“Ey insan!; ‘üstün kerem
sâhibi’ olan Rabbine karşı seni aldatıp-yanıltan nedir?” (İnfitâr 6).
Hümanizm=İnsancılık; “XIV. yüzyılda Avrupa’da, ortaçağın skolastik
düşünüşüne karşı doğan ve Eski Yunan ve Latin kültürünü en yüksek kültür
örneği olarak gören ve onun yeniden canlandırılmasını amaçlayan felsefe,
bilim ve sanat görüşü”. “İnsanın yüceliğini ve insanlık sevgisini en yüce amaç
bilen, insanın aklına ve insanlığa inanan ve insanı her-şeyin ölçüsü
olarak alan öğreti”.
Hümanizm; Latince kökenli bir kelime olup
“insancılık” anlamına gelmektedir. Rönesans Avrupa’sında antik-dönem
metinlerinin incelenmesiyle ortaya çıkan, insanı temel alan, insanın her-şeyin
ölçüsü olduğunu kabûl eden düşünce akımına verilen isimdir. Hümanizm,
“öte-dünyâ” görüşüne karşılık “bu-dünyâ” görüşünü öne çıkarır. İnsan, evrenin
merkezinde Tanrı’nın yerini alır. Hümanizmle, bireycilik ve lâiklik gibi görüşler
ön plana çıkar. Bir yazıda bu konuda şunlar söylenir:
“Yeniçağ’da düşünsel yapıya insanı
merkez alan hümanizm akımının hâkim olduğunu görüyoruz. Ortaçağ’daki
feodâl-dinsel ideolojiyi esas alan skolastizme karşı, Yeniçağ’da insanı temel
alan akla dayalı bir düşünce sistemi gelişmeye başlayacaktır. Döneme damgasını
vuran Rönesans’ın ideolojisini hümanizm akımı oluşturacaktır. Hümanist düşünce
sisteminde her-şey yeniden incelenip sorgulanmaya başlanacaktır. İnsanın evren
hakkındaki düşünceleri değişecektir. İnsan, evrenin merkezine kendini
koyacaktır ve âdetâ Yaratıcı’nın yerini alacaktır. İnanan insanın yerine, şüphe
duyan ve sorgulayan insan geçecektir. Bu hümanist insan, bağımsız olma
arzusundadır. Hattâ ırk, kavim ve âile bağlarından bile kurtulma çabası
içindedir. Böylece egemen sınıf, tamâmen bireycilik esâsına dayalı kendi
ideolojisini yaratma çabası içine girecektir. Bu süreçte hümanist düşünürler de
ileri sürdükleri görüşleriyle bilerek veyâ bilmeyerek burjuvazi bireyciliğine
hizmet etmiş olacaklardır. Üstelik zaman
içinde ideâlize edilen hümanist insan tipi ile târihsel gerçekliğin birbirleriyle
çeliştiği görülecektir”.
İnsan “kul” olarak
yaratılmıştır. Bu kulluk “sâdece Allah’a” olan bir kulluktur. Kulluk “sâdece
Allah’a” yapılmadığında herkese ve her-şeye yapılmaya başlanır ki târih bunun
örnekleriyle doludur. İnsan âhirette, Dünyâ’da kulluğu kime yaptığına göre
değerlendirilecektir. Affedilmeyecek tek günah olan şirk, kulluğun “sâdece
Allah’a” yapılmaması durumudur. Küfür, Allah’ın yanında başka birilerinde yada
başka şeylerde de bir güç vehmetmek ve onlardan medet umarak Allah’ın biricik
ilah olduğu gerçeğinin üstünü öretmektir.
İnsanlar târih boyunca
her-şeyle şirk koşmuştur. Dağlar-tepeler, yıldızlar, Güneş ve Ay, denizler,
nehirler ağaçlar, hayvanlar vs. Fakat en çok da insanla şirk koşmuştur.
Başarılı olmuş devlet adamlarını, lîderleri, bilginleri, kahramanları,
zenginleri ve çok sevdikleri insanları o kişilerin hayatlarında yada
ölümlerinden sonra aşırı yücelterek tanrılaştırmışlar ve onları zamanla
ilahlaştırarak tapmaya başlamışlardır. Kendilerinin rızkını veren, onları koruyup-kollayanın
insan-dışındaki ve insan tanrılar olduğuna inanmışlardır. Tabi bu durumu
birileri dibine kadar kullanmıştır. Bu nedenle de bu durumdan çıkar elde edip
yolunu bulanlar, bu inanışın sürmesi için her-şeyi yapmışlardır ki, Allah’tan
başka ilah olmadığını ve O’ndan başkasından medet ummanın küfür ve şirk
olduğunu bildiren İslâm inancıyla gönderilen peygamberlerin baş düşmanları
bunlar olmuştur. Meselâ Hz. Mûsâ’nın baş
düşmanı olan Firavun, kendini ilahlaştırarak ve şirk koşarak:
“Firavun, kendi kavmi
içinde bağırdı; dedi ki: ‘Ey kavmim, Mısır’ın mülkü ve şu altımda akmakta olan
nehirler benim değil mi?. Yine de görmeyecek misiniz?” (Zuhrûf 51) ve;
“Sizin en yüce Rabbiniz
benim” (Nâziât 24) diyebilmiştir. Bu
ve bunun gibi örnekler, “ilkel Hümanizm” yâni “insanı ilahlaştırmak ve ona
tapmak”tır. “Modern Hümanizm” ise, sâdece tek kişiyi veyâ bir-kaç kişiyi değil,
modern-hümanist sistemi benimseyen tüm insanların ilahlaşmasıdır.
Hümanizm (İnsancılık) ne
olduğu bir yazıda şu şekilde anlatılır:
“İnsancılık
(Hümanizm) terimi en genel anlamıyla; insan aklını, etik ve adâlet kavramlarını
temele alan, bâtıl inanışları ve doğa-üstü olan her-şeyi yadsıyan bir dünyâ
görüşüdür. Bu yaklaşım Hümanizmin dünyevî (seküler) yorumudur. Bu seküler
biçimiyle Hümanizm, çalışmalarda, felsefede ve pratikte insansal değerlere ve
ilgilere odaklanan bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım anti-hümanist (insancı olmayan)
her türlü kavram, düşünce ve uygulamayı dışlama yoluna gider. Yukarıdaki iki
tanımı bütünleyen bir tanım da şudur: Hümanizm, tüm insanların değerli ve
onurlu olduğunu öngören ahlâk felsefelerinin genel bir kategorisini anlatan bir
terimdir” (Felsefe Gen tr).
Hümanizm, modern sapık
teorilerin çıkış merkezi olan batı-hristiyan coğrafyasının bir düşüncesidir ve
batı’dan çıkmıştır. Klâsik dönemde pagan-hristiyan inanışıyla ve tevhidden kopuk
dînî görüşleriyle Hz. Îsâ’yı ilahlaştıranlar, modern dönemle birlikte dinden
ayrılınca tüm insanları ilahlaştırmaya başlamışlardır. Böylece batı’nın târih
boyunca yaptığı şey “insanı ilahlaştırmak” olmuştur. Çünkü bir şey haddini
aştığında zıddına inkılâp eder.
Batı hiç-bir zaman bir denge
kuramamış, dengeli olamamıştır. Zîrâ dîn olmayınca yâni “medeniyet” olmadığında
dengeye ulaşılamaz. Bu nedenle batı, eski Yunan’da ve Roma’da olduğu gibi ya
tanrıları tek otorite yapmış ve onlara göre düşünce, amel ve eylemde bulunarak
şirke ve küfre düşmüş, yada modern zamanlarda Hümanizm düşüncesi ve ideolojisi
ile, tanrıları bir kenara atarak insanı tanrılaştırmış ve insanların aklına
göre düşünmüş ve amel-eylemde bulunmuştur. Fakat aklını ilahlaştırdığı insan,
“dinden kopmuş” ve gaybı inkâr eden insanın aklıdır. Bu inanışa îtirâz eden ve Hümanizmi
inkâr edenleri ise “gerici” ve “yobaz” îlan etmiştir.
Hümanizm, insan aklını
(aslında nefsini) en üstün değer olarak gördüğü için, insanı denetleyen bir “üst
akıl ve kudret”i inkâr etmiştir mecbûren. Böylece insan, nefsinin doğrultusunda
istediğini yapabileceğini düşünen bir varlık olup çıkmıştır. Üstelik böyle
yaşayanlar “ideâl insanlar” olarak gösterilirken, aksi tutumdaki insanlar ise “ilkel
ve geri kalmış” olarak gösterilmiştir. Hâlbuki insanın iyi ve üstün olmasının
yolu, nefsinin doğrultusunda en yoğun bir şekilde haz içinde yaşaması değil,
Allah’ın yolunda azimle yürümesidir.
Modern-bilim de ilâhi olandan
kopuktur ve insan aklına göre işler. Yâni hümanisttir. Bu nedenle de
meta-fiziği kabûl etmez ve düşüncesini kısırlaştırır. Zîrâ varlığı Yaratan’ı hesâba
katmadan yapılacak gözlemler ve teoriler eksik ve yanlış olmaya mahkûmdur.
Çünkü insan aklı hem şaşmaz-yanılmaz bir cevher değildir hem de şaşmaz bir
kuyumcu terâzisi gibi mâsum değildir.
Hümanizm yâni insanı
ilahlaştırmak, “insan aklını ilahlaştırmak”tır. Aklı ilahlaştırmak ise, mutlakâ
vahyi arka plâna atmayı gerektirir. Zîrâ vahiy, akıl-üstü özellikler taşır ve
akla, “yeterli değilsin, îman et ki yeterli ol” mesajını verir.
Hümanizm, “barışçı” olduğu
sözüyle yola çıkmış olmasına rağmen, kendisi gibi düşünmeyen ve yaşamayan insanlara
her türlü zulmü revâ görebilmiştir ve bu zulüm hâlen devâm etmektedir. O hâlde Hümanizm
koca bir yalandan ibârettir. Çünkü Hümanizmdeki sözde hoşgörü, nefis-merkezli
olan aklı ve bu akla sâhip olan insanı kutsallaştırmış, ilahlaştırmıştır ve
ödüllendirmiştir ki, bu insan, Dünyâ’daki adâletsizliği ve zulmü ortaya koyan yada
ortaya koyanlara destek veren kesimdir.
Hümanistler kendilerine
yaşam alanı bırakmayan düşünceleri ve dinleri inkâr ederlerken, aslında kendileri
de kendileri gibi düşünmeyen ve yaşamayan insanları inkâr etmektedirler. Onlara
zulmederek onların yaşam alanlarını gün geçtikçe daraltmaktadırlar. Zîrâ
lâik-seküler-dinsiz düşüncelerini tüm Dünyâ’ya şiddet de içeren bir şekilde dayatmaktadırlar.
Hümanizm’e
göre insan “kendinde bir amaç”tır. Varlığın vâr oluşunun bir nedeni yoktur ve
varlık “niçin”siz olarak vardır. Hakîkat denilen şey, insanın beş duyusuyla kavradığından
başkası ve fazlası değildir. Böyle olduğu için de Allah, âhiret, din, vahiy ve
peygamber diye bir şey yoktur, olamaz. Ölüm ise “yok olmak ve hiçliğe karışmak”tır.
Bu yüzden insanın sığınacağı en doğru ve sağlam liman “faydacılık” düşüncesi olacaktır.
Pragmatizm, Hümanizm’in “zorunlu felsefesi” olmalıdır.
Hümanizm’e göre
ölüm diye bir şey olduğu için, hayâta dört elle sarılmak, ondan kopmamak için
ona sıkıca bağlanmak, hayâtı dolu-dolu yaşamak, onu boşa geçirmemek, kesintisiz
ve en üst seviyede haz ve zevk içinde yaşamak en temel ve ana amaçtır. Hümanizm’de
modern-bilim ve daha da önemlisi teknolojinin sürekli olarak yeni şeyler ortaya
çıkarması ve yeni tatminler için çok önemlidir. Çünkü bunların olmaması durumu
bir korku sebebidir. Zîrâ sınırlı olan bir yaşam süresinin boşa geçmesi çok korkulacak
bir şeydir. Hümanizm’e göre Dünyâ’da ihtiyaçlar sınırlı ama ihtiraslar sınırsız
olduğu için hümanistler “öteki”ni düşman olarak görürler. Diğerinin, zevke ve
hazza engel olma potansiyeli ve riski karşısında büyük korku duyarlar. Bu nedenle
de her-şeyi kendi eline geçirme düşüncesi ve çabasına girerler. Dünyâ’nın sömürülmesinin
ve ona kesin şekilde hâkim olmak istenmesinin temel nedeni budur.
Hümanistler insanın kendini
tanımasını ilke edinmişlerdir ama bu tanıma sadece bedenin fizîki yönünün yada
nefsin tanınması şeklindedir ki nefsini iyi tanıyan hümanistler, nefsinin isteklerini
de iyi bir şekilde öğrenmiş olurlar. Tabi böyle olunca da artık tüm uğraşları,
bu isteklere göre bir Dünyâ şekillendirmek olur. Oysa insan bir bütündür ve insan
bedeni ve rûhuyla insandır ve ikisini birlikte bilmenin tek yolu da “vahiy-merkezli
bilmek”tir. Vahiy-merkezli bilince vahiy-merkezli yapmak zorunda kalınacağından
dolayı, vahiy-merkezli olana düşman olmuşlardır.
Hümanizmin insan aklını
yüceltmesi, bilimin ve teknolojinin gelişmesinde her zaman itici güç olmuştur. Zâten
bilim ve teknoloji de câhiller için insan aklının yüceltilmesi ve
kutsallaştırılmasındaki en büyük itici ve iknâ edici güçtür. Fakat bilim ve
teknoloji Allah’tan, merhâmet ve vicdandan kopuk olduğu için (çünkü dinden kopuktur),
görece bâzı yararlarının yanında çok büyük zararlara da yol açmıştır ve de
açmaktadır:
“O, iş başına geçti mi
(yada sırtını çevirip gitti mi) yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve
nesli helâk etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).
Abdulaziz
Tantik, hümanizmi ortaya çıkaran süreç ve geldiği yer hakkında şunları söyler:
“Prometeus, ateşi tanrılardan çalıp insanlara
getirmeseydi, hâlâ
tanrıların insanlar üzerinde tahakkümü devâm
edecekti. İnsanlar ateş sâyesinde; yâni bilgiyi elde ederek tanrılar ile savaşmaya ve kendi
özgürlüklerini elde etmeyi başardılar. Aydınlanma hikâyesi
bu ateşi çalmanın bir üst-aşaması olarak betimlenir.
İnsan-çağı başlamış ve tanrılar-çağı geride kalmıştır. ‘Hümanist çağ’ derken
kastedilen tam olarak budur. Artık insan-merkezli bir dünyâ var ve
bu dünyâda tanrı, vâr olacaksa ancak ‘insanın izin verdiği kadarıyla’
vâr olacaktır.
Daha sonra bilinen bir gerçek olarak ‘tanrı öldürülmüştür’ ve yeniçağ artık ‘tanrısız bir çağ’
olarak öne çıkmaktadır. Yâni insan tam olarak iktidârını belirginleştirmiştir.
Fakat insan kendi iktidârını kurmasına rağmen dinler
varlığını sürdürmüş ve insan kendi yetersizlikleri ile boğuşurken, sürekli
canhıraş çığlıkların sâhibi olmuştur. Önüne Dünyâ’nın bütün imkânları sunulmasına
rağmen, her dönemden daha fazla kan dökülmüş ve daha fazla insan zulme
uğramıştır. Son üç yüz yılın târihi bunu bize göstermiştir. Artık başı dara düştüğünde
sığınacak bir tanrı bulamamakta ve kendi acziyeti içinde kıvranıp durmaktadır.
Buna ‘strese dayalı psikolojik hastalıklar’
tanısı konur ve tedâvi için de, bu duyguları yok etmeye yönelik
çalışmalar ortaya konulur. Ama insan, bir türlü mutlu olamamaktadır. Kendini
çılgınca eğlenceye ve uyuşturucuya vurur, her türlü
sapkınlığı yaparken rûhu bir türlü sâkinleşmemektedir. İnsan, düşmanı olan tanrıyı kaybedince
yeni düşman olarak hemcinsini seçmiştir. Artık insan, ‘insanın kurdu’
olarak betimlenmektedir. İnsan-çağının başlatıcısı konumunda olan
Avrupa’da sosyal
yaşam müthiş bir yabancılaşma eşliğinde suçun dakîkada
onlarca kez tekrârına
sebebiyet vermektedir. Güven, huzûr ve mutluluk daha çok insanlıktan
çıkmaya yönelince oradaki insanlar, uzak-doğu dinlerine, mistik arayışlara yönelmek durumunda
kalmışlardır”.
İnsan kutsallaştırılınca,
insan olmayan diğer varlıklar da basitleştirilmiştir. Onlara zulm-edercesine
davranılmıştır: Oysa Allah her-şeyi bizim insanca ve müslümanca kullanmamız
için yaratmıştır. İnsan dışındaki canlıları da, zarar vermeden ve onlara
zulmetmeden kullanmamız için yaratmıştır. Braidotti’ye göre, gücü elinde tutan
insan kendisinden başka insanların ve insan-olmayan canlıların yaşamlarına
ilişkin karar vermekte ve bu kararlarla büyük ölçüde, yaşatmak yerine yok
etmektedir. Bu bakımdan târihi; bilim, ilerleme, medeniyet, Hümanizm gibi
kavramlarla örülü Avrupa geleneğinin ölüm saçan bir güç zemini oluşturmuş
olması dikkat çekicidir.
İnsanı kutsallaştırma, insanı,
her-şeyi kutsallaştırmaya alıştırır. Zîrâ insan her-şeye hırsla ve hazla
yönelir. Hümanizm; hayvan, doğa ve eşyâyı kutsallaştırılmıştır. İdeolojiler,
ekonomi, erkek-kadın, özellikle para ve her-şey kutsallaştırılmıştır. Zîrâ
Allah yok sayılmıştır ve -hâşâ- ölmüştür.
Hümanist insan “doğayı aşmak”
ister, zîrâ doğa, kendisi gibi değildir ve doğaldır. Doğada bir hırs yoktur ve
Allah’a göre hareket eder. Hayvandan da aşağı oluşuna bakmadan kendini hayvanlardan
üstün gördüğü için hayvanları aşırı kullanır ve onlarla çok fazla yakınlaşır ve
fıtratlarını bozar. Aslında hümanistler büyük bir çelişki olarak insandan
nefret eder ve bu nedenle de hayvanlarla aşırı yakınlaşır. Fakat bu durum bir zaman
sonra tersine döner. Çünkü bir şey sınırı aşarsa tersine döner. Böylece doğa ve
hayvanlar kutsanmaya başlanır ve hayvan, insandan yada en azından hümanist insandan
daha değerli hâle gelir.
Hümanizm, tanrısal ve doğal
olana karşı insanı yüceltmek ve ilahlaştırmaktır. İnsan, doğayı kontrôl altına
almalıdır ve kontrôl altında tutmalıdır ki ilahlaşmış olsun. Zîrâ doğa
karşısında âciz olan bir ilah olmaz. Bu yüzden sürekli olarak “doğayı kontrôl
altına almak ve kontrôl altında tutmak” düşüncesi vardır. Bu durum moderniteyle
birlikte daha da çoğalmıştır. Derler ki; “insan doğayı artık kontrôl altına
almıştır, doğaya hâkimdir”. Oysa insanlık târihi, insanın doğa tarafından
sürekli olarak sopalanmasının ve doğa tarafından cezâlandırılmasının târihidir.
Zîrâ insan hiç-bir zaman, o çok basit gördüğü doğaya gâlip gelememiş, doğaya karşı
hiç-bir zaman üstünlük kuramamış ve her zaman doğa tarafından yenilmiştir. Bu
durum kıyâmete dek böyle sürecektir. Zîrâ doğa, Allah’ın sopasıdır.
İnsanın kutsallaşması da bir
yerden sonra tersine döner ve doğal insan -sözde- “üst insan”a dönerek
robotlaşır ve sayborg insan” olur. Bu durum arzu edilmeye başlanır. Çünkü
dediğimiz gibi, Hümanizm aslında bir çelişki olarak insan düşmanıdır. Sayborg
insan teorileri üretilmeye başlanır. İnsan insanlığından çıkar ve makineleşir.
Makineye tapan Hümanizm için bu sorun değildir. Böylece insanın değeri düşer ve
insanlar makineleşmek için seferber olur. Tabi aslında bu da hümanist insanın
ölümsüzlük arzusudur. Zîrâ hümanist insan âhireti kabûl etmez ve ölümsüz olmak
ister. Öyle ya, insan nasıl olur da bu kadar kutsallaşmış ve ilahlaşmış olmasına
rağmen ölüp yok olabilir. O hâlde insan ölümsüz olmalıdır ve Homo Deus gibi
ifâdelerle insanı ölümsüzleştirmenin yâni tanrılaştırmanın yolları aranır ve bu
uğurda nice sapık yollara girilir. Transhümanizm denen şey budur. Yapay zekânın
bu kadar irdelenmesinin bir nedeni de budur. Bir yazıda transhümanizm hakkında
şunlar söylenir:
“Savunucularının
tanımıyla transHümanizm, insanın fiziksel ve bilişsel yeteneklerinin
arttırılması ve yaşlanma, hastalanma gibi arzu edilmeyen kusurlarının(!)
ortadan kaldırılması amacıyla teknoloji ve bilimden faydalanılması gerektiğini
öne süren uluslararası bir entelektüel ve kültürel harekettir. Üç ana amaç
üzerine kuruludur: Süper uzun ömürlülük, süper zekâ ve süper refah seviyesi. Bu
amaçlara ulaşmak için geleceğin teknolojileri, insana faydaları göz-önünde
bulundurularak kurgulanmalı ve bu üç hedefi gözetecek biçimde değişim
sağlanmalıdır. Transhümanistler, insanın bugünkü bilgisel ve teknik donanımının
önemli bir geçiş evresi olduğuna işâret etmektedir. Bu durumda transhuman da ‘geçiş
insanı’ olarak değerlendirilebilir. Akımın tâkipçilerine göre bu geçiş,
kusursuzluğa ve hattâ -zamanla- ölümsüzlüğe geçiş olacaktır. Bu bakımdan insan
dünyâsının kusursuzlaşması için insanın yapması gereken son îcat, yapacağı ilk
üstün zekâlı makinedir. Daha sonra her-şeyi o üstün zekâlı makine
yapabilecektir; bu üstün zekâ, yeni kusursuz makineler üreterek insan dünyâsını
kusursuzlaştırabilecektir. Hastalığı ve ölümü hangi yaşta olursa-olsun felâket
sayan ve kusursuzlaşmanın önündeki engeller addeden Kurzweil’e göre, insan
bedeninin ve beyninin çalışma ilkeleri keşfedildikçe hastalık, yaşlanma gibi ârıza
sayılabilecek kırılganlıklar olmadan daha yüksek performans elde edebilecek ve
daha üstün sistemler geliştirilebilecektir. Transhümanistlere göre bu
kusursuzlaşma sâyesinde insan, ilkel beynimizin hayvanlarla ortak saldırganlığı
ve öfkesi olmadan yaşayabilecektir”.
Tasavvufta da insan kutsallaştırılmıştır
ve insan tohumdan meyveye doğru bir seyir izler ve en kâmil noktaya ulaştığında
tanrılaşır. Fakat “lâ fâileillallah” (Allah’tan başka fâil yoktur) düşüncesi “lâ
mevcûde illallah” (Allah’tan başka mevcut yoktur) düşüncesini de yanında getirdiği
için, insan kendinin varlığını inkâr edemez ve “lâ mevcûde illâ ene” (benden
başka varlık yoktur) ve “lâilâhe illâ insan” (insandan başka ilah yoktur)
durumuna kadar gelir. Zâten tasavvuf, “insanı tanrılaştırma felsefesi”dir.
Seyr-i sülûk denilen şey de, “insanın tanrılaşma serüveni”dir.
Tasavvufta bir -sözde- hoşgörü
vardır. Her türlü zulmü “lâ fâile illallah” (yapan-eden Allah’tır) sözü ile
hoşgörürler. Ne de olsa yapan-eden Allah ya; bu nedenle tüm sapıklıklar bile hoşgörülmelidir.
Böyle düşünüverdiğinizde hoşgörüverirsiniz. Hâlbuki tasavvufçular, kendisine
yapılan en küçük bir hatâyı bile affetmezler ve “lâ fâileillallah” yâni “bu da
Allah’tan” demezler. Dosta düşmanlık, düşmana dostluk yapmak tasavvufun
alâmet-i fârikasıdır. Hümanizmin ve hoşgörünün sözde büyük temsilcilerinden
Celâleddin Rûmi’nin hoşgörüsü, sâdece Moğollara karşı gösterdiği bir
hoşgörüdür. Egemenlere gösterdiği hoşgörü. Moğollara karşı savaşan müslümanlara
hoşgörü göstermesi şöyle dursun, onları düşman bellemiştir. Bu nedenle de Moğol
emperyâlistlerine ajanlık yapmıştır. Zâten küresel emperyâlistlerin
Celâleddin’i bu kadar sevmelerinin nedeni de, emperyâl siyâsete geniş alanlar
açabilme özelliğidir. Yoksa onun kara kaşına kara gözüne hevesli değillerdir.
Bu hoş(t)görülü Celâleddin, oğlu Alâaddin’e hiç hoşgörü göstermemiş ve onu
sevdiği kızdan ayırmıştır. Güyâ “aşk adamı” olan Celâleddin, Kimyâ Hâtun ile
oğlu Alâaddin arasındaki sevgiyi-aşkı görmezden gelerek, Kimyâ Hâtun’u, Şems’e
peşkeş çekmiştir. Şems ise onu döverek öldürmüştür.
“Ne olursan ol yine de gel” sözü
vahye aykırıdır ve meselâ Kur’ân; kâfirler ve müşriklerin Kâbe’ye girmesini
engeller ve “ne olursan ol yine de gel” demez:
“Ey îman edenler!;
müşrikler ancak bir pisliktirler; öyleyse bu yıllarından sonra artık Mescid-i
Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer ihtiyaç içinde kalmaktan korkarsanız, Allah
dilerse sizi kendi fazlından zengin kılar. Şüphesiz Allah bilendir, hüküm ve
hikmet sâhibidir” (Tevbe 28).
Batı, zulmünü ve sömürüsünü, güyâ
demokrasi-liberâlizm-Hümanizm-özgürlük-refah adına yaptığından, insan adına
yaptığından, bu yıkımları, zulmü ve sömürüyü normâl olarak görüyor ve
gösteriyor fakat, “içinde yanan ateşi söndürmek için” tanklara bir taş atan
çocuğu “terörist” olarak îlan ediyor ve Dünyâ’daki tüm angutlar da bunu
batı’nın gösterdiği gibi görüyorlar. Rasim Özdenören şöyle der:
“Müslümanlar özellikle geçen yüzyılın
ortalarından Îtibâren, İslâm-dışı dünyâya, müslümanca değil, ‘hümanistçe’ bir
yoldan baktırılmaya başlanmıştır. Böylece, İslâm-dışı dünyâ, İslâm’ın emrettiği
müsâmaha rûhu çerçevesinde değil, fakat hümansitlerin telkin ettiği bir
müsâmaha rûhuyla görülmeye başlanmıştır. Meselâ bir Edison’un, bir Einstein’ın
cehennemde yanmasına gönlünün râzı olmadığını söyleyebilen biri farkına
varmadan ‘hümanizmin’ telkin ettiği görüş-dâiresine girmiş bulunur. Dahası, bu
görüş-tarzı, Allah’ın râzı olduğundan râzı olmamak gibi bir netîceye de
çıkacağından, sâhibini küfre de sokmuş bulunacaktır”.
Allah “son Peygamber”e kadar
sık-sık peygamberler ve vahiyler göndererek, Dünyâda vahiy-merkezli din
aleyhine bozulan ve “insan-merkezli olan”a kayan fesadı düzeltmiştir ve
vahiy-merkezli dîni hâkim kılmıştır. Çünkü Allah, sâdece vahiy-merkezli dinden
râzıdır. Son Peygamber Hz. Muhammed ile de bunu kemâle erdirmiştir. Artık
insanların örnek alacağı bir Peygamber (sünnet) ve danışabileceği bir Kitapları
(Kur’ân) vardır ve bu ikisine sıkı-sıkı sarıldıkları müddetçe vahiy-merkezli
din, insan-merkezli dîne (Hümanizm) üstün olacaktır ve Dünyâ barış yurdu hâline
gelecektir.
Tasavvuf “insan-ı kâmil”den
bahseder. Tasavvufun bahsettiği insan-ı kâmil, aslında insan ile Allah
arasındaki “ara tanrı”dır. Bu aynı, Nietzsche’nin
“üst-insan” söylemi gibidir. Üst-insan düşüncesine göre normâl insanlar için
maymunlar ne ise, üst-insan için de normâl insanlar maymun gibidir. Tasavvufta
bu daha da abartılıdır. Zîrâ “üst-insan” olan insan-ı kâmil zamânın
kutbu-gavsıdır ve kâinâtı elinde bir tesbih gibi oynayabilmektedir. Bu nedenle
ona -hâşâ- “cenâb’ı hak” diyenler bile vardır. Çünkü insanı bir kere yüceltmeye
başladığınızda, onu yüceltmenin bir sonu gelmez ve süreç, insanın Allah ‘ilân
edilmesine kadar gider. Târih boyunca hümanizm buna çanak tutmuştur ve
tutmaktadır. O hâlde insan, ancak Allah’ın yücelttiği kadar yüceltilmelidir ki
Allah için üst-insan, “takvâda üstün” olan insandır.
İnsanı ilahlaştıran Hümanizm,
modern insanı kandırmaktadır. Modern insan zannediyor ki tüm düşünceleri,
arzuları ve istekleri özgürce kendi seçimlerinden oluşuyor. Zinhar böyle
değildir. Peki modern insanın isteklerini ne
oluşturuyor?. Modern insan neyi istediğinin yada neyi niye istemediğinin
farkında değildir. Modern insan kendisini özgür zannediyor ve isteklerinin ve
arzularının kendisine âit olduğunu sanıyor. Bu büyük bir cehâlet ve ağır bir
ahmaklıktır. Tabi büyük bir kandırmacadır da. Modern insan bilsin ki, rûhu ve
mânâyı besleyecek ve tatmin edecek olan tek din İslâm’dır. Modern ve hümanist
insan, Kur’ân ve doğal-normâl-fıtrî olan şeylerden vazgeçtiği için, artık
kendisini yönlendiren ve hattâ kuşatıp “şeffaf zindanlara” atan şey, modern
zamanlarda çok daha bâriz bir şekilde açığa çıkan ve Dünyâ genişliğinde bir
hareket alanı bulmuş olan nefsi, arzuları, ihtirasları, istekleri, zanları,
cehâleti, küfrü, şirki ve zulmüdür. Bunu ise Hümanizm üzerinden yapmaktadır.
Hümanizmin ahlâkı değil “etik”i vardır ve etik görecelidir
ve sınırlıdır. Bu nedenle de hümanist insanı adâletli olmaya sevk edemez. Zîrâ Hümanizm
bâtıl bir dindir. Hümanizm yâni “insana-insanlığa olan inanç”, düşük bir inanma şeklinden başka bir
şey değildir.
Transhümanizm; “insanın fiziksel ve bilişsel
yeteneklerinin artırılması ve yaşlanma ve hastalanma gibi arzu edilmeyen veya
gereksiz görülen yönlerinin ortadan kaldırılması amacıyla teknoloji ve bilimden
faydalanılması gerektiğini öne süren uluslararası entelektüel ve kültürel bir
hareket”tir. Transhümanizmi müjdeleyen bir-çok kişinin iddiâsına göre, insan ciddî
tâmir ve güncelleme istiyor. Yeterince akıllı, yeterince hızlı, yeterince büyük
yada yeterince çevik değiliz. Bu nedenle; “insanın yazılımını-donanımını
güncellemek gerekir, çünkü özellikle bunlar muhtemelen yaşlanmanın hattâ ölümün
sonunu getirecek” derler.
Fakat bunun bir sonu yoktur
ve yapılacak olanların sonucunun hayırlı olması pek mümkün değildir. Zîrâ
doğala, fıtrata ve normâle aykırı olan şeyin, geçici bâzı yararları olsa da,
zarârı daha fazla dolur ve insanı ifsâd eder. Bu nedenle Hümanizm ve
Transhümanizm ile birlikte insanın varacağı yer, “insansızlık” olacaktır. İsmi
“Hümanizm=İnsancılık” olan şey, insanı ortadan kaldırıp yok edecektir. Bu süreç
çoktan başlamıştır bile.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Mayıs 2019