“İnkâr
edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) Siz Dünyâ hayâtınızda
bütün güzelliklerinizi ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla
yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız)
ve fâsıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile
cezâlandırılacaksınız” (Ahkâf 20).
Bir tüketme kelimesi aldı başını gidiyor. Yeme-içme
kelimeleri yerine “tüketme” kelimesi kullanılıyor. Su içmeye bile “suyu
tüketmek” diyorlar. Zîrâ insanı tüketici olarak görmek istiyorlar ve
alttan-alta “sen tüketicisin” mesajını veriyorlar. “Her gün bir porsiyon meyve
yiyin” demiyorlar da, “her gün bir porsiyon meyve tüketin” diyorlar. Bu
“tüketmek” kelimesi irrite edici bir kelime, en azından ben o kelimeye gıcık
oluyorum. Tüketmek kelimesinde “bitirmek” anlamı vardır. “Tüketin bitirin ki
yenisini alasınız” mesajı vardır. Oysa yeme-içme kelimeleri çok doğal ve bir
sınır ifâde ediyor. Tüketmek kelimesinde ise “sınırsızca tüketin” anlamı var.
Tüketmek kelimesinde bencillik de kokuyor. Tüketmek, “kendi başına tüketmek”
mânâsı veriyor. Zîrâ insanları yemeye dâvet edebilirsiniz ama tüketmeye dâvet
edemezsiniz. “Bu akşam bize tüketmeye gelin” sözü absürd olur. Tüketmek
kelimesi hakkında Celaleddin Vatandaş şunları söyler:
“XIV. yüzyıldan îtibâren
İngilizce’deki tüketmek (consume) kelimesi negatif çağrışımları içermekteydi;
‘yok etmek, kullanıp-atmak, boşuna harcamak, yormak’ gibi. Böylelikle kültürel
olarak ihtiyaç duygusu kontrôl altına alınıyordu. ‘Tüketici’ kelimesinin
olumsuz anlamlar içermesi XIX. yüzyılın geç dönemlerine kadar devâm etmiştir.
Ancak ABD’de özellikle de 1920’lerden îtibâren tüketimin anlamı hazla,
özgürlükle ve eğlence ile doldurulmaya başlandı. Böylelikle tüketim, bir amaca
yönelik araç olmaktan çıkıp, kendi içinde bir amaç hâline dönüşmüş oldu.
Yaşamak, bütünüyle artan ölçüde tüketimle eş hâle geldi. Böylelikle tüketim,
başlı-başına bir değere dönüştü ve ihtiyâcı da belirler hâle geldi”.
“Açlığını yok et!” diyor reklamda.
Açlığın yok edilebilmesi için açlığı giderek şeyin tüketilmesi gerekir. Çünkü
tüketmek “yok etmek” demektir. Tüketim kelimesinde bir “sonunu getirme” yâni
"bir şeyi “helâk edercesine yok etme” (istihlak) içeriği vardır.
Tüketim şekli, insanın
konumu da belirliyor. Birileri için çok gereksiz ve saçma olan tüketim şekli, o
şeyi tüketen için çok önemlidir. Zîrâ onun konumunu ve sözde îtibârını
sağlamaktadır. Fakat tüketerek elde edilen îtibâr ve konum, onun gerçekten hak ettiği
yer değildir. Orası “tüketerek gelinmiş yer”dir. “Alış-veriş ediyorum, öyleyse
varım” sözü motto olmuştur. En azından nefisler kendini alış-veriş ile sâkinleştirmektedir.
Fakat aslında bu bir kısır-döngüdür.
Dünyâ 80-90’lı yıllarla
birlikte üretim-merkezli olmaktan çıkıp tüketim-merkezli bir yola girdi. Tüketim,
üretim-merkezli olmaya başladı ve üretildikçe tüketildi, oysa üretim,
tüketim-merkezli olmalıdır, ne kadar tüketiliyorsa o kadar üretilmelidir. Tam
tersi oldu ve kapitâlizm başladı. Üreticiler çok fazla tüketilmesini bir
şekilde insanlara benimsettiler ki kendileri de çok-çok üretsinler ve
kazançlarına kazanç katsınlar. Böylece aşırı üretimin ardından isrâf başladı.
Çünkü insan sınırlı bir varlıkı olduğu için tüketimi de sınırlı olacağından
dolayı, bir yerden sonra tüketemiyordu. O zaman da moda, lüks, yeni vs. gibi
şeylerle tüketimi kışkırttılar. Artık insanlar bir şeyi daha tam tüketemeden
yâni tam kullanmadan, bir yiyeceği bitirmeden ve bir eşyâyı eskitmeden atıp
yenisini almaya başladı, böylece tüketim kültürü doğdu ki aslında “çöp kültürü”dür
o. Tüketim kültürü bir israf kültürüdür, aşırı tüketim, kapitâlizmin can
suyudur.
Sonuçta insanlar bir tüketme
yarışına girdiler. Kendilerini bilgileriyle, görgüleriyle ve takvalarıyla
değil, tüketimleriyle öne çıkarmaya başladılar. Şeytânî-nefsî-beşerî ideolojiler
ve sistemler de dîni görünmeyen yerlere hapsettiği için dînin kırmızı çizgileri
de olmadığından dolayı, artık insana çokça tüketmekten başka bir şey
kalmıyordu. Modern insan tükettikçe vâr oluyordu ve “tüketiyorum, öyleyse
varım” düşüncesine kapılıyordu.
Şu da var ki; Dünyâ’daki gelişmiş
ülkelerdeki nüfûsun yaklaşık % 20’si, Dünyâ’daki tüketim malzemelerinin toplam
%86-90’nını tüketiyor. “Tüketiyorum öyleyse varım” diyenler Dünyâ’nın batı’sında
yaşayan yada batı’sındakiler gibi yaşayan insanlardır. Yoksa Dünyâ’nın bir
yarısı açlıktan ve susuzluktan ölmektedir. Bir taraf tüketerek ölürken, diğer
taraf yeterli tüketemediği için ölmektedir.
Bir yere kadar dirençlerini
koruyan müslümanlar, 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra dirençlerini kaybettiler ve
paylaşmak, adâlet, isrâf gibi dinden kaynaklanan inançlarından vazgeçerek onlar
da tüketim kültürüne ayak uydurmaya başladı. Zîrâ hem bağlı oldukları
ideolojiler, hem de yüzlerini döndükleri batı onlara, yaşamanın tüketmek
olduğunu hem söylüyordu hem de gösteriyordu. Sonunda batı’lılar gibi tüketmeye
başladılar. Batı gibi üretim-tüketim yapmaya başladılar. Fakat şu da var ki, batı
gibi üretim-tüketim yapanlar, batı gibi sömürü de yapmaya başlarlar. Çünkü bu
kültür bunu gerektirir. Aşırı tüketmeye bir kez alıştınız mı vazgeçemezsiniz ve
bu tüketimi devâm ettirmek için sömürü dâhil her-şeyi düşünmeye ve yapmaya
başlarsınız.
İnsanlar tüketme şekline
göre düşünürler ve hareket ederler. Fakat doğal bir tüketme seviyesi vardır ve
olmalıdır ki klâsik zamanlarda bu doğal tüketim şekli hemen herkeste aynıydı
yada benzerdi. Bu nedenle de aralarında aşırı bir kültür farkı da görülmezdi.
Fakat aşırı tüketim dünyâsında, çok-çok tüketenlerle fazla tüketemeyenler
ayrıldı ve aralarında muazzam bir kültür farkı oluştu. Bu fark insanları
rahatsız etti ve artık aşırı tüketemeyenler de aşırı tüketim yapabilmek için
tüm gayretlerini sarf-etmeye ve her-şeyi yapmaya başladı. Fakat aradaki fark
kapanmadı ve zâten kapanmamak üzerine kurulmuştu. Bu nedenle insanların çoğu
aşırı tüketim yapacak imkânı bulamadı. Böylece insanların ekserisi,
tüketememenin ızdırâbını yaşayan insanlar hâline geldiler.
İslâm’a göre “üstünlük”
takvâda iken; lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-bireyci-demokratik-emperyâlist-modern
sistemde üstünlük “tüketim”dedir. Kim daha çok tüketiyorsa o daha üstündür. Daha
çok tüketenler kendilerini daha çok “vâr olmuş” sayarlar.
Türkiye’de ve Dünyâ’da, “gerçek üretim” denmeyecek
bir üretim var ve bu üretim sürdürülmekte. Artık rant var, fâiz var, gereksiz
şeylerin üretimi ve tüketimi var. Kapitâlist sistemde fabrika açılacağı yerde
fâizle yaşanıyor. Zîrâ fâizin getirisi daha fazla. Tüm Dünyâ’da doğru-düzgün
üretim yok ama tüketim almış başını gidiyor. Tabi bu tüketim sisteminde bir yerlerde
de köle gibi çalışan insanlar olur ki onlar çalışsın da diğerleri tüketsinler. Bu
sistemde köleler hiç-bir zaman kölelikten kurtulamazlar.
En çok tüketenler, en az çalışanlar ve en az
üretenlerdir. Çünkü tüketmek için bir zamâna da ihtiyaç vardır. Dünyâ’nın her
yeri tüketilecek şeylerle doludur ve bunları tüketebilmek için insanı çalışmak
engellememelidir. O yüzden en çok tüketenler çalışmayanlar ama çalışanlardan
geçinenlerdir. Çoğu insan da bunlar gibi olmanın hayâlini kurar.
Tüketim farkı kişide ilk önce giyside görülür. Kişinin
ne kadar tüketebildiği giysisine bakarak anlaşılabilir. Çünkü giysi de bir
tüketim malzemesidir ve giysi pahalıysa zâten o kişinin çok tüketebildiği
anlaşılır. Bu tüketim dünyâsında herkes, pahalı giyinmekle, pahalı eşyâlarla ve
takıldıkları pahalı mekânlarla ne kadar tüketebildiğini göstermek için çırpınır
durur. Bir tüketim yarışıdır alır başını gider. İsrâf yarışıdır aslında.
Birileri bu yarışın öznesi olurken, işin dedikodusunu yapanlar da nesnesi
olurlar.
Amerika’da 100 milyon kişi bir şekilde devlet yardımı
alıyor. Zâten 50 milyon kişi devletten aldığı gıdâ yardımlarıyla yaşıyor. Bir
kesimin aşırı tüketim yaptığı yerlerde çoğu insan bu duruma düşer.
Aristoteles;
“insanoğlunun hırsı tatmin olmaz, tatmin edildikçe yerine yenileri gelir” der. İnsan
bir türlü tatmin olmaz. Tolstoy; “dilencisinden milyonerine kadar tüm insanlar
arasında sâhip olduğuyla yetinen birini arayın, bin kişiden bir kişi dâhi bulamazsınız”
demişti. Çünkü insanın gözü doymaz ve insanın gözünü ancak kara toprak doyurur.
Zîrâ kâlpler ancak Allah’ın zikri olan Kur’ân ile tatmin bulabilir. Kur’ân ile
tatmin bulmayan kişi tüm Dünyâ’yı tüketse de yine de tatmin bulmaz da gözünü
yıldızlara diker.
Dünyâ’nın en zengin 85 kişisinin Dünyâ’nın en fakir
3,5 milyar kişisi kadar parası varsa, Dünyâ nüfûsunun %1’inin, Dünyâ’nın yarı nüfûsu
kadar parası varsa, bu dünyâda adâletten değil, zulümden bahsedilebilir ancak.
Birilerin sonsuz üretim-tüketim hırsı, kitlelerin zor bir hayat yaşamasına
neden oluyorsa, küresel üretim-tüketim sisteminde büyük bir bozukluk ve adâletsizlik
var demektir.
Tüketim, küreselleşmek zorundaydı ve küreselleşti.
Böylece küresel bir tüketim sistemi yerleşti Dünyâ’ya. Aşırı tüketim ile ortaya
çıkan küreselleşme çıktı ortaya. Bu küreselleşme hiç kimseye acımıyor. Üretim-tüketim
döngüsüne katıl(a)mayanların alanını daraltıyor. Yeni buluşlar, reklâmlar,
yaratılan imajlar, toplu beyin yıkama, modanın sık-sık değişmesi, ihtiyaç
olunmayan gereksiz üretimler, tüketimin sürekliliğini ve katlanarak artmasını sağlamaktadır.
“Düşünüyorum, öyleyse varım” felsefesi ile başlayan
süreç, “tüketiyorum öyleyse varım” düşüncesizliğine varıp dayandı. Kim daha çok
tüketiyorsa o küreselleşmenin sevgili çocuğu kabûl ediliyor. İngiliz kilisesi
bunu şöyle dile getirmektedir: “Nereden alışveriş yaptığımız, ne aldığımız
artık bizim fiilen neye inandığımızı gösteren manifestomuz oldu”. Tüketim
şekli, inanç şeklini de ortaya çıkarıyor. “İnsan yediğidir” denir. Tüketiminize
göre düşünürsünüz ve tüketiminize göre inanırsınız. Fakat çok tüketenler en az
inananlardır. İslâm’da ise tüketmeye sınır konur. Oruçla konur bu sınır, zekât
ve infâkla konur, isrâf günahından korunmak için aşırı tüketimden kaçılır.
Mü’minler, aşırı tüketmezler, çünkü çok-çok infâk ederler.
Bütün bu gelişmeler aslında ipini koparmış,
denetimsiz şekilde sağa-sola saldırıp talan eden, ne insan sağlığı ne de çevre
duyarlılığı olan küreselleşmiş acımasız-vahşî kapitâlist düzenin sonuçlarıdır. Büyük
şirketler bu sistemin itici gücü olup, bu tüketim terörü ortamından faydalanarak
sömürülerini ve soygunlarım sınırların ötesine taşımış durumdadırlar. Devletler
ve hükümetler de, maalesef bu sistem uluslararası büyük şirketlerin kontrôlü
altına girdiğinden dolayı, halkı ve çevreyi bu terörden korumakta yetersiz
kalmaktadırlar.
İnsan parayı tüketir, para da insanı tüketir. O hâlde
tüketmek tükenmektir. Tüketerek vâr olduğunu zannedenler tüketerek tükenirler.
Onlar zâten rûhen çoktan tükenmişlerdir. Aşırı tüketim, modern insanın azâbı
hâline geldi.
Modern insan “tükettiğin
kadar vârolabilirsin” sözüyle aldatılıyor.
Bu nedenle modern insan için “tüketime ara vermek” cehennemdir.
Modern insan, “satın alarak”
vâr olacağını zannediyor. Modern insan, “prestijini tüketimden alan insan”dır. Modern
zamanların kültürlü insan tanımı: “Tüketim ürünlerini en iyi tanıyan insan” şeklindedir.
En zengin
ülke, en çok borcu olan ülkedir. Zîrâ en çok tüketen ülkedir. Çok tüketmek bir
zenginlik işâreti olarak görülüyor modern dünyâda. Dünyâ’nın en zengin ve en güçlü(!) ülkesi, “en çok
tüketen”lerin ülkesidir. Kapitâlizm bir tüketim ideolojisidir. Kapitâlizm,
“tüketmek için rekâbet etmek” demektir.
Dünyâ’nın kaynaklarını
dibine kadar tüketmek isteyen zihniyet, doğal olarak evlenmek ve çocuk yapmaktan
korkuyor ve kaçınıyor. Çünkü tüketince yâni bitirince geriye çocuklara bir şey
kalmayacaktır. Yada çocuklar varken istediği gibi tüketememekten korkmaktadır.
İnfâk etmeyenler, isrâf ile
tüketirler. İslâm’da tüketmek, “Allah yolunda tüketmek” iken (infâk),
modernizmde tüketmek, “isrâf yolunda tüketmek”tir.
Tüketme kelimesi ancak
domuzlara yakışır. Çünkü onlar her-şeyi sınırsızca yiyip-içip tüketirler.
Tüketmede bir ayırım yapmazlar. Modern Dünyâ’da domuzluğu (tüketim) en üst
seviyede gerçekleştirenler, “en üstün” olarak kabûl edilir.
Modern insan tüm hayâtını
aşırı şekilde tüketime harcıyor ve sâdece bunun için çabalıyor. Yaşamayı
“tüketmek” olarak görüyor. “Tüketiyorum öyleyse varım” diyor. Tabi bir de ‘iman
edenler ve Allah’ın rızâsı için çalışanlar vardır ki onların çabası başkadır.
Onlar:
“De ki: ‘Şüphesiz benim
namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır’ (En-âm 162) diyerek hayatlarını Allah yolunda tüketirler
ki Allah böylelerine “şehit” der. Tüm peygamberler ömürlerini bu şekilde
tüketmişlerdir ve “güzel bir örneklik” sergilemişlerdir.
Ne yazık ki artık
müslümanlar da artık tüketim-merkezli tuzağa düşmüşler ve diğerlerinden bir
farkları kalmamıştır. Celaleddin Vatandaş bu durumdan bahsederken şunları
söyler:
“Sözleriyle,
tavırlarıyla, yeme-içmeleriyle, kıyâfetleriyle ve düşünceleriyle kendilerini
insanlığın yegâne dininin mensupları olarak tanımlayanların da hızla ve tamâmen
gönüllü bir şekilde tüketim dîninin mü’minleri hâline gelmiş oldukları
görülüyor. Tüketim dîninin gittikçe güç kazandığı 1990’lı yıllarda eklektik bir
din oluşturma çabasıyla harıl-harıl kapitâlizme uygun âyet bulma telâşına
girerek yeni dîne geçişi sarsıntısız gerçekleştirmeye çalışanlar, ‘TV câiz
midir?’ tartışmalarından TV kanalı sâhipliğine, ‘fâiz haramdır’ anlayışından
banka sâhipliğine, ‘bir lokma bir hırka’ anlayışından bin lokma bin hırkaya hiç
sarsıntısız geçmişlerdir. Artık ‘müslüman da zengin olmalıdır’ anlayışı
Kur’ân’da somut olarak bulunmayan ama neredeyse tüm Kur’ân’ın işâret ettiği
yegâne ilkedir. Bu yapılırken Kur’ân’ın ve kutlu elçisinin tüm hayâtı boyunca
örneklendirdiği ‘zenginliğin ihtiyaç hissetmemek olduğu’ anlayışından, ‘sâhip
olmak’ anlayışına geçilmiştir; bunun ise sonu yoktur; sâhip oldukça ihtiyaç
hissi artmakta ve eşyâya gönüllü kölelik daha da kapsamlı ve derinlikli hâle gelmektedir.
Uğrunda yıllarca çok boyutlu mücâdeleler verilen başörtüsü/tesettür artık
modanın yeni unsurlarıdır. Metropôllerde başı kapalı gençler dar kotları,
blûzları, pantolonları, ipek eşarplarıyla, Top Shop, Mango, Marks and Spencer
gibi markalardan alış-verişlerini yaparak küresel ekonomiye katılmaktadır.
Tesettür bağlamında yaşanan değişimin bugün varıp dayandığı nokta ‘bedenim
benimdir ve buradadır’ anlayışıdır”.
“Tüketmek” kelimesi “kışkırtılmış nefisler”i
çağrıştırıyor. Zîrâ kışkırtılmadıkça her-şeyi tüketmek arzusu olmaz insanda.
Çünkü biz Dünyâ’ya tüketmek için gelmedik. Helâl ve meşrû sınırlar dâhilinde
yiyip-içip faydalanmak ve Allah’ın rızâsını kazanmak için geldik. “Tüketmek”
ile “Allah’ın rızâsı” ne kadar da birbirlerine aykırıdır. Müslümanlar
“zarûriyat, haciyyat ve tahsîniyat” şeklinde bir ihtiyaç listesi bölümlemesi
yapmışlardır. Bir şeye “zorunlu”, “gerekli” ve “güzel” olduğu için ihtiyaç
duyulabilir. Benzer bir tasnif “Epikür’ün ihtiyaçlar listesi”nde şöyledir: “Doğal
ve gerekli olanlar”, “doğal ama gerekli olmayanlar” ve “ne doğal ne de gerekli
olmayanlar”.
“Tüketiyorum öyleyse varım”ın
tersi, “tüket(e)miyorum, öyleyse yokum” olarak anlaşılıyor. Hem hayâlini
kurdukları gibi yâni ihtirasları kadar tüketemeyenler hem de ihtiyaçları kadar
tüketemeyenlere mezar olan bir dünyâdır burası.
“Tüketmek” kelimesiyle
ortaya çıkan israf ihtiyaçtan değil ihtirastan kaynaklanır. Oysa ihtiraslar
ihtiyaçlar değildir. Sokrates pazarda gezerken, satılan yüzlerce şeye bakarak;
“işime yaramayacak ne kadar çok şey var” demiş.
Aşırı tüketmek tükenmektir. “Tüketiyorum
öyleyse varım” diyenler gün gelir, “tükeniyorum, tükendim, öyleyse yokum” demek
zorunda kalırlar. Zîrâ tüketmek vâr olmak demekse, tüketememek de yok olmak
anlamına gelir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Hazîran 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder