ‘el değiştirdiği’ ifâde edilen zaferin (dolayısıyla devletin ve medeniyetin) mü’minlerin eline geçebilmesinin hangi şartlara bağlı olduğunu Kur’ân’da farklı sûrelerde geçen bâzı âyetleri tâkip ederek de çıkarabilmek mümkündür.

 

Aynı-zamanda Allah’ın târihe müdâhalesi olarak da okunabilecek bu âyetler, Allah’ın mü’minlere belli şartları yerine getirmeleri koşuluyla mutlak zafer vaâd ettiğinin apaçık delilleri ve göstergeleri gibidir: ‘Eğer siz Allah’a yardım ederseniz (Allah’ın dîni için çalışır, cehd ederseniz), Allah da size yardım eder’ (Muhammed: 7). ‘Allah size yardım ederse, artık size gâlip gelecek hiç kimse yoktur’ (Âl-i İmran: 160). ‘Allah’ın yardımı ve zafer/fetih geldiğinde insanların fevc-fevc (kitleler hâlinde) Allah’ın dînine girdiğini görürüsün” (Nasr: 1). Bu âyetlerden târihin mü’minlerin lehine tedâvül etmesinin ve mü’minlerin Allah’ın yardımına mazhar olup zafere ulaşmasının şartının ‘Allah’ın dîni için çalışmak olduğu çıkarımını elde etmek mümkündür.

 

Şu âyetler de, müslümanların yeryüzünde iktidar olmasından bahseden âyetlerdir: A’raf 56, 74, 85, 129; Enfâl 67; Yûnus 14; Kehf 84; Hac 41; Nur 55; Kasas 5; Fâtır 39; Sâd 26, Mü’min 29; Mâide 54-56; Tevbe 14.

 

Modern Kur’ân çalışmalarında şöyle bir sorun var: İnsanlar istiyorlar ki, Kur’ân onlara birer ansiklopedi gibi her-şeyi alfabetik sıraya göre söylesin. Hâlbuki bu, Kur’ân’ın üslûbuna aykırıdır. Çünkü Kur’ân bir “hayat kitabı”dır ve vahiy, hayâttan kopuk olarak inmez. Kur’ân’ın apaçık şeyleri ayrıca açıklamasına da gerek yoktur. Kur’ân’ın  2X2’nin 4 ettiğini söylemesine gerek yoktur. Bu zâten mâlûmdur.

 

Kur’ân’da ille de “devlet kurun” gibi bir emir aramak doğru değildir. Bunu söylemesi abes olurdu. Çünkü “İslâm, iç-âlemlerin inşâsından sonra dış-âlemin inşâsı ve hayâtın her alanına hâkim olmak için gönderilmiş-indirilmiş bir din”dir. İslâm’ı bâtıl dinlerden ayıran temel özelliklerden biri de budur. Zâten Peygamberimiz apaçık bir devlet kurmuştur. Bu devletin yasasını Kur’ân’a göre yapmıştır. Vahye aykırı bir yasa yoktu kurduğu devlette. Kur’ân’ın emrettiği gibi yapmıştır yasaları ve bu devletin lîderi-emiri olmuştur. Zâten devlet-gücü olmadıkça, hayâtı boyunca düzenlediği 70’e yakın savaş, sefer, gazve ve seriyyeleri yapamazdı. Çevre ülkelerin lîderlerine gönderdiği dâvet mektuplarını da “devlet başkanı” sıfatıyla göndermişti.

 

Sünnet’te yâni “vahiy-merkezli mü’minlik örneğinde” Peygamber’in bir devlet başkanı olduğu apaçıktır. Zâten Peygamberimiz’in hicret-öncesinde de bir devlet kurma hedefi vardır ve Habeşistan Hicreti, Taif yolculuğu ve panayır zamanlarında gelenlere yapılan “apaçık dâvet ve teklifler” bunun delîlidir. En sonunda Medîne’liler bunu kabûl etmişlerdir. İslâm Devletini Medîne’de kurmak nasip olmuştur. Çünkü şirkin, küfrün ve dolayısıyla zulmün hâkim olduğu bir yerde İslâm’ın hakkıyla yaşanabilmesi mümkün değildir. Bunu idrâk eden Peygamberimiz, hicret edecek ve bir siyâsi yapı kuracak bir yurdu daha Mekke’deyken düşünüyordu ki bunu düşünmesine neden olan şey elbetteki Kur’ân’ın direktifleri ve hükümleriydi. Kur’ân’ın hakkıyla yaşanabilmesi ve hayâta hâkim kılınabilmesi için Kur’ân’ın anayasa olduğu bir devletin kurulması o zaman elzemdi ve bu her zaman da elzemdir. Zîrâ İslâm, bir devlet-medeniyet projesidir.    

 

Bir de şu var ki; Kur’ân’da defaatle “hükmün sâdece Allah’a âit olduğu” ve Peygamber’e de “Allah’ın hükümleri ile hüküm verilmesi” emredilir. Bu hükümler tabî ki hayâtın her alanıyla ilgili olan hükümlerdir. O hâlde bu hükümler hangi sıfatla ve hangi gücün içindeyken verilecektir?. Savaş, devletler-arası yazışmalar, “sâdece devletin hâlledebileceği” sosyâl-toplumsal sorunlar hangi güçle giderilecektir?. Şu âyetin emri hangi güçle uygulanacaktır?:

 

“Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).

 

Yoksa onlar câhiliyye (İslâm-dışı) yönetim mi istiyorlar?. İyi anlayan bir topluma göre hükmü bakımından Allah’tan daha iyi kim vardır?” (Mâide 50).

 

Bahsettiğimiz devlet, seküler bir devlet değildir ve İslâm Devleti’dir tabî ki. Biz, o “ideâl devlet”in örnekliğinden mahrûm olduğumuz için boşuna “İslâm’da devlet var mı yok mu” tartışması yapıyoruz. İslâm Devleti, “ümmeti toplayan bir devlet” olmak zorundadır. Yoksa İslâm Devleti bir ulus-devlet şekli değildir. İslâm’da devlet amaç değil araçtır ve ümmeti ve İslâm medeniyetini, adâleti, huzûru ve güvenliği meydana getirmek için şarttır. Fakat, Peygamber’in vârisleri olan âlimlerden oluşan bir kurulun seçtiği ve başında bir imamın bulunduğu İslâm Devleti olmadan ümmeti toplamak nasıl ve hangi sıfatla olacaktır?. Yâni ümmet nasıl toplanacak ve hangi otorite altında birleşecektir?. Devlet denilen şey sonuçta, başında bir lîderin bulunduğu, devlet görevlilerinden oluşan bir yönetim ve işleyiştir. İşte bu işleyiş sâdece İslâm Devleti’nde Allah’a göre yâni Kur’ân’a göre olur. Kâinatta her-şey Allah’a göre işliyorken, yeryüzünde insanların arasındaki iş ve işleyiş Allah’â göre olmasın mı?. Peki bu işleyişi sağlayacak, denetleyecek ve kontrôl edecek olan güç ne olacaktır?. Bunu kim hangi sıfatla ve güçle sağlayabilecektir?. Bu güç ve otorite, elbette İslâm Devleti içinde olacaktır. O hâlde İslâm Devleti’ni ütopya olarak görmek de neyin-nesidir?.  

 

Şu-anda müslümanların ümmeti birleştirememelerinin ve hakkı-hakîkati gerçekleştirememelerinin nedeni, ideâl bir devletin yâni İslâm Devleti’nin bulunmayışıdır. İslâm Devleti, ümmete alternatif değil, onun bir ön-şartıdır. İslâm Medeniyeti’ni başlatmak için gerekli aşamalardan biri de devlettir. Mü’minler topluluğu-devlet-ümmet-medeniyet süreci böyle işler. “İslâm’da devlet yoktur” ve “İslâm Devleti bir ütopyadır” demek, “Peygamber devlet kurmamıştır” ve “Peygamber ve sahabenin kurum olarak bir yapılanması yoktu” demektir böyle bir şeyi söylemek târihi yok saymak anlamına gelir. Modern müslümanlıkta Peygamber -sözde- Kur’ân lehine ötelenince böyle sapkın bir düşünce ortaya çıkmıştır. Peygamber’in yaptıkları ve kurduğu devlet, “Peygamber’i ötelemek” bağlamında görmezden gelinmekte ve “Kur’ân’da İslâm Devleti yoktur” denmektedir.   

 

Aslında sorun (ki bence bu bir hastalık hâline gelmiştir), Peygamberimiz zamânında devletin hayâtın tam da ortasında apaçık bir şekilde tezâhür etmesine bakmadan, “devlet” şeklinde yazılan devleti Kur’ân’da aramaya kalkmaktır. “Kur’ân’da yoksa o şey yoktur” düşüncesi çok yanlıştır. Devlet kelimesi ve yapısı verdiğimiz âyetlerde de apaçık şekilde görüldükten başka; devlet denilen şey teorik değil pratik bir şeydir ve İslâm ‘da pratiklik Kur’ân ile değil Sünnet ile yâni Allah’ın Ahzâb Sûresi 21. âyette “güzel örneklik” dediği Peygamberimiz’in vahiy-merkezli pratikliğinde ortaya çıkar. İslâm’da devletin olup-olmadığı, “güzel örneklik” üzerinden anlaşılabilir. Zîrâ mü’minler için, bilgi ve bilincin temel kaynağı Kur’ân-ı Kerîm iken, amel ve eylemin kaynağı ve örnekliği ise Sünnet’tedir.    

 

Kur’ân devlet istiyor mu sorusunun cevâbı ise şu âyetlerdir:

 

“Bir vakit Mûsâ, halkına: ‘Ey halkım!’ demişti, Allah’ın size bahşettiği nîmetleri hatırlayın ki O, aranızdan peygamberler çıkarmış, sizi Melikler kılmış ve Dünyâ’da başka hiç kimseye göstermediği lütfunu size göstermişti” (Mâide 20). Allah bu âyette melikliği yâni devlet lîderliğini “en büyük nîmet” olarak söylüyor.

 

“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip-beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55). Bu âyette de Allah, İslâm Devleti kurmanın aşamalarından ve şartlarından bahsediyor.  

 

“Andolsun, biz Zikir’den sonra Zebur’da da: ‘Şüphesiz Arz’a sâlih kullarım vâris olacaktır’ diye yazdık” (Enbiyâ 105). Bu âyette Allah, İslâm Devleti’ni kuracak olanların sâlih kullar olacağını söylüyor. Zâten bir üstteki âyette de İslâmî iktidârın şartının “sâlih amel”den geçtiğini söylemişti. 

 

“Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mîrasçılar kılmak istiyoruz” (Kasas 5). Güçten düşürülenler, İslâm-merkezli oldukları için seküler toplum tarafından dışlanan kişilerdir. Çünkü İslâm-merkezli olanların kuracağı toplum ve devlet, elbette İslâm toplumu ve İslâm Devleti olacaktır.

 

“Onlar o mü’minlerdir ki, eğer kendilerine yer-yüzünde bir iktidar mevkî verirsek namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler; iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar” (Hac 41). İslâm Devleti’nde iktidârın nasıl bir tavır izleyeceği ve hakkı hâkim kılmak için neler yapması gerektiği söyleniyor.

 

“O sizi yeryüzünün halifeleri kıldı ve size verdikleriyle sizi denemek için kiminizi kiminize göre derecelerle yükseltti. Şüphesiz senin Rabbin, sonuçlandırması pek çabuk olandır ve şüphesiz O, bağışlayandır, esirgeyendir” (En-âm 165). Allah, aynen göklerde olduğu gibi yeryüzünde de Allah’ın sözünün-dîninin hâkim olması için, insanı halife seçtiğini söylüyor. Halife-insan bu hâkimiyeti, elbette bir İslâm Devleti iktidârı ve gücüyle yapacaktır.

 

“İslâm’ın devleti talebi yoktur” diyenler, aslında bir İslâm Devleti’nin olmasından ürkenler ve korkanlardır. Çünkü cihangir bir İslâm devleti olduğunda, Allah’a, Peygamber’e, Kur’ân’a ve İslâm’a aslâ hakâret ettirmez, iftirâ attırmaz ve yan baktırmaz. Buna zinhar müsâde etmez. Yine de bunları yapanların kulaklarını iyice bir çeker, olmadı sopayı basar. İşte bunun korkusundan dolayı tasavvufçular, târihselciler, modernistler, Kur’âncılar, meâlciler ve tüm İslâm, Kur’ân ve Peygamber düşmanları, İslâm’ın bir devlet talebinin olmadığını zırıldar dururlar.

 

İslâm’ın fıtratında ve doğasında Dünyâ’ya her alanda hâkim olmak vardır. Çünkü İslâm, hayâtın her alanında hükümrân olmak, iktidâr ve muktedîr olmak ister. Zîrâ İslâm sâdece “din” değil, aynı-zamanda devlettir de. Çünkü İslâm bir hayat-dînidir ve siyâsettir de. Bu siyâset elbette bir devlet ile yapılacaktır.

 

İslâm Devleti kurmak bir ütopya değildir ve zâten ütopyalarda bahsedilen devletlerin kurulması pek mümkün değildir. Zîrâ gerçekçi değildirler. Çünkü Dünyâ’da ve insan yapısında bir karşılığı yoktur. İnsan nefsi hesâba katılmadan kurulması plânlanan devletler gerçekten de bir ütopyadır ve bir hayâldir. Zâten örneği de yoktur. Fakat İslâm Devleti gerçekçidir ve güzel bir örneği vardır. Hz. Osman’ın hilâfetinin ikinci yarısından sonra 1.400 yıldır bir İslâm Devleti’nin kurulamamış olması, İslâm Devleti’nin hiç-bir zaman kurulamayacağı anlamına gelmez ve İslâm Devleti düşüncesinin bir ütopya olduğunu zinhar göstermez. Zâten zaman-zaman bir İslâm Devleti düşüncesi ve çabası içinde olanlar olmuştur ve bunun hayâlini kuranlar her dâim vardır. Çünkü böyle bir hayâli olmayanlar ve bir İslâm Devleti fikrini gönüllerinde taşımayanlar zamanla yozlaşırlar ve başkalaşırlar ki bunun örneklerini günümüzde çokça görmekteyiz. İslâm Devleti ülküsüyle yola çıkanlar, verdikleri tâvizlerin ve kaypaklıkların sonucunda lâik-seküler-muhâfazakâr demokraside karar kılmışlardır ve Allah’ı hesâba katmayan yönetim-şekillerini övmektedirler. Zîrâ İslâm Devleti fikrine hakkıyla sâhip çıkmamışlar, bu yola adanmamışlar ve sonuçta şeytanın ve nefislerini ayartmasıyla birlikte İslâm Devleti kurmayı bir ütopya olarak görmeye başlamışlardır. Allah da onları; İslâm Devleti yerine Allah’sız bir devlet şeklini övmekle, desteklemekle ve bu tür devletin lîderlerine duâ etmekle cezâlandırmıştır.     

 

İslâm Devletinin ön-şartı, hakkıyla kulluk yapan bir İslâm Toplumu’nun bulunmasıdır. Böyle bir İslâm Toplumu’nun ortaya çıkması bir İslam Devleti’nin de kurulmasına neden olacak ve sonuçta Dünyâ bambaşka bir yer hâline gelecektir.

 

 “İslâm’ın devlet talebi var mıdır” ve “Kur’ân devlet kurmaktan bahseder mi” sorusunun cevâbı; “İslâm’da-Kur’ân’da devlet kurmak düşüncesi ve örnekliği kesinlikle vardır, hem de İslâm’ın talep ettiği, emrettiği ve örneklendirdiği devlet en nihâyetinde din-u devlet olarak “Dünyâ İslâm Devleti” şeklindedir. Buna rağmen İslâm Devleti kurmayı bir ütopya olarak görenler, bir ütopya içinde sapkınca yaşamaya mahkûm olurlar-olmaktadırlar.  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2020

 

Devamını Oku »

17 Şubat 2021 Çarşamba

Tahterevalli

 

“Eğer bir yara aldıysanız, o kavme de benzeri bir yara değmiştir. İşte o günleri biz insanlar arasında devrettirip dururuz. Bu, Allah’ın îman edenleri belirtip-ayırması ve sizden şâhidler (veyâ şehidler) edinmesi içindir. Allah, zulmedenleri sevmez” (Âl-i İmran 140).

 

Allah gâlip olandır. Allah’tan başka hiç-bir varlık sürekli olarak gâlip gelemez, sürekli olarak kazanamaz ve her zaman istediği ve arzu ettiği gibi olmaz. Bu ancak Allah’a mahsustur. Sünnetullahın yâni varlığın formatının, varlığa konan yasaların ve de imtihanın bir gereği olarak insan, bir ileri bir geri yada iki ileri bir geri gidip gelen varlıktır. Müslümanlar için en uygunu, iki ileri bir geri gitmektir.

 

Dünyâ bir imtihan alanıdır ve her zaman tüm sorular doğru ve eksiksiz olarak çözülemez. Çünkü insanın buna gücü yetmez. Zîrâ insan “kul”dur ve âcizdir. Sınırlı bir aklı, sınırlı bir gücü ve olanakları vardır. Aslında Allah’tan başka her-şey kendisinde olan sınır ile varlığını sürdürür. Sınır, vâr olanın varlığının devâm etmesini sağlar. Çünkü insan için sınır “denge” demektir.

 

İnsanlık-târihi boyunca insanlar ve toplumlar birbirleriyle ihtilaf hâlinde olmuşlar, bu bağlamda nice çatışmalar ve savaşlar yaşanmıştır. Bu çatışma ve savaşlarda bâzen bir taraf bâzen de diğer taraf gâlip gelmiştir. Hattâ bâzen nice az sayıdaki topluluk çok sayıda olan topluluğa gâlip gelmiştir. İbn-i Hâldun, “ilk dört nesil hızlı bir şekilde ilerler ve beşinci nesilde işler sekteye uğrar” der. Bakıldığında da genelde öyle bir şey görülür. Sürekli olarak aynı hızda ilerleme ve gelişme olmamıştır ve olmamalıdır. Belki de bu, insanın haddini bilmesi ve kendini ilah gibi görmemesi içindir.

 

Devletler, ülkeler, ideolojiler ve dinler, târih boyunca hep karşı-karşıya gelmiştir. Tahterevallinin bir tarafında hak din, diğer tarafına da bâtıl din olmuş, bir süre bir taraf yükselirken başka zaman da diğer taraf yükselmiştir. Tabi yükselen tarafın karşısında mutlakâ alçalan bir taraf olur. Bir taraf hiç-bir zaman sürekli olarak hep yukarıda kalmamıştır, kalamaz da. Zîrâ bu, sünnetullaha terstir.

 

Peygamberimiz ve sahabe bile, Bedir’den sonra Uhud’da bir bozgun yaşamıştır. Nice büyük komutanların hayatlarında yenilgiler de vardır. Târih boyunca ortaya çıkan o koca-koca devletler ve imparatorluklar nasıl da yıkılmış ve yok olup gitmiştir. Tâ Âdem’den bêri tahterevalli bir o yana bir bu yana kalkıp inmiştir ve inmektedir. Tabi taraflar sürekli olarak yüksek tarafta kalmak istemiş ve bunun için çabalamıştır.

 

Bâzen bâtıl taraflar da tahterevallinin iki tarafında karşılaşmış olsalar da, genel anlamda bakıldığında tahterevallinin bir tarafında hak, diğer tarafında ise bâtıl-câhiliye bulunmuştur. Allah günleri ikisi arasında deverân ettirmekte ve insanların nasıl davranacağına bakmaktadır. İnsanlar tahterevallinin yüksek yada alçak tarafının neresinde olurlarsa-olsunlar, bulundukları konumda imtihan edilmektedirler. Dünyâ’da sürekli olarak “yukarıdayken imtihan edilenler” ve “aşağıdayken imtihan edilenler” olarak her zaman iki kesim vardır. Buna göre bir davranış göstermek gerekir. Tahterevallinin yüksek tarafına geçmek hayâliyle imtihanı es geçmek olmaz. Fakat imtihan aynı-zamanda, tahterevallinin yüksek tarafına geçme yarışıdır. Hak taraf, bâtılın altında kalmaya râzı olamaz. Bu nedenle ya yüksek tarafta olmalı yada dengeyi sağlamalıdır.

 

Allah hakkın yanında olduğu için tahterevallinin yüksek tarafında çoğunlukla hak bulunmalıdır. Bâtıl biraz yükselse de hak en düşük rakıma kadar düşmemelidir. Düşmemek için çabalamalı, gayret etmelidir. Zîrâ tahterevalli Hak tarafından yaratılmıştır ve Hak, hak tarafındadır. Bu yüzden de hakkı, hak tarafında olanları destekler ve bâtılı sevmez. O hâlde hakkın tarafında olanlar tahterevallinin yüksek tarafında bulunmaya çalışmalı, aşağıdaysalar yükselmek için gayret etmelidirler. “İmtihan” budur. Çünkü Dünyâ ancak hakkın yükseldiği zamanlarda “barış yurdu”na dönebilir ve “huzûr diyârı” olur. Aksi-hâlde tahterevallinin aşağı tarafında olanlar sürekli bir mutsuzluk yaşarlar. Öyle ki aslında ortalarda bir yerlerde duranlar da madden olmasa da rûhen azap içinde yaşarlar. Zîrâ bâtıl yüksekte olunca ve hâkimiyeti ele alınca ekini ve nesli helâk eder.

 

Tahterevallinin yüksek tarafında olan bâtılın yüksekte olmasının nedeni, diğer taraftakinin onu yüksekte tutmasından dolayıdır. Sürekli olarak bir güç harcar ve destekleyerek onu yüksekte tutar. Bir silkinse ve bir sıçrasa aslında onu aşağıya indirecek yada en azından tahterevalli dengede duracaktır. İmtihan gereğince tahterevalli bir o tarafa bir diğer tarafa doğru inip-kalkacaktır tabi. O yüzden müslümanlar da tahterevallinin aşağı tarafında bir süreliğine de olsa bulunacaklardır. Ama en iyisi tahterevallinin dengede durması yada hakkın, bâtıl taraftan bir miktar yüksekte durmasıdır. Böylece hak ve bâtıl tüm açıklığıyla ortaya çıkmış olur. Artık insanlar taraflarını seçerler. Hak taraf kendini gösterecek fırsatı bulduğunda tercih edilip güçlenecek, insanların çoğu hak tarafı destekleyip yükseltince bâtıl bâzen yerin dibini boylayacaktır. Hak yükselince bâtıl düşecek, bâtıl yükselince hak tarafında olanlar düşüşe geçecektir.  

 

Yüksekte olduğu için etrâfı daha çok ve net olarak gördüğü için haberleri de ondan almak gerekecektir. Böylece o ne derse kabûl edilecek ve o ne derse o olacaktır. Yalan söylese de yine de ona inanılacaktır.

 

En acısı da, tahterevallinin aşağı tarafında olanların bunu “kader” olarak kabûllenmeleridir. Normâlin, doğal olanın bu olduğunu zannederler ve yüksektekini yüksekte tutmak ve hattâ hiç sarsmamak için olanca gayretleriyle çabalarlar. “Neden ben aşağıdayım da o yüksekte” diye düşünmezler. Oysa tahterevalli dediğin, bir aşağı bir yukarı iner-çıkar en azından. Yada bir eşitlik olur ve dengede durur. Fakat Allah yâni tahterevalliyi kuran Kudret hakkın her zaman üstte yada ortanın biraz üstünde olmasını istediğinden dolayı, hak tarafın sürekli aşağıda olmasına râzı olmaz ve tahterevallinin yönünü değiştirmek için peygamberler seçer ve vahiyler gönderir. İcâbında binlerce melekle de yardım eder.

 

Buna rağmen hakkı temsil edenlerin aşağıda kalmaktan râzı olmaları anlaşılır gibi değildir. Öyle ki yukarı doğru bir hamle yapmadıkları gibi en ufak bir hareket ve gıcırtı yoktur. Aşağıda dura-dura tahterevallinin aşağıda olan tarafı yeri kazımıştır ve yere daha da fazla gömülmüştür. Böylece diğer taraf daha fazla yükselmiştir. Yukarı tarafın kendini bir anlığına hafifletmesi ve zıplatması, aşağıdakini daha da aşağıya düşürür. Ona yerini bildirir böylece. Aşağı tarafta olan yukarıda olanı çok yukarıda görüp aşağılık kompleksine kapılırken, yüksekte olan taraf da aşağıdakini çok aşağıda görmekte ve kendini ilahlaştırmaktadır.

 

Tahterevallinin aşağı tarafında olanların yapması gereken şey, bacaklarını yerden yukarıya doğru itmeleridir. Tabi ilk önce buna cesâret edebilmesi ve bacaklarında o gücü bulması gerekir. Böylece en azından biraz yükselecektir ve yükselebilmenin mümkün olduğunu görecektir. Böylece diğer seferinde daha gayretli bir şekilde bacaklarını itecek ve karşı tarafı mecbûren aşağıya doğru indirmiş olacaktır. Böylece hem yukarıdaki karamsarlığa kapılacak ve “demek ki sürekli böyle kalmayabilirim” diye düşünecek ve aşağıdaki de “demek ki yukarıya çıkabilirim” diye düşünecek, bunun için gayret edecek ve durum zamanla tersine çevrilecektir. Belki de tam ortada bir anlaşma yaparak dengede kalmaya râzı olacaklardır. Bu durum uzun zaman boyunca aşağıda duran için elbette iyi bir şeydir. Fakat ilk önce biraz yukarıya çıktıktan sonra dengede buluşmak daha iyidir. Çünkü hakkın tarafında olanların bir zaman aşağılarda bulunduktan sonra yukarıya doğru yükselirken böyle bir anlaşma yapması doğru değildir. Anlaşma ancak yüksekteyken yada yükseğe çıkıp indikten sonra yapılabilir.

 

İşin en traji-komik tarafı da, daha ağır olanların değil de sürekli olarak hafiflerin yüksekte kalmasıdır. Demek ki yüksekte olmak için madden ağır olmaktan ziyâde, aklen ve kâlben ağır olmak önemlidir.

 

Sürekli olarak tahterevallinin aşağı tarafında olmak ne kadar da acıdır. Çünkü sürekli olarak bir güç uygulayarak karşıdakini taşımak ve ona yeryüzünün en aşağı rakımından bakmak zorunda kalınır. Müslümanlar 1.000 yıllık süreyle yüksek tarafta olduktan sonra son 250 yıldır aşağıya doğru düşmüşler ve yere kadar inmişlerdir. Yükselmek için gayret göstermemekte, karşı taraf da makâmı kaybetmek istememektedir. Müslümanlar daha fazla ağırlaştıkça karşı taraf otomatik olarak yukarıya kalkmaktadır. Zîrâ müslümanlar madden ağırlaşıyorlar ama mânen ve aklen hafiflemektedirler. Böylece akıllarından ve mâneviyatlarından güç alıp da bir silkinememektedirler. Silkinemedikleri için de bulundukları yerden râzı olmak yoluna gitmektedirler. Birileri de dışarıdan, “bulunduğunuz yer kaderinizdir” demektedir.

 

Hak, bâtıl karşısında sürekli olarak aşağıda olamaz. Ya yukarıda olmalı yada dengenin biraz üstünde bulunmalıdır. Çünkü hak, her dâim belirleyici ve hâkim olmalıdır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2020

Devamını Oku »

12 Şubat 2021 Cuma

Bağışıklık Sistemi ve Hastalık


“Hastalandığım zaman bana şifâ veren O’dur” (Şuârâ 80).

 

Şâfî olan Allah, insanlar hastalandığı zaman şifâ verendir. Allah’ın şifâ vermesi en başta, insanla birlikte yarattığı bağışıklık sistemi ve sonra da yarattığı bitkisel, hayvansal ve mâdenî şeylerle olur. Zâten “şifâ” anlamında “hastalığın tamâmen geçmesi” ancak bu şekilde olur. Yoksa “tedâvi” anlamında sürekli olarak kimyâsal-modern ilaçları kullanmak şifâ bulmak söz-konusu değildir yada bunun çok az istisnâları vardır. Çünkü modern-kimyâsal ilaçlar doğal olmadığından dolayı zamanla doğal olanı da bozarlar ve hastalığı arttırdıkları gibi yeni hastalıklara da dâvetiye çıkarırlar. Zâten modern-tıp ve tedâvi yöntemi ile “kronik” tâbir edilen hiç-bir hastalığa şifâ bulunamaması hattâ çoğu-zaman hastalıkların ilerleyişinin durdurulamaması bir-yana, ilaçların yan-etkisinden ve bağışıklığı zayıflatmasından dolayı yeni hastalıkların ortaya çıkması ve insanın hayâtının zindan olması da cabasıdır.

 

Muhteşem bir savunma ve tedâvi-şifâ sistemimiz olan bağışıklık sisteminin zayıflaması ve çökmesine neden olan bir başka şey ise, GDO’lu ve kimyâsal katkılı sûnî gıdâların hayâtımızı kuşatması, kentlerde yaşayan insanların bu tür gıdâlarla beslenmek zorunda olmasından başka bir de, aslında hiç de ihtiyâcımız olmayan absürd şeyleri yiyip-içmek zorunda kalmasıdır. Bundan başka bir de; cep telefonu, bilgisayar, televizyon, internet, çeşitli sinyâl yayıcı cihazlar ile gürültü ortam, kirlilik, stres, oksijen yetersizliği, Güneş’ten yeterince yararlanamamak, D, E, C, B-12 gibi vitaminlerin eksikliği gibi nedenlerle güçsüz düşen bağışıklığımız zayıflayıp çöküyor ve de sonuçta her hastalığa açık hâle geliyor. Artık her hastalık bizi çok fazla etkiliyor, risk oluşturuyor ve hattâ hayâtımızı kaybetmemize neden oluyor.

 

Bağışıklığı olumsuz etkileyen unsurlar bunlardan başka; stres, alkôl, uykusuzluk, radyasyon, hava kirliliği, korku, endişe, üzüntü ve travma  gibi etkenlerdir. Stres, tek-başına bağışıklık sistemini baskılayarak enfeksiyonun üremesini kolaylaştıran en önemli risk faktörlerindendir. Bağışıklık sitemini güçlendiren en önemli etkenlerden biri dengeli beslenmedir. Yetersiz ve yanlış beslenme bağışıklık sistemini bozmakta, fonksiyonlarını baskılamakta ve enfeksiyon riskini artırmaktadır. Alkôl, sigara, uyuşturucu, kumar, gayr-meşrû faaliyetler gibi kötü alışkanlıklar da bağışıklığı olumsuz etkiler ve zayıflayıp çökmesine neden olur. Bakteri, mikrop ve virüsler ortaya çıkmak için insanların yaşlanmasını, bağışıklığın zayıf düşmesini, beslenme eksikliklerini veyâ stres durumunu bekler.

 

Birileri bağışıklığın güçlendirilmesini ve böylece hem genelde hastalıkların, hem de özelde korona-virüsün bitip gitmesini yada etkisizleşmesini istemiyor gibidir. Zîrâ hastalıklardan yada bağışıklık sisteminin zayıflığından ve çökmüş olmasından beslenen bir-çok insan ve kurum vardır. O yüzden meselâ çok yararlı bir ürün olan propolis için televizyonda şöyle denmişti: “Bağışıklığı güçlendiriyor ama korona-virüse iyi gelmiyor ve korona-virüsü tedâvi etmiyor”. “Bağışıklık sisteminin güçlenmesinin korona-virüse hiç-bir faydası yok” demeye getiriyor. Oysa korona-virüsten etkilenenler ve hayatlarını kaybedenler, bağışıklık sistemi zayıf olanlar yada bağışıklık sistemi çökmüş olanlardır.  

 

Bağışıklık konusunda “genetik yatkınlık” denilen bir şeyden de bahsedilir fakat aslında bu, “doğumdan îtibâren bir hastalığa karşı yatkınlık yada duyarlılık” değildir. Genetik denilen şey aslında “âilesel” demektir. Kişi, anne-babası gibi beslenmişse ve onlar gibi bir hayat-tarzına sâhipse ve de zaman içinde yaşam-tarzından dolayı genlerinde bir mutasyon oluşmuşsa, o da anne-babası gibi herhangi bir hastalığa karşı duyarlı hâle gelebilir ve onda da anne-babası gibi yatkınlık oluşabilir. Beslenme-tarzı ve yaşam-şekli, çocukta da anne-babası gibi bir genetik durum ortaya çıkarabilir. Fakat bu, doğduğu anda değil, yaşarken ortaya çıkan (yada çıkmayan) bir durumdur. Anne-babanız gibi yada birlikte yaşadıklarınız gibi beslenirseniz ve yaşarsanız, aynen onların bağışıklığına benzer bir bağışıklığınız olur ve sağlığınız da onlar gibi iyi yada kötü olur.   

 

Bağışıklık, insanların ve doğanın da yardımıyla sağlanır. Yoksa insanın yaratılıştan gelen bağışıklığı bir zaman sonra yeterli gelmemeye başlayabilir. Yalnızlığın bir-çok sağlık sorununa neden olmasının sebeplerinden biri de budur. Çünkü bağışıklığın zayıf olmasının sâdece maddî değil, psikolojik ve rûhî nedenleri de vardır. Psikolojik-rûhî etkenlerin eksikliğinde yada yokluğunda bağışıklıkta bir zayıflama ortaya çıkacaktır. O hâlde sosyâl ve fizîkî mesâfenin belli bir süreden fazla sürdürülmesi psikolojinin bozulmasıyla birlikte kısa süre sonra bağışıklığı zayıflatacak, hattâ çökertecektir.

 

Bebeklerin diğer bebeklerden ve insanlardan tecrit edilerek ayrı tutulması, bebeğin bağışıklığının olması gerektiği gibi gelişmesini engeller ve bebeğin-çocuğun zayıf bir bağışıklığının olmasına neden olur. Aşırı titiz anne-babaların, çocuklarını insanlardan aşırı şekilde uzak tutması çocuğun bağışıklığının gelişmesini engelleyecektir. Çünkü insanlar, doğduklarında bağışıklıkları tam yeterli bir şekilde doğmazlar ve bağışıklıkları yaşarken oluşan etkileşimlerle güçlenir. Bağışıklık, beslenme (anne sütü), doğa ve insan etkileşimleriyle güçlenir.    

 

Aşılanma bile bu etkileşimlerle doğal bir şekilde olur gider. Doğal aşı, bir hastalığa yakalanan kişinin hastalığının semptomlarının azalması ve geçmesiyle birlikte başka bir insanın o kişiyle temâs etmesinin sonucunda olur. Meselâ doğal çiçek aşılanması, çiçek hastalığı geçme aşamasına gelmiş olan bir çocuğun yanına hiç hasta olmamış bir çocuğu koymak ve birlikte vakit geçirmeleriyle olur. Temâs ile de oluyor yâni. Zâten eskiden çiçek aşısı, çiçek hastalığına yakalan bir çocuğun hastalığının geçmesine yakın bir zamanda, vücûdunda oluşan kabukların bir araçla sıyrılıp toz hâline getirilmesi ve diğer çocukların bu tozu burnundan içeri çekmesiyle yapılıyordu ve çok işe yarıyordu. Demek ki bir hastalığa karşı bağışıklık bu şekilde güçleniyor ve doğal aşılanma yâni sürü bağışıklığı bu şekilde oluyor. Yoksa sûnî aşılar çok da işe yaramıyor, yaramaz. Çünkü doğal değildirler. Bu nedenle yararları kadar, bâzen yararından daha çok zararları da olur.

 

İnsanların birbirinden uzaklaştırılması bağışıklığı zayıflatır. Zîrâ toplum-bağışıklığı ve doğal aşılanma oluşmaz. Tabi bu-arada yaşlıların, hastaların ve bağışıklık bozukluğu olanların bir kısmının hastalık kaparak hayâtını kaybetmesi durumu da olabilir ki bu zâten karantina ve modern tekniklerle alınmaya çalışılan önlemlerde ve tedâvilerde de yaşanan bir durumdur.  

 

Allah, insana kaldıramayacağı yük yüklemez. Azap ve cezâ durumları hâriç, normâlde insanı çâresiz bırakacak bir belayla karşı-karşıya bırakmaz. Çünkü bu sünnetullaha aykırı olur. Allah her derde mutlakâ bir dermân da verir. Fakat derman bâzen geç gelebilir. Çünkü insanlar ekini ve nesli ifsâd ettiğinden dolayı derman da ifsâd olmaktadır.

 

Peki, Allah insana kaldıramayacağı ve onu çâresiz bırakacak bir musîbet vermeyeceğine göre, yaygınlaşan hastalıklar, salgınlar ve günümüzde yaygınlaşan virüslerin bu kadar çoğalmasının nedeni nedir?. İnsanlar dokunmaması yerlere ve şeylere dokunuyor, yememesi gereken şeyleri yiyor, uğraşmaması gereken şeylerle uğraşıyor ve her-şeyin mahremiyetini deliyor. Bunun sonucunda da alışık olmadığı durumlarla karşılaşıyor. Beden bu durumlara hemen cevap veremeyebiliyor. Hele bağışıklık sistemi iyice zedelendiyse cevap vermesi mümkün de olmayabiliyor.

 

Modern insanın yoğunlaşan sağlık sorunlarının nedeni, çeşitli sebeplerle hastalıkların çeşitlenmesi ve direnç kazanmasından ziyâde, bağışıklığın zayıflığı ve çökmüş olmasıdır. Çünkü insanın beslenmesi doğal değildir, yaşadığı ortam doğal değildir ve üstelik tam-aksine, bağışıklığı zayıflatıp çökerten bir ortamda yaşamakta ve onu hastalıklara açık hâle getirecek gıdâlarla beslenmektedir. Bağışıklık sistemi güçlü olmadığında hastalıklar vücûda çok ve çabuk zarar vermeye ve yaygınlaşmaya başlıyor.

 

Normâlde ve doğal durumda vücûdumuzda her zaman bir miktar mikrop, bakteri ve virüs vardır. Sistem bunlarla sürekli mücâdele eder ve tatbikat yapar. Onları nasıl yeneceğini ve yok edeceğini öğrenir böylelikle. Tabi bunun için bağışıklık sürekli olarak desteklenmeli, hem doğal-sağlıklı gıdâlarla bağışıklık sistemine takviye yapmak hem de sistemi olumsuz etkileyecek olumsuz etkenlerden uzak kalmak gerekir. Oysa modern insanlar olarak hem doğal olmayan ve zararlı gıdâlarla besleniyoruz, hem sürekli olarak teknolojik aygıtların yaydığı sinyâllerin etkisinde kalıyoruz, hem de gürültülü ortamlarda kalıyor ve pis bir hava soluyoruz. Kentsel dönüşüm ve apartman sistemiyle iyice kalabalıklaşan yerleşim yerlerinde hem yeterli oksijen alamıyoruz hem de Güneş’ten yeterince faydalanamıyoruz. Bu da bağışıklığımızı doğru ve etkili besleyemediğimiz için onun yanlış beslenmesine ve kötü etkilere mâruz kalarak zayıflamasına ve çökmesine neden oluyor. Mikrop, bakteri ve daha ziyâde virüsler ile oluşan salgınların nedeni de aslında budur. Kentsel dönüşüm ile yükselen binâlar yüzünden hem yeterince hava alamıyoruz ve temiz oksijen soluyamıyoruz hem de Güneş’i ya hiç yada çok az alabiliyoruz. Üstelik doğadan uzaklaştık. Doğanın maddî-mânevî etkisinden mahrum kaldık. Yaz mevsiminde hastalıkların azalması yada hiç olmamasının nedeni, günlerin uzun olması ve böylece Güneş’ten ve açık olan pencereden giren oksijenden daha çok faydalanıyor oluşumuzdur.

 

Bir de şu da var ki, bedene göre ruhlar çok geride kaldı, insanlar mânevî ve psikolojik olarak zayıflayıp çökmüş olduğundan dolayı artık “alternatif” bir dirençleri de olmuyor.

 

Mikrop, bakteri ve virüsler vücûdumuza girdiğinde ve bağışıklık sistemimiz güçlü olduğunda bizi pek de etkilemez ve kısa sürede hastalık biter gider. Fakat zayıf bağışıklıkta bu mümkün olmuyor ve hastalıktan çok fazla etkileniyoruz. Yanlış beslenme ve çeşitli modern etkiler nedeniyle bağışıklığımız düşüyor ve genlerimiz mutasyona uğruyor. Bu da savunma sistemimizin doğru ve yeterli çalış(a)mamasına neden olduğu için mikrop, bakteri ve virüsler bize aşırı etki edince hastalığı ya çok ağır geçiriyoruz yada hastalıktan dolayı hayâtımızı kaybediyoruz. Korona-virüsten dolayı hayâtını kaybedenlerin, “interferon gen mutasyonu” ile mutasyona uğrayan genlere sâhip olanlar olduğu söylendi. Genler mutasyona uğrayınca bağışıklık zayıflıyor ve hastalıklara karşı yeterli direnci gösteremiyor.  

 

GDO’lu kimyâsal ürünler yediğimiz-içtiğimiz, şekeri, unu ve kimyâsal tuzu fazla kullandığımız, market ürünlerini tükettiğimiz, hiç ihtiyâcımız olmayan şeyler; içki, sigara, uyuşturucu kullandığımız için, Güneş’ten, oksijenden, sessizlikten mahrûm kaldığımız gibi, çeşitli teknolojik sinyâllere mâruz kalmamız, stres ve aşırı korku bağışıklığımızı zayıflatıp çökertiyor.

 

Peki ne yapmalıyız?. Yapılacak olan şey, teknolojik cihazların etkilerinden olabildiğince uzak kalmak, bol oksijen ve Güneş ışığı-ısısı almaktan başka, ev-yapımı gıdâları bol-bol yiyip-içmektir. Meselâ, ev yapımı tarhana, turşu, salça, peynir, zeytin, yoğurt, sirke, konserve ve kurutmalık gıdalar ve zencefil, zerdeçal, adaçayı, kekik gibi çaylar bağışıklık sistemimiz için mûcize besinlerdir ve bunları sürekli kullanmak bağışıklığımızı büyük oranda destekleyecek, güçlendirecek ve bizi hastalıklara karşı dayanıklı hâle getirecektir.

 

Düşünün; korona-virüs testi pozitif olduğu hâlde hastalığı hiç hissetmeyen yada çok az hisseden bu kişiler niçin virüsten-hastalıktan az yada hiç etkilenmiyorlar?. Çünkü onların bünyeleri kuvvetlidir ve bağışıklıları güçlüdür. Böylece hastalığı çoğu-zaman hiç hissetmiyorlar bile. Demek ki o zaman sorun “korona-virüsün gücü” değil, “bağışıklığın zayıf olması”dır. Çünkü bağışıklığı güçlü olanlar hastalığı hafif atlatıyor hattâ hissetmiyorlar bile. Peki herkes doğal-sağlıklı gıdâlarla beslense, hareket etse ve bol-bol oksijen ve Güneş alsa yâni herkesin bağışıklığı güçlü olsa ne olmuş olur?. Korana-virüs ve diğer hastalıklar insanlara ya hiç zarar vermez yada çok az etkiler ve bir salgından bahsedilmez. Böylece korona-virüs nedeniyle bu kadar büyük yaygara kopmaz. O hâlde konuşulması gereken şey ve aşılması gereken sorun “korona-virüsün gücü” değil, “bağışıklığın zayıflamış yada çökmüş olması”dır. Fakat gelin görün ki hükümetler ve lîderler işin bu yönünden hiç bahsetmiyorlar, çünkü bu duruma sebep olanlar kendileridir. Bağışıklığın güçlendirilmesi ve “önleyici hekimlik” yerine “aspirin tedâvisi” denecek türden şeyleri öneriyorlar. Doğal ve organik korunma yollarını konuşmayı (ortodoks tıp) yasaklıyor. Üstelik alınan önlemler ve yapılan tedâviler de ancak zenginlerin servetlerine servet katıyor.

 

İşin bu yönünü hiç konuşmamakla ve bu yönde bir şey yapmamakla insanları hastalıklara müsâit hâle getirdiler. Yoksa korona-virüs Hz. Âdem’den bêri var ve kıyâmete kadar da devâm edecektir. Şunu açıkça söyleyeyim ki korona-virüs hiç-bir zaman bitmeyecektir, çünkü hep vardı. Üstelik gücü de her zaman aynıdır yada çok farklı değil. Olumsuz anlamda farklılaşan bizim bağışıklık sistemimizdir. Bağışıklık sistemimiz zayıflayıp çökmeye yüz tuttuğu için hem korona-virüsten hem de diğer hastalıklardan daha çok etkileniyoruz. Böyle olunca da korona-virüsün ve diğer hastalıkların önüne geçilemeyecek şekilde daha güçlü olduğunu zannediyoruz. Şifâ anlamında olmayan modern-kimyâsal ilaçlar da yeni ve güçlü hastalıklar ortaya çıkarıyor yada en azından hastalıkları yapan etkenlerin güçlenmesine neden oluyor. Oysa dediğimiz gibi, Allah insanları çâresiz bırakacak bir dert vermez. Mutlakâ şifâsını da verir. En baş şifâ ise bağışıklık sistemimizdir.

 

Termodinamiğin 2. Kânunu olan Entropi’ye göre bir şey zamanla gücünü kaybeder ve etkisizleşip kullanışsız hâle gelir. Fakat gelin görün ki korona-virüs için bu geçerli değildir. Çünkü virüs gün geçtikçe güçleniyor yada en azından medyadan bunu duyuyoruz. Biz de diyoruz ki aslında olan şey “korona-virüsün sürekli olarak güçlenmesi” değil (çünkü entropiye göre böyle bir şey mümkün değil), “bağışıklığın gün geçtikçe zayıflaması”dır. Bu zayıflama, salgın döneminde daha da fazlalaştı, fazlalaşıyor. Çünkü hareketsiz kalmak (karantina) ve yetersiz oksijen almak (kapalı ortam ve maske) da bağışıklığı zayıflatıyor. Korona-virüs önlemleri bağışıklığımızı daha da çok düşürüyor ve böylece virüsün etkisi devâm ediyor. Maske ve mesâfe işe yaramıyor. Üstelik maske varsa mesâfeye, mesâfe varsa maskeye ne gerek olduğu hiç konuşulmuyor. Maske yüzünden almamız gereken oksijen azalıyor, karantinada hem oksijen hem de Güneş’ten faydalanamayarak ve de hareketsiz kalarak bağışıklığımız düşüyor ve sosyâl mesâfe ile fazlalaşan mânevi-psikolojik sorunlarımız da buna tüy dikiyor. Elimizi-yüzümü yıkamak, temizliğimize dikkat etmek ve sürekli olarak burnumuzu-boğazımızı temizlemek tabî ki çok önemli.

 

Özellikle gribâl hastalıklara neden olan mikrop, bakteri ve virüsler sürekli olarak değişip dirençli hâle geldiği için, bu hastalıklara tam etki edecek ve fayda sağlayacak aşıların üretilebilmesi mümkün değildir. Zâten üretilememektedir de. Sürekli olarak mutasyona uğrayan ve değişen AIDS, sars, mers, domuz gribi, kuş gribi, influenza, rota, rino ve korona-virüslerin aşısı olmaz, üretilen aşılar pek de işe yaramaz ve üstelik yan-etkileri de olur. Bu aşılar en azından şüphelidir. İslâm’da bir şey şüpheliyse, onu kullanmaktan kaçınmak esastır. O hâlde şüpheli olan aşılar şüpheden tamâmen arındırılana kadar kullanılmamalıdır. Hele “ultra-modern aşılar” doğal olmadığı ve şeytan-işi olduğu için ve vücûdumuza ve bağışıklığımıza zarar vermesi kaçınılmaz olduğundan dolayı yaptırılması doğru değildir. Zâten aşılar, virüslerde bir direnç oluşturup mutasyona uğramalarına da neden olur. Böylece aşı etkisizleşmiş olur. Aşırı ve gereksiz tedâviler hastalığı daha fazla güçlendirir. Çünkü bağışıklığı zayıflatır. 

 

Korona bir virüs salgını değil, “korku salgını”dır. Korona-virüs ve de diğer hastalıkların yaygınlaşmasının nedeni, insanların aşırı korku ve panikle bağışıklık sisteminin küresel boyutta iyice zayıflaması ve bu zayıflamanın son bir-kaç yılda çok fazla artmasından başka bir şey değildir. Sorun virüs değil, bağışıklık sistemimizin zayıflaması ve çökmeye yüz tutmasından başkası değildir. Ümit Aktaş bu konuda şunları söyler:

 

“İşlenmiş gıdâ, bağışıklığı çökertir. Vücûdun kendi koruyucu sistemi vardır. Bağışıklık sisteminizin etkin ve dengeli çalışması gerekiyor, anti-virâl etkisi olan zencefil ve zerdeçalın yanında geleneksel tıpta yeri olan ıhlamur ve adaçayından bu dönemde faydalanmak gerekir. Zencefil ve zerdeçalın anti-virâl etkisi olduğunu zâten biliyorduk. Kovid-19’da da koruyucu olduklarını işâret eden bilimsel bulgular var. Yapılan bir çalışmaya göre bu kök bitkilerin içindeki aktif maddeler virüsün çoğalmasında rôl oynayan bir enzimi baskılıyor. Ihlamur ve adaçayı da geleneksel tıpta çok önemli yere sâhip şifalı bitkiler. Cips, gazlı içecekler, fast-food ve paketli yiyecekler ise sigara kadar öldürücüdür, uzak durmalıyız.

 

Yanlış beslenme modelimiz Kovid-19 da dâhil olmak üzere tüm hastalıklara dâvetiye çıkarıyor. O zaman bu salgına bir uyarı gibi bakmakta fayda var. Modern yaşamın toksik beslenme düzeni değişmezse daha çok salgınla karşılaşırız!. Bugün tehdit korona-virüs olur yarın adını-sanını bile duymadığımız yepyeni bir virüs çıkagelir. Bu salgından çıkarılması gereken dersler var. Her-şeyden önce toksik beslenme modelimizi değiştirmemiz gerekiyor. Bu konuda devletin de atması gereken önemli adımlar var. Aynı sigara içmenin zararları üzerine toplumu bilinçlendirmeye yönelik kampanyalar gibi, ‘çöp yiyecekler’e karşı da böyle bir hareket başlamalı. Sigaralarda olduğu gibi fast-food’ların, gofretlerin, cipslerin, gazlı içeceklerin üzerine ‘öldürür’ uyarısı yazılmalı.

 

Öncelikle gerçek besinler tüketmeliyiz. Sistemin kusursuz bir şekilde işlemesi için yediklerinizin içinde canlı enzimler, vitamin ve minerâller, mikro-besinler, sağlıklı yağlar ve kaliteli proteinler olmalı. Çekici paketler, katkı maddeleri, lezzet artırıcı kimyâsallarla gelen, yiyende âdetâ bağımlılık yapan bu yiyeceklerin içinde vücûdun faydalanabileceği tek bir besin maddesi bile bulamazsınız. Diyetinizi D vitamini, C vitamini, magnezyum ve gerekiyorsa çinko ile destekleyerek, virâl enfeksiyonlara karşı koruyucu etkisi olan bitkilerden faydalanarak vücut direncinizi artırabilirsiniz”.

 

Evet; sorun bağışıklık sistemimizin zayıflaması ve çökmeye yüz tutması hattâ çökmüş olmasıdır. Toplumların sağlığını yitirmesi, “insanların saflığını yitirmesi” nedeniyledir. Bunun altta yatan nedeni ise; doğadan ve doğaldan uzaklaşmak, modern üretimler, modern hayat-tarzı ve kentleşmedir. Demek ki doğadan, doğaldan ve Allah’tan ne kadar uzaklaşırsak ve sanal, sûnî ve bâtıl olana ne kadar yakınlaşırsak bağışıklık sistemimiz de o oranda zayıflayıp çökünce her türlü hastalığa açık hâle geliyor ve hastalıklarla savaşamayacak duruma düşüyoruz. Sorunumuz budur. Bu soruna hiç-bir modern-kimyâsal ilaç çâre olamayacağı gibi, tam-aksine durumu daha da kötüleştirmekten başka işe yaramaz.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2020

 

 

 

Devamını Oku »