17 Aralık 2020 Perşembe

Tüketiyorum, Öyleyse Varım!


“İnkâr edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) Siz Dünyâ hayâtınızda bütün güzelliklerinizi ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fâsıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile cezâlandırılacaksınız” (Ahkâf 20).

 

Bir tüketme kelimesi aldı başını gidiyor. Yeme-içme kelimeleri yerine “tüketme” kelimesi kullanılıyor. Su içmeye bile “suyu tüketmek” diyorlar. Zîrâ insanı tüketici olarak görmek istiyorlar ve alttan-alta “sen tüketicisin” mesajını veriyorlar. “Her gün bir porsiyon meyve yiyin” demiyorlar da, “her gün bir porsiyon meyve tüketin” diyorlar. Bu “tüketmek” kelimesi irrite edici bir kelime, en azından ben o kelimeye gıcık oluyorum. Tüketmek kelimesinde “bitirmek” anlamı vardır. “Tüketin bitirin ki yenisini alasınız” mesajı vardır. Oysa yeme-içme kelimeleri çok doğal ve bir sınır ifâde ediyor. Tüketmek kelimesinde ise “sınırsızca tüketin” anlamı var. Tüketmek kelimesinde bencillik de kokuyor. Tüketmek, “kendi başına tüketmek” mânâsı veriyor. Zîrâ insanları yemeye dâvet edebilirsiniz ama tüketmeye dâvet edemezsiniz. “Bu akşam bize tüketmeye gelin” sözü absürd olur. Tüketmek kelimesi hakkında Celaleddin Vatandaş şunları söyler:

 

“XIV. yüzyıldan îtibâren İngilizce’deki tüketmek (consume) kelimesi negatif çağrışımları içermekteydi; ‘yok etmek, kullanıp-atmak, boşuna harcamak, yormak’ gibi. Böylelikle kültürel olarak ihtiyaç duygusu kontrôl altına alınıyordu. ‘Tüketici’ kelimesinin olumsuz anlamlar içermesi XIX. yüzyılın geç dönemlerine kadar devâm etmiştir. Ancak ABD’de özellikle de 1920’lerden îtibâren tüketimin anlamı hazla, özgürlükle ve eğlence ile doldurulmaya başlandı. Böylelikle tüketim, bir amaca yönelik araç olmaktan çıkıp, kendi içinde bir amaç hâline dönüşmüş oldu. Yaşamak, bütünüyle artan ölçüde tüketimle eş hâle geldi. Böylelikle tüketim, başlı-başına bir değere dönüştü ve ihtiyâcı da belirler hâle geldi”.

 

“Açlığını yok et!” diyor reklamda. Açlığın yok edilebilmesi için açlığı giderek şeyin tüketilmesi gerekir. Çünkü tüketmek “yok etmek” demektir. Tüketim kelimesinde bir “sonunu getirme” yâni "bir şeyi “helâk edercesine yok etme” (istihlak) içeriği vardır.

 

Tüketim şekli, insanın konumu da belirliyor. Birileri için çok gereksiz ve saçma olan tüketim şekli, o şeyi tüketen için çok önemlidir. Zîrâ onun konumunu ve sözde îtibârını sağlamaktadır. Fakat tüketerek elde edilen îtibâr ve konum, onun gerçekten hak ettiği yer değildir. Orası “tüketerek gelinmiş yer”dir. “Alış-veriş ediyorum, öyleyse varım” sözü motto olmuştur. En azından nefisler kendini alış-veriş ile sâkinleştirmektedir. Fakat aslında bu bir kısır-döngüdür.

 

Dünyâ 80-90’lı yıllarla birlikte üretim-merkezli olmaktan çıkıp tüketim-merkezli bir yola girdi. Tüketim, üretim-merkezli olmaya başladı ve üretildikçe tüketildi, oysa üretim, tüketim-merkezli olmalıdır, ne kadar tüketiliyorsa o kadar üretilmelidir. Tam tersi oldu ve kapitâlizm başladı. Üreticiler çok fazla tüketilmesini bir şekilde insanlara benimsettiler ki kendileri de çok-çok üretsinler ve kazançlarına kazanç katsınlar. Böylece aşırı üretimin ardından isrâf başladı. Çünkü insan sınırlı bir varlıkı olduğu için tüketimi de sınırlı olacağından dolayı, bir yerden sonra tüketemiyordu. O zaman da moda, lüks, yeni vs. gibi şeylerle tüketimi kışkırttılar. Artık insanlar bir şeyi daha tam tüketemeden yâni tam kullanmadan, bir yiyeceği bitirmeden ve bir eşyâyı eskitmeden atıp yenisini almaya başladı, böylece tüketim kültürü doğdu ki aslında “çöp kültürü”dür o. Tüketim kültürü bir israf kültürüdür, aşırı tüketim, kapitâlizmin can suyudur. 

 

Sonuçta insanlar bir tüketme yarışına girdiler. Kendilerini bilgileriyle, görgüleriyle ve takvalarıyla değil, tüketimleriyle öne çıkarmaya başladılar. Şeytânî-nefsî-beşerî ideolojiler ve sistemler de dîni görünmeyen yerlere hapsettiği için dînin kırmızı çizgileri de olmadığından dolayı, artık insana çokça tüketmekten başka bir şey kalmıyordu. Modern insan tükettikçe vâr oluyordu ve “tüketiyorum, öyleyse varım” düşüncesine kapılıyordu.

 

Şu da var ki; Dünyâ’daki gelişmiş ülkelerdeki nüfûsun yaklaşık % 20’si, Dünyâ’daki tüketim malzemelerinin toplam %86-90’nını tüketiyor. “Tüketiyorum öyleyse varım” diyenler Dünyâ’nın batı’sında yaşayan yada batı’sındakiler gibi yaşayan insanlardır. Yoksa Dünyâ’nın bir yarısı açlıktan ve susuzluktan ölmektedir. Bir taraf tüketerek ölürken, diğer taraf yeterli tüketemediği için ölmektedir. 

 

Bir yere kadar dirençlerini koruyan müslümanlar, 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra dirençlerini kaybettiler ve paylaşmak, adâlet, isrâf gibi dinden kaynaklanan inançlarından vazgeçerek onlar da tüketim kültürüne ayak uydurmaya başladı. Zîrâ hem bağlı oldukları ideolojiler, hem de yüzlerini döndükleri batı onlara, yaşamanın tüketmek olduğunu hem söylüyordu hem de gösteriyordu. Sonunda batı’lılar gibi tüketmeye başladılar. Batı gibi üretim-tüketim yapmaya başladılar. Fakat şu da var ki, batı gibi üretim-tüketim yapanlar, batı gibi sömürü de yapmaya başlarlar. Çünkü bu kültür bunu gerektirir. Aşırı tüketmeye bir kez alıştınız mı vazgeçemezsiniz ve bu tüketimi devâm ettirmek için sömürü dâhil her-şeyi düşünmeye ve yapmaya başlarsınız.

 

İnsanlar tüketme şekline göre düşünürler ve hareket ederler. Fakat doğal bir tüketme seviyesi vardır ve olmalıdır ki klâsik zamanlarda bu doğal tüketim şekli hemen herkeste aynıydı yada benzerdi. Bu nedenle de aralarında aşırı bir kültür farkı da görülmezdi. Fakat aşırı tüketim dünyâsında, çok-çok tüketenlerle fazla tüketemeyenler ayrıldı ve aralarında muazzam bir kültür farkı oluştu. Bu fark insanları rahatsız etti ve artık aşırı tüketemeyenler de aşırı tüketim yapabilmek için tüm gayretlerini sarf-etmeye ve her-şeyi yapmaya başladı. Fakat aradaki fark kapanmadı ve zâten kapanmamak üzerine kurulmuştu. Bu nedenle insanların çoğu aşırı tüketim yapacak imkânı bulamadı. Böylece insanların ekserisi, tüketememenin ızdırâbını yaşayan insanlar hâline geldiler.

 

İslâm’a göre “üstünlük” takvâda iken; lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-bireyci-demokratik-emperyâlist-modern sistemde üstünlük “tüketim”dedir. Kim daha çok tüketiyorsa o daha üstündür. Daha çok tüketenler kendilerini daha çok “vâr olmuş” sayarlar.

 

Türkiye’de ve Dünyâ’da, “gerçek üretim” denmeyecek bir üretim var ve bu üretim sürdürülmekte. Artık rant var, fâiz var, gereksiz şeylerin üretimi ve tüketimi var. Kapitâlist sistemde fabrika açılacağı yerde fâizle yaşanıyor. Zîrâ fâizin getirisi daha fazla. Tüm Dünyâ’da doğru-düzgün üretim yok ama tüketim almış başını gidiyor. Tabi bu tüketim sisteminde bir yerlerde de köle gibi çalışan insanlar olur ki onlar çalışsın da diğerleri tüketsinler. Bu sistemde köleler hiç-bir zaman kölelikten kurtulamazlar.

 

En çok tüketenler, en az çalışanlar ve en az üretenlerdir. Çünkü tüketmek için bir zamâna da ihtiyaç vardır. Dünyâ’nın her yeri tüketilecek şeylerle doludur ve bunları tüketebilmek için insanı çalışmak engellememelidir. O yüzden en çok tüketenler çalışmayanlar ama çalışanlardan geçinenlerdir. Çoğu insan da bunlar gibi olmanın hayâlini kurar.

 

Tüketim farkı kişide ilk önce giyside görülür. Kişinin ne kadar tüketebildiği giysisine bakarak anlaşılabilir. Çünkü giysi de bir tüketim malzemesidir ve giysi pahalıysa zâten o kişinin çok tüketebildiği anlaşılır. Bu tüketim dünyâsında herkes, pahalı giyinmekle, pahalı eşyâlarla ve takıldıkları pahalı mekânlarla ne kadar tüketebildiğini göstermek için çırpınır durur. Bir tüketim yarışıdır alır başını gider. İsrâf yarışıdır aslında. Birileri bu yarışın öznesi olurken, işin dedikodusunu yapanlar da nesnesi olurlar.   

 

Amerika’da 100 milyon kişi bir şekilde devlet yardımı alıyor. Zâten 50 milyon kişi devletten aldığı gıdâ yardımlarıyla yaşıyor. Bir kesimin aşırı tüketim yaptığı yerlerde çoğu insan bu duruma düşer.

 

Aristoteles; “insanoğlunun hırsı tatmin olmaz, tatmin edildikçe yerine yenileri gelir” der. İnsan bir türlü tatmin olmaz. Tolstoy; “dilencisinden milyonerine kadar tüm insanlar arasında sâhip olduğuyla yetinen birini arayın, bin kişiden bir kişi dâhi bulamazsınız” demişti. Çünkü insanın gözü doymaz ve insanın gözünü ancak kara toprak doyurur. Zîrâ kâlpler ancak Allah’ın zikri olan Kur’ân ile tatmin bulabilir. Kur’ân ile tatmin bulmayan kişi tüm Dünyâ’yı tüketse de yine de tatmin bulmaz da gözünü yıldızlara diker.  

 

Dünyâ’nın en zengin 85 kişisinin Dünyâ’nın en fakir 3,5 milyar kişisi kadar parası varsa, Dünyâ nüfûsunun %1’inin, Dünyâ’nın yarı nüfûsu kadar parası varsa, bu dünyâda adâletten değil, zulümden bahsedilebilir ancak. Birilerin sonsuz üretim-tüketim hırsı, kitlelerin zor bir hayat yaşamasına neden oluyorsa, küresel üretim-tüketim sisteminde büyük bir bozukluk ve adâletsizlik var demektir.

 

Tüketim, küreselleşmek zorundaydı ve küreselleşti. Böylece küresel bir tüketim sistemi yerleşti Dünyâ’ya. Aşırı tüketim ile ortaya çıkan küreselleşme çıktı ortaya. Bu küreselleşme hiç kimseye acımıyor. Üretim-tüketim döngüsüne katıl(a)mayanların alanını daraltıyor. Yeni buluşlar, reklâmlar, yaratılan imajlar, toplu beyin yıkama, modanın sık-sık değişmesi, ihtiyaç olunmayan gereksiz üretimler, tüketimin sürekliliğini ve katlanarak artmasını sağlamaktadır.

 

“Düşünüyorum, öyleyse varım” felsefesi ile başlayan süreç, “tüketiyorum öyleyse varım” düşüncesizliğine varıp dayandı. Kim daha çok tüketiyorsa o küreselleşmenin sevgili çocuğu kabûl ediliyor. İngiliz kilisesi bunu şöyle dile getirmektedir: “Nereden alışveriş yaptığımız, ne aldığımız artık bizim fiilen neye inandığımızı gösteren manifestomuz oldu”. Tüketim şekli, inanç şeklini de ortaya çıkarıyor. “İnsan yediğidir” denir. Tüketiminize göre düşünürsünüz ve tüketiminize göre inanırsınız. Fakat çok tüketenler en az inananlardır. İslâm’da ise tüketmeye sınır konur. Oruçla konur bu sınır, zekât ve infâkla konur, isrâf günahından korunmak için aşırı tüketimden kaçılır. Mü’minler, aşırı tüketmezler, çünkü çok-çok infâk ederler.  

 

Bütün bu gelişmeler aslında ipini koparmış, denetimsiz şekilde sağa-sola saldırıp talan eden, ne insan sağlığı ne de çevre duyarlılığı olan küreselleşmiş acımasız-vahşî kapitâlist düzenin sonuçlarıdır. Büyük şirketler bu sistemin itici gücü olup, bu tüketim terörü ortamından faydalanarak sömürülerini ve soygunlarım sınırların ötesine taşımış durumdadırlar. Devletler ve hükümetler de, maalesef bu sistem uluslararası büyük şirketlerin kontrôlü altına girdiğinden dolayı, halkı ve çevreyi bu terörden korumakta yetersiz kalmaktadırlar.

 

İnsan parayı tüketir, para da insanı tüketir. O hâlde tüketmek tükenmektir. Tüketerek vâr olduğunu zannedenler tüketerek tükenirler. Onlar zâten rûhen çoktan tükenmişlerdir. Aşırı tüketim, modern insanın azâbı hâline geldi.

 

Modern insan “tükettiğin kadar vârolabilirsin” sözüyle aldatılıyor.  Bu nedenle modern insan için “tüketime ara vermek” cehennemdir.

 

Modern insan, “satın alarak” vâr olacağını zannediyor. Modern insan, “prestijini tüketimden alan insan”dır. Modern zamanların kültürlü insan tanımı: “Tüketim ürünlerini en iyi tanıyan insan” şeklindedir.

 

En zengin ülke, en çok borcu olan ülkedir. Zîrâ en çok tüketen ülkedir. Çok tüketmek bir zenginlik işâreti olarak görülüyor modern dünyâda. Dünyâ’nın en zengin ve en güçlü(!) ülkesi, “en çok tüketen”lerin ülkesidir. Kapitâlizm bir tüketim ideolojisidir. Kapitâlizm, “tüketmek için rekâbet etmek” demektir.

 

Dünyâ’nın kaynaklarını dibine kadar tüketmek isteyen zihniyet, doğal olarak evlenmek ve çocuk yapmaktan korkuyor ve kaçınıyor. Çünkü tüketince yâni bitirince geriye çocuklara bir şey kalmayacaktır. Yada çocuklar varken istediği gibi tüketememekten korkmaktadır.

 

İnfâk etmeyenler, isrâf ile tüketirler. İslâm’da tüketmek, “Allah yolunda tüketmek” iken (infâk), modernizmde tüketmek, “isrâf yolunda tüketmek”tir.

 

Tüketme kelimesi ancak domuzlara yakışır. Çünkü onlar her-şeyi sınırsızca yiyip-içip tüketirler. Tüketmede bir ayırım yapmazlar. Modern Dünyâ’da domuzluğu (tüketim) en üst seviyede gerçekleştirenler, “en üstün” olarak kabûl edilir.

 

Modern insan tüm hayâtını aşırı şekilde tüketime harcıyor ve sâdece bunun için çabalıyor. Yaşamayı “tüketmek” olarak görüyor. “Tüketiyorum öyleyse varım” diyor. Tabi bir de ‘iman edenler ve Allah’ın rızâsı için çalışanlar vardır ki onların çabası başkadır. Onlar:

 

“De ki: ‘Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır’ (En-âm 162) diyerek hayatlarını Allah yolunda tüketirler ki Allah böylelerine “şehit” der. Tüm peygamberler ömürlerini bu şekilde tüketmişlerdir ve “güzel bir örneklik” sergilemişlerdir.

 

Ne yazık ki artık müslümanlar da artık tüketim-merkezli tuzağa düşmüşler ve diğerlerinden bir farkları kalmamıştır. Celaleddin Vatandaş bu durumdan bahsederken şunları söyler:

 

“Sözleriyle, tavırlarıyla, yeme-içmeleriyle, kıyâfetleriyle ve düşünceleriyle kendilerini insanlığın yegâne dininin mensupları olarak tanımlayanların da hızla ve tamâmen gönüllü bir şekilde tüketim dîninin mü’minleri hâline gelmiş oldukları görülüyor. Tüketim dîninin gittikçe güç kazandığı 1990’lı yıllarda eklektik bir din oluşturma çabasıyla harıl-harıl kapitâlizme uygun âyet bulma telâşına girerek yeni dîne geçişi sarsıntısız gerçekleştirmeye çalışanlar, ‘TV câiz midir?’ tartışmalarından TV kanalı sâhipliğine, ‘fâiz haramdır’ anlayışından banka sâhipliğine, ‘bir lokma bir hırka’ anlayışından bin lokma bin hırkaya hiç sarsıntısız geçmişlerdir. Artık ‘müslüman da zengin olmalıdır’ anlayışı Kur’ân’da somut olarak bulunmayan ama neredeyse tüm Kur’ân’ın işâret ettiği yegâne ilkedir. Bu yapılırken Kur’ân’ın ve kutlu elçisinin tüm hayâtı boyunca örneklendirdiği ‘zenginliğin ihtiyaç hissetmemek olduğu’ anlayışından, ‘sâhip olmak’ anlayışına geçilmiştir; bunun ise sonu yoktur; sâhip oldukça ihtiyaç hissi artmakta ve eşyâya gönüllü kölelik daha da kapsamlı ve derinlikli hâle gelmektedir. Uğrunda yıllarca çok boyutlu mücâdeleler verilen başörtüsü/tesettür artık modanın yeni unsurlarıdır. Metropôllerde başı kapalı gençler dar kotları, blûzları, pantolonları, ipek eşarplarıyla, Top Shop, Mango, Marks and Spencer gibi markalardan alış-verişlerini yaparak küresel ekonomiye katılmaktadır. Tesettür bağlamında yaşanan değişimin bugün varıp dayandığı nokta ‘bedenim benimdir ve buradadır’ anlayışıdır”.

 

 “Tüketmek” kelimesi “kışkırtılmış nefisler”i çağrıştırıyor. Zîrâ kışkırtılmadıkça her-şeyi tüketmek arzusu olmaz insanda. Çünkü biz Dünyâ’ya tüketmek için gelmedik. Helâl ve meşrû sınırlar dâhilinde yiyip-içip faydalanmak ve Allah’ın rızâsını kazanmak için geldik. “Tüketmek” ile “Allah’ın rızâsı” ne kadar da birbirlerine aykırıdır. Müslümanlar “zarûriyat, haciyyat ve tahsîniyat” şeklinde bir ihtiyaç listesi bölümlemesi yapmışlardır. Bir şeye “zorunlu”, “gerekli” ve “güzel” olduğu için ihtiyaç duyulabilir. Benzer bir tasnif “Epikür’ün ihtiyaçlar listesi”nde şöyledir: “Doğal ve gerekli olanlar”, “doğal ama gerekli olmayanlar” ve “ne doğal ne de gerekli olmayanlar”.  

 

“Tüketiyorum öyleyse varım”ın tersi, “tüket(e)miyorum, öyleyse yokum” olarak anlaşılıyor. Hem hayâlini kurdukları gibi yâni ihtirasları kadar tüketemeyenler hem de ihtiyaçları kadar tüketemeyenlere mezar olan bir dünyâdır burası.

 

“Tüketmek” kelimesiyle ortaya çıkan israf ihtiyaçtan değil ihtirastan kaynaklanır. Oysa ihtiraslar ihtiyaçlar değildir. Sokrates pazarda gezerken, satılan yüzlerce şeye bakarak; “işime yaramayacak ne kadar çok şey var” demiş. 

 

Aşırı tüketmek tükenmektir. “Tüketiyorum öyleyse varım” diyenler gün gelir, “tükeniyorum, tükendim, öyleyse yokum” demek zorunda kalırlar. Zîrâ tüketmek vâr olmak demekse, tüketememek de yok olmak anlamına gelir. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2020

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder