“Size ne oluyor?. Nasıl
hüküm veriyorsunuz?. Yoksa (elinizde) ders okumakta olduğunuz bir kitap mı
var?. İçinde, neyi seçip-beğenirseniz, mutlakâ sizin olacak diye. Yoksa sizin
için üzerimizde kıyâmete kadar sürüp gidecek bir yemin mi var ki ‘siz ne hüküm
verirseniz o, mutlakâ sizin kalacak’ diye” (Kalem 36-39).
Müslümanlar modern
paradigmanın kulvarına yerleşince ve artık bu kulvarı iyice benimseyince,
genelde Tazminat Fermânı’ndan, ama özellikle 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra, modern-bilime
aykırı düşmemek endişesi ile, Kur’ân’a söylemediği şeyleri söyletmeye ve
bahsetmediği konuları gündem etmeye başladılar. Üstelik bunu zorlayarak ve
hattâ Kur’ân’a işkence ederek yapıyorlar.
Kur’ân’ın asıl amacı, ilk önce
kâlpleri sonra da insanların yaşadığı düzlemi vahiy-merkezli olarak inşâ etmek
ve düzenlemektir. Böylece Dünyâ’da da aynen göklerdeki gibi bir düzen ve nizam kurmayı
hedeflemektedir. Böyle bir düzeni kurmak, -Dünyâ da evrenin bir parçası olduğu
için- elbette mümkündür, Dünyâ, göklerdeki bir düzene göre düzenlenmeye
uygundur. Buna îtirâz eden ve böyle bir düzen istemeyenler, nefsini ilah
edinmiş olanlardır. Zîrâ böyle bir düzeni kurmak, imtihanın bir gereği olarak
nefsin dizginlenmesini gerektirir ki, bu, nefsini ilah edinmiş olanlara çok
ağır gelir.
Kur’ân, yeryüzünü ve
gökyüzünü araştırma emrini ve ilhâmını da verir elbette. Lâkin bunun
İslâm-merkezli olması şartı vardır. Oysa modern-bilim, Allah’ı ve İslâm’ı hiç
hesâba katmaz ve âlemlerin Rabbi olan Allah, “sanki yokmuş gibi” davranır.
Kur’ân, modern-bilimi
baş-tâcı yapmış ve modern-bilimi merkeze almış olanlar tarafından, sanki indiği
dönem için değil de, “1.300-1.400 yıl sonra okunup anlaşılması için gönderilmiş
bir Kitap” gibi muâmele görüyor. Kur’ân’ı sâdece modern zamanlar için gönderilmiş
gibi okumak ve özellikle de modern-bilimin nesnesi yaparak okuyup anlamaya
çalışmak doğru değildir. Çünkü modern-bilimin sürekli değişen ve dönüşen bir doğası
vardır. Bu nedenle modern-bilime dayanarak bir gün önce savunduğunuz ve
Kur’ân’a uydurduğunuz bir teoriyi, bir gün sonra inkâr etmek zorunda kalır ve
bu yüzden rezil olabilirsiniz. Newton’un ve Einstien’in yerçekimi kuramlarında
olduğu gibi. Kur’ân’ın tahrifi modern zamanlarda böyle yapılıyor.
Modern-bilim ile bir âyetin
daha detaylı açıklaması yapılabilir, fakat “daha önceden bilinmiyordu, modern-bilimin
ışığında anlaşıldı” gibi cümleler kurmak, Allah’a, Kur’ân’a, Peygamber’e ve
sahabeye yapılmış bir hakâret olacağı gibi, “biz her-şeyi açıkladık” sözüne de,
“size dîninizi tamamladım” sözüne de aykırı olur.
Âyetlerin, müslümanlar
tarafından modern-bilime uygun olarak yorumlanması son 150 yıllık bir olaydır
fakat daha çok 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra fazlalaşmıştır. Modern-bilime
uydurulmaya çalışılan âyetler, moderniteyle birlikte çoğalan Ateizme ve Deizme
bir karşılık vermek için kullanılıyor. Daha önce buna gerek yoktu. Çünkü
moderniteden önce insanlar kutsal kitaplarda yazılan şeylere zâten sorgusuz-suâlsiz
îman ediyorlardı. Allah “yıldızlar sönecek” dediyse sönecektir diye inanıyorlardı.
Modern-bilim bunun nasıl olduğunu kendince açıklamakta ve detaylandırmaktadır.
Modern müslümanlar âyetlere
modern-bilim bağlamında yorumlar yapmakta ve âyetleri zorla modern-bilime uyarlamaya
çalışmaktadırlar. Bu gayret, özellikle ateistlerin, deistlerin ve şüphecilerin
ortaya çıkması ve çoğalmasından sonra artmıştır. Bu dinsiz kişiler, dîni inkâr
ettikleri ama modern-bilimi din yaptıkları için, modern müslümanlar da bunlara
karşı modern-bilimi kullanarak cevaplar vermek istiyorlar. Yapılan şey, modernite
ile birlikte artan şüphelere yine modern cevaplar vermekten başka bir şey değildir.
Yâni aslında modern soru(n)lara üretilmiş modern cevaplardır. Îman etmiş bir mü’min
için bu cevaplar olmasa da olur cinsindendir. Çünkü modern-bilim kendince, bir
şeyin nasıl olduğunu anlatıyor sâdece, yoksa nasıl olacağını göstermiyor ki!.
Nasıl olduğunu sâdece Allah bilir.
Yâni “olacak olan” şeye îman etmek yerine, o şeyin “nasıl
olacağının anlatımına” îman ediliyor. Çünkü modern-bilim “ne” ve “neden”i bırakıp,
“nasıl”la uğraşır. Dünyâ’mızın ve evrenin sonunun nasıl olacağı tartışmalıdır
ama, sonun kaçınılmaz olduğu tartışma dışıdır. “Kur’ân’ın kozmolojiyle ilgili
iddiâları bugün üzerinde tartışma olmayan bir husustur” diyorlar. Fakat îman edenler
için bunun “nasıl olacağı” çok da önemli değildir. Çünkü îman edenler için bu zâten
kesin bir şeydir.
Teleskop ile birlikte evren
materyâllerine yakından bakınca onların ne-nasıl olduğu daha iyi görüldü ve
onlara tapanların ne kadar boş bir şeye inandıkları ortaya çıktı. Fakat Allah’a
îman eden, şirkin ve tevhidin ne olduğunu idrâk edenler için, Allah’tan
başkasına tapmanın, bir delile gerek bırakmadan çok yanlış ve şirk olduğu apaçıktır.
Modern-bilim ile birlikte, evren materyâllerine tapınma bırakılmış olsa da, bu
sefer de o materyâllerin neliğine ve nasıllığına tapılmaya başlanmıştır. O
materyâllerin neliği ve nasıllığı o kadar çok araştırıldı ki, artık bir-çok insan,
onları Allah’ın yarattığına bile inanmıyor yada Deizmde olduğu gibi Allah’ın
onlarla ilgilenmediklerini söylüyorlar. Demek ki belli bir sınırdan fazla
olarak, Kur’ân’ı modern-bilime uydurmak, onun rûhunu olumsuz etkiliyor ve
insanları ondan uzaklaştırıyorlar. Modern müslümanlar ateistlere ve deistlere
modern-bilim ile cevap veriyorlar ama, onların zâten modern-bilim yüzünden
ateist ve deist olduklarını unutuyorlar. Çünkü modern-bilim, îmânı zedeleyen
bir şeydir. Zîrâ modern-bilimin temelinde Allah yoktur ve Allah hiç hesâba
katılmaz, hattâ Allah ve din inkâr edilir.
Modern-bilime zorla
uydurulmaya çalışılan âyetlere bir-kaç örnek verelim...
1- “O inkâr
edenler görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle yer bir-biriyle bitişik iken biz
onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar
mı?” (Enbiyâ 30).
Batı’lı teorilerin büyüsüne
kapılarak Kur’ân âyetlerini zorla modern-bilime uydurmaya çalışanlar, Enbiyâ
30. âyette “bitişik iken ayırdık-ayırıyoruz” diye çevrilerek anlatılan olayı,
belli bir zamâna (modern zamâna) hasretmekle “farklı bir târihselcilik”
yapıyorlar. Kur’ân’ın lafzı târihsel olsa da, mesajları evrenseldir ve her
âyeti bize tüm zamanlarda ve mekânlarda modern-bilime gerek duymadan hitâp
eder. Şöyle ki; her gözlem, yerlerle gökleri ayırmak demektir. Bu, çıplak gözle
de yapılsa, dev teleskoplarla da yapılsa fark etmez. Zâten Kur’ân bunu
“görmüyorlar mı” yâni “görüyorsunuz”, “gözlemliyorsunuz ya”, böylece
“ayırıyorsunuz” diyerek söylüyor. Ayırma devâm ediyor yâni.
Enbiyâ 30. âyetin Big-Bang
Teorisi ve “ilk-yaratılış” ile, atom-altı parçacık kadar bile bir ilgisi
yoktur. Çünkü âyet, -sözde- o leblebi büyüklüğündeki sonsuz yoğun(!) noktanın
patlamasıyla ve her-şeyin ayrılmasıyla değil, herkesin görüp bildiği “yağmur”la
ilgilidir. Âyete parantez içinde bir “ilk başta” kelimesi takdir edilerek, güyâ
bilimsel bir tefsir-meâl şekline sokuluyor ve âyet zorla “bilimsel bir âyet”
yapılmaya çalışılıyor.
“Görmüyorlar mı” denilen
sözde; yılın büyük bir bölümünde, her kesimden her insanın kolaylıkla
gözlemleyebileceği ve gözlemlediği olay şudur: Orta Anadolu’da “kırk ikindi
yağmurları” denilen süreçte de hârika bir şekilde izlendiği gibi; ilk-başta her
yer günlük-güneşliktir. Genelde öğleden sonra başlayan olayda, ilk önce
bulutlar toplanıp gelir ve yoğunlaşır; sonra her taraf kapkara bulutlarla dolar
ve daha bir saat önce masmâvi olan gökyüzü ve dağlar-bayırlar-tarlalar net bir
şekilde görülebilirken, bulutlanmadan sonra ve yağmur ile birlikte gökler-dağlar
ve tarlalar arasında ayrım kalmaz, her yer “tek bir yer” gibi görülmeye başlar.
Göklerle yer bitişik hâle gelir. Yâni “gökler ile yer bir olur”. Sonra şimşek
çakar, yağmur hızlanır ve sağanak hâline gelerek her yer ıslanır, sulanır. Kısa
bir süre sonra yağmur diner, bulutlar dağılır ve gökler, dağlar, ovalar,
bayırlar, tarlalar netleşir ve aralarındaki sis kalkınca da her yer yine net
olarak görülmeye başlar. Yâni gökler ile yer ayrılmış olur. Hemen akşamında ve
ertesi gün tâze otlar ve çiçekler çıkmış, çaylar-dereler suyla dolmuş, insanlar
ve hayvanlar rahatlamıştır. Her yere bir canlılık gelmiştir. Yâni her-şey
sudan yaratılmıştır. Her-şey yeniden “su”dan yaratılmıştır.
İşte olay bu kadar basittir.
Hem âyetin indiği zamanda yaşayan hem de bugün yaşayan tüm insanlar bunu gözlemiştir
ve gözlemleyebilir. Gerçi şehirlerde yüksek binâların aralarında oturanlar,
binâlar yüzünden ne yağmuru, ne de yeşillikleri görebiliyorlar ve bu nedenle de
bu âyete başlıyorlar bilimsel, teknik, uzmanlık isteyen okumalar ve yorumlar
yapmaya. Hâlbuki bir tepe-dağ başından bu âyeti seyredebilirlerdi. Evet; bu
âyet, “seyredilebilen bir âyet”tir. O yüzden “görmezler mi” diyor.
2- “Biz göğü kudretimizle binâ ettik. Hiç şüphesiz biz,
çok genişlik ve kudret sâhibiyiz”
(Zâriyat 47).
Bu âyet de zorla modern-bilime uydurulmak istenmektedir.
Big-Bang Teorisi’ne delil olarak sunulan “kâinâtın genişleme
teorisi” aslında bir yanılsamadır. “Bu âyete ‘genişleme teorisi’nden önce de kâinâtın
genişlemesi anlamı verenler olmuştur” deniyor. Meselâ Kadı Beyzâvi’nin böyle
söylediğini anlatıyorlar. Fakat Beyzâvi Zâriyât 47. âyeti aynen şöyle
çeviriyor: “Semâyı kudretimizle biz binâ ettik ve şüphesiz biz genişleteniz”.
Yâni “kâinâtı sürekli olarak genişletiyoruz” demiyor ki. Âyetin tefsirini şöyle
yapıyor:
“Ayetteki ‘mûsî’, ‘infâk etmeye gücü
yeten’ demektir. Cenâb-ı Hakkın ‘Mûsi’ olması; ‘dilediğini yapmaya gücünün
yetmesi’, veyâ ‘semayı genişletmesi’, veyâ ‘semâ ile arz arasına genişlik
vererek yaratması’, veyâ ‘bolca rızık vermesi’ni ifâde eder. ‘Göğü kendi
ellerimizle biz kurduk ve biz (onu) elbette genişleticiyiz’ (ez-Zâriyât 51/47)
âyeti, ‘göğün genişletilmesi gerçek yada mecâzi anlamda anlaşılabilir. Zîrâ
Allah ‘Mûsi’dir. ‘Mûsi’ olan bir Yaratıcı dilediğini yapmaya güç yetirendir ve
bu anlamda O, göğü de genişletebilir yada gök ile yer arasına genişlik vererek
yaratmış da olabilir. Mecâzi anlamda ise ‘Mûsi’, ‘kullarına Allah’ın bolca
rızık vermesini’ ifâde etmektedir” (Beyzâvî, Envârü’t-tenzîl, 5: 150).
Büyük müfessirlerin diğerleri de benzer
şeyler söylemişlerdir. Meselâ Fahruddin Er- Râzi “mûsiun” kelimesini şöyle
tefsir etmiştir:
“Mûsiun kelimesinin âyet-i kerîmedeki
ifâdesi hakkında şu îzahlar yapılabilir:
a) Bu ifâde, ‘genişlik’
maddesindendir. Yâni, ‘biz o semâyı, yer ve yeri kuşatan su ve havayı, semâya
ve onun genişliğine nispetle, tıpkı çöldeki bir halka misâli olacak bir biçimde
genişlettik’ demektir.
b) Bu ifâde, ‘kâdir olucularız..’
anlamındadır ki, Cenâb-ı Hakk’ın, ‘Allah hiç-bir nefse gücünün yettiğinden
başkasını yüklemez’ (Bakara, 286) âyetindeki kelimesi de bu mânâda olup, yâni,
‘ancak o nefsin gücünün yetebileceği şeyi...’ demektir. Bu hususta bu iki ifâde
arasındaki münâsebet gâyet açıktır. Şöyle de denebilir: Bu durumda bu, şu
gâyeye, yâni (son esâsa) bir işâret olup, son îtikâdî esas da, haşirdir. Buna
göre Cenâb-ı Hak âdetâ, ‘biz, semâyı yaptık ve bizler, semâ gibilerini
yaratmaya da kâdiriz.. (Yâni, insanları öldükten sonra yeniden diriltmeye de kâdiriz..)
demiştir ki, bu tıpkı ‘gökleri ve yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya kâdir
değil midir?’ (Yâsin, 81) âyeti gibi olmuş olur.
c) Bu ifâde, ‘biz, mahlûkatın rızkını
genişleticileriz’ mânâsındadır”.
Şekil A
Şekil A’da görüldüğü gibi; A
galaksisi ile B galaksisi arasında kırmızı eksende 3 ışık-yılı uzaklık var ve
galaksiler ok istikâmetinde yol alıyorlar. Aynı galaksiler mâvi eksene
yöneldiklerinde (ikisini de aynı hızda yol alan galaksiler olarak
düşündüğümüzde) birbirlerinden kademeli olarak 5 ışık-yılı uzaklığa kadar
uzaklaşacaklardır. Burada aslında gerçek bir uzaklaşma yok. Döngüden
kaynaklanan ve “belli bir süreliğine olan geçici bir uzaklaşma” var. Döngü
tekrar ilk başa yöneldiğinde yine uzaklık kademeli olarak 3 ışık-yılına
inecektir, yâni “belli bir süreliğine olan geçici bir yakınlaşma”
başlayacaktır. Bu durum bâzı yıldızlarda da gözlenebilir. Meselâ bizden 4.2
ışık-yılı uzaklıkta bulunan Proxima Centauri yıldızı bize 21.7 km/s hızla
yaklaşmaktadır, fakat 3.11 ışık-yılı yaklaştıktan sonra tekrar uzaklaşmaya
başlayacaktır.
Zâriyat 47. âyetteki, “mûsiûn=genişlik
vermek” kelimesi, modern zamanlarda ve özellikle de “Genişleme Teorisi” ve “Big-Bang
Teorisi”den sonra “kâinâtın balon gibi şişirilerek genişlemesi” şeklinde modern-bilime
uydurularak zorla değiştirilmek istenmektedir. Peki bu âyet bu şekilde
anladığımızda, Peygamber ve sahabe için ne ifâde ettiği hakkında ne diyeceğiz?.
Onların bu âyete bir anlam vermediğini söylemek zorunda kalacağız tabî ki.
Fakat bu durum hem Kur’’ân’a hem de Peygamber’in misyonuna aykırıdır.
Kur’ân insanlara bilmediği bir
şeyi örnek olarak vermez.
3- Allah, kimi hidâyete
erdirmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar; kimi saptırmak isterse, onun
göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah, îman
etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir” (En-âm 125).
Burada Allah ilk
muhâtaplara, onların yükseğe çıkıldıkça göğsün daraldığını bilmemelerine rağmen
mi bu örneği veriyor?. Tabî ki de hayır. Yüksek rakıma çıkmak sâdece bir araçla
yükselerek ve uçarak mı olur?. Yüksek bir dağa çıkınca da bu “darlanma” ve
daralma bir nebze hissedilir ve anlaşılır. Meselâ 2.000 râkımda bile tansiyon
hastaları daha çok rahatsız oluyorlar. Çok daha yüksek dağlara çıkmış olanların
anlattıklarını duyanlar bu bilgiyi biliyorlardı elbette. Âyeti de buna göre
anlıyorlardı.
Yâni demek istediğim,
Kur’ân’ın modern-bilim ve teknoloji ile daha iyi anlaşıldığı bir şehir
efsânesidir.
Peki Kur’ân modern-bilime
uydurulmaya çalışılınca sanki daha iyi mi anlaşıldı?. Böylece müslümanların îmânı
mı arttı?. Sonuçta da bu îmâna göre davranarak Kur’ân’a daha mı çok uymaya
başladılar?. Ne yâni; modern müslümanlar klâsik müslümanlardan daha mı iyi
müslümandır?. Modern müslümanların, modern-bilime uydurdukları âyetler
nedeniyle îmanları daha çok artı da, artan bu îmanla her-şeyi göze alarak şirke,
küfre, adâletsizliğe, ahlâksızlığa ve zulme karşı çıkıp da İslâm’ı Dünyâ’ya
hâkim kılmaya mı çalışmaktadırlar. Yada derin veyâ basit bir yaraya merhem mi
oldular?. Hayır, maalesef. Ancak zihnî orgazmlar yaşadılar ve yaşıyorlar.
Üstelik aslında îmanlarda tam-tersine azalma olduğu ve takvânın azaldığı çok
açıktır. Tüm olumlu şeyler azalırken olumsuzluklar arttı-artıyor. Çünkü “artık öğrendik
tamam” düşüncesi açığa çıktı. Bilmek yeterli olarak görülüyor ve bilmek inanmanın
önüne geçti. Bilenler inananlardan üstün görülmeye başlandı. Üstelik daha iyi
ve başarılı insanlar olarak görülüyorlar. İyi de, bunun olumlu bir karşılığı
dışarı yansımıyor ki. Çünkü olumlu anlamda değişen bir şeyler yok.
Peki bu yaptığınızı Allah’ın
nasıl gördüğünü düşünüyorsunuz?. Allah bundan râzı mıdır?. Çünkü artık modern-bilim
sâyesinde Kur’ân’ın âyetlerini -güyâ- daha iyi anlayanlar, Kur’ân’ın yasakladıklarına
uyuyorlar mı?. Çok net ve bâriz bir şekilde görüldüğü gibi, Kur’ân’a
uymadıkları gibi, âyetlere aykırı hemen her-şeyi yapmaya başladılar. Hattâ Peygamber
düşmanı oldular. Modern-bilime zorla uydurma uğruna âyetlere bin takla attırarak
Kur’ân’a işkence ve zulmediyorlar. Ne yâni; Allah bunu mu istiyordu bizden?.
Şimdi biz, Peygamberimiz’den ve o’nunla birlikte olanlardan daha mı üstün olduk?.
Bilimi elinde tutan batı’lılar, modern-bilim ile Kur’ân arasındaki -sözde-
uyumu görünce ne yaptılar?, kitleler hâlinde müslüman mı oldular?, Kur’ân aşığı
samîmi mü’minler hâline mi geldiler de artık ellerinden Kur’ân’ı hiç bırakmıyorlar
mı?. Tabi ki de hayır!. Zâten iş o değil. Kur’ân; kâinâtı ve de Dünyâ’yı gözlemlemek
ve araştırıp-incelemek için adresler gösteriyor ama bunları ille de
derinlemesine araştırmaya, oraya takılıp kalmaya yönlendirmiyor ki!. Çünkü buna
gerek yoktur. Çok daha basit gözlemlerle bile Allah’ın yaratma sanatı ve
yasaları görülebilmektedir ve insanlar bu sanat karşısında hayran kalıp îman
etmekte yada îmânını arttırmaktadır. Aslında önemli olan ve Kur’ân boyunca söylenen
şey, Allah’tan başka bir ilahın olmadığını anlatmak ve bu hakîkate göre
yaşamaktır. Yoksa modern-bilim meselesi değil. Allah, Kur’ân’ı modern-bilimin
nesnesi ve oyuncağı yapılması için göndermemiştir. Kur’ân modern çağlar için
değil, tüm zamanlar için gönderilmiş bir Kitap’tır ve tüm zamanlarda hakkıyla
anlaşılabilir ve anlaşılıp idrâk edilmiştir de.
4- “Allah O’dur ki,
gökleri dayanak olmaksızın yükseltti; onları görmektesiniz. Sonra arşa
istivâ etti ve Güneş ile Ay’a boyun eğdirdi, her-biri adı konulmuş bir süreye
kadar akıp gitmektedirler. Her işi evirip düzenler, âyetleri birer-birer
açıklar. Umulur ki, Rabbinize kavuşacağınıza kesin bilgiyle inanırsınız”
(Ra’d 2).
Caner Taslaman bu âyet bağlamında şunları söyler:
“Kur’ân’ın belirttiği bu gerçek,
Peygamberimiz’in zamânında ispatlanamadığı için, Kur’ân’daki bu âyetin varlığı,
Peygamberimiz’in yaşadığı dönemde kendisine bir avantaj da sağlamamıştır. Hattâ
bu âyet, o dönemde ispatlanamaz olduğu için bu âyetin ifâdesi yüzünden Kur’ân’a
îtirazlar yöneltilmiş olması bile mümkündür. Kur’ân’ı Peygamberimiz’in yazdığı
iddiâsını ileri sürenlerin, Peygamberimiz’in dönemindeki kanaatlere karşın
Kur’ân’da niye böyle ifâdeler geçtiğini açıklamaları mümkün olmayacaktır”.
İyi de Allah bu âyeti bir “gizem”
olarak mı indirdi?. Kur’ân bir “sırlar kitabı” mıdır?. Yaratılışı nasıl
yaptığının kabaca anlatıyor. İnsanlar zâten göklerin direksiz olduğunu görüp
duruyorlar ki Kur’ân da “onları görmektesiniz” diyerek bunu söylüyor zâten.
Şöyle bir sorun var. Modern-bilim
ve teknolojiye râm ve meftûn olanlar, modern dönem öncesi insanları çok ilkel
zannediyorlar. Hâlbuki 900 yılında katarakt ameliyatı bile yapılıyordu. Modern
mühendislerin, nasıl yapıldığını çözemedikleri Piramitler gibi yapıları yapıyorlardı.
Yeryüzünü daha çok îmâr etmişlerdi. Nice şaheserler yapmışlardı ki estetik
olarak modern yapılardan çok daha etkileyicidir.
Peki Kur’ân, modern-bilim
ile her-şeyi aşırı şekilde derinlemesine incelemek işine ne diyor?. Kur’ân
her-şeyin bir mahremiyetinin olduğunu söyler:
“Ey îman edenler, zandan
çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin
gizli yönlerini araştırmayın)..” (Hucurât
12).
Allah bir sınır koyuyor ve
sınırın bir tık ilerisinin “mahrem” olduğunu söyler. İnsanların, hayvanların,
bitkilerin, yeryüzü tabakalarının ve de göklerin bile bir mahremiyeti vardır.
Bunları en ince ayrıntısına kadar araştırma yetkisini modern insana kim
veriyor?. Onun gereksiz merakları mı?. Ama unutulmasın ki, insanın başına gelen
şeylerin çoğu meraktan gelir. Bu kadar merak şeytânîdir. Meselâ ana-rahmini
incelemek, hayvanların çiftleşmesini gözlemlemek, yeryüzünü delik-deşik etmek,
denizlerin ve göklerin derinliklerini inceden-inceye araştırmak vs. bunları
yapmak doğru mudur?. Modern-bilimin hatırına ne çok mahremiyet çiğnenmektedir.
Peki bilince ne olacak?.
Bir-çok şeyi bilmenin insanlığa bir faydası yoktur ki!. Meselâ suyun formülünün
(H2O),
2 hidrojen ve 1 oksijen atomundan meydana geldiğini bilmenin insanlığa hiç-bir faydası yoktur.
Bunun gibi, modern-bilimin verilerinin %90’ına yakınını bilinmiş olmasının insanlığa
bir yarârı olmadığı gibi, tam-aksine zarârı bile olmaktadır.
Bir şeyi bilmek ve ondan
ibret almak için onu çok detaylı olarak incelemeye gerek yoktur. Hattâ aşırı
araştırma-inceleme, o şeyin yanlış anlaşılmasına bile neden olabilir. Çünkü
aşırı şekilde incelenen şey “parçalanmış” olacağından dolayı incelenen şey “o”
olmaktan çıkar. O şeyin kendisi değil, parçası incelenmeye başlanır ve bütünlük
kaybolur. Basitçe gözlem yapmak ve gerektiğinde biraz daha yakından bakıp-incelemek
yeterlidir bir şeyin ne olduğunu anlayabilmek için. Hele de sürekli olan bir
gözlem ve incelemeyle o şeyin gerekli her ayrıntısı bilinebilir. Çünkü Allah
bir şeyi bilmeyi o kadar da zorlaştırmamıştır. Meselâ insanlar M.Ö. 7000’den bêri
arıcılık yapmaktadırlar. Bu süre içinde arıların her ayrıntısını öğrenmişlerdir.
Artık onu daha fazla incelemenin ve mahremiyetine girmenin gereği yoktur. Aşırı
incelemenin insanlığa bir yararı olmadığı gibi sapık düşünceler açığa çıkarması
kaçınılmaz olacağından dolayı zararlıdır da.
Bir keresinde horoz
tarafından döllenmemiş bir tavuğun yumurta üretip-üretmeyeceği tartışılmıştı.
Cevâbı, o kadar “okumuş” adam bilememişti de, okuma-yazma bile bilmeyen köylü
bir kadın söyleyivermişti yumurtlayabildiğini. Çünkü bunu yıllarca gözlemlemişti.
Modern-bilimin yaptığının
çoğu “Amerika’yı yeniden keşfetmek”tir. Bu keşfi daha ayrıntılı ve bilimsel bir
dille resmî kayıtlara kaydedince, sanki yeni ve çok şey yapmış gibi gözüküyor. Allah’ın
sanatını ve ilahlığını idrak etmek için çıplak gözle yapılan gözlem ve derin
düşünmek yeterlidir. Bilimin verileriyle edinilen bilgiler de Allah’ın yaratma
sanatını önümüze koyar. Fakat bilim “modern-bilim olunca yâni, Allah’sızlaşınca
iş değişiyor ve aşırlık öne çıkıyor.
Modern-bilimin verilerini
insanlığa ne faydası olmuştur?. Modern-bilim ve teknolojinin ilerlemesi bize
maddî alanda bâzı faydalar sağlamış olsa da mânen ve ahlâken fayda sağlamış
mıdır?. Hayır, faydasından çok zarârı olmuştur. Modern-bilim ve teknolojide
bizim için bâzı faydalar vardır ama zarârı daha büyüktür. Modern-bilimin
olmadığı Peygamber dönemi mi yoksa modern-bilimin dinleştirildiği modern
zamanlar mı insanın Dünyâ ve âhiret hayâtı için daha faydalıdır?. Günümüze
bakınca her-şeyin ne kadar çirkefe battığını görmüyor musunuz?. Kıyası yanlış
yapıyorsunuz. Modern-bilim ve teknolojiye meftûn ve râm olmanın bedeli çok ağır
sonuçlar doğurmaktadır.
Modern-bilim, aşırı araştırmayla
Dünyâ’nın ve insanın büyüsünü bozdu, bozuyor ve daha da bozarak Dünyâ’yı
yaşanamaz bir hâle getirmektedir. Bunun övülecek bir tarafı yoktur. Çünkü insan
modern-bilimin zannettiği gibi sâdece maddî yapıdan ibâret bir varlık değildir.
Onun rûhunun da doyuma ihtiyâcı vardır ve bu doyuma ancak “sınırlılık”ta
ulaşılır. İnsanlar modern-bilimin verilerinin sonucunda ateist ve deist oluyor.
Allah’tan uzaklaşıyor. Çünkü insan Allah’a, bilgiyle değil, ilgiyle ve
samîmiyetle yaklaşabilir.
Bakmayın siz modern-bilimin
bu kadar açıklama yapmasına ve veri üretmesine. Aslında kesin net açıklamayı
yapamaz ve hattâ o açıklamayı nasıl yapacağı hakkında bir fikri de yoktur.
Çünkü net açıklama ancak Allah-merkezli olarak yapılabilir
Evet; Kur’ân modern-bilime
uydurulmak ve modern-bilim ile anlaşmak-uzlaşmak zorunda değildir. Kur’ân’ın en
doğru anlamı Peygamberimiz’in idrâk ettiği gibidir. Çünkü Peygamberimiz Sünnet
denen kavlî ve fiîli yorumlarını, vahiy canlı-canlı inerken, bir yanlışlık
yapıldığında Allah tarafından düzeltme imkânının olduğu bir zamanda ve Allah’ın
gözetiminde yapmıştır. Zâten yanlış yorumlar ve davranışlar Allah tarafından hemen
düzeltilmiştir.
Kâinâtın bilim kullanılarak
belli bir ölçüde araştırılıp-incelenmesi, Kur’ân’ın ona yönlendirmesinden
dolayı meşrûdur. Fakat bu araştırma İslâm/Kur’ân-merkezli olmak zorundadır.
Zâten başka türlü de en doğru ve net bilgiye ulaşılması mümkün değildir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım
2020