29 Eylül 2020 Salı

Hümanizm Yada İnsanı İlahlaştırmak

 

“Ey insan!; ‘üstün kerem sâhibi’ olan Rabbine karşı seni aldatıp-yanıltan nedir?” (İnfitâr 6).

 

Hümanizm=İnsancılık; “XIV. yüzyılda Avrupa’da, ortaçağın skolastik düşünüşüne karşı doğan ve Eski Yunan ve Latin kültürünü en yüksek kültür örneği olarak gören ve onun yeniden canlandırılmasını amaçlayan felsefe, bilim ve sanat görüşü”. “İnsanın yüceliğini ve insanlık sevgisini en yüce amaç bilen, insanın aklına ve insanlığa inanan ve insanı her-şeyin ölçüsü olarak alan öğreti”.

 

Hümanizm; Latince kökenli bir kelime olup “insancılık” anlamına gelmektedir. Rönesans Avrupa’sında antik-dönem metinlerinin incelenmesiyle ortaya çıkan, insanı temel alan, insanın her-şeyin ölçüsü olduğunu kabûl eden düşünce akımına verilen isimdir. Hümanizm, “öte-dünyâ” görüşüne karşılık “bu-dünyâ” görüşünü öne çıkarır. İnsan, evrenin merkezinde Tanrı’nın yerini alır. Hümanizmle, bireycilik ve lâiklik gibi görüşler ön plana çıkar. Bir yazıda bu konuda şunlar söylenir:

 

“Yeniçağ’da düşünsel yapıya insanı merkez alan hümanizm akımının hâkim olduğunu görüyoruz. Ortaçağ’daki feodâl-dinsel ideolojiyi esas alan skolastizme karşı, Yeniçağ’da insanı temel alan akla dayalı bir düşünce sistemi gelişmeye başlayacaktır. Döneme damgasını vuran Rönesans’ın ideolojisini hümanizm akımı oluşturacaktır. Hümanist düşünce sisteminde her-şey yeniden incelenip sorgulanmaya başlanacaktır. İnsanın evren hakkındaki düşünceleri değişecektir. İnsan, evrenin merkezine kendini koyacaktır ve âdetâ Yaratıcı’nın yerini alacaktır. İnanan insanın yerine, şüphe duyan ve sorgulayan insan geçecektir. Bu hümanist insan, bağımsız olma arzusundadır. Hattâ ırk, kavim ve âile bağlarından bile kurtulma çabası içindedir. Böylece egemen sınıf, tamâmen bireycilik esâsına dayalı kendi ideolojisini yaratma çabası içine girecektir. Bu süreçte hümanist düşünürler de ileri sürdükleri görüşleriyle bilerek veyâ bilmeyerek burjuvazi bireyciliğine hizmet etmiş olacaklardır. Üstelik zaman içinde ideâlize edilen hümanist insan tipi ile târihsel gerçekliğin birbirleriyle çeliştiği görülecektir”.

 

İnsan “kul” olarak yaratılmıştır. Bu kulluk “sâdece Allah’a” olan bir kulluktur. Kulluk “sâdece Allah’a” yapılmadığında herkese ve her-şeye yapılmaya başlanır ki târih bunun örnekleriyle doludur. İnsan âhirette, Dünyâ’da kulluğu kime yaptığına göre değerlendirilecektir. Affedilmeyecek tek günah olan şirk, kulluğun “sâdece Allah’a” yapılmaması durumudur. Küfür, Allah’ın yanında başka birilerinde yada başka şeylerde de bir güç vehmetmek ve onlardan medet umarak Allah’ın biricik ilah olduğu gerçeğinin üstünü öretmektir.

 

İnsanlar târih boyunca her-şeyle şirk koşmuştur. Dağlar-tepeler, yıldızlar, Güneş ve Ay, denizler, nehirler ağaçlar, hayvanlar vs. Fakat en çok da insanla şirk koşmuştur. Başarılı olmuş devlet adamlarını, lîderleri, bilginleri, kahramanları, zenginleri ve çok sevdikleri insanları o kişilerin hayatlarında yada ölümlerinden sonra aşırı yücelterek tanrılaştırmışlar ve onları zamanla ilahlaştırarak tapmaya başlamışlardır. Kendilerinin rızkını veren, onları koruyup-kollayanın insan-dışındaki ve insan tanrılar olduğuna inanmışlardır. Tabi bu durumu birileri dibine kadar kullanmıştır. Bu nedenle de bu durumdan çıkar elde edip yolunu bulanlar, bu inanışın sürmesi için her-şeyi yapmışlardır ki, Allah’tan başka ilah olmadığını ve O’ndan başkasından medet ummanın küfür ve şirk olduğunu bildiren İslâm inancıyla gönderilen peygamberlerin baş düşmanları bunlar  olmuştur. Meselâ Hz. Mûsâ’nın baş düşmanı olan Firavun, kendini ilahlaştırarak ve şirk koşarak:

 

“Firavun, kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: ‘Ey kavmim, Mısır’ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi?. Yine de görmeyecek misiniz?” (Zuhrûf 51) ve;

 

“Sizin en yüce Rabbiniz benim” (Nâziât 24) diyebilmiştir. Bu ve bunun gibi örnekler, “ilkel Hümanizm” yâni “insanı ilahlaştırmak ve ona tapmak”tır. “Modern Hümanizm” ise, sâdece tek kişiyi veyâ bir-kaç kişiyi değil, modern-hümanist sistemi benimseyen tüm insanların ilahlaşmasıdır.

   

Hümanizm (İnsancılık) ne olduğu bir yazıda şu şekilde anlatılır:

 

“İnsancılık (Hümanizm) terimi en genel anlamıyla; insan aklını, etik ve adâlet kavramlarını temele alan, bâtıl inanışları ve doğa-üstü olan her-şeyi yadsıyan bir dünyâ görüşüdür. Bu yaklaşım Hümanizmin dünyevî (seküler) yorumudur. Bu seküler biçimiyle Hümanizm, çalışmalarda, felsefede ve pratikte insansal değerlere ve ilgilere odaklanan bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım anti-hümanist (insancı olmayan) her türlü kavram, düşünce ve uygulamayı dışlama yoluna gider. Yukarıdaki iki tanımı bütünleyen bir tanım da şudur: Hümanizm, tüm insanların değerli ve onurlu olduğunu öngören ahlâk felsefelerinin genel bir kategorisini anlatan bir terimdir” (Felsefe Gen tr).

 

Hümanizm, modern sapık teorilerin çıkış merkezi olan batı-hristiyan coğrafyasının bir düşüncesidir ve batı’dan çıkmıştır. Klâsik dönemde pagan-hristiyan inanışıyla ve tevhidden kopuk dînî görüşleriyle Hz. Îsâ’yı ilahlaştıranlar, modern dönemle birlikte dinden ayrılınca tüm insanları ilahlaştırmaya başlamışlardır. Böylece batı’nın târih boyunca yaptığı şey “insanı ilahlaştırmak” olmuştur. Çünkü bir şey haddini aştığında zıddına inkılâp eder.

 

Batı hiç-bir zaman bir denge kuramamış, dengeli olamamıştır. Zîrâ dîn olmayınca yâni “medeniyet” olmadığında dengeye ulaşılamaz. Bu nedenle batı, eski Yunan’da ve Roma’da olduğu gibi ya tanrıları tek otorite yapmış ve onlara göre düşünce, amel ve eylemde bulunarak şirke ve küfre düşmüş, yada modern zamanlarda Hümanizm düşüncesi ve ideolojisi ile, tanrıları bir kenara atarak insanı tanrılaştırmış ve insanların aklına göre düşünmüş ve amel-eylemde bulunmuştur. Fakat aklını ilahlaştırdığı insan, “dinden kopmuş” ve gaybı inkâr eden insanın aklıdır. Bu inanışa îtirâz eden ve Hümanizmi inkâr edenleri ise “gerici” ve “yobaz” îlan etmiştir.

 

Hümanizm, insan aklını (aslında nefsini) en üstün değer olarak gördüğü için, insanı denetleyen bir “üst akıl ve kudret”i inkâr etmiştir mecbûren. Böylece insan, nefsinin doğrultusunda istediğini yapabileceğini düşünen bir varlık olup çıkmıştır. Üstelik böyle yaşayanlar “ideâl insanlar” olarak gösterilirken, aksi tutumdaki insanlar ise “ilkel ve geri kalmış” olarak gösterilmiştir. Hâlbuki insanın iyi ve üstün olmasının yolu, nefsinin doğrultusunda en yoğun bir şekilde haz içinde yaşaması değil, Allah’ın yolunda azimle yürümesidir.

 

Modern-bilim de ilâhi olandan kopuktur ve insan aklına göre işler. Yâni hümanisttir. Bu nedenle de meta-fiziği kabûl etmez ve düşüncesini kısırlaştırır. Zîrâ varlığı Yaratan’ı hesâba katmadan yapılacak gözlemler ve teoriler eksik ve yanlış olmaya mahkûmdur. Çünkü insan aklı hem şaşmaz-yanılmaz bir cevher değildir hem de şaşmaz bir kuyumcu terâzisi gibi mâsum değildir.

 

Hümanizm yâni insanı ilahlaştırmak, “insan aklını ilahlaştırmak”tır. Aklı ilahlaştırmak ise, mutlakâ vahyi arka plâna atmayı gerektirir. Zîrâ vahiy, akıl-üstü özellikler taşır ve akla, “yeterli değilsin, îman et ki yeterli ol” mesajını verir.

 

Hümanizm, “barışçı” olduğu sözüyle yola çıkmış olmasına rağmen, kendisi gibi düşünmeyen ve yaşamayan insanlara her türlü zulmü revâ görebilmiştir ve bu zulüm hâlen devâm etmektedir. O hâlde Hümanizm koca bir yalandan ibârettir. Çünkü Hümanizmdeki sözde hoşgörü, nefis-merkezli olan aklı ve bu akla sâhip olan insanı kutsallaştırmış, ilahlaştırmıştır ve ödüllendirmiştir ki, bu insan, Dünyâ’daki adâletsizliği ve zulmü ortaya koyan yada ortaya koyanlara destek veren kesimdir.

 

Hümanistler kendilerine yaşam alanı bırakmayan düşünceleri ve dinleri inkâr ederlerken, aslında kendileri de kendileri gibi düşünmeyen ve yaşamayan insanları inkâr etmektedirler. Onlara zulmederek onların yaşam alanlarını gün geçtikçe daraltmaktadırlar. Zîrâ lâik-seküler-dinsiz düşüncelerini tüm Dünyâ’ya şiddet de içeren bir şekilde dayatmaktadırlar.

 

Hümanizm’e göre insan “kendinde bir amaç”tır. Varlığın vâr oluşunun bir nedeni yoktur ve varlık “niçin”siz olarak vardır. Hakîkat denilen şey, insanın beş duyusuyla kavradığından başkası ve fazlası değildir. Böyle olduğu için de Allah, âhiret, din, vahiy ve peygamber diye bir şey yoktur, olamaz. Ölüm ise “yok olmak ve hiçliğe karışmak”tır. Bu yüzden insanın sığınacağı en doğru ve sağlam liman “faydacılık” düşüncesi olacaktır. Pragmatizm, Hümanizm’in “zorunlu felsefesi” olmalıdır.

 

Hümanizm’e göre ölüm diye bir şey olduğu için, hayâta dört elle sarılmak, ondan kopmamak için ona sıkıca bağlanmak, hayâtı dolu-dolu yaşamak, onu boşa geçirmemek, kesintisiz ve en üst seviyede haz ve zevk içinde yaşamak en temel ve ana amaçtır. Hümanizm’de modern-bilim ve daha da önemlisi teknolojinin sürekli olarak yeni şeyler ortaya çıkarması ve yeni tatminler için çok önemlidir. Çünkü bunların olmaması durumu bir korku sebebidir. Zîrâ sınırlı olan bir yaşam süresinin boşa geçmesi çok korkulacak bir şeydir. Hümanizm’e göre Dünyâ’da ihtiyaçlar sınırlı ama ihtiraslar sınırsız olduğu için hümanistler “öteki”ni düşman olarak görürler. Diğerinin, zevke ve hazza engel olma potansiyeli ve riski karşısında büyük korku duyarlar. Bu nedenle de her-şeyi kendi eline geçirme düşüncesi ve çabasına girerler. Dünyâ’nın sömürülmesinin ve ona kesin şekilde hâkim olmak istenmesinin temel nedeni budur.

 

Hümanistler insanın kendini tanımasını ilke edinmişlerdir ama bu tanıma sadece bedenin fizîki yönünün yada nefsin tanınması şeklindedir ki nefsini iyi tanıyan hümanistler, nefsinin isteklerini de iyi bir şekilde öğrenmiş olurlar. Tabi böyle olunca da artık tüm uğraşları, bu isteklere göre bir Dünyâ şekillendirmek olur. Oysa insan bir bütündür ve insan bedeni ve rûhuyla insandır ve ikisini birlikte bilmenin tek yolu da “vahiy-merkezli bilmek”tir. Vahiy-merkezli bilince vahiy-merkezli yapmak zorunda kalınacağından dolayı, vahiy-merkezli olana düşman olmuşlardır.  

 

Hümanizmin insan aklını yüceltmesi, bilimin ve teknolojinin gelişmesinde her zaman itici güç olmuştur. Zâten bilim ve teknoloji de câhiller için insan aklının yüceltilmesi ve kutsallaştırılmasındaki en büyük itici ve iknâ edici güçtür. Fakat bilim ve teknoloji Allah’tan, merhâmet ve vicdandan kopuk olduğu için (çünkü dinden kopuktur), görece bâzı yararlarının yanında çok büyük zararlara da yol açmıştır ve de açmaktadır:

 

“O, iş başına geçti mi (yada sırtını çevirip gitti mi) yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).

 

Abdulaziz Tantik, hümanizmi ortaya çıkaran süreç ve geldiği yer hakkında şunları söyler:

 

“Prometeus, ateşi tanrılardan çalıp insanlara getirmeseydi, hâlâ tanrıların insanlar üzerinde tahakkümü devâm edecekti. İnsanlar ateş sâyesinde; yâni bilgiyi elde ederek tanrılar ile savaşmaya ve kendi özgürlüklerini elde etmeyi başardılar. Aydınlanma hikâyesi bu ateşi çalmanın bir üst-aşaması olarak betimlenir. İnsan-çağı başlamış ve tanrılar-çağı geride kalmıştır. Hümanist çağ derken kastedilen tam olarak budur. Artık insan-merkezli bir dünyâ var ve bu dünyâda tanrı, vâr olacaksa ancak insanın izin verdiği kadarıyla’ vâr olacaktır. Daha sonra bilinen bir gerçek olarak ‘tanrı öldürülmüştür’ ve yeniçağ artık tanrısız bir çağ’ olarak öne çıkmaktadır. Yâni insan tam olarak iktidârını belirginleştirmiştir.

 

Fakat insan kendi iktidârını kurmasına rağmen dinler varlığını sürdürmüş ve insan kendi yetersizlikleri ile boğuşurken, sürekli canhıraş çığlıkların sâhibi olmuştur. Önüne Dünyâ’nın bütün imkânları sunulmasına rağmen, her dönemden daha fazla kan dökülmüş ve daha fazla insan zulme uğramıştır. Son üç yüz yılın târihi bunu bize göstermiştir. Artık başı dara düştüğünde sığınacak bir tanrı bulamamakta ve kendi acziyeti içinde kıvranıp durmaktadır. Buna strese dayalı psikolojik hastalıklar’ tanısı konur ve tedâvi için de, bu duyguları yok etmeye yönelik çalışmalar ortaya konulur. Ama insan, bir türlü mutlu olamamaktadır. Kendini çılgınca eğlenceye ve uyuşturucuya vurur, her türlü sapkınlığı yaparken rûhu bir türlü sâkinleşmemektedir. İnsan, düşmanı olan tanrıyı kaybedince yeni düşman olarak hemcinsini seçmiştir. Artık insan, insanın kurdu’ olarak betimlenmektedir. İnsan-çağının başlatıcısı konumunda olan Avrupa’da sosyal yaşam müthiş bir yabancılaşma eşliğinde suçun dakîkada onlarca kez tekrârına sebebiyet vermektedir. Güven, huzûr ve mutluluk daha çok insanlıktan çıkmaya yönelince oradaki insanlar, uzak-doğu dinlerine, mistik arayışlara yönelmek durumunda kalmışlardır”.

 

İnsan kutsallaştırılınca, insan olmayan diğer varlıklar da basitleştirilmiştir. Onlara zulm-edercesine davranılmıştır: Oysa Allah her-şeyi bizim insanca ve müslümanca kullanmamız için yaratmıştır. İnsan dışındaki canlıları da, zarar vermeden ve onlara zulmetmeden kullanmamız için yaratmıştır. Braidotti’ye göre, gücü elinde tutan insan kendisinden başka insanların ve insan-olmayan canlıların yaşamlarına ilişkin karar vermekte ve bu kararlarla büyük ölçüde, yaşatmak yerine yok etmektedir. Bu bakımdan târihi; bilim, ilerleme, medeniyet, Hümanizm gibi kavramlarla örülü Avrupa geleneğinin ölüm saçan bir güç zemini oluşturmuş olması dikkat çekicidir.

 

İnsanı kutsallaştırma, insanı, her-şeyi kutsallaştırmaya alıştırır. Zîrâ insan her-şeye hırsla ve hazla yönelir. Hümanizm; hayvan, doğa ve eşyâyı kutsallaştırılmıştır. İdeolojiler, ekonomi, erkek-kadın, özellikle para ve her-şey kutsallaştırılmıştır. Zîrâ Allah yok sayılmıştır ve -hâşâ- ölmüştür.

 

Hümanist insan “doğayı aşmak” ister, zîrâ doğa, kendisi gibi değildir ve doğaldır. Doğada bir hırs yoktur ve Allah’a göre hareket eder. Hayvandan da aşağı oluşuna bakmadan kendini hayvanlardan üstün gördüğü için hayvanları aşırı kullanır ve onlarla çok fazla yakınlaşır ve fıtratlarını bozar. Aslında hümanistler büyük bir çelişki olarak insandan nefret eder ve bu nedenle de hayvanlarla aşırı yakınlaşır. Fakat bu durum bir zaman sonra tersine döner. Çünkü bir şey sınırı aşarsa tersine döner. Böylece doğa ve hayvanlar kutsanmaya başlanır ve hayvan, insandan yada en azından hümanist insandan daha değerli hâle gelir.

 

Hümanizm, tanrısal ve doğal olana karşı insanı yüceltmek ve ilahlaştırmaktır. İnsan, doğayı kontrôl altına almalıdır ve kontrôl altında tutmalıdır ki ilahlaşmış olsun. Zîrâ doğa karşısında âciz olan bir ilah olmaz. Bu yüzden sürekli olarak “doğayı kontrôl altına almak ve kontrôl altında tutmak” düşüncesi vardır. Bu durum moderniteyle birlikte daha da çoğalmıştır. Derler ki; “insan doğayı artık kontrôl altına almıştır, doğaya hâkimdir”. Oysa insanlık târihi, insanın doğa tarafından sürekli olarak sopalanmasının ve doğa tarafından cezâlandırılmasının târihidir. Zîrâ insan hiç-bir zaman, o çok basit gördüğü doğaya gâlip gelememiş, doğaya karşı hiç-bir zaman üstünlük kuramamış ve her zaman doğa tarafından yenilmiştir. Bu durum kıyâmete dek böyle sürecektir. Zîrâ doğa, Allah’ın sopasıdır.

 

İnsanın kutsallaşması da bir yerden sonra tersine döner ve doğal insan -sözde- “üst insan”a dönerek robotlaşır ve sayborg insan” olur. Bu durum arzu edilmeye başlanır. Çünkü dediğimiz gibi, Hümanizm aslında bir çelişki olarak insan düşmanıdır. Sayborg insan teorileri üretilmeye başlanır. İnsan insanlığından çıkar ve makineleşir. Makineye tapan Hümanizm için bu sorun değildir. Böylece insanın değeri düşer ve insanlar makineleşmek için seferber olur. Tabi aslında bu da hümanist insanın ölümsüzlük arzusudur. Zîrâ hümanist insan âhireti kabûl etmez ve ölümsüz olmak ister. Öyle ya, insan nasıl olur da bu kadar kutsallaşmış ve ilahlaşmış olmasına rağmen ölüp yok olabilir. O hâlde insan ölümsüz olmalıdır ve Homo Deus gibi ifâdelerle insanı ölümsüzleştirmenin yâni tanrılaştırmanın yolları aranır ve bu uğurda nice sapık yollara girilir. Transhümanizm denen şey budur. Yapay zekânın bu kadar irdelenmesinin bir nedeni de budur. Bir yazıda transhümanizm hakkında şunlar söylenir:

 

“Savunucularının tanımıyla transHümanizm, insanın fiziksel ve bilişsel yeteneklerinin arttırılması ve yaşlanma, hastalanma gibi arzu edilmeyen kusurlarının(!) ortadan kaldırılması amacıyla teknoloji ve bilimden faydalanılması gerektiğini öne süren uluslararası bir entelektüel ve kültürel harekettir. Üç ana amaç üzerine kuruludur: Süper uzun ömürlülük, süper zekâ ve süper refah seviyesi. Bu amaçlara ulaşmak için geleceğin teknolojileri, insana faydaları göz-önünde bulundurularak kurgulanmalı ve bu üç hedefi gözetecek biçimde değişim sağlanmalıdır. Transhümanistler, insanın bugünkü bilgisel ve teknik donanımının önemli bir geçiş evresi olduğuna işâret etmektedir. Bu durumda transhuman da ‘geçiş insanı’ olarak değerlendirilebilir. Akımın tâkipçilerine göre bu geçiş, kusursuzluğa ve hattâ -zamanla- ölümsüzlüğe geçiş olacaktır. Bu bakımdan insan dünyâsının kusursuzlaşması için insanın yapması gereken son îcat, yapacağı ilk üstün zekâlı makinedir. Daha sonra her-şeyi o üstün zekâlı makine yapabilecektir; bu üstün zekâ, yeni kusursuz makineler üreterek insan dünyâsını kusursuzlaştırabilecektir. Hastalığı ve ölümü hangi yaşta olursa-olsun felâket sayan ve kusursuzlaşmanın önündeki engeller addeden Kurzweil’e göre, insan bedeninin ve beyninin çalışma ilkeleri keşfedildikçe hastalık, yaşlanma gibi ârıza sayılabilecek kırılganlıklar olmadan daha yüksek performans elde edebilecek ve daha üstün sistemler geliştirilebilecektir. Transhümanistlere göre bu kusursuzlaşma sâyesinde insan, ilkel beynimizin hayvanlarla ortak saldırganlığı ve öfkesi olmadan yaşayabilecektir”.

 

Tasavvufta da insan kutsallaştırılmıştır ve insan tohumdan meyveye doğru bir seyir izler ve en kâmil noktaya ulaştığında tanrılaşır. Fakat “lâ fâileillallah” (Allah’tan başka fâil yoktur) düşüncesi “lâ mevcûde illallah” (Allah’tan başka mevcut yoktur) düşüncesini de yanında getirdiği için, insan kendinin varlığını inkâr edemez ve “lâ mevcûde illâ ene” (benden başka varlık yoktur) ve “lâilâhe illâ insan” (insandan başka ilah yoktur) durumuna kadar gelir. Zâten tasavvuf, “insanı tanrılaştırma felsefesi”dir. Seyr-i sülûk denilen şey de, “insanın tanrılaşma serüveni”dir.  

 

Tasavvufta bir -sözde- hoşgörü vardır. Her türlü zulmü “lâ fâile illallah” (yapan-eden Allah’tır) sözü ile hoşgörürler. Ne de olsa yapan-eden Allah ya; bu nedenle tüm sapıklıklar bile hoşgörülmelidir. Böyle düşünüverdiğinizde hoşgörüverirsiniz. Hâlbuki tasavvufçular, kendisine yapılan en küçük bir hatâyı bile affetmezler ve “lâ fâileillallah” yâni “bu da Allah’tan” demezler. Dosta düşmanlık, düşmana dostluk yapmak tasavvufun alâmet-i fârikasıdır. Hümanizmin ve hoşgörünün sözde büyük temsilcilerinden Celâleddin Rûmi’nin hoşgörüsü, sâdece Moğollara karşı gösterdiği bir hoşgörüdür. Egemenlere gösterdiği hoşgörü. Moğollara karşı savaşan müslümanlara hoşgörü göstermesi şöyle dursun, onları düşman bellemiştir. Bu nedenle de Moğol emperyâlistlerine ajanlık yapmıştır. Zâten küresel emperyâlistlerin Celâleddin’i bu kadar sevmelerinin nedeni de, emperyâl siyâsete geniş alanlar açabilme özelliğidir. Yoksa onun kara kaşına kara gözüne hevesli değillerdir. Bu hoş(t)görülü Celâleddin, oğlu Alâaddin’e hiç hoşgörü göstermemiş ve onu sevdiği kızdan ayırmıştır. Güyâ “aşk adamı” olan Celâleddin, Kimyâ Hâtun ile oğlu Alâaddin arasındaki sevgiyi-aşkı görmezden gelerek, Kimyâ Hâtun’u, Şems’e peşkeş çekmiştir. Şems ise onu döverek öldürmüştür.

 

“Ne olursan ol yine de gel” sözü vahye aykırıdır ve meselâ Kur’ân; kâfirler ve müşriklerin Kâbe’ye girmesini engeller ve “ne olursan ol yine de gel” demez:

 

“Ey îman edenler!; müşrikler ancak bir pisliktirler; öyleyse bu yıllarından sonra artık Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer ihtiyaç içinde kalmaktan korkarsanız, Allah dilerse sizi kendi fazlından zengin kılar. Şüphesiz Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Tevbe 28).

 

Batı, zulmünü ve sömürüsünü, güyâ demokrasi-liberâlizm-Hümanizm-özgürlük-refah adına yaptığından, insan adına yaptığından, bu yıkımları, zulmü ve sömürüyü normâl olarak görüyor ve gösteriyor fakat, “içinde yanan ateşi söndürmek için” tanklara bir taş atan çocuğu “terörist” olarak îlan ediyor ve Dünyâ’daki tüm angutlar da bunu batı’nın gösterdiği gibi görüyorlar. Rasim Özdenören şöyle der:

 

“Müslümanlar özellikle geçen yüzyılın ortalarından Îtibâren, İslâm-dışı dünyâya, müslümanca değil, ‘hümanistçe’ bir yoldan baktırılmaya başlanmıştır. Böylece, İslâm-dışı dünyâ, İslâm’ın emrettiği müsâmaha rûhu çerçevesinde değil, fakat hümansitlerin telkin ettiği bir müsâmaha rûhuyla görülmeye başlanmıştır. Meselâ bir Edison’un, bir Einstein’ın cehennemde yanmasına gönlünün râzı olmadığını söyleyebilen biri farkına varmadan ‘hümanizmin’ telkin ettiği görüş-dâiresine girmiş bulunur. Dahası, bu görüş-tarzı, Allah’ın râzı olduğundan râzı olmamak gibi bir netîceye de çıkacağından, sâhibini küfre de sokmuş bulunacaktır”.

 

Allah “son Peygamber”e kadar sık-sık peygamberler ve vahiyler göndererek, Dünyâda vahiy-merkezli din aleyhine bozulan ve “insan-merkezli olan”a kayan fesadı düzeltmiştir ve vahiy-merkezli dîni hâkim kılmıştır. Çünkü Allah, sâdece vahiy-merkezli dinden râzıdır. Son Peygamber Hz. Muhammed ile de bunu kemâle erdirmiştir. Artık insanların örnek alacağı bir Peygamber (sünnet) ve danışabileceği bir Kitapları (Kur’ân) vardır ve bu ikisine sıkı-sıkı sarıldıkları müddetçe vahiy-merkezli din, insan-merkezli dîne (Hümanizm) üstün olacaktır ve Dünyâ barış yurdu hâline gelecektir.

 

Tasavvuf “insan-ı kâmil”den bahseder. Tasavvufun bahsettiği insan-ı kâmil, aslında insan ile Allah arasındaki “ara tanrı”dır. Bu aynı, Nietzsche’nin “üst-insan” söylemi gibidir. Üst-insan düşüncesine göre normâl insanlar için maymunlar ne ise, üst-insan için de normâl insanlar maymun gibidir. Tasavvufta bu daha da abartılıdır. Zîrâ “üst-insan” olan insan-ı kâmil zamânın kutbu-gavsıdır ve kâinâtı elinde bir tesbih gibi oynayabilmektedir. Bu nedenle ona -hâşâ- “cenâb’ı hak” diyenler bile vardır. Çünkü insanı bir kere yüceltmeye başladığınızda, onu yüceltmenin bir sonu gelmez ve süreç, insanın Allah ‘ilân edilmesine kadar gider. Târih boyunca hümanizm buna çanak tutmuştur ve tutmaktadır. O hâlde insan, ancak Allah’ın yücelttiği kadar yüceltilmelidir ki Allah için üst-insan, “takvâda üstün” olan insandır.

 

İnsanı ilahlaştıran Hümanizm, modern insanı kandırmaktadır. Modern insan zannediyor ki tüm düşünceleri, arzuları ve istekleri özgürce kendi seçimlerinden oluşuyor. Zinhar böyle değildir. Peki modern insanın isteklerini ne  oluşturuyor?. Modern insan neyi istediğinin yada neyi niye istemediğinin farkında değildir. Modern insan kendisini özgür zannediyor ve isteklerinin ve arzularının kendisine âit olduğunu sanıyor. Bu büyük bir cehâlet ve ağır bir ahmaklıktır. Tabi büyük bir kandırmacadır da. Modern insan bilsin ki, rûhu ve mânâyı besleyecek ve tatmin edecek olan tek din İslâm’dır. Modern ve hümanist insan, Kur’ân ve doğal-normâl-fıtrî olan şeylerden vazgeçtiği için, artık kendisini yönlendiren ve hattâ kuşatıp “şeffaf zindanlara” atan şey, modern zamanlarda çok daha bâriz bir şekilde açığa çıkan ve Dünyâ genişliğinde bir hareket alanı bulmuş olan nefsi, arzuları, ihtirasları, istekleri, zanları, cehâleti, küfrü, şirki ve zulmüdür. Bunu ise Hümanizm üzerinden yapmaktadır.  

 

Hümanizmin ahlâkı değil “etik”i vardır ve etik görecelidir ve sınırlıdır. Bu nedenle de hümanist insanı adâletli olmaya sevk edemez. Zîrâ Hümanizm bâtıl bir dindir. Hümanizm yâni “insana-insanlığa olan inanç”, düşük bir inanma şeklinden başka bir şey değildir.

 

Transhümanizm; “insanın fiziksel ve bilişsel yeteneklerinin artırılması ve yaşlanma ve hastalanma gibi arzu edilmeyen veya gereksiz görülen yönlerinin ortadan kaldırılması amacıyla teknoloji ve bilimden faydalanılması gerektiğini öne süren uluslararası entelektüel ve kültürel bir hareket”tir. Transhümanizmi müjdeleyen bir-çok kişinin iddiâsına göre, insan ciddî tâmir ve güncelleme istiyor. Yeterince akıllı, yeterince hızlı, yeterince büyük yada yeterince çevik değiliz. Bu nedenle; “insanın yazılımını-donanımını güncellemek gerekir, çünkü özellikle bunlar muhtemelen yaşlanmanın hattâ ölümün sonunu getirecek” derler.

 

Fakat bunun bir sonu yoktur ve yapılacak olanların sonucunun hayırlı olması pek mümkün değildir. Zîrâ doğala, fıtrata ve normâle aykırı olan şeyin, geçici bâzı yararları olsa da, zarârı daha fazla dolur ve insanı ifsâd eder. Bu nedenle Hümanizm ve Transhümanizm ile birlikte insanın varacağı yer, “insansızlık” olacaktır. İsmi “Hümanizm=İnsancılık” olan şey, insanı ortadan kaldırıp yok edecektir. Bu süreç çoktan başlamıştır bile.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2019

 

Devamını Oku »

25 Eylül 2020 Cuma

Îman ve İslâm


“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?. Andolsun, onlardan öncekileri sınadık; Allah, gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da bilmektedir” (Ankebût 2-3).

 

“Allah nezdinde hak din ancak İslâm’dır” (Âl-i İmran 19).

 

İslâm: “(‘Selâm’dan) İtaat, inkıyad, bir şeye teslîmiyet. Din. Hz. Muhammed’in Allah’ın emriyle insanlara bildirdiği din”.

 

Îman: “İnanmak. Îtikâd. Hakkı kabûl, tasdik ve iz’ân etmek. İslâmiyeti kabûl edip amel etmek. Dînin bütün hakîkatlerini kabûl edip gereğini yerine getirmek”.

 

Klâsik kelam literatüründe îmânın içeriği ve sınırı ele alınırken onun İslâm’dan farklı olup-olmadığı meselesi tartışma konusu yapılmıştır. Bâzıları îman ile İslâm’ın sözlük anlamlarından hareketle bunların birbirinden farklı olduğunu ileri sürseler de genelde İslâm âlimleri, kelimelerin terim anlamlarını göz-önünde bulundurarak bunların aynı şeyi ifâde ettiğini belirtmiştir. Bu âlimlerden bâzıları îman ile İslâm’ın bir şeyin içi ve dışı gibi olduğunu, yâni bunların birbirlerini tamamlayan şeyler olduklarını ve birinin olmadığı yerde diğerinden de söz edilemeyeceğini vurgulamıştır.

 

İslâm ve îman, “Allah katındaki tek gerçek ve geçerli dîn”in iki ucudur. Îman olmadan İslâm olmaz. Aksi-hâlde münâfıklık olur. Fakat İslâm yoksa îman da geçerli olmaz. Zîrâ Kur’ân’da şöyle denir:

 

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

 

O hâlde İslâm olmak için îman etmek şarttır fakat îmânı ispat etmek için de İslâm olmak şarttır. Îman etmek, tüm kâlbî duygularla “Allah’ı, âhiret gününü, melekleri, kitapları (vahyi) ve peygamberleri kabûl etmek” demektir. Îman, Kur’ân ile gönderilen tüm vahyin Allah’tan olduğunu, ondaki tüm emirlerin-nehiylerin ve âyetlerin hak ve hakîkat olduğunun bilincine varmaktır. Fakat iş sâdece burasıyla sınırlı kalmıyor. Îman kâlpte başlayabilir ama îmânın sâdece kâlpte kalması bir işe yaramıyor, ki zâten Mekke’nin müşrikleri de Allah’a îman ediyorlardı yada en azından “îman ettim” diyorlardı. Yerleri, gökleri ve her-şeyi yaratanın Allah olduğunu kabûl ediyorlardı. Buna rağmen Allah onların şirk ve küfür içinde olduğunu söylüyordu. Zâten bir insanın şirk ve küfür içinde olması için Allah’a inanmış olması şarttır. Yoksa “Allah’a ortak değerlerin olduğuna inanmak” anlamındaki şirkin bir anlamı olmazdı. Allah’a inanmayanlar şirk koşamazlar ve müşrik olmazlar.

 

Îman, “îman umdelerinin kâlpte yer etmesi ve sonra da hayatta görünür olması” demektir ki bunu bireysel olarak ve topluca uygulayanlara “müslüman” denir. Îman ne kadar güçlü ise İslâm da o derece samîmi olur. Üstelik müslümanlık îmânı da zamanla güçlendirir ki Allah; “Ey îman edenler, Allah’a, elçisine, elçisine indirdiği kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba îmân edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve âhiret gününü inkâr ederse, şüphesiz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır” (Nîsâ 136) der. Yâni “ey îman ettiğini sananlar, gerçekten îman ediniz” der. Tabi bunda, “îman etmeyi oturduğunuz yerde değil, gerçek bir müslüman gibi yaşayarak yapınız” mesajı vardır.

 

İnsanlar îmânı güyâ kabûl ediyorlar ama İslâm’ı kabûl etmiyorlar. Yâni îmânın gereğini yerine getirmiyorlar. Bu, ya îmânın ve İslâm’ın ne olduğunun bilinmemesinden dolayı  yada yeterince yada hiç inanılmamasından dolayıdır. İslâm toplumunda yaşayan bir-çok inanmayan müslüman vardır. Bunlar “îman ettim” demelerine rağmen îmânın gereği olan ve İslâm’ın emri olan hiç-bir şeyi yapmazlar. Bunun için kendilerini zorlamazlar. O hâlde şöyle bir sonuç çıkar: İslâm’ın gereklerini yerine getirmeyenlerin îman iddiaları da doğru değildir yada sorunludur. Çünkü ispât edilmemiş hiç-bir şeyin geçerliliği yoktur İslâm’da. Îmânın ispâtı İslâm’dır. Yâni îmânın gereklerini ve vahyin emirlerini yerine getirmektir. Bunun en kâmil şekli, güzel örneklik Peygamberimiz’in Sünnet’i olan, vahyin en ideâl pratikliği şeklindeki örnekliktir. Zâten peygamberler de îmânın nasıl pratiğe yâni İslâm’a döküleceğinin örnekliğini göstermek için gönderilmişlerdir.

 

Îman ettiğini söylediği hâlde İslâm’ı umursamayan ve hattâ İslâm’a düşman olan müslümanlar(!) da vardır ki bunlar alsında “sözde müslüman”lardır. Îmân’ın kimde ve ne kadar olduğunu bilecek olan sâdece Allah’tır. Îmânın varlığını sâdece Allah değerlendirebilir ve bilir. Zîrâ îman kâlpte başlar ve kâlpleri ancak Allah bilir. Zâten sâdece Allah’ın lâyık buldukları îman edebilirler. Fakat îman durduğu yerde durabilecek bir duygu değildir ve mutlakâ zâhire çıkmak ve kendini pratikte göstermeyi ister. İşte bu pratiklik İslâm ile olur ve tezâhür eder. Îman, İslâm’ın direktiflerini yerine getirmede bir iç-enerjisidir.

 

İslâm Kur’ân’ın direktiflerini sâdece iç-âlemde değil dış-âlemde de göstermek ve hattâ hayâtı İslâm-merkezli şekillendirmek ister. “Îman ettim” iddiâsına rağmen Kur’ân’a düşman olanlar da vardır ki bu düşmanlık, Kur’ân’ın direktiflerini bilmemek, beğenmemek ve bu direktifler yüzünden sıkıntıya girmekten dolayı olan bir düşmanlıktır. “Kur’ân’ı okuyorum” diyenlerin büyük çoğunluğu da Peygamber’e düşmanlar yâni aslında din ile îman ile alâkaları yok. Çünkü “Kur’ân’ı hayâta hâkim kılmak” düşünceleri ve çabaları yok. Ortalık “inanıyorum” diyen “din düşmanları” ile dolu. Din ile uğraşan modern müslümanlar da dinden kurtulmanın ve dinde açık aramanın peşinde. Böylece mevcuda yâni moderniteye daha kolay ve rahat adapte olabilsinler ve uyum sağlayabilsinler.

 

İslâm “pratik” demek “pratik yapmak” demektir. İş yapmaya gelince müslümanların içi gidiyor, çünkü vazgeçmeleri gereken bir-çok şey var. Îman mutlakâ İslâm’a yönlendiriyor ve İslâm da kişinin bir-çok şeyden vazgeçmesini gerektiriyor, kişinin artık her türlü şeytanlıklardan vazgeçmesi gerekiyor, çünkü İslâm’ın bir  bedeli var. “Îman ettim” demekle güyâ îman ediyor ya.. “Kurban olduğum Allah” deyiverince iş bitiyor zannediyor, kendini kandırıyor. Yada daha genel konuşmak gerekirse kendimizi kandırıyoruz. Zâten bu nedenle olmuyor. Gerçek îman ve müslüman çıkmıyor. Yada yeterli sayıya ulaşamıyor. Böylece yeryüzünde adâletsizliğe, şirke, küfre ve zulme bir karşı çıkış olmuyor. Gerçekten îman eden yâni müslümanlık yapan insan sayısı çok-çok az, zîrâ İslâm’a göre bir hayat kurmak ve İslâm’a göre yaşamaya gelince modern müslümanlar İslâm, Kur’ân ve hattâ Peygamber düşmanı oluyorlar. Böylece şekilsel bir dindarlık içinde avâre-avâre geziyorlar.

 

“Allah katında din İslâm’dır” (Âl-i İmran 119) meâlindeki âyette ifâdesini bulan İslâm, Allah’a mutlak teslîmiyetin ifâdesi olarak târih-üstü bir geçerliliğe sâhip olan ve aynı-zamanda sâbit olup değişime kapalı bulunan tevhide dayalı inanç ve ahlâk sistemine karşılık gelir.

 

Mekke, îmânı, Medine ise İslâm’ı sembolize eder. Tabi gerçekten böyle bir ayrım yoktur ama Mekke îmânın yoğun olarak yaşandığı bir yer iken, Medîne ise İslâm’ın daha yoğun olarak yaşandığı yerdir. Zîrâ Mekke’de pratik için ortam müsâit değildi ve îmâna daha fazla ağırlık veriliyordu. Mekke’de îmanlar güçlendiriliyordu ve İslâm arzulanıyordu. Fakat gelin görün ki modern müslümanlar Mekke’yi kabûl ediyorlar fakat Medîne’yi kabûl edemiyorlar ve hattâ Medîne’yi “ilkel” görüyorlar. Oysa İslâm ile îman, “biri diğerinin şartı” mesâbesindedir.

 

Îman bireysel olarak başlar ve İslâm ile toplumsala döner ve bu toplum da devleti ve medeniyeti kurar ve başlatır. Îman ve İslâm’ın bireysel ve sâdece kâlplerde yaşanabileceğini zannedenler, modernite ile birlikte İslâm’a gerek kalmadığını da zannedenlerdir. Çünkü îman ile moderniteyi îman ile İslâm gibi görmektedirler. Sanki modernite İslâm’ın yerine geçmiştir ve tam da îmâna uygundur. İslâm’ın, zirvesine modernite ile ulaştığını sanıyorlar ve böyle kabûl ediyorlar.

 

Tabi İslâm olması için îmânın olması şarttır. Îmansız İslâmî yaşam olmaz, çünkü îmânî olmaz. İslâmsız da îman bir işe yaramaz ve ancak bireysel bir inanç olur ve hiç-bir yaraya merhem olmaz. Îman edip sâlih amel işleyenler ancak gerçek anlamda İslâm ve müslüman olabilirler.

 

İslâm, îmânı olgunlaştırır ve kemâline ulaştırır. Zîrâ îman, ancak pratiğe döküldüğünde ispât edilir ve Allah tarafından kabûl edilir. İslâm, îmânın pratiğe dönüştürülmesidir.

 

Îman teslîmiyet ister, yâni İslâm ister. İslâm ise, îman-merkezinde hayat bulmalıdır. Aksi-hâlde münâfıklık başlar. Kâlpler elleri harekete geçirmiyorsa orada bir nifâk sorunu vardır. En nihâyet îman kişiyi adanmaya götürmelidir ki bu adanma en ideâl şekilde müslümanca yaşamakla olur. Îman güçlendikçe adanma ister ki “tam anlamıyla İslâm” olunsun ve peygamberlerin sözleri tezâhür etsin: “Biz sana teslim olmuş olanlarız”.

 

Modern insan gerçek anlamda îman etmemiş olmadığına bakmayarak sâdece “îman ettim” demekle kurtulacağını sanmaktadır. İslâm’ın direktiflerini yerine getirmeyi aklının ucundan bile geçirmemektedir. Böylece direktifler havada ve boşlukta kalmaktadır. Zîrâ modern insan amel-eylem olarak moderniteyi benimsemiştir. Çünkü îmânı da “gerçek îman” değildir. Müslümanlığı ise genetiktir. Âileden gelen “psikolojik bir müslümanlık” vardır ve bu müslümanlık îmâna dayanmadığından dolayı da İslâmca bir yaşayış ortaya koy(a)mamaktadır.

 

Allah’ın hak dîni olan İslâm, kişinin dinleyerek, okuyarak, anlayarak, idrâk ederek düşünmesi ve kâlbinin bununla tatmin bulmasıdır. Îman zamanla artar ve güçlenir. Tabi eksilebilir de. Fakat îman en ideâl hâline ancak İslâm olunduğunda yâni îman kişiyi İslâm’ın emirlerine göre yaşamaya ve hareket etmeye yönlendirdiğinde ortaya çıkar. O hâlde Peygamber’in de örnekliğini yaptığı din, iç-âlemi îman ile aydınlattıktan sonra gerçek îmânın da bir zorlamasıyla dış-âlemde de harekete geçilmesi ve hattâ İslâm’ı hayâta hâkim kılma mücâdelesinin verilmesi ve Allah’ın izni ile de İslâm’ın hayâta hâkim kılınmasıyla tamamlanmış olacaktır. Yâni din, îman ve İslâm ile birlikte tamamlamış olacaktır. Yoksa sâdece kuru îman iddiâsı ile ve sâdece içi boş ibâdetlerle değil.

 

“Dînin tamamlanması” süreci îman ile başlar ve İslâm ile devâm eder. En nihâyetinde de “Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarınızı görendir” (Enfâl 39) âyetiyle hedefine ulaşır. Bu uğurda bir imtihan bilinciyle hayatlarını yaşayanlar, Dünyâ’da iyilikler bulacakları gibi âhirette de sonsuz cennet nîmetleri ile sevineceklerdir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2019

 

Devamını Oku »

20 Eylül 2020 Pazar

İnsan-ı Kâmil ve Üst-İnsan Safsatası


“Ey insanlar!; gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve ‘birbirinizi tanımanız ve tanışmanız’ için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucurât 13).

 

İnsan-ı Kâmil’e; “kemâlâta ulaşmış insan”, “ulaşabileceği en üst makamda bulunan insan” anlamı verilir. Fakat aslında kemâlâttan kasıt, “nirvanaya ulaşmak”tır. Yâni “Allah’a ulaşmak ve O’nda yok olmak, O olmak” anlamındadır. Çünkü “kâmil”; bütün, eksiksiz, noksansız, yetkin, tam” anlamındadır. Bu kelimeler ancak ve ancak Allah için kullanılabilir. İşte bu kelimeler insan-ı kâmil için de kullanılınca -hâşâ- “Allah olmuş insan” anlamına ulaşılır ki zâten tasavvuf yada bâtınîlik bu kavramları Allahlaşmak” anlamında kullanır. Kadim bir şirk felsefesi olan tasavvufta insan‑ı kâmil, -güyâ- fenâfillah (Allah’ta eriyip yok olma) mertebesine eren insana denir. Fenâfillah olan kişi, “beşerî özelliklerini Allah’ın irâdesinde eritmiş kişi” olarak anlaşılır.

 

Üst-insan ise; “süper insan, süpermen, yüksek insan, diğer insanlara göre en üstün insan” anlamındadır. Nietzsche’ye göre üst-insan, insanoğlunun amacıdır. Zâten tasavvufta da insanın amacı ve hedefi insan-ı kâmil olmak yâni -hâşâ- “Allah olmak yada Allah olduğunun farkına varmak”tır. Üst-insan düşüncesine (yada safsatasına göre) her varlık kendisinden üstün bir şey yaratmıştır. Bu nedenle insanın da kendisini aşması gerekir. Maymun, insanın gözünde ne ise, insan da üst-insanın gözünde o olmalıdır. Dünyâ’nın varlığının amacı üst-insandır. Üst-insan; güçlü, korkusuz ve acımasız olmalıdır. 

 

“İnsan’ı-ı kâmil” düşüncesiyle “üst(ün) insan” düşüncesi aynıdır. “Üstün insan” anlayışı, evrimciliğin bir aşamasıdır. 19. yy.’da evrimciliğin bir aşaması olan “üstün insan” anlayışı öylesine yaygınlık kazanmıştı ki, buna bilimsel bir olgu diye bakılıyordu. “Üst-ün insan” düşüncesi, insan-ı kâmil düşüncesi gibi tasavvufî-bâtınî-mistik düşünceden farklı değildir. Bu nedenle birbirlerini destekleyip alkışlarlar. Muhammed İkbâl’in insan-ı kâmil konusundaki görüşleriyle Nietzsche’nin “üst-ün insan” düşüncesi arasında bir-çok benzerlik vardır. Hattâ bâzıları İkbâl’in felsefesinin “Nietzsche’nin bir adaptasyonu” olduğunu söyler. Pakistanlı şâir İkbal, buna bakarak İslâm’da da “üstün insan” anlayışının yeri olduğunu, İslâm’daki “insan-ı kâmil” tanımının batı’nın “üstün insan” anlayışının karşılığı olduğunu söyleyebilmiştir.

 

Gerek insan-ı kâmil gerekse de üst-insan düşüncesinde, toplumdan bâriz bir şekilde ayrılmış ve kendinden aşağıdakiler avam, câhil, sürü, kitle, gibi düşük kişiler iken, insan-ı kâmil ve üst-insan ise -güyâ- çok yüksek makamlara çıkmış, kendisini aşmış ve “ilahlaşmış kişi” olmuştur. Oysa bir insanın böyle bir noktaya gelmesi, bırakın gerçek hayâtta, rüyâda bile olmaz. Çünkü Allah ilahlığını kimse ile paylaşmaz. Böyle sözde makamlardan söz etmek, Allah’ı inkâr etmeden yada O’nu sınırlandırmadan olmaz.

 

Hâlbuki insanların en ahlâklıları oldukları için seçilen peygamberler böyle değildir ve aslâ böyle sapıkça iddiâları olmamıştır. Onlar halkın arasındadır ve görünüş olarak halktan bir farkları yoktur. Öyle ki bir gün Peygamberimiz ve bir-kaç sahabe mescidde otururlarken Peygamberimiz’i görmeye gelen biri, “hanginiz Muhammed” diye sormuştur. Çünkü Peygamberin diğer insanlardan bâriz bir farkı yoktu. Onun farkı muhteşem bir ahlâka sâhip olması ve bu nedenle Allah tarafından peygamber seçilerek kendisine vahyedilmesidir. Takvâda en üstün olan kişi Peygamberimiz olduğu için Allah katında en üstün olan kişi de odur. Yâni önemli olan, insanların katında ve insanlara göre üstün olmak değil, Allah’a göre ve Allah katında üstün olmaktır ki bunun da yolu “takvâda üstün olmak”tan geçer. Haddini aşmamış olan her insan, kendini insanlara değil, Allah’a beğendirmeye çalışır ve ancak O’nun rızâsını almak için çaba harcar. İşte bu düşünceyi ve ideâli hem işlerine gelmediği için hem de kibirlerinden dolayı beğenmeyenler, insanları ölçü alarak kendilerini insan-ı kâmil ve üst-insan olarak görürler ve gösterirler. Diğer insanlara da en yüce ideâl ve hedefin bu olduğunu söylerler.

 

İnsan-ı kâmil ve üst-insan düşüncesinde olanlar, bâtınîliği merkeze alanlardır. Çünkü zâhirde yâni herkesin yaşayıp bildiği hayatta -özel anlamda- insan-ı kâmil ve üst-insan olunamayacağı besbellidir. Bu nedenle hemen, yoruma çok fazla açık olan bâtınîliğe sarılırlar ve başlarlar yeni kavramlar, yeni anlamlar ve yorumlar yapmaya ve bu yorumlara dayanarak “süper insan” imajı oluşturmaya. Tasavvufçular tasavvufa dayanarak “insan-ı kâmil” imajı üretirken, Nietzsche ise “üst-insan” imajını bir aşırı yorum öğretisi olan Zerdüştlüğe dayanarak oluşturmuştur. Yâni eğer tasavvufa ve bâtınîliğe yaslanırsanız, mutlakâ kendinizi olduğunuzdan farklı görmeye başlarsınız: Bu öğretiler, normâlliğe düşmandırlar. İlle de kendilerini dev aynasında görmek isterler yada öyle olduklarını zannederler. Bu tutum tabî ki de kibrin ve şizofreninin bir sonucudur. Zîrâ aklı başında olan kişilerin böyle saçma ve sapık yollara yönelmesi mümkün değildir.  

 

İslâm’da bağlılık, “üst-insan”a değil, insanın ve tüm varlığın üstünde olan Allah’a olur. Zâten tevhid, O’ndan başkasına mutlak bağlılığın olmamasıdır. İslâm, Allah’tan başkasına “Allah gibi” bağlılığı şirk sayar. Nietzsche, Allah yerine üst-insana bağlanmayı ve hattâ onu yaratmayı önerir. Böyle Buyurdu Zerdüşt’te şunlar söylenir:

 

“Zerdüşt, ormanın eteklerinde bulunan en yakın kasabaya vardığında halkı, bir ip-cambazını seyretmek için geldikleri pazar yerinde toplanmış buldu. Zerdüşt halka şöyle seslendi: ‘Ben size ‘insan-üstü’nü öğretiyorum. İnsan, aşılması gereken bir şeydir. İnsan yenilmesi gereken bir şeydir. Onu yenmek için ne yaptınız?. Şimdiye kadar bütün varlıklar kendilerinden üstün bir varlık yarattılar. Siz bu büyük yaratışın gerisinde mi kalacaksınız?. İnsanı aşacağınız yerde hayvanlığa dönmeyi mi tercih edeceksiniz?.

 

İnsana göre maymun nedir?. Gülünecek veyâ acı bir utanç verecek bir şey. İşte insan da ‘insan-üstü’ne göre böyle olmalıdır. Gülünecek veyâ acı bir utanç verecek bir şey. Siz, solucandan insanlığa kadar yol aldınız ve içinizde bir-çok şey hâlâ solucandır. Bir zamanlar maymundunuz ve şimdi bile insan, her maymundan fazla maymundur.

 

Bakın size ‘insan-üstü’nü öğretiyorum. ‘İnsan-üstü’ Dünyâ’nın, yaşamın amacıdır. İrâdeniz demelidir ki: ‘İnsan-üstü Dünyâ’nın, yaşamın amacı olmalı’. Size yalvarıyorum kardeşlerim, Dünyâ’ya, yaşama sâdık kalın ve size öbür dünyâ ümitlerinden bahsedenlere kanmayın. Bunlar bilerek veyâ bilmeyerek zehir saçanlardır.

 

Bir zamanlar tanrıya isyan, en büyük günahtı. Fakat tanrı öldü ve onunla birlikte bu günahlar da öldü. Şimdi en korkunç şey, yaşama karşı günah işlemek ve ‘bilinmesi mümkün olmayanı’ yaşamın amacından üstün tutmaktır”.

 

Oysa insan, ya insanı aşmakla yada hayvanlığa dönmekle değil, Allah’a hakkıyla kul olmakla gerçek anlamda insan olur. Üst-insan diye bir şey yoktur, “üst-üstün kulluk” vardır ki bunlar, takvâda ilerlemiş ve üstün olmuş olanlardır. Üst-insan düşüncesinde âhireti inkâr da vardır. Nietzsche şöyle der:

 

“Zerdüşt; ‘şerefimle söylerim ki dostum, söylediğin şeylerin hiç-birisi yoktur. Şeytan yoktur ve cehennem yoktur. Rûhun, bedeninden daha önce ölecektir. Artık hiç-bir şeyden korkma’ dedi. Biz aslâ cenneti istemiyoruz, biz erkeğiz, onun için Dünyâ’yı istiyoruz”.

 

İnsan-üstülük yada insan-ı kâmil düşüncesi, anlamlılık değil, bir yoldan çıkıştır. Zîrâ bu düşünce normâle, fıtrata ve doğala aykırıdır. İnsan, “kul olarak” insan olmakla en kemâline ulaşabilir ancak, tanrı olmakla değil. Nietzsche bedeni ilahlaştırmıştır ve şöyle der:

 

“Artık başınızı kutsal şeylerin gizine gömmeyin. Ben tamâmen bedenden ibâretim. Başka hiç-bir şeyim yok. Ve rûh ancak bedende olan bir şeyin adıdır. Kardeşim, senin küçük aklın da bedeninin bir parçasıdır. Rûh dediğin şey büyük aklının bir parçası ve oyuncağıdır.

 

Fakat duygu ve rûh her-şeyin amacı olduklarına seni inandırmaya çalışırlar. O kadar kibirlidirler. Duygu ve rûh, âlet ve oyuncaktırlar. Bunların ardında asıl varlık vardır. Bu varlık; duyguların gözüyle arar, rûhun kulaklarıyla dinler. Bu varlık sürekli arar ve dinler. Kıyaslar, zorlar, fetheder, tahrip eder, hükmeder ve ‘ben’in de hâkimidir. Kardeşim, düşüncelerin ve duyguların ardında kudretli bir âmir, meçhûl bir egemen vardır. Asıl varlık budur. O, senin bedenindedir, o senin bedenindir. Bedeni daha iyi tanıyalı bêri, rûhun bence önemi kalmadı. Ve sonsuz denen her-şey bir sembôlden ibâret”.

 

Nietzsche üst-insan yada insan-üstünü tanrı yerine koyar:

 

“Bütün tanrılar ölmüştür. Şimdi istiyoruz ki ‘insan-üstü’ yaşasın. Bir zamanlar uzak denizlere bakarken ‘tanrı’ denirdi. Fakat şimdi size ‘insan-üstü’ demeyi öğretiyorum. Tanrı bir düştür. Fakat isterim ki düşünüz yaratıcı irâdenizi geçmesin. Bir tanrı yaratabilir misiniz?. Öyle ise bana tanrı lafı etmeyin. Ama pekâlâ ‘insan-üstü’ yaratabilirsiniz. Belki bizzat siz olamazsınız, kardeşlerim, fakat  kendinizi ‘insan-üstü’nün babaları ve dedeleri hâline getirebilirsiniz. Sizin en iyi yaratmanız bu olmalı. Eğer tanrılar vâr olsaydı ben tanrı olmamaya nasıl dayanabilirdim. O hâlde tanrı yoktur. Bana gölge gibi gelen, ‘insan-üstü’nün güzelliğiydi. Ah kardeşlerim, tanrılardan artık bana ne!”.

 

Nietzsche eşitliği istemez, zîrâ üst-insanın olduğu yerde eşitlik olmaz:

 

“Bu eşitlik öğütleyenleriyle karıştırılmak istemem. Çünkü bence hakkâniyetli hüküm şudur; insanlar eşit değildir ve eşit olmamalıdırlar da. Eğer böyle demeseydim ‘insan-üstü’ne olan sevgim ne olurdu?”.

 

Tanrıyla dalga geçer ve tevhidi tersine çevirmeye çalışır:

 

“Doğrusu odur ki onlar bir defâsında da kendi-kendilerine gülmekten öldüler. Bu bir tanrının en dinsizce sözü söylediği zaman oldu. O söz şudur: ‘Bir tek tanrı vardır. Benden başka tanrın olmamalı’.

 

Kabasakal, kıskanç bir tanrı!. O kendini unutmuştu. O zaman bütün ilahlar güldüler ve tahtlarının üstünde sallanarak şöyle bağırdılar: ‘Tanrılık bu değil midir ki ‘ilahlar vardır, fakat ilah’ yoktur. Tanrılık odur ki “tanrılar vardır fakat tanrı yoktur’.

 

Tanrı öldü, şimdi istiyoruz ki ‘insan-üstü’ yaşasın. Kâlbimde yalnız ‘insan-üstü’ var. Bence önemli tek şey bu. İnsan umurumda değil. ‘İnsan en iyi, en uzun ve en hoş şekilde nasıl yaşar?’ diye sormaktan yorulmuyorlar. Bunlar bugünün egemenleridir. Kardeşlerim, bu egemenleri ve bu küçük adamları yok edin, bunlar ‘insan-üstü’ için en büyük tehlikedirler”. 

 

Allah ölünce(!) insana tapmaya başlayan Nazilerin filozofu Nietzsche şöyle der:

 

“Çürümüş tanrısallığın kokusunu duymuyor muyuz?. Çünkü Tanrı bile kokuşmuştur. Tanrı öldü. Ve onu biz öldürdük!. Kendimizi, bütün kâtillerin en kâtilini nasıl teselli edeceğiz?. Dünyânın şimdiye kadar sâhip olduğu en kutsal ve en kudretli şey bizim sapladığımız bıçakla öldü. Bu kanı üzerimizden kim silecek?. Hangi suyla kendimizi temizleyebiliriz?. Hangi kutsal oyunları tertiplemeliyiz?. Bu gerçeğin büyüklüğü bizim için çok fazla değil midir?. Bizlerin de tanrılar olması gerekmez mi, en azından buna değer görünmüyor muyuz?. Bizden sonra doğan herkes şimdiye devâm ede-gelen -ki târihten çok daha yüce bir târihe âittir- bu nedenle bundan daha büyük bir olay yoktur!. Sâdece aptallar ve zayıf kişiler Tanrı’ya inanmaya devâm eder: Tanrı’nın kendisi akıllı insanlar olmadan vâr olamaz. Fakat Tanrı’nın vâr olması akılsız insanlar olmadan daha zor olurdu”

 

Nietzsche’den sonra 20. yüzyılda başa gelen süper diktatörler “Tanrı” olma hırsızyla Dünyâ’nın ve insanların anasını ağlattı. İş-başına geçitler, ekini ve nesli helâk ettiler. Nietzsche’nin kendisi battığı gibi felsefesi de battı. “Ölen Tanrı”nın yerine geçen süpermenler(!) Tanrılığı beceremediler ve mecbûren şeytanlık üstüne şeytanlık yaptılar ve sıçtılar batırdılar.

 

Siyonist yazar Ahad Ha’am, “Yahudilik ve Nietzsche” adlı makâlesinde, “mükemmel insan” türünden bahseder. Ona göre Nietzsche’nin Üstün İnsan’ı, Yahudilerin soyudur. İbrânilerdir. Varlıklar dünyâsında seçilmişlere doğru bir evrim vardır ve bu evrim mükemmelleşmeye giderken Yahudilere ulaşır. Maddeler, bitkiler, hayvanlar, konuşma yeteneği olan hayvanlar ve hepsinin üstünde “Yahudiler” gelir. Anlaşılan süpermenlik hevesi kıyâmete kadar devâm edecek.

 

Nietzsche, gücü her-şeyin üstünde tutar. İnsan-ı kâmil düşüncesinde de öyledir. İnsan-ı kâmil olanlar -hâşâ- “cenâb-ı hak” olarak bu güçle kâinâtı ellerinde tesbih gibi oynarlar(!). Bunlar tanrıyı öldürüp, yerine kendilerini geçirmişlerdir. Tanrı’nın yerine insanın geçmesini önerirler.

 

Nietzche gibi niceleri, modernite sürecinde “doğaya hâkim olma ve üstün insan yaratma” idealiyle yola çıkmışken, geldikleri yer, insanın kendi eliyle yaptığı makine karşısında değersiz bir nesnesi olmuş olmalarıdır.

 

Geleneksel ve modern sapık zihniyet, peygamber örnekliklerinde olduğu gibi gerçek bir kahraman ve kahramanlık ortaya koyamadıkları ve Dünyâ’yı hayâl ettikleri gibi değiştiremedikleri için, sahte, yapay ve sûnî kahramanlar ve insanlar ortaya çıkarmışlardır. İşte modernite ve modern insan ancak bunu yapabilir. Çünkü insanlara; “modernite ile gerçekleşecek” diye verdikleri sözlerin hiç-birini gerçekleştiremeyince, bunu çizgi ve film karakterleriyle ortaya koymuşlardır. Süpermen bunun bir yansımasıdır. İşte insan-ı kâmil ve üst-insan da bunun felsefi uzantısıdır. Peygamberler gibi, sonuna kadar bedel ödemeyi göze alabilecek insanlar bulamayınca ve olamayınca, sözde üstün bilgiyle insan-ı kâmil ve üst(ün() insan olduklarını zannediyorlar ve bunu yaygarasını yapıyorlar.

 

İnsan-ı kâmil ve üst insan teorisinde, diğer insanlar ötekileştirilir. Ya “avam” olarak “gereksiz aşağı varlıklar” görülürler, yada “evrimini tamamlamamış ilkeller” olarak görülürler. Oysa onların görece geri durumda olması bile, insan-ı kâmil ve üst-ün insan düşüncesini sâhiplenen devletlerin zulmü nedeniyledir.

 

İnsan ne kadar ilerlerse-ilerlesin Tanrı olamaz. İnsanın ulaşabileceği en üst sınır, peygamberler gibi “kul” olabilmektir.

 

Üst(ün) insan yada insan-ı kâmil olmak, “tanrılaşmak” demektir. İnsan tanrılaşınca tanrı da “insanlaşmış” olur. Yâni insan -güyâ- bâkileştikçe Tanrı fânileşir. Böylece Tanrı öldürülür ve insan “ölmez olan” olmaya başlar. Hz. Îsâ’yı “kul ve peygamber” olarak kabûl etmekle tatmin bulamayanlar, onu tanrılaştırdıkları gibi, tanrıyı da Îsâlaştırmışlardır. Tanrı insanlaşınca fâni olur ve bir gün gelir ölür. Nietzsche’nin “tanrı öldü” demesi bu nedenledir. Bunlar hep Allah tasavvurundaki bozukluklar ve vahyi hesâba katmamanın ortaya çıkardığı sapkınlıklardır. Tanrı insanlaştığında O’nunla dalga geçmek ve onun emirlerini ve yasaklarını takmamak ve savsaklamak normâlleşir ve “sen tanrıysan ben de tanrıyım, o hâlde sen bana uy” demeye  başlarlar. Tanrılaşmayı isteyen ve kendini tanrı gibi görenler, tanrıyı ise insan olarak görmeye başlarlar ve sonuçta tanrıyı küçümserler. İnsanları tanrıya değil, kendilerine çağırırlar. İnsanlar da tanrıya değil, sözde tanrılaşmış olan insanlara kulluk etmeye başlarlar. İşte İslâm’ın mücâdelesi bu sapıklıkla, küfür ve şirk iledir.

 

Nietzsche “tanrı öldü demişti. Bu tanrı hangi tanrıdır tartışılır belki ama olan şey şudur ki, Nietzsche öldü ama, Allah ölmedi, ölmez.

 

Tasavvufta insan-ı kâmil ve üstün-insan düşünceleri vardır. Gavs, kutup, vs. gibi nitelemelerin nedeni budur. Tasavvufta yada bâtınîlikte insan-ı kâmil yada üstün insan, Allah ile kul arasında aracı bir tanrıdır. İnsan-ı kâmil için tasavvufçular “cenâb-ı hak” derler. Cenâb-ı hak denilen kişinin insan-ı kâmil olduğunu kabûl ederler. Üst ve üstün insanın kâinâtı elinde tespih gibi oynayabilirmiş, kâinât onun yüzü-suyu hürmetine deverân ediyormuş. O olmasa kâinat yıkılırmış. Bunun gibi çeşitli zırvalıklar insan-ı kâmile ve üst-insana isnât edilir. Tasavvufçular Nietzsche’yi severler ve onun “üstün bir zekâya sâhip olduğunu” dile getirip dururlar. Zîrâ tasavvuftaki “insan-ı kâmil” ile Nietzsche’nin “üst-ün insan”ı aynı kişidir.

 

Mistikler, “hiç kimse bir tek yaşam içinde kâmil insan=üst insan olamaz” diyorlar. Çünkü o düzeye gelmeye insan yaşamının süresi yetmez. O hâlde defâlarca gelmek gerekir inancıyla reenkarnasyon düşüncesi açığa çıkıyor. 

 

İnsan-ı kâmil yada üst-insan olmayanlar “avam” adında bir çeşit hayvandırlar. Zîrâ tekâmüllerini yada evrimlerini tamamlayamamışlardır. Zâten Nietzsche’nin sözcülüğünü yaptığı üst-insan düşüncesinde, üst-insan olamamış insanlar, üst-insan ile maymun arasındaki gelişmiş maymun değerinde bir varlıktır. Yâni hâlen maymunluktan yâni hayvanlıktan kurtulamamıştır. Oysa ki Allah her insanı en güzel sûrette yaratmıştır ve onu yolun başına koymuştur. Fakat kibrine ve nefsine yenilen insanlar aşağılık olur:

 

“Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.  Sonra aşağıların aşağısına çevirdik. Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar başka; onlar için kesintisiz bir ecir vardır” (Tîn 4-6).

 

Âyete göre her insan ilk yaratıldığında zâten en kâmil şekilde yaratılmıştır. Doğala, normâle ve fıtrata uygun olarak yâni Allah-merkezli bir yaşayışı olmayanlar ve Allah’ın kulu olduğunu göz-ardı ederek yoldan çıkanlar ise, hayat süreçleri içinde aşağıların en aşağısına kadar düşerler ve hayvandan da daha aşağı olurlar. Olan şey şudur ki, kendilerinin kibirlerine, nefislerine kul olduklarına bakmayanlar, insan-ı kâmil ve üst-insan düşüncesiyle aşağılık hâllerini perdelemek istemektedirler. 

 

Tasavvufta, “insan-ı kâmil’e kul olmak” ile “âlemlerin rabbi olan Allah’a kul olmak” arasında fark yoktur.

 

İnsan-ı kâmil; zamânın kutbu, kutb-ûl aktabı, gavs-ı azâmıdır ve aslında zamânın sâhibi (sâhib-ûl zaman) olarak adlandırılır. Lâkin zamânın tek sâhibi Allah olduğu için, aslında insan-ı kâmil, -hâşâ- “Allah olmuş insan” yada “Allahlığını en üst derece fark-etmiş olan kişi”dir. İşte üst(ün)-insan olmak da böyledir. Tanrı öldürülünce yerine “üst-insan” konmak istenmektedir. Nietzsche, -hâşâ- “Tanrı’nın ölümünü” îlân ettikten sonra, onun yerine -sözde- üst/üstün insanı (Ubermensch) koymak istemiştir. Oysa Allah’ın olduğu yerde insan-ı kâmil ve üst-insana olmak ancak, “iyi bir kul” olmak anlamına gelebilir. Bahsedilen anlamda insan-ı kâmil yada üst-insana olmak için âlemlerin rabbi olan Allah’ın öldürülmüş yada “insanda yok olmuş” olması gerekir. Ahmet Yaşar Ocak, kutup kavramından şu şekilde bahseder:

 

“Kutubu anlatan metinlerde çizilen kutup portresi, âdetâ insan-üstü kutsal bir varlığı anlatması îtibâriyle dikkatle üzerinde durulmayı gerektiren bir kavram olarak ortaya çıkıyor. Bu metinlere göre kutup, gerçekte ‘Rûh-u Muhammedi’dir. Allah’ın tecelligâhıdır ve bir ‘delikanlı’ sûretinde görünür; Allah ona bütün sıfatlarıyla vâsıtasız olarak tecelli ettiğinden, her zaman ve mekânda dilediği şekil ile görünür; gelmiş-geçmiş bütün kutuplarda görünen de aslında odur. Nübüvvet ve Velâyet’i şahsında temsil eder; yeryüzündeki bütün işleri hak ve adâlet ile yönetmek üzere bizzat Allah tarafından halife ve hakem kılınmıştır. Kısacası kutup, Allah’ın bu âlemi yönetmek üzere ilâhi yetkilerle donattığı, insan görünümündeki insan-üstü, fevkalâde bir varlık, âdetâ Allah’ın kendisidir. Metinlerin dolambaçlı üslup gayretlerine rağmen söylenmek istenen kısaca budur”.

 

“Kutup, ‘başı Arş’da, ayağı Ferş’de’ on sekiz bin âleme doludur” deniyor. Peki bu insan-ı kâmil ve üst-insanın gücü sâdece mânevî alanda mıdır?. Dünyevî alanda da “en üstün” değiller midir?. Eğer üstün iseler niçin sosyâl, ekonomik, kültürel ve siyâsal alanda da en üst olmuyorlar?. Çünkü mevcut lâik-demokratik cumhûriyete, seküler hayâta ve liberâl-kapitâlist ekonomiye bir şey dedikleri yok. Siyâsi lîderlere itaat ediyorlar ve onları desteklemek için gidip oy veriyorlar. Peki niçin kendileri bu alanda da Dünyâ’yı ve insanları yönetmiyor?. Yoksa Allah onlara bu alanda yetki vermemiş midir?. Bunların -sözde- kâinâtı ellerinde tesbih gibi çevirmeye güçleri yeterken, dünyevî konularda ve insanlar arasında üst olmaya güçleri yetmiyor mu?. Modern tasavvufçularda, “üst-ün insan”da ve kutuplarda iş yok. “Dandik kutup” bunlar. Oysa eskiden bu bilinçle bâzı kalkışmalar yapılmıştı. “Mâdem göklerin ve yerin yönetimini Allah bana verdi, o hâlde padişah yerine benim geçmem gerekir” diyen ve bu uğurda isyân eden kutuplar(!) vardı. Ahmet Yaşar Ocak bu konuda da şunları söyler:  

 

“Bayrâmi Melâmiliği’nin doktrininde kutbun hem dînî, hem de dünyevî (daha doğrusu siyâsî) olmak üzere iki misyonuna işâret olunduğu görülmektedir ki, işte melâmiler’in Osmanlı iktidârına neden karşı çıktıkları sorusunun cevâbı da burada yatmaktadır. Çünkü melâmiler bu inançlarının tabî sevkiyle Osmanlı sultanlarının hem dînî, hem dünyevî otoritesinin gayri meşrû olduğunu düşünmekte, Dünyâ’yı yönetmesi gereken asıl otoritenin de kendi kutupları olduğuna inanmaktadırlar.

 

Merhum Gölpınarlı, Bayrâmi Melâmilerinin ölümle cezâlandırılmalarını, Vahdet sırrının meydana vurulmasından ileri geldiği şeklinde sırf doktrin boyutunda değerlendiriyorsa da, asıl mesele, Osmanlı iktidârına karşı takınılan siyâsî tavırlar ve buna bağlı iktidar karşıtı hareketlerdir. Osmanlı iktidârını bu şekilde gayri meşrû sayan bir doktrinin halk arasında yayılması bir yana, bizzat kapı-kulları, merkez bürokrasisi arasında destek görmesinin Osmanlı iktidârı açısından ne kadar büyük bir tehlike arz ettiğine ve merkezi yönetimin de meseleye bu açıdan baktığına şüphe yoktur”.

 

Yâni üst-insan ve insan-ı kâmil, insanların imamı(!) olduğu için bu imamlığı sâdece mânevî alanda değil, dünyevî alanda da ikâmet etmesi gerekir. Aksi-hâlde iddiâsı boşa çıkar. Fakat bunu yapması için mevcut otoriteye kafa tutması ve onun yerine geçmesi gerekir.

 

İnsan-ı kâmil ve üst(ün) insan bir tanrı-insan sentezidir. İnsan ile tanrı birleştiğinde -hâşâ- Allah olur.

 

Nietzsche bir nihilist olduğu için, her-şeyin boş ve değersiz olduğunu savunur. Fakat bu boşluk aslâ tatmin edici olmadığından dolayı ve bir ilah inancı da olmadığından, insanı ilahlaştırma yolunda üst-insan felsefesini ortaya atmıştır. Nietzsche’ye göre her-şey anlamsızdır. Dünyâ can sıkıcıdır. Yaşam her geçen gün daha da değerden yoksunlaşmaktadır. Tanrı ölmüş, insanlar bireysel yalnızlıklar içine gömülmüştür.

 

Tasavvufta da insan kutsallaştırılmıştır ve insan tohumdan meyveye doğru bir seyir izler ve en kâmil noktaya ulaştığında tanrılaşır. Fakat “lâ fâileillallah” (Allah’tan başka fâil yoktur) düşüncesi “lâ mevcûde illallah” (Allah’tan başka mevcut yoktur) düşüncesini de yanında getirdiği için, insan kendinin varlığını inkâr edemez ve “lâ mevcûde illâ ene” (benden başka varlık yoktur) ve “lâilâhe illâ insan” (insandan başka ilah yoktur) durumuna kadar gelir. Zâten tasavvuf, “insanı tanrılaştırma felsefesi”dir. Seyr-i sülûk denilen şey de, “insanın tanrılaşma serüveni”dir. 

 

Tasavvuf “insan-ı kâmil”den bahseder. Tasavvufun bahsettiği insan-ı kâmil, aslında insan ile Allah arasındaki “ara tanrı”dır. Bu aynen, Nietzsche’nin “üst-insan” söylemi gibidir. Üst-insan düşüncesine göre normâl insanlar için maymunlar ne ise, üst-insan için de normâl insanlar maymun gibidir. Tasavvufta bu daha da abartılıdır. Zîrâ “üst-insan” olan insan-ı kâmil zamânın kutbu-gavsıdır ve kâinâtı elinde bir tesbih gibi oynayabilmektedir. Bu nedenle ona -hâşâ- “cenâb’ı hak” diyenler bile vardır. Çünkü insanı bir kere yüceltmeye başladığınızda, onu yüceltmenin bir sonu gelmez ve süreç, insanın Allah îlân edilmesine kadar gider. Târih boyunca hümanizm buna çanak tutmuştur ve tutmaktadır. O hâlde insan, ancak Allah’ın yücelttiği kadar yüceltilmelidir ki Allah için üst-insan, “takvâda üstün” olan insandır.

 

Mahmud Muhammed Taha, gnostik düşünce geleneğindeki “kâmil insan” yâni üst-insan telâkkisine paralel olarak, bu vasıftaki insanın derin hakîkatlere ulaştığı için şer’î mükellefiyetlerden bağımsız olduğu fikrini savunmuştur. Böylece şeriatı ilgâ ve iptâl etmiştir. Çünkü onun için aslolan, mârifet yâni derin hakîkati kavramaktır. Oysa şeriat ve hukuk “hakîkat” değil, sûrettir. İşte Kur’ân ve Sünnet bütünlüğünden kopmak adamı böyle sapık düşüncelere ve yollara sürükler ve sapıklık bataklığında bırakır. Kur’ân’a göre insan, ölünceye kadar Allah’a “kul” olmak zorundadır:

 

“Sen Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol. Ve yakîn (ölüm) sana gelinceye kadar Rabbine ibâdet et” (Hicr 98-99).

 

Yakîn, “ölüm” demektir. Çünkü “kesin bilgi” anlamındaki yakîn bilgisi ancak ölümle birlikte açığa çıkar. Zâten bir-önceki âyette de, secde etmekten bahsedilmektedir ki secde, “ibâdetin dibi” demektir:

 

Hele ki tasavvufçuların ve bâtınîlerin dillerine pelesenk ettikleri şu; “Kur’ân’ın bir zâhiri ve bir de bâtını vardır” demeleri yok mu… Üstelik zâhirini sıradan halk bilirken, bâtınî mânâsını ancak bir efendinin tedrisinden geçmiş olanlar ve en üst derecede ise sâdece “insan-ı kâmil” (yada üst-insan) dedikleri kişi bilirmiş. Hâlbuki müteşâbih olanın da, gaybın da bilgisi sâdece Allah’a âittir. İnsanlar ise sâdece, Allah’ın bildirdikleri kadar bilirler ki bunun için de Kur’ân’ı samîmi ve disiplinli bir şekilde okumak yeterlidir. Ayrıca ileri derecede bir uzmanlığa gerek yoktur. Fakat tasavvufçular müteşâbih âyetleri sâdece kendilerinin bildiğini ve üstelik bunu Allah’ın bildirmesiyle (tecelli) bildiklerini iddiâ ederler. Oysa Kur’ân onları çok açık bir şekilde yalanlar:

 

“Sana Kitab’ı indiren O’dur. O’ndan, Kitab’ın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise müteşâbihtir. Kâlplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşâbih olanına uyarlar. Oysa onun te’vilini Allah’tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır’ derler. Temiz akıl-sâhiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez” (Âl-i İmran 7).

 

Tasavvuf bağlılarına bakılınca hiç de sözlendiği yada bilindiği gibi sessiz, sâkin, hoşgörülü birileri olmadığı görülüyor. Psikopat bir yapıya sâhipler. Hemen hepsi çok sinirli ve kendi düşüncelerine sağlam delillerle karşı çıkanları neredeyse boğup öldürüverecekler. Öyle sanıldığı gibi “aşk adamı” falan da değiller. Moğol ajanı Celâleddin Rûmi; birbirilerini seven Kimyâ Hâtun’la oğlu Alâaddin’e düşmanlık derecesinde karşı çıkarak Kimyâ Hâtun’u Şems’e peşkeş çekmişti. Aşka hürmeti falan yoktu yâni. Zâten onlar “sevgi” yerine “aşk” sözünü kullanırlar ki aşk da şizofrenik bir durumun tezâhürüdür. Zîrâ aşkta bir “kendini kaybetme hâli” vardır ki tasavvufçular bu durumu üstün bir özellik gibi sunarak şizofreniyi ayyuka çıkarırlar. Sevgiye ve sevgi için özveriye canımız fedâ; lâkin bir psikolojik bozukluk, bir travma olan aşk yüzünden perişân olmayı en üstün insanlık durumu üst-insanın bâriz özelliği gibi göstermek normâl bir insan davranışı değildir ve gerçeklik dışında yaşamak (şizofreni) demektir bu. Kendinde olamama yâni sarhoşluk hâlini, insan-ı kâmilin hâli gibi gösteriyorlar ve anlatıyorlar. İyi de “güzel örneğimiz” Peygamberimiz’de bu tarz tutumlar görülmüş müdür ki?.

 

Şeytan Âdem ve Havvâ’yı “üst-insan olacakları sözüyle kandırmıştı:

 

“Şeytan, kendilerinden örtülüp gizlenen çirkin yerlerini açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki: Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veyâ ebedî yaşayanlardan kılınmamanız içindir” (A’raf 20).

 

“Sonunda şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber vereyim mi?” (Tâ-hâ 120).

 

Nietzsche, insanın “sürü insanı”ndan sıyrılabilmesi ve özgürleşebilmesi için yâni üst-insan olabilmesi için nihilizmden geçmelidir der.

 

Üst-insan yada nam-ı diğer “übermensch”. Her türlü geleneksel ve sosyâl baskılardan kurtulup, arınıp, mükemmelleşmeyi kendi içinde, bünyesinde arayan insandır. Bu arayış süreci onu “üst-insan” yapar. “Üst-insan”, diğer insanların arasından sıyrılıp kendini fark ettirecek ve bambaşka, yepyeni bir ahlâk anlayışı onlar sâyesinde hayat bulacaktır.

 

Üst-insan, üstün insan, süper insan, yüksek insan Friedrich Nietzsche’nin gelecekteki insan öngörüsüdür. İnsan evriminin en son aşamasıdır. Nietzsche’ye göre mevcut ahlâk yapısı köle ahlâkı ile şekillenmiştir. Eşitlik kavramına karşı çıkar. Nietzsche’ye göre dînin, “zayıfın yanında yer alması”, “köle ahlâkı”dır (slave morality) ve dînin olumsuz yönlerinden birisidir. İnsanın gerçek doğası olan “güçlü olma isteği” ihmâl edilmektedir. Ahlâk, güçlü olmaya göre yeniden tanımlanmalıdır. Nietzsche her-şeyin eleştirisinin yapılmasını ve değerlerin gözden geçirilmesini ister. Her-şeyi yeniden değerlendirecek, apayrı ahlâkî ölçütlerle donanmış ve güçlü olma isteğini yaşayan insan üst-insan (übermensch)’dir.

 

Ona göre üst-insan, insanoğlunun amacıdır. İnsan aşılması gereken bir varlıktır. Her varlık kendisinden üstün bir şey yaratmıştır. İnsanın da kendisini aşması gerekir. Maymun, insanın gözünde ne ise, insan da üst-insanın gözünde o olmalıdır. Dünyâ’nın varlığının amacı üst-insandır. Çünkü insana yakışan güçlü, korkusuz ve acımasız olmaktır. Üst-insan insanlığa yeni değerler, yeni hedefler ve yeni düşünceler getirecektir. Güçlü ve bağımsız insanların egemenliği, hayvan sürüsü gibi şekillenen insanlık için bir ilerleme olanağıdır. Yığın kendini fedâ ederek, üst-insanı arzulayacaktır.

 

Üst-insan bir amaç ve yönelim olduğu kadar, bir sonuçtur da. Nietzsche’ye göre, üst-insanın imkânı: aşkın ideâllerin iflâsına, Tanrı’nın ölümüne bağlıdır. Bilinemeyen-metafizik öğelerle donatılmış bir düşünce üst-insanı oluşturamaz. Maddeyi aşan ve bilinmeze dayanan düşünceler üst-insana göre değildir. Üst-insan, Nietzsche’nin “son insan” adını verdiği pasif ve bıkkın insanın, amaçlar belirleme ve değerler yaratma gücünden yoksun kişinin, tam zıddıdır. Üst-insan insanlığın ulaşması gereken mertebedir.

 

Nietzsche “evrim, üst-insanı ortaya çıkarmak içindir, evrimin amacı “yığınlar” değil “dehâlardır. Hayâtın görevi, bireyler olarak bakıldığında, en değersiz tipler olan çoğunluğu yükseltmek değil, dâhiyi yaratmaktır, üstün kişiliklerin geliştirilmesi ve yükseltilmesidir” der.

 

Nietzsche onsekizinde, Tanrı’ya olan inancını yitirdi. Hayâtının geri kalan bölümünü yeni bir tanrı aramakla geçirecekti. Sonunda aradığını “üstün insan”da bulduğunu sandı. Üst-insan Nietzsche için yeni bir tanrı ve yeni bir dindir. “Öldü bütün tanrılar; şimdi artık üstün insan yaşasın” sözünü eder. Şöyle der:

 

“Ahlâk nasıl iyi yüreklilikte değil de kuvvetteyse, insan çabasının amacı da, herkesi yükseltmek değil, daha iyi, daha kuvvetli bireyler geliştirmektir. ‘İnsanlık değildir amaç, üstün-insandır’. Aklı başında olan her adamın yapacağı en son şeydir, insanlığı geliştirmek. İnsanlık düzelmez, hattâ insanlık diye bir şey yoktur bile. Bir soyutlama işidir, bütün vâr olan. Bireylerden meydana gelmiş olan geniş bir karınca yığınıdır. Bütün deneylerin amacı da, yığının mutluluğu değil, tipin mükemmelleştirilmesidir. Yüksek tipler çıkmazsa, toplumlar varsın batsın daha iyi. Toplum, bireyin gücünün ve kişiliğinin artması için bir araçtır. Topluluk kendi başına bir amaç değildir”.

 

Üst-insan için tek bir ahlâkî prensip vardır: Güç istemi. Üst-insanın prototipi diyebileceğimiz Zerdüşt ile ilgili hikâye bir misâldir. Davranış kalıplarına işâret eder. Böyle Buyurdu Zerdüşt’te Nietzsche kitaptaki kahramânı aracılığıyla şöyle der: “Maymun, insan için nedir?. Bir kahkaha veyâ acı veren bir utanç. Üst-insan için insan da böyledir: Bir kahkaha veyâ acı veren bir utanç”.

 

Buradan çıkan sonuç şudur: Üst-insan Allah’sız insandır. Zîrâ üst-insan kendini ilah sayan insandır. Aynen tasavvuftaki insan-ı kâmil gibi. Nietzsche, yukarıdaki açıklamalarında her türlü sapık görüşü ortaya koymuştur ki insanlık târihi böyle sapkınlıklarla doludur. Nietzsche’nin yaptığı da benzer bir sapıklıktır. Hümanizmin altın çağında yaşayan Nietzsche’nin yapacağı şey tabî ki insanı tanrılaştırmak olacaktı. Fakat işin çok daha kötü yanı, bu düşüncelerin düşüncede kalmaması ve hem Sosyâl Darwinizm’i körükleyerek Asya ve Afrika’nın sömürülmesine destek olmuş hem de Hitler gibi sapık ve Faşist kişilere ve ideolojilere çok geniş bir alan açmıştır. Hitler, safkan Alman ırkı ortaya çıkarmak için sünnetullaha müdâhale etmiş ve sünnetullaha müdâhale eden her zavallı gibi bedbaht olmuştur. Zîrâ sonuç hüsrân olmuştur. Nietzsche’nin bu “üstün insan” fikri Hitler’de “üstün insan ve üstün ırk” fikrine dönüştü ve 2. Dünyâ Savaşı’nda ortalık toza-dumana karıştı. Bu düşünce merkezinde ortaya konan Faşizm, 20. yüzyılı kana bulamıştır. Olmayacak bir hayâlin peşine düşen Hitler ve Mussolini gibi kibir timsâlleri, bu düşünce bağlamında Dünyâ’yı ifsâd etmişler ve nice insanı acılara boğmuşlardır. Onların sonu Dünyâ’da rezil olmak olduğu gibi, âhirette ise acı ve sonsuz bir azâba mahkûm olacaklardır.   

 

Nietzsche’den gazı alan Hitler, kendini bir şey zannetti ve Nîsan 1937’de yapılan Alman hristiyanları arasında yapılan toplantıda, “Hitler’in sözlerinin Tanrı emri, çıkardığı yasaların ise “ilâhi yasalar” olduğu îlân edildi. Artık Hitler’in her durumu kutsallaştırılmaya başlandı. Hitler’in çeşitli suikastlardan dakîkalar öncesinden sağ olarak kurtuluşu, 1. Dünyâ Savaşı sırasında girdiği sayısız göğüs-göğüse yapılan süngü savaşından sağ çıkması, onun “seçilmiş insan” olduğuna hem onu hem de yandaşlarını daha çok inandırdı ve  çılgınlığını daha çok arttırdı. Bu sapkın inanç ile; Yahudi, Çingene hattâ sakat Almanları bile “üstün ırk” yaratma fikri ile soykırım ile öldürdü. “Son Mesih” ve “Dünyâ’nın yöneticisi” olduğuna kadar işi götürdü ve buna inandı. Bu duygularla tüm Dünyâ’yı savaşa sürükledi. Savaşın kazanılmasıyla 1.000 yıl sürecek olan bir Altın Çağ’ın başlayacağını hayâl ediyordu.

 

Yahudilerin kutsal(!) kitabı Tevrat’ın öğretisinden kaynaklanan inanca göre, Yahudiler de kendilerinin Dünyâ’da ayrıcalıklı bir ırk olduğuna ve ayrıca diğer ırklar üzerinde onları yönetme hakkına sâhip olduklarına inanırlar. Bu inanış modern zamanlardan önce yahudileri sürekli bir sürgünde bırakmış, modern zamanlarla birlikte ise kendileri dışındaki insanlara acımasızlık, merhâmetsizlik ve zulüm olarak yansımaktadır. Zîrâ kendini diğerlerinden üstün görenler, düşük gördükleri kişilere ve toplumlara mutlakâ zulmederler. Diğerlerini küçük görme kibri, derin düşmanlıklara neden olur. Dünyâ’daki kötülüklerin kaynağı, bencillik, egoistlik, hırs ve “kendini ayrıcalıklı ve diğerlerinden üstün görmek”tir.

 

Kendini üstün ve ayrıcalıklı görerek her-şeye sâhip olmaya çalışarak Dünyâ’ya hâkim olma düşüncesi, “Tanrıyı oynamak” demektir. Bu hastalıklı “üstün ırk” ve “üstün insan” düşüncesi, zamanla herkesi felâkete sürükler, Dünyâ’ya barış ve huzûr getirmez. Zîrâ Allah, üstünlüğü sâdece takvâ ile sınırlandırmıştır. Takvâda üstünlük, “Allah’tan, yâni O’nun sevgisini kaybetmekten korkmada, O’nun emir ve yasaklarına riâyet etmede en titiz ve gayretli olmak” anlamında olan bir üstünlüktür. Bu üstünlük Allah’ın değerlendireceği bir üstünlük olduğu için Dünyâ’da kibir anlamında bir etkisi olmaz.

 

İslâm’a göre üst-insan yada insan-ı kâmil diye bir şey yoktur. Sâdece “takvâda yâni sorumluluğu bilmede ve Allah’tan korkmada üstün olan insanlar vardır. Tabi bu her insan için ulaşılabilecek bir yerdir. Doğuştan gelen yada ırktan-kandan gelen bir üstünlük durumu yoktur İslâm’da. Îman edip sâlih amellerde bulunanlar ve sabredenlerin ulaşabileceği bir şeydir takvâda üstün olmak. Bu bağlamda Kur’ân insanlara, “İslâm yolunda önderler ve lîderle olun” der fakat “üst-insan olun, süper insan olun, Allah’laşın” falan demez. İnsanın ulaşabileceği zirve, kulluğun en ideâl yaşandığı “takvâda üstünlük” hâlidir. İnsan diğer insanlardan ayrıcalığını, Dünyâ’da takvâsıyla, âhirette ise cenneti hak etmesiyle olacaktır. Bu Dünyâ bir “imtihan dünyâsı”dır ve peygamberler dâhil tüm insanlar en ideâl kulluğu yapmakla imtihan edilmektedirler. Zâten müşriklerin Peygamber’e; “sana melekler eşlik etmeliydi, hazînelerin olmalıydı” falan dediklerinde Peygamberimiz; “hâşâ, ben kendisine vahyedilen bir kuldan başka neyim ki” diye cevap verir ve kulluğunu ve resûllüğünü öne çıkarır. Peygamber seçilenlerin özelliği ise, çok üstün bir ahlâka sâhip olmalarıdır. Yoksa doğuştan gelen bir seçilmişlik ve üstün insan olmaları falan değildir.  

 

Tasavvuf, bir “Allah olma serüveni”dir. Bu nedenle tasavvufçular Allah olmaya pek meraklıdırlar. İbn-i Arabi, Celaleddin Rûmi, Yunus Emre vs. insan-ı kâmil ve üst-insan sevicilerin baş-tâcı ettikleri kişilerdir. Bu kişiler -sözde-, zamânının üst-insanları ve insan-ı kâmilleridir. Fakat hayatlarına baktığımızda “şathiye” olarak isimlendirilen sapıkça sözleri bilinmektedir. Bu kişiler sapıkça sözlerden başka, dîne karşı bir din kurdukları gibi, Allah’a karşı da Allah’lık taslamışlar ve nice bedbaht da onların peşine düşerek küfre, şirke ve zulme düşmüştür.   

 

İnsan-ı kâmil ve üst-insan düşüncesi Alevilikte de vardır. İmamlarını hatâsız ve mâsum îlân ettikleri gibi, bu kişilerin ilmin tamâmını aracısız olarak bir-anda hıfz ettikleri de söylenir. Bundan başka nice olağan-üstü hâllerde bulunabilirler ve mûcizeler gösterebilirler. Sözde üst-insanlar ya; ancak Allah’a isnât edilebilecek olan özellikler, bu kişilerin alâmeti fârikaları olarak gösterilir. Alevî-Bektaşîlikte Tanrı, kendisini olağan-dışı insanda, insan-üstü insanda, kâmil insanda gösterir (kendisini ifâde eder).

 

Modern insan da bu düşünceleri pek sevmiştir. Çünkü Allah’ı ve âhireti inkâr etmiş yada unutmuş olan modern insanı kahreden şey, kaçınılmaz son olan “ölüm”dür ki, modern insan bu sondan kurtulmak için yollar aramaktadır. Sonuçta bundan kurtulmanın yolunun üst-insan, insan-ı kâmil, üstün insan olmaktan geçtiğini zanneder. Bu nedenle de ölümsüz olabilmek yâni ilahlaşmak istemektedir. Tabi bunun için kullanabileceği araç, modern-bilim ve teknoloji olacaktır. Zîrâ modern-bilimin üst-insan yâni ölümsüz insan olma yâni ilahlaşma projeleri vardır. Teknoloji aracılığıyla her-şeyi bilen tanrılaşmış insan üretmek, bu tanrılaşmış insan ile birlikte her soruna ve en büyük sorun(!) olan ölüme bile bir çâre bulunacaktır ve böylece hem kendilerini boğan ve perişân eden ölüm fikrinden hem de tepelerinde sürekli Demokles’in kılıcı” gibi duran Tanrı düşüncesinden kurtulacaklardır. Yapay zekâ zırvalıkları bu nedenle bu kadar pohpohlanıyor ve ortalıkta geziyor. Oysa yapay zekâ belli oranda zekî olabilir ama akıllı olamaz. Eğer akıllı olabilseydi “sâdece Allah’a” kul olmaktan başka bir şey yapmazdı.

 

Modernite insanlara daha çocukluklarından ve hattâ bebekliklerinden îtibâren Hollywood aracılığı ile üst-insan imajı sunar ve bilinç-altına işler. Üst-insan, üstün insan ve süper insan yâni tanrılaşmış insan imajının alt-yapısını süper çizgi kahramanların filmleriyle kurmuştur. Doğu’da ve müslümanlar arasında da efsâne ve uydurma rivâyetlerle “insan-ı kâmil” şeklinde “tanrı-insan” imajı ortaya konmaktadır.

 

Tasavvufun insan-ı kâmili ve Nietzsche’nin insan-üstüsü, “ahlâkî peşin hükümler”den kurtulmuştur. Şöyle der.

 

“Merhâmete, vicdâna ve bağışlamaya karşı, yâni insanların dâhili zâlimlerine karşı mücâdele edin; zayıfları sıkıştırın, cesetlerine basarak yukarıya doğru tırmanın. Çünkü siz yüksek bir türün çocuklarısınız, çünkü ideâliniz insan-üstüdür”.

 

Üst-insan yada insan-ı kâmil, “günahsız insan”dır. Fakat günahsız olmak “insânî” değildir. Bilakis, günah işlemek ve tevbe etmek insan olmanın göstergesidir, günah işleyip tevbe etmek, daha insânîdir. Zîrâ insan hiç-bir zaman ve aslâ “mükemmel” olamaz, “süper” olamaz.

 

İnsan-ı kâmil ve üst-insanda güyâ tanrılaştıkları için hiç-bir değer yargısı kalmaz. Onların insanca ve kulca bir şey yapmaları gerekmez ve onlara yaraşmaz da. Meselâ Allah karşısında secdeye kapanmak ve ibâdet etmek üst-insanlar için olacak şey değildir. Bunlar halk arasında avam tabakası, geri kalmış ve tekâmülünü tamamlamamış olanlar için lâzımdır. Hâlbuki Kur’ân, âlemlere rahmet olan Peygamberimiz’in özelinde bize; “sana ölüm gelinceye kadar kulluk et” der.

 

Nietzsche’nin “güç istemi”ne göre üst-insan olma düşüncesinin kaynağı -insan-ı kâmil düşüncesinde olduğu gibi- insanın âciz oluşundan kaynaklanır. Kendisine insan-ı kâmil ve üst insan diyenler ve öyle olduğunu sananlar da âcizdir. İnsan ancak yaratılışına-fıtratına göre davrandığında âcizlikten kurtulur. Tabi bu, Allah karşısında sürekli olarak âciz kalacağı gerçeğini değiştirmez. Fakat Allah karşısında âciz kalmak kötü de değildir eziklik de değildir. 

 

İnsan-ı kâmil ve üst-insan, “üstün insan” falan değildir. Onlar sâdece, kendini bir bok zanneden zavallı üçüncü sınıf kullardır. İnsan-ı kâmil ve üst-insan oldukları düşünülenler, îcâbında küçük ve büyük abdestlerini bile tutamayan kişilerdir. İnsan-ı kâmil ve üst-insan olduğu söylenenlerin içinde nice şerefsizler, ahlâksızlar ve düzenbazlar vardır.

 

İnsan-merkezci bir anlayıştır bu iki kavram. Hümanisttir. İnsanı merkeze alır ve sözde “üst(ün) insan”ı ise insanların en üstüne koyarak tanrılaştırır.

 

İnsan zâten en güzel ve en ideâl şekilde yaratılmıştır: “Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra aşağıların aşağısına çevirdik” (Tîn 4-5). Fakat sonra da aşağılara düşürülmüştür. İslâm’da insan “eşrefi mahlûkât”tır. Bu özelliğini Allah’a kul olmakla kazanır. Kulluğu en iyi yapanlar ise örnek şahsiyetler olan peygamberlerdir. İnsan-ı kâmil ve üst(ün) insan düşüncesinde ise insan ilahlaştırıldığı için, dinden ve Allah’tan da soyutlanmıştır. Çünkü artık kendileri -hâşâ- ilah olmuşlardır. Öyle ki, modern insan, bilimi ve yapay zekâyı kullanarak “ölümsüz süper insan” yaratmak hayâlleri kurmaktadır. Bu da, “insan-ı kâmil” ve “üst(ün) insan” düşüncelerini kışkırtmaktadır. Çünkü yapay zekâya ve ultra dayanıklılığa sâhip olacak insan, bir süre sonra ölümsüzlüğe kavuşarak ve ilahlaşarak kâinâtı ellerinde bir tesbih gibi oynayabilecek bir kudrete ulaşacaklardır. Tabi şunu hesâba katmamaktadırlar; insan, indirgenemeyecek bir özelliğe de sâhiptir ve o şey “bilinç”tir. Bilinci yapamayacakları ve hattâ onun ne olduğunu bile hiç-bir zaman bilemeyecekleri için, ne kadar “üstün” bir insan ortaya çıkarırlarsa-çıkarsınlar, normâl yurdum insanında bulunan bilinçten daha üstün bir bilince ulaşamayacaklardır.

 

Üst-insan ve insan-ı kâmil düşüncesinde Allah yoktur. Zîrâ insan -hâşâ- Allah’tır ve henüz Allah’lığını oluşturamamış olanlar üst-insanı yada insan-ı kâmil’i örnek almak ve hattâ ona kulluk yapmak zorundadırlar. Allah olmayınca tabi peygamber ve vahiy de yoktur ki zâten bu sapık düşünceye göre, peygamberlik ve vahiy, insan-ı kâmil’den yada üst-insandan kaynaklanır.

 

Peki bu üst-insan yada insan-ı kâmil denilen sahtekârlar, o kadar güçleri ve ferâsetleri varsa, Dünyâ’da mazlumların ve mâsumların feryât ve figânları gökleri delerken, adâletsizlik tüm Dünyâ’yı sarmışken, neden hiç-bir şey yap(a)mazlar?. Ne yapılacağına dâir bir akıl da mı veremiyorlar?. Eğer gerçekten “üst-insan” yada “insan-ı kâmil” diye birileri olsaydı, Dünyâ cennete dönerdi. Ancak Allah’ın seçtiği peygamberler vardır ki, onlar da Dünyâ’yı cennete değil ama cennetin bir şûbesine çevirmek için canla-başla çalışmışlardır. Bu uğurda kimileri başarılı olurken, kimileri de hedefi tamamlayamadan vefât etmişlerdir. Fakat başta Allah rızâsı ve o yüce hedef yolunda olduklarından ve öldüklerinden dolayı Allah onları “örnek kişiler” olarak kıyâmete kadar tescillemiştir.

 

Üstün insan, takvâda ve ahlâkta üstün olandır. Allah’ı ve ahlâkı inkâr edenlerin bırakın üst-insan olmasını, onlar rezil ve âdi şerefsizlerin tekidirler. Üstün insan, “Allah’tan başkasından korkmayan ve ondan başkasına aslâ kulluk ve yalakalık yapmayan insan”dır. Üstün insanlar, insanları kandıran ve sömürenlere apaçık bir şekilde zâlim olduklarını haykıran insanlardır. Üstün insan, Allah’tan başkasını yol gösterici, rızık verici ve hüküm koyucu edinenlere, kâfir ve müşrik olduklarını, bu tutumdan vazgeçmeden öldüklerinde âhirette sonsuz azâba mahkûm olacaklarını apaçık bir şekilde söyleyebilen insandır. Üstün insan, Allah’ın sözünü ve dînini Dünyâ’ya hâkim kılma düşüncesi olan ve bunun için olanca gücüyle çaba harcayan insandır. Üstün insan; şirke, küfre, zulme, adâletsizliğe, haksızlığa düşman olan ve bunları bertarâf etmek için düşünen ve amel-eylemde bulunan insandır.

 

Âriflerin kâmil insanı aradıkları gibi, modem çağda da ister materyâlist olsun ister ideâlist, tüm ideolojiler kendi “ideâl insan”ını aramaktadır. Her ideolojinin ideâl insanı, örnek insanı, “süpermen”i yâni “üstün insan”ı vardır. Fakat şöyle bir çelişki vardır; üst(ün)-insanı daha alt kademedeki olan insan belirleyemeyeceğine göre, onu belirleyecek olan bir mercî olmalıdır. Üst-insan düşüncesinde üst-insandan daha üst bir mercî olmadığı için, üst-insanı belirleyecek olan da yine üst-insandır. İslâm’da ise üst-insan; en ahlâklı, en takvâlı olan insandır ki bunlar da peygamberlerdir. Peygamberlerin kim olacağını ise ancak “En Üst” olan Allah belirler ve seçerek insanlara gönderir. Zâten ancak o seçilenlere vahiy gönderilir. 

 

Budizm’de belirgin bir Tanrı anlayışı yoktur. Tanrı yerine yalnızca “kâmil insan” yâni üst-insan vardır ki bu kişi “nirvanaya ulaşmış olan kişi”dir. Nietzsche’nin Zerdüşt aşkı buradan gelir. Budizm’de tüm çaba nirvanaya ve üst-insan olmaya ulaşmak içindir. Buda’nın “nirvana sâhibi” bir insandır ve bu nedenle insanlığın kurtarıcısı ve “nihâi murâdı” olarak benimsenip ilahlaştırılmış ve tapılmaktadır. Üst-insan “Tanrı’nın yerine geçmiş olan yeni ilah”tır. Zîrâ Tanrı ölmüştür(!) ve tanrısız kalındığı için yeni bir tanrıya ihtiyaç vardır. Bu tanrı insanların en üstünü olan kişi olacaktır. Lâkin unutulan bir şey vardır ki, insan hiç-bir zaman mutlak olgunluğa eremez. Zîrâ o tanrı değil kuldur, fânîdir ve ölmeye mahkûmdur.

 

İnsanlık târihi, Allah’ın tek ve mutlak ilahlığına karşı “insanı ilahlaştırma” çabasıdır. Peygamberler insanları Allah’a “kul” olmaya çağırırlarken, peygamber düşmanları ise insanı ilahlaştırmak için çaba harcarlar. Bu bağlamda Vâroluşçuluk felsefesinde şöyle denir: “İnsan, Tanrı’nın veyâ tabiatın yarattığı bir varlık değildir. İnsan, kendini yaratan bir Tanrıdır”. İşte; cehâlet,budur, bâtıl budur, şirk budur, küfür budur ve zulüm budur.

 

Velhâsıl kelam; insan-ı kâmil ve üst-insan düşünceleri birer terbiyesizlik, haddini bilmezlik ve hezeyândan başka bir şey değildir. Süpermen gibi bir insan yoktur, olmayacaktır, olamaz da. Bizim güzel örneğimiz, sözde süper insanlar değil, kıssalarda hikâyeleri anlatılan peygamberler ve Ahzâb 21. âyette örnek gösterilen Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)dir. Ve o Allah’ın “kulu” ve resûlüdür. Süper güçleri yoktur. Fakat muhteşem bir ahlâka sâhiptir ve takvâda öncüdür. Âlemlere rahmet olması bu nedenledir.

 

Peygamberler ve hattâ melekler bile Allah’a kul olmaktan kaçınmazlar ve bundan gücenmezler:

 

“Mesih ve yakınlaştırılmış (yüksek derece sâhibi) melekler, Allah’a kul olmaktan kesinlikle kaçınmazlar. Kim O’na ibadet etmekten kaçınırsa ve büyüklenirse (bilmeli ki,) onların tümünü huzûrunda toplayacaktır” (Nîsâ 172).

 

“De ki: ‘Ben, yalnızca Allah’a kulluk etmek ve O’na ortak koşmamakla emrolundum. Ben ancak O’na dâvet ederim ve son dönüşüm O’nadır” (Ra’d 36).

 

“Göklerde ve yerde olan (herkesin ve her-şeyin) tümü Rahmân (olan Allah)a, yalnızca ‘kul’ olarak gelecektir” (Meryem 93).

   

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2019

Devamını Oku »