“Ve kulû mimma
razakakumullâhu halâlen tayyiben vettekullâhellezi entum bihi mü’minûn”.
“Allah’ın size rızık
olarak verdiklerinden helâl ve temiz olarak yiyin. Kendisine inanmakta
olduğunuz Allah’tan korkup-sakının” (Mâide
88).
Âyette, “helâl ve temiz olanlardan
yiyin-için ki Allah’tan korkasınız” diyor. Demek ki Allah korkusu,
yiyip-içmekle de alâkalıdır. Helâl ve temiz yiyip-içenler Allah’tan korkarlar. Temiz,
îmanlı, ahlâklı ve iyi insanlar için “helâl süt emmiş” demeleri bu yüzdendir.
Yenilen-içilen gıdâlar helâl ve tayyip olmayınca yada birinden biri eksik
olunca Allah korkusunda azalma oluyor. Hırsızlar, yolsuzluk yapanlar ve
zâlimler bu nedenle Allah’tan korkmamakta ve O’na başkaldırmaktadırlar. Çünkü
onlar sürekli olarak haram yemektedirler. Yedikleri şeyin temiz olması da kâr
etmemektedir. Çünkü bir şey aynı-zamanda hem helâl hem de temiz olmadığında
büyü bozuluyor ve maddî-mânevî zorluklar baş gösteriyor.
Yenilen şeyler helâl olmasına
rağmen temiz olmadığında ve içine GDO’lar ve kimyâsallar karıştırıldığında mâneviyat
da bozuluyor. Çünkü doğal-organik olmayan gıdâlar nefisleri kolayca ve aşırı
şekilde kışkırtıyor ve şeytana alan açıyor. Günümüzde olan şey budur. Çeşitli
kimyâsallar ile kirletilmiş gıdâları tüketenler, şeytana, nefse ve tâğutlara kolayca
kapılıp onlara göre hareket ediyor ve içlerinde doğal ve mânevî hiç-bir değer
kalmıyor. Hattâ mâneviyata düşman oluyorlar. Zîrâ “insan yediğidir” denir.
İnsan, yediğine-içtiğine göre düşünür, konuşur ve hayat sürer. Hattâ yasa yapmada
bile yenilip-içilenlerin etkisi vardır.
Kur’ân aynı-zamanda helâller
ve yasaklar kitabıdır. Aslalon mubahlık yâni serbestlik olduğu için helâller haramlara
göre çok daha fazladır. Meselâ üzümün yaşı, kurusu, yaprağı, şırası, pekmezi,
reçeli, hoşafı, keki, sirkesi, ezmesi vs. bir-çok şeyi helâldir ama şarabı
haramdır. Üzümden şarap yapmak ve içmek haramdır. İnsan hem üzüme hem de
kendine zulmeder böylelikle. Fakat üzüm helâl olduktan başka temiz de olmalıdır.
Temiz olması hem dışının hem de içinin temiz olması şeklinde olmalıdır. Dış temizlik
bahçenin ürünün temiz bakılması, toplanması ve işlenmesi sırasında temizliğe
dikkat edilmesi şeklindeyken, iç temizliği de doğal ve organik olmasıyla olur.
Yâni bir şey hem helâl, hem temiz, hem de doğal-organik olmalıdır. İşte ancak o
zaman insan da temiz olur. Zîrâ “insan yediğidir”. İnsan ne yerse ona göre düşünür,
konuşur ve hareket eder. Helâl ve temiz olmayan şeyler yiyip-içmek, insanın
yavaş-yavaş mâneviyatını-kâlbini bozar ve onu doğallıktan ve temizlikten
uzaklaştırır.
Sünnetullah gereğince bir
şeyi çalarak tüketince de o gıda yiyene fayda verir. Çaldığı şeyin
vitamini-minerâli hâlen içindedir çünkü. Onun minerâlini vitaminini vs.
bedenine alır. Fakat onun mâneviyatını ve temizliğini alamaz. Çünkü çalınan mal,
mâneviyatını ve bereketini kaybeder. Bu belki ince araştırmalarla da gözlemlenebilir
ama asıl, tecrübe ile sâbittir ki çalınan mal hayır getirmez. O nedenle gıdâ
helâlen tayyiben olmalıdır ki insan da helâl ve tayyib yâni meşrû ver temiz olsun.
Hak ile bâtıl karışınca o
şey “bâtıl” olur. Helâle karışan gayr-ı meşrû her-şey hakkın bâtıla karışması
gibi haramdır. GDO ve kimyâsallar ile hak ve bâtıl birbirine karışmış yâni
helâl ile haram birbirine karışmıştır. Böylece hemen her-şey haram hâle
gelmiştir. Çünkü bir kazan balın içine atılan bir damla zehir nasıl ki tüm kazanı
zehirliyorsa, hakka karışan en küçük bâtıl da hakkı zehirler. Sünnetullah budur
işte, imtihan budur!. Sabredilmesi gereken şey budur. Çünkü bir kazan bala bir
damla zehir karışınca o bal zehir oluyor fakat, bir kazan zehire bir damla bal
karıştırıldığında hattâ yarısına kadar bal karıştırıldığında bile o zehir bal
olmuyor. Zehir balı zehire çeviriyor ama bal, zehiri bala çevirmiyor. Çünkü
hak, bâtılı aslâ kabûl etmez. Hak, saf olandır. İçine bâtıl karıştığında hak
oluşuna halel gelir.
Bir litre petrôlün, bir milyon litre temiz suyu
içilmez hâle getirdiği hesaplanmıştır. Haram ve necis yâni bâtıl olan, helâl ve
tayyip yâni hak olanı işte böyle kullanılmaz hâle getiriyor.
Gıdâ üretiminde 1919
yılından sonra teknoloji kullanılmaya başlandı fakat bu, doğallığı bozucu
değildi. 1940-1973 arasında, işe antibiyotikler enzimler vs. karıştırıldı ama
bunlar da gıdânın temelinde bâzı etkiler yapsa da gıdâda büyük değişikler olmadı.
Fakat 1973’ten sonra mantık değişti, her-şey farklılaştı ve gıdâ “gıdâ” olmaktan
çıktı. Artık 50.000 çeşit kimyâsalın karıştığı şeyleri yiyor, içiyor, giyiyor ve
kullanıyoruz.
Eskiden organik olmakta
sorun yoktu. Zâten organik olmayan bir şey üretilemezdi ve tüketilmezdi.
Üstelik organik doğal olan ürünler doğal ortamlarında doğal hava ve su ile
birlikte yiyip-içilirdi. Bu da gıdalardan tam faydalanabilmeyi sağlıyordu.
Fakat modernitenin köpürdüğü ve din hâline geldiği zamanlarda insanın en temel
gıdâlarına bile GDO ve kimyâsallar karıştırıldı ve bunlar insanları hem çeşitli
hastalıklara müptelâ etti hem de açlığı başlattı. Evet; birileri GDO ve
kimyâsalların gıdâları çoğalttığını ve açlığı bitirdiğini iddiâ ededursun,
aslında olan şey açlığın artmasıdır. Üstelik küresel çağdaki açlık, târihte hiç
olmadığı kadar yoğun, yaygın ve süreklidir.
Norman Borlaug, ekmeğin elde
edildiği buğdayın sapları hemen eğilmesin ve daha çok büyüsün de daha fazla
başak ve buğday versin diye, buğdayın sapını daha sağlam yapmak için ona kimyâsallar
uyguladı ve çeşitli aşmalardan sonra bunu başardı. Böylece başaklar büyüdü ve
daha fazla ürün vermeye başladı. Herkes de zannetti ki artık daha çok gıdâ olacak
ve beslenme sorunu olmayacak. Bunu yaptığı için Norman Borlaug’a Nobel Barış
Ödülü de verildi. Oysa işin aslı öyle değildir.
Eskiden buğdaylar doğal
hâlindeyken daha az buğday ve un oluyordu ama, bundan yapılan ekmek çok-çok
daha besleyici idi. Çünkü hem daha doğaldı, hem de makinelerle proteini,
ruşeymi, kepeği ayrılmıyordu. İçine kimyâsallar ve GDO da karıştırılmıyordu.
Şimdi ise bunlar ayırılıyor ve unda sâdece nişastası ve içine katılan onlarca
çeşit kimyâsal kalıyor. Ekmeğin besleyiciliği ve dolayısı ile doyuruculuğu %75 oranında
azalmıştır. Bu nedenle eskiden tek bir ekmekle doyabilenler artık üç ekmekle bile
zor doymaya başladı. Üstelik kimyâsallardan dolayı hastalıklarda çok fazla
artış başladı. Eskiden tek ekmekle doyan insanlar, kazandıkları parayla tek bir
ekmek alıyordu ve hayâtını sürdürebiliyordu, oysa Norman’dan sonra insanlar
doymaya ve gerçek anlamda beslenmeye ulaşabilmek için artık tek ekmek değil üç
ekmek almak zorunda kaldılar. Fakat köle gibi çalışarak kazandıkları para ile
üç ekmek alamıyorlar ki!. Üstelik üç ekmek yediklerinde bir-çok hastalık da
ortaya çıkıyor. Çünkü doymak ve beslenmek demek, “mîdeyi şişirmek” demek değil,
kanın ihtiyâcı olan yeterli miktarda protein, vitamin ve minerâli sağlamaktır.
Dünyâ’nın yarısı bunu sağlayamayınca yarı-aç yaşamaya başladılar. Kimyâsallar
ve GDO arttıkça bu yaygınlaştı ve çoğaldı. Üstelik sömürü ve modern kölelik
devâm ediyor ve kişinin âile sayısı gün geçtikçe fazlalaşıyor. Sonuçta âilenin daha
fazla nüfûsa bakmaya kazandığı para yetmeyince çocuklar açlıktan yâni doğru ve
yeterli beslenememekten dolayı ölmeye başladı. Zîrâ artık tek ekmek yetmiyor ve
tek ekmek yerine üç ekmek gerekiyor. Karınların şişmesine rağmen kan aç kalıyor
ve ihtiyâcı olan gıdâyı istiyor fakat bulamıyor.
Yapılan bu şeye “Yeşil Devrim” denilmiştir. Bir
yazıda “Yeşil Devrim” ile ilgili olarak şunlar söylenir:
“20. yüzyılın ikinci yarısında
uygulanan sözde ‘Yeşil Devrim’ -tarımda
yeni tekniklerin ve yeni geliştirilmiş, yüksek verimliliğe sâhip tahıl
çeşitlerinin kullanılması- daha bol hasatlara imkân tanıyarak, Üçüncü Dünyâ
ülkelerindeki açlığı ortadan kaldıracaktı, ki gerçekten hasatlardan daha bol
ürün alınmasını sağladı. Fakat Yeşil Devrim, toplam ulusal tahıl üretimi
rakamları bakımından bir başarı olsa da, topluluklar ve bireysel insânî
değerler perspektifinden bakıldığında, sebep olduğu problemlerin, başarılarının
çok ötesinde olduğu görülür’. Dünyâ’nın çeşitli bölgelerinde Yeşil Devrim’in
sonuçları, bir felâketin sebep olacağı sonuçların hiç gerisinde değildi.
Örneğin Pencap’ta (bir bölümü Hindistan, diğer bir bölümü ise Pakistan’da yer
alan bir bölge) Yeşil Devrim, ‘binlerce hektar verimli toprağı’ mahvetti, su
rezervlerinin kritik bir düşüşüne, su kaynaklarının tarım ilaçları ve kimyâsal
gübreler ile kirlenmesine, bir-çok kanser vâkâsına (yüksek ihtimâlle kirlenmiş
sudan kaynaklanan) ve intihara sebep oldu. ‘Yeşil devrim bize sâdece çöküş
getirdi’ diyor Jarmail Sigh. Toprağımızı, çevremizi ve su-kaynaklarımızı
mahvetti. Eskiden köylerimizde insanların gelip eğlenebileceği festivallerimiz
olurdu. Şimdi hastânelerde toplanıyoruz. Dünyâ’nın başka bölgelerinden de,
değişen derecelerde, ‘yeşil devrim’in sebep olduğu olumsuz sonuçları ortaya
koyan raporlar gelmektedir. Bu sonuçlar, ekonomik, davranışsal ve tıbbî
etkilerin yanında, çevreye olan tahribâtı da kapsamaktadır, (çölleşme gibi)”.
Biyolojideki en büyük buluş (yada fitne), 1953’de
James Watson ve Francis Crick DNA kodunu kırdıklarında ortaya çıkmıştır.
1972’de “şart enzimleri” keşfedildi. Bu enzimler DNA’nın parçalanabilmesini ve
belirli amaçlar için belirli yollarla yeniden bir-araya getirilebilmesini
mümkün kıldı. Başka bir deyişle, yeni DNA kombinasyonları, normâl bir biçimde bölünebilecek
ve büyüyebilecek fakat yeni proteinler üretebilecek bir hücrenin içerisine
konulabilirdi. 1980 yılında, Birleşmiş Devletler yargıtayı, bu şekilde insan
eliyle oluşturulan organizmalar için patent yasasının korunmasını kabûl etti.
Bu, pek-çok yeni, genetik olarak değiştirilmiş hayvan ve sebzelerin ticârî
anlamda istismâr edilmesine neden oldu.
Dünyâ’da her gün binlerce
kişi açlıktan dolayı ölüyor. Bunun nedeni yapılan biyolojik-genetik
çalışmalardır. Aslında açlığın en çok yaşandığı Afrika kendi-kendine rahat bir
şekilde yeten bir kıtadır. Fakat onları rahat bırakmıyorlar ve zorluklar içinde
yaşamalarına neden oluyorlar.
Çeşitli diyet-perhiz
reçeteleri ve tavsiyeleriyle, “kan grubuna göre beslenmek” düşüncesiyle yada
modernitenin dayatmasıyla, helâl ve tayyip yâni meşrû ve temiz olan uzun bir
liste hâlindeki gıdâlardan, geçiçi olarak değil de sürekli olarak vazgeçmek,
“Allah’ın helâl kıldığını haramlaştırmak” demektir. Allah’ın haram kıldığını
helâl, helâl kıldığını ise haram kılmak yanlıştır, şirktir ve günahtır:
“Ey Peygamber!; eşlerinin
hoşnutluğunu isteyerek, Allah’ın sana helâl kıldıklarını niçin haram
kılıyorsun?. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Tahrîm 1)”.
Bu âyetin sebeb-i nüzûlü
hakkında Peygamberimiz’in başından geçen şu olay anlatılır:
“Günün
birinde Hz. Zeyneb bint-i Cahş vâlidemize bir tulum bal hediye getirilmişti.
Hz. Zeyneb de her gelişinde Resûl-ü Ekrem’e çok sevdiği bu baldan şerbet yaparak
ikramda bulunurdu. Bu sebeple o, Hz. Zeyneb’in yanında her zamankinden fazla
kalırdı. Bu durum Hz. Âişe’nin nazarından kaçmadı. Sebebini merâk etmeye
başladı. Bir-ara câriyesi vâsıtasıyla bu fazla duruşun sebebinin ikrâm edilen
bal şerbeti olduğunu öğrendi. Resûl-ü Ekrem’in, Hz. Zeyneb’in odasında fazla
kalmasından müteessir olan Hz. Âişe, gayrete geldi. Taraftârı olan diğer
hanımları toplayarak kendilerine şu tâlimâtı verdi: ‘Resûlullah hangimizin
yanına gelirse, kendisine şöyle soracağız: ‘Yâ Resûlallah!, Megâfir mi
yediniz?’. Resûlullah, ‘Hayır’ diyecektir. Biz de o zaman, ‘O halde bu koku
ne?’ diye soracağız. Tabî ki o; ‘Zeyneb bana bal şerbeti içirmişti’ cevâbında
bulunacaktır. O zamanda biz, ‘demek, o balın arısı urfut ağacından yayılmış,
bal toplamış’ deriz’.
Megâfir,
‘mağfur’un çoğuludur. Mağfur, fenâ kokulu urfut ağacının yapışkan, tatlı, fakat
fenâ kokulu bir zamkıdır. Peygamberimiz bu kokudan fazlasıyla rahatsız olurdu.
Hz. Âişe bunu bildiği için bu tarz bir tâlimatta bulunmuştu.
Peygamber
Efendimiz, bir gün Hz. Hafsa’nın odasına girerken, ‘Yâ Resûlullah!, Megâfir mi
yediniz?’ sorusuyla karşılaştı. Peygamber Efendimiz, ‘hayır!’ dedi. Hz. Hafsa,
‘O hâlde bu koku ne?’ diye sordu. Peygamber Efendimiz, ‘Zeyneb bint-i Cahş’ın
evinde bal şerbeti içmiştim’ buyurdu. O zaman Hz. Hafsa, ‘demek ki o balın
arısı urfut ağacından yayılmış, bal toplamış’ dedi. Bunun üzerine Resûl-ü Ekrem
Efendimiz, ‘onu bir daha içmem!’ diyerek yemin etti. Sonra da, ‘işte, yemin
ettim!. Sakın bunu (ne Âişe’ye ne de) başka bir kimseye duyurma’ diye buyurdu.
Böylece, Peygamber Efendimiz, sırf hanımlarını memnun etmek maksadıyla
kendisine helâl bir gıdâ olan baldan faydalanmamaya yemin etmiş oluyordu.
Peygamberimiz’in baldan istifâde etmemeye yemin etmesi üzerine yukarıdaki
âyet-i kerîme nâzil olmuştur”.
Peygamber’in görevlerinden
biri de, helâli-haramı, iyiyi-kötüyü ve temizi-pisi ayırmak, böylece insanın
üzerinden büyük bir yükü almaktır:
“Onlar ki, yanlarındaki
Tevrat’ta ve İncil’de (geleceği) yazılı bulacakları ümmî haber getirici (Nebî)
olan elçiye (Resûl) uyarlar; o, onlara mârufu (iyiliği) emrediyor, münkeri
(kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri haram kılıyor ve
onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona inananlar,
destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nûru
izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır” (A’raf 157).
İslâm haram olan şeyleri sayar
ve şüpheli olan şeylerden kaçınmayı emreder. Meselâ içki konusunda bir şey
şüpheliyse uzak durulması gerekir. Bir şeyin içinde alkôl olmasa bile eğer o
şey “sarhoş edici” ise ondan uzak durmak gerekir. Bu bağlamda meselâ arpanın
suyundan yapılan “malt içeceği”nin haramlığı konusunda net bir şey söylenmemektedir.
“Sarhoş ediyorsa haramdır” diyorlar. İyi de ben de onu soruyorum. Sarhoş ediyor
mu?, etmiyor mu?. Bunun net cevâbını kimse veremiyor. “Enerji veriyor ve bâzı
yararları var” dedikleri için araştırdım. Kesin sonuç alamayınca, “nede olsa
arpa suyu, glikoz, fruktoz, şerbetotu vs. var ve alkôl yok” diye bunu denediğimde,
330 ml’lik kutunun yarısına geldiğimde beni çakır-keyf yaptığını gördüm.
Kafayı-gözü ağırlaştırıyor ve sersemletiyor. Bir tâne içildiğinde yaklaşık 2
saat etkisi oluyor. 3 kutu içilse bir bira kadar sarhoşluk vereceğini
sanıyorum. Çünkü malt için, aslında içinde binde 0,5 oranında alkôl olduğu ve
bekledikçe de fermantasyon nedeniyle alkôlleşmenin arttığı söyleniyor. Dolayısı
ile bunu câiz görmedim ve uzak durulması gereken şüpheli bir şey olarak
yorumladım. (Burada şunu söylemem gerekir ki, malt içeceği, ilaç kullanan biri
olduğum için kullandığım ilaçlarla birlikte fazladan bir etki yapmış olabilir).
Hayvanın da helâl ve tayyip yâni
meşrû ve temiz olan ile beslenmiş olması önemlidir. Köylerde hayvan sâhiplerinin,
insanların bin-bir emekle kurdukları bahçelerindeki ürünleri hayvanlarına
yedirdikleri biliniyor. İşte o “hayvanlar”, hayvanlarına haram yedirmişlerdir.
Oysa eski takvâlı insanlar, başkasının emeğini haram olarak yiyen hayvanın etini
ve sütünü içmekten korkmuşlar ve sakınmışlardır.
İnsanın da helâlen tayyiben
olması şarttır. Bu hem fizîken hem de mânen böyledir. Fıtrata aykırı şeyler yapmak
insanları kirletir ve mundar eder. Meselâ eşcinsellik böyledir. Kavmine
eşcinseliğin kötülüğünü ve pis bir şey olduğu söyleyen Hz. Lût’a kavminin cevâbı
şöyle olmuştur:
“Kavminin cevâbı ise:
‘Lût’un âilesini memleketinizden sürüp çıkarın, belli ki onlar tertemiz ve pek
nâmuslu insanlarmış’ demekten başka bir şey olmadı” (Neml 54-56).
Allah domuza “pis” der ve sâdece
pis olduğu için yemeği haram kılar. Temizlik çok önemlidir. O hâlde pis olanların
yenmesi de haramdır. İslâm’da her-şey, helâl, tayyip ve meşrû üzerine kuruludur.
Ancak ve ancak bu yolla insanlar da temiz olur ve helâl ve meşrû işler
yaparlar.
Bir gıdânın sâdece helâl
olması yetmediği gibi sâdece temiz olması da yetmez. Helâlen tayyiben yâni
meşrû ve temiz olmalıdır. Hem helâl hem de temiz olunca meşrû olur. Zâten temiz
olmadığında vücûda zarar da veriyor. Sarhoşluk veren şey yâni haram olan şeyler
vücûda zarar veriyor. Meselâ en çok da karaciğeri etkiliyor. Temiz olmayan şeyler
de zararlıdır. Zehir etkisi yapar.
Kur’ân’ın hüküm koymada şirk
koşulmasına bir şey diyemeyenler, şirk konusunu “din adamlarının haram-helâl
koyması”na indirgiyorlar. Bâzen de kânun koymada tevhid gereğince tâviz
vermeyenler, yeme-içme-giyme konusunda tâviz verebiliyorlar. Buna dikkat
edilmelidir.
Bir besinin sâdece organik
olması yetmez. Aynı-zamanda “helâl” ve “temiz” de olması gerekir. Aksi-takdirde
bedenler sağlıklı olsa da ruhlar hastalıklı olur. Üstelik şeytana uymak
kolaylaşır:
“Ey insanlar!; yeryüzünde
olan şeyleri helâl ve temiz olarak yiyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin.
Gerçekte o, sizin için apaçık bir düşmandır” (Bakara 168).
Et için kesilen hayvanlar
konusu da çok önemlidir. Hayvan; temiz havada, temiz yem ve temiz su ile
beslenmiş olduktan başka, Allah’ın adıyla yâni besmeleyle kesilmesi de gerekir
ki ancak o zaman “helâlen tayyiben” olur. “Üzerine besmele çekilmese de avcı
hayvanların sizin için yakaladıkları ve ‘Allah’tan başkası adına kesilmemiş’
olan hayvanların, besmele çekerek yenmesi de helâldir” diyenler vardır. Fakat
mü’minlerin buna dikkat etmeleri ve besmele ile kesilenleri tercih etmeleri
gerekir:
“İri cüsseli develeri size
Allah’ın işâretlerinden kıldık, sizler için onlarda bir hayır vardır. Öyleyse
onlar bir dizi hâlinde (veyâ saf tutmuşcasına ayakta durup) boğazlanırken
Allah’ın adını anın; yanları üzerine yattıkları zaman da onlardan yiyin,
kanaatkâra ve isteyene yedirin. İşte böyle, onlara sizin için boyun eğdirdik,
umulur ki şükredersiniz” (Hac 36).
“Sana, kendilerine neyin
helâl kılındığını sorarlar. De ki: ‘Bütün temiz şeyler size helâl kılındı’.
Allah’ın size öğrettiği gibi öğretip yetiştirdiğiniz avcı hayvanlarının
yakaladıklarından da -üzerine Allah’ın adını anarak- yiyin. Allah’tan
korkup-sakının. Şüphesiz Allah, hesâbı çabuk görendir” (Mâide 4).
“Yenilecek şeylerin helâl ve
temiz olmasından sonra, kesilecek hayvanların ve bitkilerin şekli-şemâli ve
biçimi de güzel olmalıdır” da denir. Kesilen hayvan, usûlüne uygun bıçakla
kesilmelidir. Hattâ bu bağlamda hangi hayvanın nasıl bir bıçakla kesileceği
bile belirlenmiştir.
“De ki: Bana
vahyolunanlar içinde, yiyen bir kimsenin yiyeceği (şeyler) için, ölü eti, dökülen
kan, domuz eti -ki bu gerçekten murdardır- yada Allah’tan başkası adına
kesilmiş bir fısk dışında, haram kılınmış bir şey bulmuyorum. Kim kaçınılmaz
bir ihtiyaçla karşı-karşıya kalırsa, -saldırmamak ve haddi aşmamak şartıyla-
(bu sayılanlardan ölmeyecek kadar yiyebilir). Şüphesiz Rabbin bağışlayandır,
esirgeyendir” (En-âm 145).
Kur’ân’da yenmesi haram olanların
neler olduğu açıkça söylenir, gerisi helâldir. Fakat helâlden yâni meşrûluktan
sonra tayyiplik yâni temizlik de gerektiği için ona da dikkat edilerek karar verilmelidir.
Zîrâ baştaki âyette de söylendiği gibi, Allah bize hem helâl hem de temiz
olanlardan yememizi emreder:
“Allah’ın size rızık
olarak verdiklerinden helâl ve temiz olarak yiyin. Kendisine inanmakta
olduğunuz Allah’tan korkup-sakının” (Mâide
88).
İnsanların bu kadar duyarsızlaşması,
düşüncesizleşmesi yâni mallaşması biraz da gıdâlarla ilgilidir. GDO’lu ve
kimyâsal ilaç katılmış gıdâlar, insanları pasifleştiriyor ve hattâ
mankurtlaştırıyor. Bundan kurtuluş pek mümkün görünmüyor. Zîrâ kentlere
hapsolmuş kitleler yâni asgarî ücrete mahkûm edilen milyonlar, ucuz ve tadı
güzel olunca o gıdâyı seve-seve kabûl edip yiyip-içiyorlar.
Bu-arada şunu da söyleyelim
ki, marketlerde satılan meyve suları, soğuk çaylar ve içecekler, aslında su ile
de çözülebilecekken alkôl ile çözülüyor. Böylece alkôllenmiş oluyor. Tabi
bunlar takvâya önem verenler için önemlidir. Yusuf Has Hacip ne diyordu:
“Helâlin adı kaldı, onu gören yok; haram kapışıldı, hâlâ doyan yok”.
Dünyâ helâl ve tayyip olanın artık neredeyse yok olduğu ve
bulunmadığı bir zamâna gelmiştir. Yediğimiz-içtiğimiz haram ve necis hâle
gelmiştir. Helâl ve tayyip yâni temiz ve meşrû olan bir şey bulamaz hâle
geldik. Peki böyle zamanlarda duyarlı müslümanlar ne yapmalıdır?. Peygamberimiz
böyle zamanlarda yapılması gereken şey için şunları söyler:
“Kişinin en hayırlı malının peşine takılıp dağ geçitlerini
ve yağmur düşen yerleri takip edeceği koyunu olacağı zaman yakındır. Böylece
dînini fitnelerden kaçırmış olur” (Buhârî, İman 12,
Bed’ü'l-Halk 14, Menâkıb 25, Rikak 34, Fiten 14; Muvatta, İsti'zan 16, [2,
970]; Ebu Davud, Fiten 4, [4267]; Nesâî, Îman 30, [8, 123, 124]).
“Fitne
zamanlarında kişi, kendi hayvanının etinden-sütünden yer-içer. O kişi
insanların en hayırlısındandır”.
“Fitne zamânında insanların
en hayırlısı, dağ başında koyununun etinden-sütünden yiyendir” (Râmuz el
e-hadis, 280. sayfa, 11. hadis).
İşin kötüsü nedir biliyor
musunuz?. Artık ücrâ köşelerde yada köy kenarında “kendi tarımımı kendim
yapacağım” deseniz bile yine de ürettiğiniz şey %100 helâl ve tayyib olmayabilir.
Zîrâ sizin ektiğiniz doğal ve helâl olan tohumla biten nebâtat, yandaki köyün
yada evin ektiği-diktiği GDO’lu ürünün ortaya çıkardığı polenle karışıp
tozlanıyor, dölleniyor ve aşılanıyor. O zaman da sizin ürettiğiniz ürünler de
doğallıktan çıkıyor yada en azından doğallığına, dolayısı ile helâlliğine ve
temizliğine halel geliyor. Modern dünyâda %100 helâl ve tayyip bir gıdâ üretmek
ve yiyip-içmek imkânsızlaşıyor. O hâlde modernizm için söylenecek olan söz şu
olmalıdır: “Modernite bize Allah’ın bir cezâsıdır”. Bizden öncekilerin yâni
atalarımızın yaptıkları, elbette çocuklarına ve torunlarına olumlu yada olumsuz
şekilde yansıyor. Ataların günahını çocuklar ve torunlar çekiyor. Bu durumda
duyarlı olanların söyleyeceği şeyi, “keşke yenilen, içilen ve de giyilen
şeylerin helâl ve tayyib olduğu zamanlarda yaşasaydım” hayâlidir.
Peki bu durumun düzelmesi
mümkün değil midir?. Elbette mümkündür. Fakat bunun için büyük kitlelerin en
başta; “kahrolsun modernizm, kahrolsun kentleşme, kahrolsun modern-bilim ve
teknoloji, kahrolsun haram ve necis olan” diye haykırmaları gerekir.
Hava kirlenmiştir, toprak
kirlenmiştir, su kirlenmiştir, gıdâ kirlenmiştir, insan kirlenmiştir, hayvan
kirlenmiştir ve Dünyâ kirlenmiştir. Kirlenmiş bir Dünyâ’dan ve insandan hayırlı
bir şey çıkmamaktadır. Yeniden temizlenene kadar da çıkmayacaktır. Temizlenme
ise, insanın, toprağın ve suyun temizlenmesi ile başlayacaktır. İnsan ne kadar
zamanda temizlenir bilmiyorum ama, toprağın ve suyun, onu kirleten etkenlerden
uzak tutulduğunda 4-7 yıl içinde temizleneceği söylenir. Bunun için insanlar ya
kesin kararlar alıp harekete geçecekler, yada Allah bunu azap ile zorla
yaptıracaktır. Zîrâ sünnetullah bunu gerektirir.
Meylettiğiniz yada
arzuladığınız şey doğal, temiz ve helâl değilse, nefsten kaynaklanıyor
demektir. Kâlpler İslâm’la ve “helâl” ile tatmin olmayınca, nefisler Dünyâ ve
“haram” ile tatmin olmak isterler.
Helâl olmazsa “helâ” olur.
Helâl yemeyenler helâk olur.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Temmuz 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder