26 Ekim 2020 Pazartesi

Modern Müslümanlık Yada Dudak Tiryâkiliği

 


“Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, bir-birlerine hakkı tavsiye edenler ve bir-birlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr 3).

 

İçe çekilen duman mı, yoksa dışa üflenen duman mı insanı daha çok rahatsız eder?. Peki ya din?. İçine çekince mi yoksa dudakta kalınca mı daha etkilidir?. İçe çekilmeyen ve iç-âlemi inşâ etmeyen din, dudaklardan ve boğazdan aşağıya inmez, ciğere ve kâlbe sirâyet etmez. Böyle olunca da din “sindirilmiş” olmaz. Dudaklarda ve ağızda kalır. Böylece dudak tiryâkiliği başlar.

 

Dudak tiryâkiliğinin pek bir bedeli yoktur. Elini-konu bile oynatmaya gerek olmaz. Dudakta kalan öylece orada kalır. Hiç-bir zaman ciğere ve kâlbe inmez ve kana karışmaz. Böyle olunca da ciğerleri ve kâlbi etkileyecek söylemler ve eylemler görülmez dudak tiryâkiliğinde. Hep aynı şeyler hırıltı şeklinde çıkar iki dudak arasından. Bir söz kişinin neresinden çıkarsa karşıdaki kişinin de orasına gireceği için, dudaktan çıkanlar dudaktan aşağı inmez. Böylece bir dudak alışkanlığı olmuş olur.   

 

“İçine çekmeden dışarıya üflenen din”dir insana en çok zarar veren. Yâni içeride yaşandıktan sonra dışarıya sirâyet etmeyen ve sâdece ağızda dolaşan din. İçine çekip de onun tadını, etkisini ve coşkusunu hissetmeyenler, ancak ağızlarının ucuyla dinden bahsederler. Yapmayacakları şeyleri söyler dururlar. Dudak tiryâkiliği, yapılmayacak şeylerin söz-konusu edilmesidir. Zîrâ dudakta kalan ve içe sirâyet etmemiş olan dînin yaptırım gücü olmaz ve lafta kalır.

 

İnsanlar, dîni içlerine çekmeden dışarıya üflemeye çalışıyorlar. Yâni dîn ile hâllenmeden sâdece lafını ediyorlar. Zâten din hakkında en çok da dudak tiryâkileri konuşur. Lafları sözleri hiç bitmez. Bunlar dudak tiryâkisi olmuşlardır. Fakat şu da var ki, dînin bilgisi din değildir. Hiç-bir şeyin “sâdece bilgisi” o şeyin kendisi değildir. Îmânın bilgisi îman değildir meselâ. Îman, hayatta görülmedikçe îman edildiği belli olmaz.

 

Görenler-duyanlar dudak tiryâkilerini dindar zanneder. Bir şeyler söylemektedirler ama söyledikleri sözler dudaklarında gevelediklerinden başkası değildir. Çünkü ses içeriden yâni ciğerden ve kâlpten gelmiyor ki!. Ağzı ve dudağı olan konuşuyor. Ciğerinden üflemiyorlar, çünkü ciğerlerine çekmemişlerdir. Sigarada öyledir ya. Sigara, dudak tiryâkilerinin sürekli olarak dudaklarındadır. Onu geveler dururlar. Dudak tiryâkisi, biri bitince diğerini koyar dudak arasına. Dudaklarının arasından sürekli olarak duman tütüyor ya; insanlar “tamam” diyor. Duman çıkıyorsa ateş vardır. Hani “ateş olmayan yerden duman tütmez” misâli. Zîrâ insan duyduğundan ziyâde gördüğüne inanır. Gerçi duyduğunu çok da değerlendir(e)mez.

 

İşte bu nedenle dudak tiryâkileri çok daha popülerdirler. Çünkü onlar bir risk olduğunda geveledikleri şeyi dudaklarının bir tarafından diğerine alıverirler. Böylece “şüpheli” olmaktan kurtuluverirler ve hattâ onlardan şüphe edenlerle birlik olurlar. O yüzden sistem onları öne çıkarır ve örnek gösterir. Der ki: “İşte siz de böyle olun. Din dudaklarınızın arasından içeriye girmesin ve derinlere inmesin”. Bunlar oturdukları yerden duman yada din tüttürürler. Onlarda “kâl” çoktur ama “hâl” yoktur. Çünkü sisteme uygun olan “kâl”in bir bedeli yoktur ama İslâm ile hâllenmenin bedeli ağırdır. İnsanın belini büker, saçlarını beyazlatır. Din dudaklarından aşağı inmediği için din onların ağızlarında ve dudaklarında eğreti durur, sırıtır. Zâten yüzlerine de yansımamıştır söyledikleri. Zîrâ yapmadıklarını ve yapmayacaklarını söylemektedirler:

 

“Ey îman edenler!; yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz?. Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında bir gazab (konusu olması) bakımından büyüdü büyük bir suç teşkil etti” (Saff 2-3).

 

Dudak tiryâkiliğinde duman yada din dudaktan içeriye inmeyecektir. Onların niyeti zâten dumanı ciğerlerine çekmek değildir. Din adına konuşurlar fakat dîn için bir şey yapmazlar. Dîni dudak tiryâkiliğinden ibâret zannederler. Onlar sürekli olarak konuşmak ve dinlenilmek isterler. Fakat bir eleştiri, îtirâz, isyân yükseltemedikleri gibi, iş dîne uygun amel-eylem ve gayrete gelince yerlerinde çakılırlar ve sus-pus olurlar. “Bu zamanda devrim yapacak hâlimiz yok ya” derler. Tabî ki de yoktur. Çünkü içlerine inmemiş olan din onlara o enerjiyi ve hâli vermez. Esâsen dudaklarda kalan din, kişiyi hâlsiz bırakır. Bu yüzden ellerinden geleni de yap(a)mazlar. Bir eleştiri de mi yapamıyorsunuz peki?. Belki de buğz bile edemiyorlar. Çünkü onu yaptıklarında bile içeriye bir miktar duman kaçar ve öksürtür, rahatsız eder. Bunlar dudak tiryâkileridir ve nasıl ki dumanla sâdece dudaklarının ucuyla ilgiliyseler, din ile de öyledir; ucundan-kıyısından ilgilidirler:

 

“İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibâdet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isâbet edecek olursa yüzü-üstü dönüverir. O, Dünyâ’yı kaybetmiştir, âhireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır” (Hac 11).

 

Kendileri dudak tiryâkisi oldukları gibi, başkalarına da dudak tiryâkisi olmayı söylerler ve bu şekilde kalmalarını öğütlerler. Sürekli olarak dumanı yâni dîni içe çekmenin zararlarından bahsederler. Dumanı içe çekmenin bedeli vardır çünkü. Fakat bedel ödenmediğinde dudak tiryâkiliğinden kurtulunamaz ki!. Dumanı yada aslında dîni içlerine çekenleri ve dolayısı ile dudaklarından değil de içlerinden dışarıya üfleyenleri ve içlerinden gelen bir dürtüyle amel-eylemde bulunanları aşırı, yobaz ve terörist olarak yaftalarlar. Zîrâ dîni içlerine çekip de iç-âlemlerini aydınlatan, sonra da (din sâdece iç-âlemde kalamayacağı için) dîni dış-âleme yansıtanlar, dudak tiryâkilerinin yanlışlarını ve ciddiyetsizliklerini hatırlatırlar.

 

Dudak tiryâkiliği “sâdece îman etmek ama îmâna uygun davranmamak ve yaşamamak” gibidir. Dudak tiryâkileri îman ettiklerini söylemelerine rağmen din için, Allah için ve hak-hakîkat için kıllarını bile kıpırdatmazlar. Böyle bir niyetleri de yoktur. Zâten dudak tiryâkileri ellerini çok da kullanmazlar. Dînin sâdece dudak tiryâkiliğinden ibâret olduğunu zannedenler şu âyeti duymaktan hoşlanmazlar:

 

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

 

Âyet; “sâdece dudak tiryâkisi kalarak kurtulmazsınız” demektedir.

 

Evet, dudak tiryâkiliği dînin dudaklardan, dilden ve boğazdan aşağı inmeyecek şekilde sâdece lafta ve sözde kalmasıdır. Oysa dîni içlerine çekenler ve içlerini onunla inşâ edenler, daha sonra da din ile dış-âlemi de inşâ etmenin yoluna koyulurlar. Çünkü onlar dudak tiryâkisi değildirler. Onların dinleri dudaklarında kalmayıp ciğerlerine ve kâlplerine inmiştir. Sonra da oradan coşkuyla hayâta yansımaktadır.

 

Modernizm müslümanlardan sâdece dudak tiryâkisi olmalarını istemekte ve beklemektedir. Dînin boğazdan aşağı inmesini “riskli” görüp kötülemekte ve buna şiddetle karşı durmaktadırlar. Mü’minleri dudak tiryâkiliğinden ayıracak olan şey, her türlü bedeli göze alarak iç-âlemi ve sonra da dış-âlemi inşâ etmek, göklerdeki düzenin aynısını Dünyâ’da ve insanlar arasında da kurmaktır. Aksi-hâlde Dünyâ’da dudak tiryâkisi olanlar, âhirette de ateşin tiryâkisi olurlar.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2020

 

 

 

 

Devamını Oku »

25 Ekim 2020 Pazar

Akıl ve Takvâ


“… O, aklını kullanmayanların üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100).

 

“Ey insanlar!; gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve ‘birbirinizi tanımanız ve tanışmanız’ için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucurât 13).

 

 Takvâ, literatürde “korkmak” ve “sakınmak” (ittekullâh) olarak bilinir. Fakat aslında takvâ, “sorumluluk bilinci, sorumluluğun bilincinde olmak, duyarlı olmak” anlamındadır. Bunun için illâ ki “Allah’tan korkmak” (haşyet) ve sakınmak gerekir. Aksi-hâlde insanı sorumlu olmaya iletecek gerçek bir etken olmaz. Takvâ İslâm ile birlikte, “Allah korkusuyla korunmak ve korumak” anlamına gelmiştir. Takvâ Kurân’dan önce “yılan-çıyan korkusu” anlamındaydı. İslâm ile birlikte “Allah karşısında haşyet duymak ve bu haşyetten dolayı sorumluluğu kuşanmak ve buna göre hareket etmek” anlamını kazandı. Tabi bunun için de “donanımlı olmak” gerekir. İnsana bu donanımı kazandıracak olan şey, okumak ve ibâdet ile bilgi-bilinç sâhibi olmak ve bu bilinç ile dik bir duruş ve direniş göstermektir. Bunu hakkıyla yapabilmek için ise, vazgeçebilmek, gayret ve azim sâhibi olmak ve adanmışlık şarttır. İşte takvâ bu özellikleri kuşanmanın adıdır. Yoksa pasif bir hâlde hiç-bir şey yapmadan takvâlı olunmaz. Sorumlulukları yerine getirmeden takvâlı olmak imkânsızdır. İşte bu nedenle Allah cenneti, takvâyı kuşananlara verecektir:

 

Takvâ “sorumluluk bilinci” ve “bu bilince göre yaşamak” anlamındayken, modernite bir “sorumsuzluk uygarlığı”dır. Sorumsuz olmayı sorumlu (takvâlı) olmaya üstün tutar. Bir insanı İslâm’a dâhil eden şey, İslâm-öncesi takvâsıdır yâni sorumluluk bilincidir. Çünkü takvâlı olanlar es geç(e)mezler. Modernite ise sorumsuzluğu seven insanları bekler. Sorumluluktan korkan insanlar modernizmi pek severler. Modernite bir “takvâsızlık uygarlığı”dır. 

 

Havf “dünyevî korku”dur. Haşyet ise “Allah’ın sevgisini-yardımını kaybetme korkusu”dur. Allah’tan haşyet eden, O’ndan uzak düşmeme, rızâsından ayrılmama çabası içinde olur. Haşyet ve havf korkuyu ifâde eder. Bu iki korku arasındaki fark, ikisinin birlikte kullanıldığı şu âyette çok güzel ifâde edilir:

 

“Ve onlar Allah’ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi ulaştırırlar. Rablerinden içleri saygı ile titrer (yahşevne), kötü hesaptan korkarlar (yehâfûne) (Ra’d 21).

 

Haşyetin en güzel anlatıldığı âyetlerden birisi Yâsîn 11. âyettir:

 

“Sen ancak, zikre (Kur’ân’a) uyan ve gayb ile Rahmân olan (Allah’)a (karşı) içi titreyerek korku duyan kimseyi uyarırsın. İşte böylesini, bir bağışlanma ve üstün bir ecirle müjdele” (Yâsîn 11).

 

Takvâ “Allah korkusu”dur. Allah’tan ne kadar çok korkarsanız (haşyet) o kadar çok korunursunuz. Allah korkusundan kastımız “haşyet”tir. Haşyet ise, “havf” ile aynı anlamda değildir. Havf, cehâletten, haşyet ise bilgi ve bilinçten dolayı duyulan korkudur. Haşyet, “Allah’tan sakınmama ihtimâli korkusu”dur. “Allah’ı unutma korkusu”. İnsan Allah’tan başkasından (yılan, çıyan, vs.) “havf korkusu” duyabilir, ama haşyet “sâdece Allah karşısında duyulan korku ve sakınma”dır. Havf cehâletten, haşyet ise ilimden ve takvâdan kaynaklanır. Bu nedenle insanlar içinde Allah’tan en çok âlimler haşyet duyarlar. Câhiller haşyet duymazlar, onları korkutan “havf”tır. Havf, “ödleklik”, haşyet ise, “Allah sevgisinden mahrûm kalma endişesi”dir. Cennet korkaklara değil, Allah korkusu olanlara yâni takvâlılara has kılınmıştır:

 

“O cennet; biz, kullarımızdan takvâ sâhibi olanları (ona) vârisçi kılacağız” (Meryem 63).

 

Takvâ müslümanların “bağışıklık sistemi”dir. Lâkin modernitenin etkisiyle müslümanların “mânevî bağışıklık sistemleri (takvâları)” zayıfladı ve çökmeye yüz tuttu. Modernite bu bağışıklığı zayıflatmış ve çökertmiştir. Artık modern insan her türlü kişisel, toplumsal ve sosyâl hastalıklara dûçâr olmuştur. Bağışıklık sitemi ancak takvâ ile desteklendiğinde yeniden gücüne kavuşabilir. Zîrâ takva “takviye”dir. O takviye olmadan sistemin güçlenmesi ve hastalıkları yenmesi imkânsızdır.

 

Takvâ azaldığında yada kaybolduğunda kavmiyetçilik başlar. Müslümanların asâleti damarlarındaki kanda değil, takvâsındadır. Kureyşliler, “Kureyşli” olmayı büyük bir ayrıcalık olarak görüyorlardı. Peygamberimiz ise ayrıcalığı, takvâya bağladı. Takvâlı olanlar Allah katında “ayrıcalıklı” olanlardır ve ancak onlar ayrıcalıklıdır. Zîrâ üstünlük başka hiç-bir şeyde değil, sâdece takvâdadır. Takvada yarışmayanlar başka şeylerde yarışmaya başlar. Allah bu nedenle yarışın sâdece takvâda yapılmasını ister:

 

“Rabbinizden olan mağfiret ve eni göklerle yer kadar olan cennete (kavuşmak için) yarışın; o, muttakîler için hazırlanmıştır” (Âl-i İmran 133).

 

Takvâ; “Kur’ân’ı güzel okuma yarışması” değil, “Kur’ân’ı güzel yaşama yarışması”dır. Zîrâ Allah’ın “takvâda yarışın” dediği şey budur.

 

Fakat ne yazık ki müslümanlar takvâdan vazgeçip hazza kapıldılar. Bu durum “târihin sonu” anlamına gelir. Târihin sonu, takvânın tümden kaybolup sorumsuzluğun ve de hazzın Dünyâ’ya hâkim olmasıyla gelecektir. Yoksa lâik-seküler-liberâl-demokrasiyle târihin sonu gelmez ve gelmemiştir. Bu son, kendini takvânın azalması ve bitmesiyle göstermeye başlamıştır. 

 

Modernite takvânın yerine aklı koymuştur. Öyle ki modernite “insanın ve aklın ilahlaştırılması” demektir. Üstünlük ölçüsü “takvâ” olmaktan çıkarılmış ve akla verilmiştir. Oysa Allah katında üstün olanlar “takvâca üstün olanlar”dır, “akılca üstün olanlar” değil. Kur’ân üstünlüğün takvâda olduğundan bahseder. Gerçek üstünlüğün “takvâda üstünlük” olduğunu söyler:

 

“…Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe [ve imajca] değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucurât 13).

 

Demek ki üstünlük, akıl ve imaj ile değil, îman ve takvâ ile oluyormuş. Üstün olanlar, “Allah’a göre üstün olanlar”dır. Bu nedenle -Allah’ın dediği gibi- kim daha takvâlı ise, o daha üstündür. Allah, “sonsuz ebedî nîmet diyârı” olan cennete, “aklı yüksek” olanları değil, “îmânı ve takvâsı yüksek” olanları alacaktır. Akıl zâten dünyâlıktır ki aklın Dünyâ’da da ölüme kadar süreceği garantili ve hattâ mümkün de değildir. Yaşlılıkla birlikte genellikle akıl azalır ve hattâ işletilemez hâle gelir. Zâten ölümle de sıfırlanır. Fakat takvâ, kişiyi âhirete ve cennete taşır. İnsan, bildiklerini gün gelir “bilmez” durumuna gelebilir ama yaptıklarını “yapmamış” durumuna gelemez. Cenneti hakkedecek olanlar ise, aklını takvâ ile işletenler ve takvâlı davrananlar olacaktır.

 

Modern dünyâda akıl takvânın önüne geçirilmiştir, zekîce davrananların hepsi aynı-zamanda akıllı da sanılmakta, akılca üstün olanın ise, îman ve takvâca da üstün olduğu zannedilmektedir. Oysa aklı nefsinin kontrôlünde ve yönlendirmesinde olanların takvâsı yok demektir. Takvâsı olmayanlar ise insanlar arasında “üstün” tutulsalar da, Allah katında üstün değillerdir. Çünkü Allah katında en üstün olanlar “takvâlı olanlar”dır.   

 

Her tâviz, takvâdan bir parça azaltır. Nefsin kontrôlü ve yönlendirmesinde olan akla göre" hareket etmek ise büyük bir tâvizdir ve takvâyı zayıflatan en etkili şey işte budur. 

 

Allah “takvâda yarışın” derken, birileri, Allah’tan başkalarına “tapma”da yarışıyorlar. Şirkte, küfürde ve dolayısı ile zulümde yarışıyor. Bir şirk ve küfür yarışı var ki, modern insan bu yarışta öne geçmek için her-şeyi yapıyor.

 

İslâm’a göre “üstünlük” takvâda iken; lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-bireyci-demokratik-emperyâlist sistemde üstünlük “tüketim”dedir. En çok tüketenler en akıllı ve en üstün kişiler olarak kabûl edilir. Bu da, “en çok parası olanlar yâni en zengin olanlar en üstün kişilerdir” anlamına gelir.

 

En takvâlı kişi, hayâta en çok müdâhale eden kişidir. Şeytanla ve nefsiyle en çok mücâhede edenler ve tâğutlarla en çok mücâdele edenler en takvâlı olanlardır. En çok da, “İslâmî sorumluluk” alanlar en takvâlı olanlardır. Oysa nefislerini kışkırtanlara ve nefislerini ilahlaştırıp ona uyanlara göre en üstün olanlar, “akıllarını şeytanın, nefislerinin ve tâğutların denetimine vermiş olanlar”dır. Zîrâ hazzın en kalitelisi ve kesintisizi oradadır. Takvâ “harekete geçirici”yken, nefsin güdümündeki akıl, insanı yerine mıhlar. Çünkü takvâsızdır, bu nedenle de sorumsuzdur ve sorumluluk almaz. Takvâlıların çoğu sorumluluk bilincinden dolayı hareket hâlinde görülürken, akıllıların(!) çoğu yerlerine mıhlanmışlardır.

 

İhlâs ile söylenmeyen söz ve takvâ ile yapılmayan iş etki etmez. Nefse göre işletilen akılla yapılan işler saman alevi gibidir, kısa süreliğine parlar ve söner gider.  

 

Kur’ân’ı takvâsız okumak, amel-eyleme dönük olmayacak şekilde, “ruhsuz bir şekilde okumak” demektir. Rûh, amele-eyleme döndüğü anda açığa çıkar. Takvâsız Kur’ân okumaları nefse ve tâğutlara hizmet eder. “Kur’âncılık” denen takvâsızlık, bu yüzden moderniteye kul-köle olmuştur ve olmaktadır.  

 

İslâm-târihi boyunca üstünlük ölçüsü takvâydı. Moderniteyle birlikte Allah, âhiret, Kitap, peygamber ve îman-amel değersiz görülmeye başlayınca, takvâ yerine insan ve akıl üstün tutulmaya başlandı. Üstünlük ölçüsü akıl oldu. Akla Kur’ân çok önem verir ve Yûnus 100. âyet, aklın işletilmemesini bir felâket olarak görür. Fakat bu, aklın şaşmaz bir terâzi olduğu anlamına gelmez. Aklın da bir sınırı vardır ve akıl sınıra ulaştığında orada “takvâlı îman” devreye girer. Akıl eğer rûhun ve vahyin yönlendirmesinde değil de nefsin yönlendirmesindeyse, o zaman akıl insana en olmadık zulümleri ve sapıklıkları bile yaptırır ki modernizm ile mânâdan koparılıp maddeye ve nefse bağlanan akıl, Dünyâ’yı “güzelleştiriyorum” diye madden ve mânen ifsâd etmiştir ve etmektedir. Akla şeytan ve nefs yön gösterdiğinde o akıl ancak fitne üretir ve ifsâd eder. Fakat akıl fıtratla uyumlu ve vahyin kılavuzluğunda olunca insanın takvâsının artmasına destek olur ve Dünyâ’yı da “cennetin bir şûbesi”ne çevirir. Böylece insanlar insanca yaşamanın ne olduğunu görürler.

 

Modernite ile birlikte ilahlaştırılan ve sonsuz güç-sâhibi îlân edilen akıl takvâdan üstün tutulmaktadır. Oysa akıl ancak takvâlı olanların elinde fıtrata, doğala ve normâle uygun olarak işletilip iyiyi açığa çıkarabilir. Aksi-takdirde takvâdan kopuk akıl sapmaya başlar. Modernizm târihi, takvâsız aklın sapmasının târihidir.

 

Modernite ile birlikte vahiyden kopmuş olan akıl takvâyı değersizleştirmiş ve çıkarı öne çıkarmıştır. Yâni sorumluluk almayı değersizleştirirken, sorumsuzluğu, bireyciliği, bencilliği ve “bana ne”ciliği öne çıkarmıştır. Allah’sız akıl öne çıkarılınca modern insan da insâniyetini kaybetmiştir ve hayvâniyetin tüm özelliklerini takınmaya başlamıştır. Takvâyı terk etmiş olan sorumsuz modern insan, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” düşüncesindedir. Gününü gün etmenin ve kesintisiz bir hazzın peşindedir. Zîrâ takvâdan kopmuştur ve hazza kilitlenmiştir. Takvâdan ayrılanların yapacağı şey nefsi kışkırtmak ve hazza kilitlenmekten başkası değildir. Bunu vahiyden yâni Allah’tan kopuk ve nefsinin kuşatmasında olan aklıyla yapmaktadır ki ona artık “akıl” demek de doğru olmaz. Akıl, İslâm-merkezli kullanılmadığında “akıl” olmaktan çıkar ve nefsin yönlendirdiği bir zekâya dönüşür. Artık akıllı davranmak değil “zeki olmak” önemli hâle gelir. Çünkü gerçek anlamda akıllı olmak takvâlı olmayı gerektirir.

 

Ölümle yok olmayan şey takvâdır. İnsan takvâsını yada takvâsızlığını götürür âhirete ve orada değerlendirme ona göre yapılır. Dünyâ’da üstün bir akıl sâhibi olsanız bile bu aklı vahiy-merkezli kullanmadıysanız yâni aklınız takvânızı, takvânız da aklınızı arttırmamışsa hiç-bir işe yaramaz ve aklını nefsine bağlamış olanlarla birlikte cehennemi boylarsınız.

 

Akıl sınırlı ve noksan olduğundan dolayı, akıl ile elde edilen bilgiler de noksan olur. Bunun için aklın, varlığın hakîkatini idrâk etmesi ve ona şâmil olması mümkün değildir. O hâlde akıl, son sınıra kadar kullanılmaya uygun değildir.

 

İslâm’da aklı kullanmak çok önemlidir fakat İslâm, akıldan ziyâde “takvâ yolu”dur. Bu nedenle yaratılıştan aklı ve zekâsı üstün olanlar avantajlı değildirler. Kendi çapında takvâya göre kim daha uygun yaşıyorsa, Allah’a göre üstün olan odur. Takvâ merkeze alındığında üstünlüğün ölçüsü Dünyâ değil Allah rızâsı olur; fakat akıl merkeze alındığında üstünlüğün ölçüsü maddî varlık ve sayı-miktar çokluğu olur.

 

İslâm’ı en iyi yaşayacak olanlar ve yaşayanlar, akıllı olanlardan ziyâde takvâlı olanlardır. Akıl ille de îmâna ulaştırmaz ama takvâ mutlakâ îmâna ulaştırır ki aslında takvâlı  olanlar ve sorumluluk bilincine sâhip olanlar bir şekilde îmâna ulaşırlar.

 

İslâm’da “akla aykırı” bir-çok söz ve uygulama vardır. Fakat bunlar takvâya ve îmâna aslâ aykırı değildir. Aşırı sıcak ve uzun yaz günlerinde yaklaşık 17 saat oruç tutmak akla uygun değildir fakat takvâlı ve îmanlı olanlar için bu bir sorun teşkil etmez. Onlar zâten oruç tutmak için Ramazan’ı da beklemezler. Zîrâ takvâ, sürekli olarak uyanık olma duygusu kazandırır ve bunun için de namaz ve oruçla yardım istenir:

 

“Ey îman edenler, sabırla ve namazla yardım dileyin. Gerçekten Allah, sabredenlerle berâberdir” (Bakara 153).

 

Akıl ise akla uymayan şeyleri eleştirmekle günlerini geçirir. Modernitenin ağır kuşatmasıyla gardı düşen müslümanlar da, serbest kalıp nefsinin kontrôlüne giren akıllarıyla değerlendirdikleri için İslâm’ı bir-çok açıdan eleştirmeye, îtirâz, isyân ve en sonunda da inkâr etmeye başladılar. Nefsin kontrôlündeki takvâsız aklın inkâr süreci şu şekilde işler: İlk önce vahyin indiği ortamı ve toplumun kendine-özgü yaşam-tarzını eleştirir. Sonra uydurmalar ve zırvalıklara düşman olur ki bunda haklıdır, daha sonra bu uydurmalar ve zırvalıklara düşman olunca artık hadislerin hiç-birisi için temyize gitmez ve tüm hadisleri ve ardından Kur’ân’ın “en ideâl pratiklik” olarak söylediği ve “güzel örneklik” dediği Sünnet’i inkâr etmeye başlar. Yâni aslında vahyin pratikliğini inkâr eder. Sünnet’i inkâr edince Peygamber’i de inkâr etmek zor olmaz. Vahyin en ideâl kavli ve fiîli örnekliği inkâr edilince, moderne uymayan ve moderniteyle apaçık çelişen ve modernizme aykırı düşen âyetler aşırı yoruma tâbi tutulmaya başlanır. Öyle ki en sonunda o âyetler moderniteye uydurulur. Fakat o âyetler artık özgünlüğünü kaybetmiştir. Metin başka bir şey söylerken, metinden anlaşılan şey bambaşka bir hâle gelir ki bu anlam moderniteye tam uygun bir anlamdır.

 

Tabi inkâr durduğu yerde durmayacağı için ve Allah’tan kopuk akıl şeytanın ve nefsin eline geçtiğinden dolayı, artık akıl uslanmaz ve Kur’ân’ın âyetlerini de inkâr etmeyi mantıklı görür ve âyetler inkâr edilmeye başlanır. Modernler tarafından kutsallaştırılmış olan matematiğe uymuyor diye 19.cular Tevbe Sûresi’nin son iki âyetini küstahca  inkâr ve iptâl ederler. Üstelik iyi bir şey yaptığını zanneden bu ahmaklar bu yaptıklarıyla övünürler. Çünkü akıllarını sözde işletmişlerdir ya(!). Oysa işlettiklerini sandıkları akıl aslında nefsin kuşatmasındaki takvâsız akıldır. Böyle olunca da aslında akıllarını değil, nefislerini işletmiş ve kışkırtmış olurlar.

 

Ardından târihselciler gelir ve Medenî âyetlerin tümünü inkâr ederler. Zîrâ amel-eylem içeren Medenî âyetler meftûn ve râm oldukları moderniteye uygun düşmemektedir. Nefsin iti-köpeği olmuş olan modern akıl, moderniteye uymayan Medenî âyetleri inkâr eder. Mekkî âyetlerin bile sâdece ahlâk ve biraz da ibâdetle ilgili âyetlerini alırlar ki aslında nefisleri ondan bile râzı değildir ve Kur’ân’ı tümden târihe hapsetmek isterler. Çünkü bunlar takvâlarını kaybetmişlerdir ve takvâlarını kaybedince îman ve ahlâklarını da kaybetmiş olmuşlardır. Zîrâ âyetleri inkâr etmenin başka bir açıklaması olamaz.

 

Takvâsız akıl, İslâm’ı târihe, kâlplere, zihinlere, vicdanlara ve dört duvar arasına hapsetmek (ki aslında ona bile râzı olmaz da, işi, Kur’ân’ı tümden iptâl etmeye kadar vardırır) gibi bir terbiyesizliği yapmaktan çekinmez. Bu aslında takvâsızlığın bir cezâsıdır. Artık takvâsız akıl şunu düşünmeye başlar: “Peygamber’in, Kur’ân’ın ve İslâm’ın devri bitti ve geçti gitti. Mevcut dünyâ’ya ve ideolojiye uygun olarak yeni şeyler söylemek lâzım. 1.400 yıldır aynı şeyi okuyup konuşmanın ve uygulamayı istemenin hiç-bir mânâsı yoktur”. O zaman aynı şey “kurucu lîder”in ilke ve inkılâpları için de geçerlidir. 100 yıldır takvâ sâhiplerine dayatılıp onları boğan bu ilke ve inkılâplar ne zamana kadar sürecek ki?. Ey târihselciler ve de bâzı evrenselciler!; gerçekten samîmiyseniz ve aklınıza uyuyorsanız hadi “kurucu lîder”in ilke ve inkılâplarının da artık târihte kaldığını söylesenize!. Buna cesâretimiz var mı?. Nefsinin iti-köpeği olmuş aklınız bunu uygun görmüyor mu?. Mutlak diri olan Allah’ın Kitab’ına karşı yaptığınız küstahlığı, ölmüş-gitmiş birinin ilke ve inkılâpları için de yapabilir misiniz?. Tabî de ki hayır!. Çünkü siz “aklımızı kullanıyoruz” diye takvânızı sıfırlamış ve aslında nefsinizle baş-başa kalmış ve ona esir olmuş samîmiyetsiz ve gayr-ı ciddî korkaklarsınız.  

 

Ziya Paşa; “gökten bir kazâ (âfet) indiğinde, kör ve sağır olurlar tüm akıllılar” der. Akıl her zaman doğru ve mâkûl bir düşünce ortaya koyamaz. Yüksek bir aklı olmasına rağmen Platon, Devlet’inde “öjeni” ve “kast sistemini” savunmuştur. Aklı vahiyle inşâ olmamış olduğu için bu sonuçlara ulaşmıştır. Zîrâ vahiy-merkezli kullanılmayan akıl takvâdan kopuk olacağı için şeytanın kontrôlüne girer ve fitne çıkarıp ifsâd eder. 

 

Aklı, olması gerektiği gibi işletebilecek tek etken takvâdır. Takvâlı olanlar akıllarını en iyi şekilde işletirler ve işlettikleri akılları hem kendilerini hem de Dünyâ’yı aydınlatır. Akıldan vazgeçmiş olanlarla, akıllarını ilahlaştırmış olanların her ikisi de akıllarını olması gerektiği gibi kullanmıyorlar demektir. Çünkü akıl ancak takvâ ile birleştiğinde en doğru şekilde işletilebilir. Hem takvâsız akıl hem de akılsız takvâ çok da işe yaramaz ve kişiyi kurtarmaz yada kurtuluşu riske sokar. İki durumda da şeytan, bir tarafa sağdan yaklaşırken diğerlerine ise soldan yaklaşmış olur.

 

Kur’ân, takvânın kontrôlündeki bir aklı ortaya çıkarmak ister. Zîrâ ancak bu akıl ile Dünyâ adâlet, hak, hakîkat, ahlâk, merhâmet ve vicdan-merkezli olarak inşâ edilebilecektir. Takvâdan kopuk akıl ise aynen günümüzde olduğu gibi, ekini ve nesli yâni Dünyâ’yı ifsâd edecektir. Takvâ ile akıl birbirinden koptuğunda büyük bir fitne (modernite) çıkıp Dünyâ ifsâd olurken, takvâ ile akıl birleştiğinde ise Dünyâ “cennetin bir şûbesi”ne dönecek ve Dünyâ’dan cennete bir köprü kurulacaktır. İslâm’ın hedefi budur. İşte bu nedenle Kur’ân sorar:

 

“Böylece Biz, onlara, onların içinde, onlardan resûl gönderdik, ‘Allah’a kul olsunlar’ diye. Sizin, O’ndan başka İlâhınız yoktur. Hâlâ takvâ sahibi olmayacak mısınız” (Mü’minûn 32).

 

Akıl, şeytânî-nefsî-beşerî telakkilerle aklımıza tapmak için değil, bize aklı veren Allah’a tapmak ve O’nun dediği yoldan gitmek içindir verilmiştir.

 

Takvâ, "mânevî bağışıklık sistemi"dir. Mânevi bağışıklık sistemi yâni takvâsı zayıf yada çökmüş olanlar, günahlara karşı korunmasız kalmış olurlar.

 

Allah aklı kullanmayı ama “vahiy-merkezli kullanmayı” emreder. Fakat aklı kullanmak, takvâyı azaltmamalı yada engellememelidir. Çünkü Allah âhirette insanların takvâsına bakarak yargılamayı yapar. Peygamberimiz bu konuda şöyle der: “Allah, sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. O, sâdece sizin kâlplerinize ve işlerinize bakar”.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2020

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

18 Ekim 2020 Pazar

Makinelerin Güdümünde Modern İnsan


“İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesad ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye (Allah) yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır” (Rûm 41).

 

Makine, bir “standartlaştırma nesnesi”dir. Ondan çıkan her-şey tıpa-tıp aynıdır. Oysa bu, doğaya aykırıdır. Doğada hiç-bir şey aynı değildir. Bir şey doğaya aykırı olunca insana da yakın-uzak vâdede mutlakâ zarar vermeye başlar. Bir şeyin zararsız olması için o şeyin hem doğal, hem de fıtrata-rûha aykırı olmaması gerekir. Zâten insana hem yarar hem de zevk verecek olan şey, rûha ve fıtrata uygun olandır. Modernizm “fıtrata ve rûha isyân uygarlığı”dır. Modernite adına yapılan her-şey fıtrata, doğala ve rûha aykırıdır. Böyle olunca da ilk başta rûha, sonra da bedene zarar vermeye başlar. Zîrâ rûha aykırı olan şey mutlakâ bedene zarar verir. Modernitenin demir-çelik temelli makineleri, insanlara hem rûhen hem de fizîken zarar vermektedir.

 

Modern insan makineler tarafından kuşatılmıştır. Bu kuşatma gün geçtikçe çoğalmakta ve insanı da makineleştirmektedir. Çünkü insan, en çok ilgilendiği şeye benzemeye başlar. Zâten Allah’ı, fıtratı ve rûhu hesâba katmayanlar insanın da bir “makine” olduğunu söylerler. Pozitivist modern bilim-adamları Dünyâ’nın, hayvanların ve insanın bir makine olduğunu kabûl eder. Etten ve kemikten mâmûl makinelerdir canlılar. Tabi, rûh ve fıtrat hesâba katılmayınca insan ve hayvanlar için söylenecek başka bir şey kalmaz. Çünkü bir ayrım yapılmaz aralarında. Zâten Evrim Teorisi sapıklığı da bu nedenle ortaya çıkmıştır. İnsan rûhu ve fıtratı hesâba katılmayınca insan da “havanlardan bir hayvan” gibi görülmeye ve kabûl edilmeye başlanmıştır. “İnsan” olmaktansa hayvan olmak daha câzip görünmüştür. Sapıklık işte böyledir, sapıtan insan, normâli değil de a-normâli kabûl etmeye ve savunmaya başlar. Öyle ki, sonunda -hiç gerek olmamasına rağmen- artık insanı bile “makine-insan” yâni “sayborg”lara çevirmenin yolunu arıyorlar ve bu alanda çalışıyorlar. Üstelik bunu “üstünlük” ve “ilericilik” olarak görüyorlar. Hâlbuki doğal ve fıtrî olan bir şeyi başkalaştırmak ilericilik değil gericiliktir. Meselâ  bir kuşun normâli “ötmek”tir, konuşmak değil. Bu nedenle bir “muhabbet kuşu”nun konuşması bile “normâl” değildir. Çünkü kuş dediğin konuşmaz, öter. İnsan da sayborg olunca “insan” olmaktan çıkar ve “makine” olur. Çünkü insanı “insan” yapan şey “rûh”tur. Rûh olmadığında insanlıktan çıkar. Makineler ruhsuz varlıklardır. Allah’ı, dîni, rûhu ve fıtratı inkâr edenler, rûh sâhibi insan yerine ruhsuz makineler ortaya çıkarmak istemektedirler. İnsan olmaktansa makine olmayı yeğlemektedirler. Bunu kendilerine yaptıran şey, mânâyı inkâr eden zihinleri ve yoldan çıkmış nefisleridir. Mânâyı ve rûhu inkâr eden zihin, makineyi insandan daha üstün görmeye başlar. Şeytanın saptırması işte böyle olur. Şeytan insan hakkındaki plânını başarıyla yürütmektedir:

 

“Onları ne olursa-olsun şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim. Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost (velî) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrâna uğramıştır” (Nîsâ 119).

 

Mücâhit Gültekin insanın makineleşmesi hakkında şunları söyler:

 

 “Estetik cerrâhinin bu denli hızlı büyümesinin ardında ‘bedenin her türlü müdâhaleye açık olduğu görüşü’ yatmaktadır. Bu da, özellikle modern psikolojide, insanın maddeye indirgenerek, ‘makine’ metaforlarıyla açıklanmasıyla ilişkilidir. İnsanın makineye benzetilerek açıklanması, hiç kuşkusuz insanın tanımlanırken materyâlist dünyâ görüşüne dayanılmasından kaynaklanmaktadır. Örneğin, bundan yaklaşık 400 yıl önce Rene Descartes, sâdece evrenin değil, insanın da saat benzeri bir düzenekle çalıştığına vurgu yapmıştı. Psikoloji târihinin önemli isimlerinden J. O. De La Mettrie de insanı anlattığı kitabına şu ismi vermişti: ‘İnsan Bir Makine’. De La Mettrie bu kitapta insan denen bu makinenin aynen diğer makinelerde olduğu gibi yaylardan oluştuğunu belirtmiş ve şöyle demişti: ‘Bütün hayâtı, hayvansal, doğal ve otomatik hareketler bu yayların eylemleriyle gerçekleşirler’. Mettrie’nin kitabının yayınlanmasından 250 yıl sonra psikolojide tüm zamanların en önemli isimlerinden kabûl edilen B. F. Skinner de aynı şeyi söyleyecekti: ‘İnsan bir makinedir’.

 

Buna göre, ilkin, diğer makinelere nasıl müdâhale edilip tâmir edilebiliyor, geliştirilebiliyorsa insana da müdâhale edilip bedenin kusurlarının giderilebileceği ve bedenin geliştirilebileceği düşünülmüştür. İkincisi, insanın yaptığı makinelerin, insandan daha hızlı, daha dayanıklı ve daha kusursuz çalıştığı ifâde edilmeye başlanmıştır. Üçüncüsü (bugün daha güncel ve yoğun olarak tartışıldığı gibi) makine ve insan arasındaki ayrım giderek bulanıklaşmaya başlamış, sâdece insan makineye benzetilmemiş, makineler de insana benzetilmeye başlanmıştır”.

 

Makineler ruhsuzdur ve ruhsuz ürünler ortaya çıkarırlar. Sürekli olarak makinelerin ürünleriyle ilgilenenler de ruhsuzlaşmaya başlar. Modern insanın ruhsuzca işler yapmasının nedeni budur. Ruhsuz olunca vicdân ve merhâmet de azalır ve biter. Böyle olunca da insanlar vicdansızca ve merhâmetsizce işler yapmaktan çekinmemeye başlar. Hattâ bu durum bir süre sonra normâl ve iyi olarak görülmeye başlar.

 

Makineler “tatmin etmeyen ürünler” üretirler. Zîrâ el değmeyince rûh da olmaz, o şeye rûh katılmaz. Rûh olmayınca da tatmin etmemektedir. Modernitenin bir “tatminsizlik uygarlığı” olmasının nedeni budur. Bir “kağnı arabası” aynı-zamanda rûha da etki ettiğinden dolayı tatmin edicidir ama en son teknoloji ile üretilmiş arabalar, insanları aşırı bir haz verse de “tatmin” etmemekte ve kısa zamanda o şey câzibesinin yitirmektedir. Modern insanın teknolojik ürünlerden hemen sıkılmasının ve sürekli olarak yeni şeyler istemesinin nedeni budur. Çünkü insan ancak rûh içeren şeylerle tatmin bulur. Vahiy de bir rûh olduğu için, insanı gerçek anlamda tatmin edecek olan tek şey “Allah’ın Kitabı olan Kur’ân ve ona göre düzenlenmiş bir hayat”tır.

 

Makineleşme, sürekli yeni makineleri ortaya koymayı gerektirir. Zîrâ ruhsuz oldukları için insan onları çabuk kanıksamakta ve çok çabuk bıkmaktadır. Nefs sürekli kışkırtılmak ve tatmin olmak isteyen bir şey olduğu için makine-merkezli olan uygarlık sürekli olarak, yeni makinelerle “yeni makineler” îcâd etmek zorunda kalmaktadır. Zâten kapitâlizm de bundan beslenir ve semirir. Bu nedenle de modernite bir “isrâf uygarlığı” ve isrâf dünyâsı ortaya çıkartmaktadır. Artık Dünyâ bir “makineler çöplüğü” hâline gelmiştir ki bu çöplüklerin uzayda bile şûbeleri oluşmaktadır.

 

Makineleşme arttıkça insanın nesneleşmesi de artıyor. Çünkü insan makineler tarafından sürekli olarak kontrôl edilmekte olduğu için, kendini makinelere uydurmak zorunda kalıyor. Oysa o makineleri de kendisi üretmektedir. İşte putçuluk budur. Putçulukta insan, kendi yaptığı şeye tapar. Makineler ise “modern putlar”dır. Modern putları yapan insanoğlu, yaptığı putlara (makinelere) hayrân olmakta ve onların kontrôlüne girmekten gocunmamaktadır. İşte Allah’ın şirk, küfür ve cehâlet olarak gördüğü ve aslâ kabûl etmediği şey budur. Zîrâ makineler artık Tanrı’nın yerine konulmakta ve insan makinelere tapmaktadır. Bir şeye tapmak, “o şeye göre düşünmek ve yaşamak” demektir. Klâsik insan tahtadan-taştan şeylere taparken, modern insan ise demirden-çelikten şeylere (makine) tapmaktadır. Tahtadan-taştan yapılan putlar artık demir-çelikten (ve de plastikten) yâni makinelerden yapılmaktadır. Makineler “makine put” yapmaktadırlar. Makineler birer “put tezgâhları”dırlar. Tezgâhlarında her an yeni ve değişik putlar yâni makineler ortaya çıkarmaktadırlar.

 

“İlerleme” denilen şey, işlerin insan yerine makineler tarafından yapılmasıdır. Yâni ilerleme, işlere “rûh” katmaktan vazgeçilmesidir. Makinelerin, insan elinden daha “kıymetli” eserler ortaya çıkarabilecekleri inancı sapıklıktır. Çünkü bir şeyi ruhtan koparmak ve ruhsuz yapmak mutlakâ sapmaya götürür. El ile yapılan ve rûh katılan eserler, makinelerin aslâ yapamayacağı kadar etkileyicidir.

 

Modern teknoloji, “yıkım teknolojisi”dir. Teknoloji ilerledikçe yıkım-gücü artan makineler çıkıyor ortaya. Modernite bir “yıkım ve parçalama uygarlığı”dır. Zâten modern-bilim ve teknoloji yıkma ve parçalama üzerine kuruludur. Yıkmadan ve parçalamadan çalışamaz.

 

Makineler arttıkça işsizlik de artar, zîrâ makineler insanların yerini almış ve onlarca insanın yaptığı işi tek-başına yaparak insandan daha değerli(!) hâle getirilmiştir. Bu durumun, halkın geneline faydasından çok zarârı vardır. Makineleşme daha çok makine sâhiplerinin işine yarar. Modern insan, ürettiği makineler tarafından işsiz bırakılmakta ve değersizleşmektedir. Fakat ne kadar ilginçtir ki modern insan yine de makine-merkezli teknolojinin gelişmesini umûd etmekte ve işsizliğe bile ancak yeni makinelerle çâre bulunacağını zannetmektedir.

 

Makineler insanlara geniş boş zaman açmakta fakat insan bu zamânı ancak isrâf etmekte ve bu yolla hem tembelleşmekte hem de boş kalınca zihni “şeytanın etki ve iktidâr alanı” hâline gelmektedir. Zîrâ insan boş kalmaya gelmez, boşalan yeri mutlakâ ve hemen şeytan ve nefs doldurur.

 

Makineler insanları robotlaştırmaktadır. Böylece insanlar makinelerin küçük bir uzantısı durumuna gelmiştir. İnsan kendini makinelere göre konumlandırmakta ve hayâtını makinelere göre düzenlemektedir.

 

Makineleşme “el”i ve zanaâtı öldürmüştür. Artık neredeyse “el”in hiç-bir değeri kalmamıştır. Çünkü makineler ele gerek bırakmamaktadır. El değmeden kullanılan ve el değmeden üretilen ürünler, insanı olmasa da olur türünden “nesnelerden bir nesne” durumuna getirmiştir.  

 

Makineleşme fıtrata aykırı olarak erkek ve kadın rôllerinin değişmesine de neden olmuştur. Kol-kas gücüne olan ihtiyaç makineleşmeyle birlikte azalınca, kas gücüne sâhip olan erkeklere olan ihtiyaç da azalmış ve erkek istihdâmı yerine, daha uysal ve söz dinleyen, itaat eden ve uyumlu olan kadınlar işe alınmış ve çalışan kadın sayısı alabildiğine artmıştır, arttırılmıştır. Böylelikle makineler aslında toplumun yapısını ve düzenini bozmuştur. Zîrâ kadının; doğal, normâl ve fıtrata uygun olan hayat-şeklini değiştirmiştir.

 

Makineler bereketi de kaçırmıştır, zîrâ makineler ruhsuzdur ve bir şeye rûh katılmadığında o şeyin bereketi de kaybolur. Bereketi hesâba katmayanların hedefi “daha çok üretim”dir. Bu yüzden modernizm bir “bereketsizlik uygarlığı” hâline gelmiştir. İnsan eli, yaptığı ve ürettiği şeye hem elindeki yararlı bakterileri hem de ellerinden ürettiği şeye geçen rûhunu da katar ve aktarır. Böylece bereket de artar. Fakat makinelerde bunlar bulunmaz ve hattâ makineler ne yaptığının bile farkında değildir. Böylece Dünyâ’da ruhsuzluktan kaynaklanan bir doyumsuzluk ve tatminsizlik başlar. Makinenin ve robotun hâkim olduğu yerde zamanla bir buhrân ve bunalım da başlar, başlamıştır da. Makineler insan-insan ilişkilerini çok olumsuz etkilemektedir. Makineler insanların birbirlerine olan ihtiyâcını azaltmış ve kesmiştir. Artık insanlar diğer insanlarla değil de makinelerle ilgilenmekte ve onlara muhabbet duymaktadırlar. Modern insanların birbirlerinden nefret eder hâle gelmelerinin nedeni budur. Çünkü bir şeyden ne kadar uzak kalırsanız o şeye olan ilgisizliğiniz ve dolayısıyla nefretiniz de o kadar artar. 

 

Modern hayatta daha fazla makinesi olanlar, daha az makinesi olanlara yada hiç makinesi olmayanlara tahakküm kurmuştur ve kurmaktadır. Makinesi olanlar, makinesi olmayanları köleleştirmekte ve onlara zulmetmektedirler. Fakat işin daha da kötüsü, modern insan bunu normâl ve meşrû görmeye başlamıştır. “Makinesi olmayanlar gebersin” anlayışı normâlleşmektedir.   

 

Modern insan makinelere aşırı güvenmektedir. Bir keresinde bir devlet kurumunda, %10’u hesaplanacak olan 200 lirayı bilgisayar 40 lira olarak hesapladı. Mêmur da benden 40 lira istedi. Oysa 200 liranın %10’u 20 liradır ve bu hesâbı yapmak için makineye bile gerek yoktur. “40 lira değil 20 lira yapar” dediğimde hesâbı yapan bilgisayarın başındaki mêmur, “vallâ bilgisayar böyle çıkardı” dedi ve benden 40 lira almak istedi. Kadına “200 liranın %10’u 20 lira yapar, niçin 40 lira vereyim ki” dedim. Kendisi de bunun  farkında olmasına rağmen bilgisayarın yâni makinenin çıkardığı sonuca göre hareket etmek istedi. “İşlemi yeniden yap” dedim ve yeniden yaptığında bu sefer doğru oran olan 20 lira çıkınca mêmur; biraz önce bilgisayar o şekilde çıkarmıştı, ben ne yapayım” dedi. İşte makinenin ilahlaşması ve insanın makine karşısında pasif hâle gelerek makineye teslim olması böyle bir şey. Makineler insanların beynini kullanmasını de engelliyor aslında. Makinelere aşırı güvenen biri  için, makine 2+2=5 eder dese, o kişi artık 2+2’nin 5 ettiğini kabûl etmeye başlayacaktır. Böylece makinelerin güdümünde olan bir insan-modeli ortaya çıkmıştır.

 

Makineler insanın tasavvur, duygu, düşünce ve hareket kâbiliyetlerini kısıtlıyor ve sınırlıyor. İnsan artık hiç-bir duygu ne incelik taşımayan bir varlık hâline geldi. İnsan, yine insan elinden çıkan el-ürünü bir ürünü yemeyi ve kullanmayı kötü görürken, makineden çıkmış ve el değmemeden hazırlanmış olan bir yiyeceği ve ürünü gönül rahatlığı ile yiyebilmekte ve kullanabilmektedir. Oysa “el değmeden” hazırlanan  yiyecekler insanı hasta eder. Makine-ürünü yiyecekler insanları çeşitli hastalıklara uğratmıştır/uğratmaktadır. En azından, makineler ruhsuz olduğu ve dolayısıyla da ruhsuz ürünler ürettikleri için insanların ruhları bedenlerinin gerisinde kalmakta, nefisler öne çıkmakta ve bu da insan psikolojisinin bozulmasına neden olmaktadır. Psikolojik sorunların artmasının bir nedeni de budur.

 

Modern insan makinelere aşırı güvenmektedir. Çünkü modernite bir makine uygarlığıdır. Tülin Bumin; “Descartes insanlığın doğal güçlere boyun eğişten, aynı-zamanda bilgelik ve güç anlamına gelen bilimin ürünü olan makine yoluyla kurtulacağına inanır” der.

 

Modern makineleşme son 300-500 yıldır başlamıştır. Elektrik ve motor son 200 yıldır vardır sâdece. Daha önce doğala uygun teknik ile üretilmiş araçlar ve âletler yâni doğal makineler vardı. Meselâ 900’lü yıllarda tıp cihazları vardı ve çeşitli ameliyatlar yapılıyordu, 1.000 sene önce çamaşır makinesi vardı ve çamaşırlar, kol ile döndürülen bir kazanda yıkanıyordu. İnsanlar bir-çok makine yapmıştı. Çinliler toprağı kazan ve süren çapa ve pulluk yapmışlardı ki bu makineler toprağı sürüp çapaladıktan sonra otomatik olarak tohumu toprağa bırakıyor ve tohumun üstünü de kapatıyordu. Yâni doğal makineler de vardı. Bu makineler insanları nesneleştirmiyordu. O hâlde yapılan makineler hem doğaya hem de insana zarar vermeyecek ve insanı ıskartaya çıkarmayacak şekilde olmalıdır. Fakat modern dünyâ bir “mühendislik ve makine uygarlığı” hâline getirilmiştir. Bu kadar çok makine arasında insan kaybolmakta ve değersizleşmektedir. Neil Postman, makinenin insanın fikirlerini bile etkilediğinden bahseder:

 

“Birisi, özel ve sınırlı bir amaç için bir makine üretir. Fakat makine bir kez yapılınca, bâzen korkuyla, genellikle rahatsızlıkla, dâima da şaşkınlıkla makinenin ‘kendi fikirleri’ olduğunu keşfederiz. Makine sâdece alışkanlıklarımızı değil, zihinsel alışkanlıklarımızı da değiştirmede oldukça güçlü etkide bulunur”.

 

Proudhon, teknolojik gelişmenin insanları makineye dönüştürdüğünü, Marx ise, teknolojik gelişmenin yabancılaşmaya yol açtığını, toplumsal çelişkileri artırdığını ve çatışmayı hızlandırdığını söyler.

 

Makineler pürüzsüz ürünler ortaya çıkarır. Çünkü modernite bir “pürüzsüzlük uygarlığı”dır. Modern insan, bir ürün ne kadar pürüzsüz ise o kadar hoşnut olmaktadır. Artık hayâtında hiç-bir pürüz istememektedir. Fakat pürüzsüz olan şey “doğal” değildir, zîrâ doğada pürüzsüz bir şey yoktur. En küçük bir pürüzde bile sıkıntıya giren modern insan, bir “pürüzsüzlük hastalığı”na yakalanmıştır ki bunun nedeni de makinelerdir.  

 

Sınır, yâni ulaşamamak, fikri ve sanatı ortaya çıkarır. Sınırsızlıkta fikir ve sanat oluşmuyor. Bu nedenle, ulaşmayı çabuklaştıran ve kolaylaştıran makineleşme, fikri ve sanatı öldürdü. Bu nedenle “sanat” adına ortaya çıkarılan şeyler saçmalıktan başka bir şey olmuyor. Sanatta el ne kadar etkili olursa, sanat da o oranda etkili ve değerli olur.

 

Makineler zanaatı bitirmiştir yada bitme noktasına getirmiştir. Böyle olunca aslında sanat da bitmiştir ve artık o eşsiz sanat ürünlerine benzer sanat eserleri yapılamamaktadır. Zîrâ modern insan her-şeyinde makineleri kullanmaktadır ve makinelerle yapılan şey ruhtan mahrûm olduğu için ruhsuz eserler ortaya çıkmıştır ve çıkmaktadır ki onların aslında ”sanat” değeri yoktur. Zâten bu nedenle de ortaya çıkan absürd şeylere post-sanatlar, sürreâl sanatlar denilmektedir. Zîrâ bakıldığında anlamsızdırlar ve insanı etkilememektedir. Bu yüzden de sanki onlarda bir derinlik varmış havası oluşturmak için, onlara derinliği varmış gibi isimler verilmektedir.

 

İnsanın nefis-merkezli aklı modern makineyi otaya çıkarmıştır. Oysa rûh-merkezli akıl, tekniği ortaya koymuş ve doğal makineleri üretmiştir. Doğal makineler rûh-merkezli olan ve burâm-burâm rûh içerirken, nefis-merkezli olan makineler ruhsuzluktan dolayı insanı sapkınlığa itmekte ve götürmektedir. Modern insanın sapmasına neden olan gizli etken budur.

 

Dünyâ modernler tarafından kendi-kendine işleyen bir makine gibi görülmektedir. Bu düşünce Deizm’e ve oradan da ateizme kapı aralamış ve kapıyı ardına kadar açmıştır. Makineleşmenin çoğalmasıyla birlikte Deizm’in ve Ateizm’in çoğalmasının nedeni de budur. En sonunda insanın da aslında bir makine olduğu, bu makinenin işleyişini bildikten sonra onun da geliştirilebileceğini ve sayborg hâline getirilebileceğini, en sonunda yapay zekâ ile tanrılaştırılabileceğine inananlar ortaya çıkmıştır. İnsandaki bilincin bile alsında makine-beden işleyişinin bir sonucu olduğunu düşünmektedirler.

 

Makineler her-şeyi makineleştirmek için araç olmuştur. Artık makineler de küçülmüş ve her insanın cebine kadar girmiştir. İnsan böylelikle makinelerin gözetimine ve kontrôlüne girmiştir. Makineler insanları bir ilah gibi sürekli gözetip kontrôl altında tutmaktadır. Makineler ve makinelerin yaptıkları tam da nefse uygun olduğu için makinelere meftûn olan modern insan, makineleşmeyi “üstünlük ölçüsü” olarak görmektedir. Makineler tarafından en çok gözetlenip kontrôl edilen insanlar, toplumun önde gelenleri ve ünlüleri olmuştur. İnsanlar makineler tarafından gözetlenmekten ve her anlarının makineler tarafından kaydedilmesinden hoşnutluk duymakta ve makineler tarafından onaylanmayı üstünlük işâreti olarak görmekte ve kabûl etmektedirler. Oysa Allah üstünlüğün ölçüsünün “takvâ” olduğunu söyler. Takvâ ile makinenin bir-arada olması pek mümkün değildir. Makineleşme arttıkça takvâ azalmaktadır. Modern insan îmandan ve takvâdan vazgeçip makineyi ortaya çıkarmış ve makineye göre bir üstünlük ölçüsü kurmuştur. Artık makinelere tapmakta ve makinelere îman edip güvenmektedir. Her türlü sorunda makinelerin o sorunları çözebileceğine inanmakta ve bu inançla teselli bulmaktadır. Fakat aslında modern insanın başına gelen her musîbet, kendi elleriyle yaptığı makinelerin bir sonucudur.

 

Modern makineler hem seküler ideolojilerin hem de Allah’sız modern-bilim ve teknolojinin bir sonucudur. O hâlde makineler, şeytânî-beşerî sistemin meyveleridir. “Makinelerin meyveleri” olan ürünler ise, bunalımda olan modern insanın tamponudur. Bu tampon, insanın maddî yönüne bâzı yararlar sağlasa da mânevî yapısını çökertmektedir. Mânevî yapısı çöktüğü için kısa zaman sonra maddî yapısı da çökmekte ve modern insan, makinelerin de kurtaramayacağı, madden ve mânen ağır bir yıkıma doğru sürüklenmektedir.

 

Modern insan her-şeyin makinesini yapmakla övünüyor. Peki samanı süte dönüştürecek bir makine yapabilir misiniz?.

 

Uyku bir çeşit zaman-makinesidir, insanı bir-anda 6-7 saat ileri götürür. Ölüm de bir zaman-makinesidir, kişiyi bir-anda âhirete götürür.

 

Rûhu olmayan şeyin ahlâkı da yoktur, bu yüzden ahlâkı olmayan şey ahlâksızlaştırır. Makine uygarlığı insanoğlunu hiç olmadığı derece ahlâksızlaştırmıştır. Zîrâ modern insan için anlamın bir anlamı yoktur. Modernite bir “anlamsızlık uygarlığı”dır, zîrâ Allah’sızdır. Allah’ın olmadığı yerde anlamsızlık başlar ve her-şey anlamsızlıkla kuşatılır ki makineleşme işte bu anlamsızlığın ve de Allah’sızlığın hem nedeni hem de sonucudur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2020

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Devamını Oku »

11 Ekim 2020 Pazar

Veganlık Üzerine


“Ve hayvanları yarattı; sizin için onlarda ısınma ve yararlar vardır ve onlardan yemektesiniz” (Nâhl 5).

 

Veganlık yada Veganizm: “Bâzı nedenlerle hayvan kökenli gıdâları ve diğer hayvansal ürünleri kullanmayı reddetme”. Bâzen ‘sıkı vejetaryenlik’ diye de adlandırılır. Vegan kişiler, hayvan kullanımı yoluyla elde edilen gıdâları, giyecekleri ve diğer tüm yan-ürünleri kullanmayı reddetmektedir (Vikipedi).

 

Modernitenin ortaya çıkardığı “sapıklık”lardan biri olan veganlık, insan ve hayvanlar arasındaki derecenin ve ilişkinin farklılaştırılarak bozulmasının bir sonucudur. Veganlıkta, akıllı olan ile akıllı olmayan iki varlık arasındaki farkın kaybolacak şekilde hayvanlara değer yüklenmesi ve onlara doğala, normâle ve fıtrata aykırı olarak davranılması durumu vardır. Veganların felsefesi, “hayvanların insanlar tarafından kullanılmaması”dır. Böyle olunca da hayvanlara aynen insan gibi muâmele yapılmasını istiyorlar ve hattâ insanlardan bile çok daha fazla haklar verilmesini tartışıyorlar. Zoopolis Kitabı’ndan bundan bolca bahsedilir. Hayvanlara özel kimlik, ev, otel, hâstane, tâtil yerleri, taşıtlar, parklar, yiyecekler vs. işi çığırında çıkarıp sapıklığa kadar götürecek şeylerden bahsediliyor. Bunun emâreleri başlamıştır bile. Televizyonlarda bu kadar çok hayvan haberleri ve reklâmının yapılamasının nedeni budur. Böylece güyâ insanları hayvanlara karşı daha “duyarlı” hâle getirmeyi plânlıyorlar.  

 

İnsanlar arasında olan ilişkilerdeki kopuş, insanların hayvanlara yaklaşmasına ve insan yerine hayvanların dost edinilmesine neden oldu. “İnsanları tanıyalı hayvanları daha çok sever oldum” gibi sözlerle bunu dile getiriyorlar. İnsanlarla sıkı dost olamayan, evlen(e)meyen, çocuk doğur(a)mayan ve şüpheci insanlar, kendilerine istediklerini yaptıracakları, kendilerini hiç eleştirmeyecek olan hayvanlarla yakınlık kuruyorlar. Onları artık bir çocukları, ev-halkından biri gibi görüyorlar ve hayvanların yaratılışlarına aykırı olarak ve onlara zulm-ederek farklı davranışlarda bulunuyorlar. Hayvanları kendi yataklarında yatırmak, özel yemekler almak, elbiseler giydirmek, parka götürmek, sağlık kontrôlü vs. gibi, Dünyâ’daki insanların yarısının erişemediği ve hayâlini kurdukları muâmeleye hayvanlar erişiyor. Kedi mamasına yılda 40 milyar dolar harcanırken, aç insanlar için ayrılan para sâdece 22 milyar dolardır. Dünyâ’da PET ürünlerine ayrılan toplam para 150 milyar doları bulmuş durumdadır.

 

İşte bunlarla birlikte hayvanlara yapılan muâmele ve onlar için olan düşünceler değişmiştir. Kedi-köpek ile başlayan yakınlaşmalar her hayvan hakkında genelleşmiş ve hayvanlar insanlardan daha değerli görülmeye başlamıştır. Böylece hayvanlara “hayvan” gibi değil “insan” gibi yaklaşılmaktadır. Bu bir zulümdür ve nasıl ki insana hayvan gibi davranmak yanlış ve zulüm ise, hayvanlara da insan gibi davranmak yanlış, sapıklık ve zulümdür. Hayvanların yaratılışına uygun davranmamak onlara yapılan en büyük zulümdür. Siz kendinize, yaratılışınıza aykırı davranılmasını ister misiniz?.  

 

Veganlar hayvanların insanlar tarafından sömürüldüğünü ve onlara zulmedildiğini söylerler. Bu bağlamda “onların en başta etlerinden olmak üzere hiç-bir şeylerinden yararlanma hakkımız yoktur” derler. Bunu dile getirenler et yemeyen vejetaryenler değil, sapık bir yola girmiş olan veganlardır.

 

Veganlık, akıllı olmayan hayvanları akıl-sâhibi insan seviyesine çıkartma hareketinin bir ucudur. Çok boş ve içi doldurulamayacak sözlerle bunu tartışıp durmaktadırlar. Şeytânî bir ideoloji olan modernite de onlara üstü örtülü destek vermektedir. Çünkü modernite, “süreç içinde insanı insanlığından çıkarma” projesidir. İnsanı ne kadar ifsâd ederse o kadar güçlü olur. Her-şeyi âit olduğu yerden kopararak her-şeye zulmeder.  

 

Veganlık modern bir sapıklıktır. Bu sapıklığın arkasında “dîne karşı olma” durumu yatıyor. Dindeki “kurban” eleştirisiyle başlayan davranışın gelip dayandığı yer veganlık olmuştur. Bir araştırma yapılsa eminim ki veganların büyük çoğunluğu ya deist yada ateist olduklarını söyleyeceklerdir.

 

100-150 sene önce böyle bir öneri ortaya atılamazdı. Çünkü neredeyse tüm işler hayvanlar aracılığıyla yapılıyordu ve hayvancılık hâlen insanlar tarafından geçim ve ulaşımda büyük oranda kullanılıyor. Eğer târih boyunca veganlık hatırına hayvanları kullanmaktan uzak durulsaydı, insanlar ticâretlerini nasıl yapacak, ulaşımlarını ve yüklerini nasıl taşıyacaklardı ki?. Bakın âyette ne deniyor:

 

“Kendisine ulaşmadan canlarınızın yarısının telef olacağı şehirlere ağırlıklarınızı taşırlar. Şüphesiz Rabbiniz şefkatli ve merhâmetlidir” (Nâhl 7).

 

Allah, hayvanları, onlara zulmetmeden yararlanmamız için yaratmıştır. İnsanlar modern döneme gelinceye kadar tam anlamıyla, moderniteyle birlikte ise büyük oranda, insanların özne, hayvanların ise nesne-mal olduğu bir zaman geçirmişlerdir. İnsanlar hayvanlardan çeşitli şekilde yararlanmışlardır ki doğrusu da budur. Aksi-hâlde işler aynen günümüzde olduğu gibi tersine dönerdi. Allah hayvanların bizim için yaratıldığından şu şekilde bahseder:

 

“Allah, size evlerinizi (içinde) güvenlik ve huzur bulacağınız yerler kıldı; ve size hayvan derilerinden hem göç gününde, hem yerleşme gününde kolaylıkla taşıyabileceğiniz evler; yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından bir zamâna kadar giyimlikler-döşemelikler ve (ticâret için) bir meta kıldı” (Nâhl 80).

 

Baştaki âyetle birlikte bu âyetler hayvanların yararlarından ve kullanılacağı alanlardan bahseder. Bu âyetleri gönderen, “âlemleri yaratan Allah”tır. Doğal, normâl ve fıtrata uygun olan âyetler insanın yaratılışına ve rûhuna göre olan âyetlerdir.

 

Hayvanların kullanıldığı alanlar o kadar çoktur ki saymakla  bitmez. Meselâ atlar, eşekler ve develerle ulaşım, yük taşıma, ticâret, gezmek, onları besleyip büyütmek ve bu işten zevk almak, ötüşlerini dinlemek, uçuşlarını ve koşmalarını izlemek hattâ onlarla konuşmak, etinden, sütünden, yumurtasından, derisinden, yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından, boynuzundan ve tırnaklarından ve hattâ kemiklerinden faydalanmak. Sütlerinden yapılan yoğurt, peynir, tereyağı ve kuyruk yağı, kemiklerinden ve boynuzlarından yapılan âletler, postu ve hattâ tezeği bile kullanılır ve yararlanılır. İnsanların klâsik zamanlarda bundan vazgeçmesi imkânsızdı, modern dönemde de vazgeçilmez ve olmazsa-olmazdır. O hâlde veganlık modern zamanlarda da uygulanabilir değildir. Çünkü aslında modern zamanlarda da hayvanlardan çok fazla yararlanılıyor.

 

Vejetaryenler ile veganları karıştırmamak gerekir. Vejetaryenlik; “et sevmemek, eti yiyememek, içi almamak” anlamında anlaşılabilirdir. Fakat bunu bir düşünce ve inanç anlamında yapıyorlarsa onlar da yanlış yoldadırlar. Fakat onlar hiç-bir zaman, deri ayakkabı giymenin yada yün battâniye kullanmanın yanlışlığından bahsetmezler. (Lâkin vejetaryenlikten veganlığa geçiş bâzıları için daha kolay olabilir). Veganlık ise böyle değildir ve veganlıkta hayvânî hiç-bir ürün aslâ kullanılmaz. Veganlığa göre hayvanlara binmek ve onlara yük yüklemek bile doğru değildir. Hayvanların etlerini ve yumurtalarını yemezler, sütlerini içmezler, sütten yapılan yoğurt, peynir ve çeşitleri, tereyağı yemezler ve kuyruk yağı ve iç-yağlarını kullanmazlar. Derilerini kullanmayı da doğru bulmadıkları için deri ürünü şapka, ceket, pantolon, kemer, çanta, ayakkabı ve derinin her türünün kullanılmasını doğru bulmazlar. Hiç-bir hayvanın yünlerini ve tüylerini kullanmazlar. Süt ürünlerinden olan çikolata, sütlü tatlı ve dondurma yemezler. Bal ve arı mâmûlü olan polen, arı-sütü, propolis vs. kullanmazlar. Yünden yapılan elbiseler, yorganlar, battâniyeler ve elbiseleri kullanmazlar. Hayvansal kozmetik ürünlerini de kullanmıyorlar. Veganlar bunları yemeyeceklerse ve kullanmayacaklarsa, o zaman plastik yesinler ve her yerde kanserojen plastik kullansınlar.

 

Vegan beslenme ve yaşam-tarzı hem gerçekçi ve mantıklı değildir hem de aslâ sağlıklı şekilde uygulanabilir değildir. Vücûdumuzun % 60’ı su % 20’si proteindir. % 19’u yağ ve % 1’i karbonhidrattır. Vücûdumuzdaki yağlar hayvansal protein ve yağlardır. B12 vitamini en doğal ve iyi olarak hayvanlardan sağlanabilir. Protein de öyle. Hayvansal proteinleri yememek ağır hastalıklar karşısında ölüm oranını arttırır. Bir yazıda hayvansal gıdadan eksik beslenmenin zararlarından şu şekilde bahsedilir:

 

“B12 Eksikliği: Yumurta, balık ve peynirde bulunan B12 vitamini tüketilmediğinde, yorgunluk ve bitkinlik hâli oluşur. B12 vitamini, vücûdun sinir ve kan hücrelerinin sağlığının korunmasına yardımcı olur. Vücut kendi başına B12 üretemez yada depolayamaz; çünkü B12 suda çözülen bir vitamindir, yâni vücuttan üriner sistem yoluyla gün içerisinde atılır. 

 

Protein eksikliği: Eğer nedensiz yere sivilceleriniz gittikçe artıyorsa bunun nedeni protein eksikliği olabilir. Protein kas kütlesinin yanı sıra sağlıklı cilt, saç ve tırnakları korumak için gereklidir. Bitkisel kökenli yiyeceklerde, etten farklı olarak, tek bir sebzede ihtiyaç duyulan temel tüm proteinler bulunmaz. Çok fazla kuru bakliyat ve sebze tüketmek: Kuru bakliyatlar büyük bir protein kaynağı olmalarına rağmen her öğünde tüketildikleri takdirde sindirim sisteminde rahatsızlıklara yol açabilir. Benzer şekilde, çok fazla sebze tüketmek, mîdede şişkinliğe yol açar”.

 

Pernisiyöz anemi diye bir hastalık vardır. Bir yazıda bu hastalık için şunlar söylenir:

 

“B12 vitamini eksikliğine bağlı görülen pernisiyöz anemi, kol ve bacaklarda uyuşukluk, yorgunluk ve unutkanlıkla başlıyor. Çoğunlukla geç fark edilen hastalığın ölümcül sonuçları vardır. Kansızlık hastalığı olarak bilinen anemi denilince aklımıza demir eksikliği geliyor. Aslında farklı vitaminlerin vücutta eksik alınması ile de çeşitli anemiler oluşabiliyor. Bunlardan birisi B12 vitamini eksikliğine bağlı görülen pernisiyöz anemidir. Pernisiyöz anemi, bedenin kendi bağışıklık sisteminin, mîde mukozasını oluşturan hücrelere karşı antikor yapması nedeniyle ortaya çıkar. Sonuçta, B12 vitamini yetersizliği oluşur. Kemik-iliğinin yeterli sayıda alyuvar hücresi yapabilmesi için B12 vitamini ve folik-asit gereklidir. Hastalığın açığa çıkması için hemoglobin düzeyinin aşırı derecede düşmesi gerekir. Tedâvi edilmezse, ölüme yol açabilir. Hastalık sıklıkla katı vejetaryenlerde, veganlarda ve kan hücrelerinin yapımında bozukluk yaşayanlarda görülür”.

 

Vegan beslenmede yaralar geç iyileştiği gibi kırıklar da geç iyileşir. Ayrıca vegan beslenmede beynin çalışması azalır ve insanlık koyunlaşıp sürüleşir.

 

Veganlığın bâzı yararlarının olduğunu da söylüyorlar fakat bunlar hakîkati yansıtmıyor. Hayvansal gıdâların çok daha fazla bir enerjiye ve güce sebep olmasına rağmen bitkisel beslenmenin daha fazla enerji ve güç ürettiğini söylüyorlar. Kilo verdirdiği falan da yoktur, sürekli bitkisel beslenme, insanı davul gibi şişiriyor. Demek ki en doğru beslenme tarzı, et ve sebzenin karışık şekilde kullanılmasından oluşan beslenme şeklidir.

 

Bitkisel gıdâların biyo-yararlılığı, hayvansal gıdaların biyo-yararlılığına göre çok düşüktür. Bu nedenle de vegan beslenmede vitamin-minerâl eksiklikleri yaşanır. 60 kg ağırlığındaki bir bireyin günde en az 50-100 gram hayvansal ürün tüketmesi gerekmektedir. Bunu her gün almasa bile haftada 2-3 kere 200 gram olarak alması gerekir. İsmail Tokalak “beslenmenin nasıl olması gerektiği” konusunda şunları söyler:

 

“Nasıl besleneceğimiz konusu, yeni bilimsel buluşların ışığı altında devamlı değişiklik göstermiştir. Yakın yıllara kadar bağışıklık sistemimizi güçlendiren besinlerin hayvansal gıdalar değil (et, yumurta, hayvansal yağlar vs.), daha çok sebze ve meyveler olduğu söyleniyordu. Özellikle çiğ yenilen meyvelerin ve sebzelerin, insanların bağışıklık sisteminin güçlenmesinde, hastalıklarla savaşılmasında tek başlarına en önemli rolü oynadığı ileri sürülüyordu. Şimdi ise dengeli ve sağlıklı beslenmede sebzelerin ve meyvelerin yanında muhakkak hayvansal gıdâların alınması gerektiği artık tartışılmıyor.

 

Hayvansal yağlar bizim protein ve enerji kaynağımızdır. A, D, E, K gibi yağda eriyen vitaminlerin vücûdumuz tarafından kullanılmasını da sağlarlar. Kaliteli yağlar sağlık için elzem bir kaynaktır. Balık, yumurta, yoğurt, peynir vs. bizim hücrelerimizi beslemek için gerekli olan elzem gıdâlardır. Bunlar vücûdumuzu ayakta tutan organları besler. Kemiklerimizi inşâ eder. Adalelerimizi, beynimizi, bağışıklık sistemimizi ve vücûdumuzdaki diğer organları inşâ eder. Bitki bazlı gıdâlar bizim vücûdumuzu temizler. Vücûdumuzu temiz tutarlar, detoks yaparlar. Eğer biz yalnız sebze, meyve ve tahıl üzerine beslenir, hayvansal gıdâlardan uzaklaşırsak beslenme zincirimizdeki dengeyi bozarız.

 

Geviş getiren hayvanlar sâdece ot ve bitkiler ile beslendiğinden, mîde yapıları ve enzimleri bu besinlerden maksimum faydalanacak şekilde dizayn edilmiştir. Bundan dolayı  bitkisel besinlerle beslenen insan, bunların besin değerlerinden ot yiyen hayvanlarda olduğu gibi maksimum derecede faydalanamaz. Geviş getiren hayvanların sindirim sistemindeki ilk bölüm olan rumen (işkembe) insanda yoktur. Kitap üzerinde ve laboratuvar deneyleri sonucunda bitkilerde insan sağlığı için bir-çok minerâl, vitamin ve de protein görülebilir fakat bu besinler insanların sindirim sisteminde zannedildiği ve teoride düşünüldüğü gibi fayda göstermez. İnsan tam olarak sebzelerdeki minerâllerden ve besinlerden otçul hayvanlar gibi faydalanamaz. Bizim enzimlerimiz sebzelerden ve meyvelerden tam olarak faydalanmaya uygun değildir. Meselâ ıspanakta demir vardır fakat ıspanak yediğimizde ıspanaktaki demirden maksimum faydalanamayız. Fakat et yediğimizde etten aldığımız demir oranı oldukça yüksektir.

 

İnsanın devamlı sebze bazlı beslenmesi vücûdunu zayıf düşürür, bağışıklık sistemini zayıflatır, libidosunu düşürür. Uzak-doğu râhipleri erkek-erkeğe münzevî bir hayat yaşadıklarından cinselliklerini köreltmenin yolunun da sâdece sebze yemek olduğunu çok uzun yıllar önce keşfetmişlerdi. Bu tip din-adamlarının sebze ve tahıl bazlı beslenmeleri yalnız ruhlarının arınmasına değil, cinsel isteklerinin de yavaş-yavaş yok olmasına yardımcı olurdu. Bir-çok dinde münzevî hayat yaşayanların çok az yemesi ve sebze tahıl üzerine beslenmeleri, onların cinsel arzulardan uzaklaşmalarına da yardımcı olmuştur.

 

Dengeli beslenme için bir insanın kilo başına günde 1 gram proteine ihtiyaç duyduğu belirtiliyor. Örneğin, 75 kilogram ağırlığındaki bir insanın günde 75 gram protein tüketmesi, bunun da 35 gramının et, yoğurt, peynir, yumurta gibi hayvansal proteinlerden oluşması gerekiyor. (1 kilogram ette 150-200 gram protein bulunmaktadır). Genç nesiller ancak hayvansal ve bitkisel beslenmeyi birlikte yaptıklarında yalnız sağlığı değil, zekâ gelişimi, dolayısıyla algılamaları da tam olacaktır”.

 

Yeşillikler insanlar tarafından zor sindirilir. Doğa bitkileri, hayvanlar yesin diye yarattı, çünkü onların kocaman mîdeleriyle özel bir sindirim sistemleri vardır. Mîdeleri bir sürü bakteri, virüs ve mantar ile dolu ve bu mikroorganizmalar sâyesinde bitkileri kolayca sindirebilirler. İnsanların mîdesi ise hem ufak ve hem de tüm yeşillikleri de sindiremez. Tabii ki yeşillik tüketeceğiz, onlara ihtiyâcımız var ama onları sıvı hâle getirerek ve fermente olarak tüketmemiz daha sağlıklı ve sindirim açısından rahat olur.

 

İnsanların ağız, diş, mîde ve bağırsak yapıları, hem ot hem de et yemeğe uygun yaratılmıştır. Uygun ve doğru olan beslenme şekli de budur. Biz inek yada koyun değiliz ki sâdece ot yiyelim. “Köpek dişlerimiz” ne işe yarayacak o zaman?. Hayvanlar ot-obur ve et-obur olarak ikiye ayrılır. İnsanlar ise farklı olarak hem et, hem de ot-oburdurlar. Sâdece ot yemek için farklı bir sindirim sistemi gereklidir. Sâdece bitkisel beslenmek, geviş getirmeyi mecbur kılar.

 

Allah her-şeyi emrimize âmâde kılmıştır. O hâlde her-şeyden yararlanmalıyız.

 

Modern öncesi dönemde hayvanlar olmasaydı insanlar bir yerden başka yere nasıl gidecek ve yüklerini nasıl taşıyacaklardı?. Hattâ kıl çadır ve keçe çadır olmasaydı nerede kalacaklardı. Yörükler hâlen bu kıldan ve keçeden üretilmiş çadır-evleri kullanırlar. Yine çobanlar “kepenek” olmasa soğuktan ve yağmurdan neyle ve nasıl korunacak?. Bu iş için en ideâl ve uygun olan eşyâ kepenektir ki o da hayvan yününden yapılır.

 

Av, modern kentlerde ihtiyaç olmasa da Dünyâ’nın yarısında ihtiyaçtır. Balık-avı ise her yerde ihtiyaçtır. Tabi hayvanları “yemek için” avlamalıyız, boşuna değil. “Sâdece zevk için” hayvan öldürmek yanlıştır. Hayvanlarda ayrıca bize zevk veren bir güzellik de vardır:

 

“Akşamları getirir, sabahları götürürken onlarda sizin için bir güzellik vardır” (Nâhl 6).

 

Hayvanlar bizim zevklerimize de hitâp ederler, beslerken ve binerken zevk alırız. Tabî ki yenebilecek olan hayvanların etleri çok lezzetlidir ve yemesi keyiflidir.

 

Balda bir-çok kez ispatlanmış yararlar ve şifâ vardır. Bu şifâlardan niçin vazgeçelim ki?. Tam-aksine balı en doğal hâlinde üretip yemeliyiz. Arı ürünlerini de kullanmalıyız:  

 

“Rabbin bal-arısına vahyetti: ‘Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin. Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver”. Onların karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifâ vardır. Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir âyet-delil vardır” (Nâhl 68-69).

 

Veganların hayvanlarla kurdukları dostluk, insanlarla olan dostluktan daha fazla ve yoğun olmuştur. Böyle a-normâl bir yola girdikleri için onlara niçin uyalım ki?. Veganlığa bakıldığında, her-şeylerini doğala, normâle, fıtrata ve de İslâm’a aykırı olarak kurgulamışlar ve ona göre hareket etmektedirler. Doğal ve doğru olan, hayvansal ürünleri kullanmamak değil, “kullanmak”tır.

 

Hayvan yemek o kadar kötüyse o zaman hayvan yiyen hayvanlar ne olacak?. Bu da doğal ve doğru değildir o zaman. Biz yamyamlık yapıp da insan yiyor muyuz?. Hayvanlar da hayvan yemesin. Fakat bu, hayvanların son olurdu.

 

Veganlar kurbana ve Kurban Bayramı’na da karşıdırlar. Zâten dînî olan her-şeye karşılar ya..

 

Bitkiler de can çekişir ve can çekişirken diğer bitliklerden yardım ister. Bitkilerin koparılırken, pişerken ve yenirken duydukları acı ölçüldü ve canlarının çok yandığı ortaya çıktı: (https://www.youtube.com/watch?v=j5rPxXufhMc). O hâlde bitkisel beslenme bitkilerin de canını çok yakmak demek olacaktır. Bu işin sonunda bitkisel beslenmek de yanlış görüleceği için, kapitâlist “insan düşmanları”nın ürettiği kimyâsallarla beslenmek zorunda kalacağız.   

 

“Uygurlar’ın güçlü bir devlet iken çökmesine neden olan şey, tâbi oldukları Budizm’e göre et yemekten uzaklaşmış olmalarıydı” denir. Tonyukuk, “et yemenin yasak olduğu Budizm’i benimsemenin, Türklerin savaşçı özelliğini yitirip, mücâdele rûhunu kaybetmelerine neden olacağı” düşüncesi ile hükümdarın Budizm’e girme önerisine karşı çıkmıştır.

 

Ne yerseniz ona benzersiniz. Sürekli olarak et yerseniz etçil hayvanlara, sürekli olarak ot yerseniz otçul hayvanlara benzersiniz. Fakat hem et ile hem de ot ile birlikte beslenirseniz insana benzersiniz. İnsan yediğidir. Ne yerse ona benzer. Et yiyenler aslanlara, ot yiyenler ineklere benzer ve inek gibi davranır. Ot yiyenler et yiyenler tarafından yenir yutulur.

 

Veganlar, hayvanlar için gösterdikleri sözde duyarlılığı acaba insanlar için de gösteriyorlar mı?. Tabî ki de hayır!. Çünkü onlar zâten insan sevmedikleri için hayvanlarla yakınlık kurmuşlardır. Çünkü hayvanları gereğinden fazla sevmektedirler ve hattâ onlara tapınmaktadırlar. Dünyâ’da aç-susuz-evsiz-çıplak-mâsum-mazlum milyonlarca insan var. Tepelerine bombalar düşüyor, kendilerine tecâvüz ediliyor. Yaşadıkları yerlerden uzaklaştırılıyorlar, ağaç kabuğu yemeye mecbur kalıyorlar, bulanık su içiyorlar ve çeşitli hastalıklara uğramış durumdadırlar. Peki veganların bu kötü durum için yazdıkları bir cümlecik olsun bir yazı yada bir cümlecik söz söylemişlikleri var mıdır?. Tabî ki de hayır!. Sapanlar böyle bir şey yapmazlar ve yapmayı düşünmezler bile. Şu da var ki veganlık gibi hayvan tapınıcılığı, mazlum, mâsum ve perişân insanların olduğunu ve bunun için bir şeyler yapılması gerektiği düşüncesini ve arzusunu blôke etmektedir. Belki de bunun için birileri tarafından el altından desteklenmektedirler. 

 

Yenmemesi gereken hayvanlar da vardır tabi. Başta domuz olmak üzere, ölmüş olan, “binilmesi için yaratılmış” hayvanlar ve de iğrenç olan hayvanlar yenilmez:

 

“Allah O’dur ki, kimine binmeniz, kiminden yemeniz için size (bir yarar olmak üzere) davarları vâr etti” (Mü’min 79).

 

Veganlık uzak-doğu dinlerine yada Hinduizm’e dayanır. Hinduizm’de “hiç-bir canlıyı öldürmeme, yaralamama (ahimsa) prensibi” vardır ki işte bu kural “veganizm” şeklinde modernleştirilmiştir. Çünkü hiç-bir “canlı”yı yaralamamak ve öldürmemek, hiç-bir hayvanın, başta etinden olmak üzere “hiç-bir şeyinden yararlanmamak” demek olacaktır. Hiç-bir canlıyı yaralamak ve öldürmemek, onun hiç-bir şeyinden faydalanmamak demektir. Böyle olunca da -Hinduizm’de olduğu gibi- yemedikleri hayvana (inek) tapılmaya başlanır.

 

Hâlbuki bitkiler de canlıdır ve koparıldıklarında yada doğrandıklarında acı çekerler ki bu deneylerde gösterilmiştir. O hâlde hiç-bir canlıya zarar verilmeyecekse ve bitkiler de “canlı” olduğuna göre, insanlar nasıl yaşacaklardır?. Ne yiyip-içerek yaşayacaklardır?. Toprak mı?. Fakat toprakta da bir-çok canlı organizma vardır. Ee, peki ne olacak o zaman?. Olacağı şudur; insanlar hem bitkilerden hem de hayvanlardan yiyecekler ve hayatlarına bakacaklardır. Buna îtirâz eden veganlar, canlılara zarar vermeyeceklerse, dolayısı ile onları yemeyeceklerse, o zaman boklarını yesinler. Çünkü başka yiyecek bir şey kalmıyor. Dinler târihinde Maniheizm hakkında şöyle denir:

 

“Mani, taraftarlarını bitkisel diyet uygulamaya çağırır. Bitkilerdeki ışık miktârı da türden-türe değişiklik arz eder. Bitkiler içerisinde en fazla ışık nüvesi salatalık, kavun ve karpuz gibi sebze ve meyvelerde bulunur. Bunun için Maniheistlerce ideâl olan bir davranış tarzı hiç-bir hayvanı öldürmemeyi, hiç-bir bitkiye zarar vermemeyi, toprağı sürmemeyi ve hasat yapmamayı öngörür. Hattâ dindar bir Maniheist bir ota bile basmamalı, bir ekini çiğnememelidir. Sudaki ışık unsurlarını kirletebileceği endişesiyle yıkanma dâhi hoş görülmez. Gönlün yada belin mührü ise evlenmemeyi ve cinsellikten uzak durmayı gerektirir. Zîrâ Maniheizm’e göre maddî varlığın devâmını sağlayan ve yeni bedenlerin oluşmasına imkân veren evlenme, kötü arkonların âdetini taklit etmeden ibârettir, dolayısıyla hoş görülmez.

 

Demek ki neymiş; et yemekten uzak durulduğunda arkasından mutlakâ sıra bitki yememeye ve diğer sapıklıklara da gelecektir. Böylece Allah’ın Dünyâ ve insan için koyduğu kurallar ve nîmetler ifsâd edilmiş olacaktır.  

 

Şu da var ki, et-obur bitkiler bile varken ve çeşitli böcekleri ve canlıları yiyorlarken, Veganlık’tan ve bitkisel beslenmekten bahsetmek çok abes ve çok absürd oluyor.  

 

Vegan beslenme “otçul hayvan beslenmesidir. Otçul hayvanların tamâmı vegandır. Bütün inekler, koyunlar ve otçullar vegandır. Vegan beslenenler koyun gibi olurlar. Sisteme tam uyarlar. Zâten Veganizm, modern insanı tamâmen pasifleştirip etkisizleştirme ameliyesidir.

 

Veganlık ve veganlar, veganlığı sağlık yada bedenleri için değil, doğala, normâle ve fıtrata aykırı davranmak için savunurlar ve uygularlar. Zîrâ modernite doğal, normâl ve fıtrata uygun olandan nefret eder ve hep sûnî ve sanal şeyleri, fıtrata ve bünyeye aykırı şeyleri önerir ve emreder. Bu bağlamda Bülent Sönmez veganlara şöyle der: “Et yememeniz yaşamı sevmenizden değil, ötekine karşı bir cephe açma istencinden. Her-gün her dakîka yuttuğunuz bakteriler ve salataya doğradığınız hıyarların canı yok mu?. Patlıcanın canı helâl da, tavuğun canı neden haram?”.

 

Allah, temiz ve helâl olmak şartıyla bitkisel ve hayvansal gıdâları helâl kılmıştır. Veganlık ise, Allah’ın helâl kıldığı şeyleri haram kılmak demektir. Bu, Kur’ân’da şu şekilde yasaklanmıştır:

 

“Ey îman edenler!; Allah’ın sizin için helâl kıldığı güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Şüphesiz Allah, haddi aşanları sevmez. Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden helâl ve temiz olarak yiyin. Kendisine inanmakta olduğunuz Allah’tan korkup-sakının” (Mâide 87-88).

 

Veganlık bir “din”dir. Veganlığı bâzı din ve mezheplerde de görürüz. Hayvansal gıdâlardan uzak durmayı “Bogomil Mehzebi”nde de görürüz. Bogomiller; et, peynir, süt, yumurta ve diğer hayvansal ürünleri yemezlerdi. Yiyenlerin ise tekrar vaftiz olmadan kurtuluşa ulaşamayacaklarına inanırlar. Bogomiller, hayvanları ve özellikle kuşları öldürmenin ve yumurtalarını kırmanın ölümcül günahlardan olduğuna inanırlar. Benzer zihniyetteki Maniheizm’de de aynı anlayış mevcuttur.

 

Veganlık bir felsefe değil, bir sapıklıktır. Veganlar şeytanın saptırmasına uğramış olanlardır. Zîrâ hem hayvanlara hem de kendilerine zulmetmektedirler. Bakıldığında veganların genelinde bir din ve değer karşıtlığı da vardır.

 

Binilmesi gereken hayvanlara binilmediğinde ve yenilmesi gereken hayvanlar yenmediğinde, onlara -aynen veganlıkta- olduğu gibi tapılmaya başlanır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn  Görmüş

Aralık 2019

 

 

 

 

Devamını Oku »