28 Mayıs 2020 Perşembe

Modern Müslümanlık Yada Geleneğe Çatmak





“And olsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek (Sünnet) vardır” (Ahzâb 21).

Hemen baştan söyleyeyim ki geleneğin çatılacak çok şeyi vardır. Zâten modern müslümanlar çokça konuşulup-yazılan ve sosyâl medyada tartışılan yazılarla-sözlerle geleneğin çatılması (ve çatılmaması) gereken yönlerine bolca çatıyorlar. Filozoflar ve bilginler de halkı ve geleneği kötülemeden bir fikir ortaya koyamıyorlar. Gerçi haksızlık yaptıkları yer de çok. Biz bu yazıda geleneğin çatılması gerek yerlerinden söz edecek değiliz. Zâten bunu yapmak bu yazının çapına sığacak bir konu olur. Bizim bahsedeceğimiz şey, “geleneğin çatılmaması gereken yerleri”yle, “geleneğe aşırı çatmanın, çatılması gereken diğer şeyleri blôke edip engellediği” konusudur.

Türk Dil Kurumu, geleneği şöyle tanımlar: “Bir toplumda, bir toplulukta eskiden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan-kuşağa iletilen, yaptırım gücü olan kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar, anane, tradisyon”.

İngilizce “tradition” kelimesi, Latince “tradere” fiilinden türemiştir. Tradere, Trans (bir taftan diğerine, öteye) + dare (vermek): öteye vermek, aktarmak, nakletmek, teslim etmek.

Uydurmalara ve zırvalıklara “gelenek” denilemez zâten. İslâm’ın geleneği, İslâm târihinde ortaya çıkan “gelenekçilik” değildir. Gelenek “vahiyle örtüşen” şeydir. Vahiyle örtüşmeyen şey “gelenek” değil, “gelenekçilik” olur. Örflerin birleştirilmesinden “gelenekçilik” ortaya çıkar. İslâm medeniyeti, “İslâm geleneği” ile şekillenmiştir. İslâm geleneği ise, vahyin emirleriyle ve yönlendirmesiyle oluşmuş olan Peygamberimiz’in ortaya koyduğu “güzel örneklik” yâni adına “Sünnet” denen en insanca, en ideâl yaşam-şekli ve pratiğidir. Peygamberlerin gönderiliş sebeplerinden biri de, “İslâm geleneğini oluşturmak” yada bu geleneği başlatmaktır. İslâm medeniyeti Kur’ân ve Sünnet medeniyetidir. İslâm medeniyetinin bil-kuvve yönü Kur’ân, bil-fiil yönü ise Sünnet’tir. Bil-kuvve ve bil-fiil en güzel şekilde birleştirildiğinde, ortaya “İslâm geleneği” yâni “İslâmî yaşam tarzı” ortaya çıkar. Vahiy ve Sünnet bu gelenek içinde sonraki nesillere aktarılır. Zâten insanlar çoğunlukla, Kitap’tan değil, Vahiy ve Sünnet ile oluşturulmuş gelenekle öğrenirler. Bu gelenek Vahiy ve Sünnet-merkezli oldukça İslâm hakkıyla aktarılmış ve yaşanmış olur. Fakat Vahiy ve Sünnet’ten kopulunca yada ikisi arasındaki bütünlük kopunca, İslâm geleneği de bozulur ve onun yerini aynen günümüzdeki gibi “bâtıl gelenekler”, uydurmalar ve zırvalıklar alır.    

Modern zamanlarda insanlar geçmişe ve geleneğe karşı aşırı bir alerji duymaya başlamışlar ve gelenek ile ilgili kavramlar sövgünün konusu olmaya başlamıştır. Gelenekten bahseden herkese gerici-yobaz-câhil gibi suçlamalarda bulunulmuş ve modern olmamak neredeyse bir suç gibi, bir günah gibi telâkki edilmeye başlamıştır. Modern zamanların hazzını yaşayan ve bundan son derece memnun olanlar için bu durum normâl olarak gözükebilir. Zîrâ onlar mevcut dünyânın modern hazlarını yaşamanın verdiği orgazm hâli ile günlerini gün etmektedirler ve Dünyâ’nın aç-susuz, sefil-perişân hâldeki insanları umurlarında bile değildir. Fakat bu duruma müslümanların büyük bir kısmı da katılmaya ve geleneğe karşı bir tiksinti duymaya başlamışlardır. Modernizm ile o kadar büyülenmiş durumdadırlar ki, mevcut kötü durumlarını modernizm ile kıyaslıyorlar ve geleneğe olan bağlılığı hem kötü hem de yanlış buluyorlar. Artık geleneğe kıyasla değil, modernizme kıyasla ve modernizm-merkezli okumalar, düşünmeler ve yorumlamalarda bulunuyorlar. Fakat ortaya net çözümler koyamıyorlar. Geçmişten ve İslâm geleneğinden alınan ilhamla İslâm ve müslümanların huzûra eremeyecekleri, bu nedenle de modern okuma, yorum ve eylemlerle durumlarını düzeltecekleri zehabına kapılmaktadırlar.

İslâm geleneği, Allah’ın “güzel örneklik” olarak sunduğu, literatürde “Sünnet” denilen ve Kur’ân’da Ahzâb Sûresi 21. âyette konulan şeydir. Sünnet, “İslâm’ın geleneği”dir. Hattâ bu gelenek “en güzel gelenek”tir. Zîrâ Peygamberimiz’in geleneğidir yâni yaşam tarzıdır. Fakat bu geleneğe Peygamberimiz’den sonra uzun zamanlar boyunca uydurma sözler, rivâyetler ve hattâ zırvalıklar eklenmiş, öyle ki bunlar, Peygamberimiz bunları 23 yıl boyunca yemeden, içmeden ve uyumadan söylese ve yapsa bile zamânın yetmeyeceği kadar çoktur. Tabi bu kadar çoğalması hem bunların sahih olanlarının ayıklanamayacağı anlamına gelmez, hem de bu kadar çoğalmış ve karışmış diye “en iyisi toptan inkâr etmek” demek için gerekçe olmaz. Netîcede elimizde hem hakkı ve bâtılı ayırabilen “Furkân” olan Kur’ân var, hem de yanlışları kolayca ayırabilecek ilk târihlerde yazılmış siyer, megâzi ve târih kitapları var.

Geçmişi ve geleneği tümden inkar etmek, Kur’ân’ı da inkâr etmek anlamına gelir. Çünkü Kur’ân’ın yarısı hattâ bâzılarına göre daha fazlası peygamberlerin hayatlarını ve kıssalarını içeriyor ve bilindiği gibi kıssalar %100 geçmişle ilgilidir. Kıssalar peygamberlerin geleneğinden yâni vahiy-merkezli ortaya koydukları yaşam-şekillerinden bahsediyor. O hâlde gelenekle bağı koparmak yada gevşetmek, kıssalarla dolayısıyla Kur’ân’ın büyük kısmı ile bağı koparmak yada gevşetmek anlamına geliyor. Kur’ân okumak, bir nevî “gelenek okumak” anlamına da gelir çünkü. Biz kıssalarda, eski kavimlerin bâtıl geleneklerini ve peygamberlerin ortaya koyduğu hak geleneği yâni vahiy-merkezli yaşam-şekillerini okuyoruz.      

Geçmişle ve gelenekle bağı koparınca, Kur’ân’ın nerdeyse yarısını oluşturan kıssalar bu durumda ne olacak?. Bir değeri yok mudur o anlatılanların. Çünkü geleneği anlatıyor. Müşriklerin-kâfirlerin bâtıl geleneği ile peygamberlin hak geleneğini anlatıyor. Yâni “çatılacak” geleneği ve çatılmaması hattâ tâkip edilmesi gereken geleneği belirliyor. Kur’ân’da meselâ; “İdris’i de an” denir. İdris’i anmak, geçmişi ve o’nun geleneğini anmak değil midir?. İdris’i anmak, geçmişe dönmek demektir. Kur’ân kişiyi binlerce yıl önceye dâvet edip götürüyor ve bâtıl ve hak geleneği gösteriyor. Oradan bir ders alınmasını istiyor Kur’ân.

Hem biz neden gelenekle bağımızı tümden koparalım yada gevşetelim ki?. Onun yerine bâtıl geleneği inkâr ve iptâl etmemiz gerekir. Hem bizim geçmişimiz “batı” gibi karanlık değildir ki!. Bir medeniyet vardır bizim geleneğimizde, bir kültür, vicdan, merhâmet, sanat, dil, ses, söz, devlet ve millet üretilmiştir. Bu medeniyet bir nûr olmuş ve Dünyâ’yı aydınlatmıştır. Bizim geçmişimiz ve geleneğimiz batı’nın geçmişi ve geleneği gibi değildir. Onların geleneği bir dogmadır ve onlar o dogmaya sövmüş ve yıkmışlardır onu ama maalesef yerine modern şeklinden başkasını da getirememişlerdir. Klâsik geleneği ortadan kaldırmışlar ve yerine modern geleneği koymuşlardır. Modern gelenekte olan bir-çok şey klâsik gelenekten de kötüdür. Vahiy-merkezli değildir çünkü. Batı’nın geçmişi de moderni de şimdisi de vahiy-merkezli değil de insan-merkezli olduğundan, her iki dönemde de zulm üretmiştir, üretmektedir. Abdrurrahman Arslan bu konuda şöyle der:

“Bizim bugünümüzü kuran kimdir?. Biz bugünümüzü şu-anki düşüncelerimizle mi kuruyoruz?. İstesek de istemesek de geçmişten gelen üzerine bir şeyler konuşabiliyoruz. Bu elde değil, bu bizim kaderimizdir. Her peygamber öncekilerinin izleri üzerine gönderilmiştir. Hâşâ bu, boşa söylenmiş bir söz olabilir mi?. O izlerin sürekliliği insanoğlunun târihindeki önemli bir noktadır. Esas düşünülmesi gereken şu: Ya o izler kaybolduğu zaman ne yapacağız?. Acaba târihte o izler kaybolmak üzereyken mi peygamberler geliyor?. Biz bunların üzerine düşünmedik. O izler her zaman olumsuz mudur?. Bizim için bir ışık veremez mi?”.

Evet; bir peygamberden sonra başka bir peygamberin gönderilmesi, önceki peygamberin “hak geleneği”nin yozlaştırılmış olması ve bâtıl hâle getirilmesinden dolayıdır. Yeni peygamber o bozulmuş geleneği vahiy-merkezli olarak yeniden hak geleneğe dönüştürmüştür.

Gelenek ve görenekler, aslında halkın eski dinlerinin uygulamalarıdırlar. Eğer bir gelenek hak dinden neş’et etmişse o geleneği sürdürmekte sorun olmaz. Modernite ise, hak dinlerin inkâr edilmesiyle ortaya konmuş olan modern bir gelenektir. Bu-gün bir-çok müslümanın “modern uygarlık” olarak algıladığı/bildiği şey, İslâmî gelenekte “câhiliye” diye bilinen değerlerin uyanışıdır.

Modernite, “klâsik gelenek” düşmanıdır. Hayâtiyetini buradan alır. Bu düşmanlık tüm Dünyâ’ya ve de müslümanlara dayatılarak benimsetilmiştir. Modernizmin ağır kuşatması altında seküler sistemlere îtirâza cesâret edemeyen müslümanlar, “gelenek eleştirisi”yle idâre etmektedirler. Çünkü modernizmin ağır kuşatması altındayken, 1.400 yıllık İslâm Târihi’ni doğru okuyup değerlendirebilmek imkânsızdır.

Müslümanlar da, hak ve bâtıl olduğuna bakmadan, geleneğe çata-çata moderniteyi din yaptılar. Gelenek eleştirisi de olmasa müslümanlar işsiz kalacaklar ve konuşacak bir şeyleri olmayacak.

Geleneğe çatanlar, “moderniteye çatamayanlar”dır. Geleneğe çata-çata modernist olmuşlar, modernizme kapıla-kapıla da gelenek düşmanı olmuş çıkmışlardır. Çünkü modernite onlara ancak “geleneğe çatma” izni vermektedir. 

Bâtıl geleneği din yapan gelenekçiler, geleneğin yozlaşmış tarafına “mest” olurlarken; gelenek düşmanları da, geleneğin yozlaşmış tarafıyla birlikte tümüne “düşman” oluyorlar. Bu-arada “hak gelenek” güme gidiyor.

“Kur’ân yanlışsızdır ama hadiste-Sünnet’te uydurmalar vardır, hattâ o kadar çok karışma vardır ki bunu temizlemek mümkün değildir” diyerek sahih hadisi ve Sünnet’i tümden reddetmek mantıksızdır.

Geleneğe çatmanın “Kur’ân’a çatmak” demeye geldiğini de unutmamak gerekir. Biz Kur’ân’ı niçin kabûl ediyoruz ve onun Allah’tan geldiğine inanıyoruz?. Tabî ki Peygamber’e güvendiğimiz için. Peygamber’e güvenmeden Kur’ân nasıl kabûl edilecek ki?. Onun Allah’tan olduğunu ve kendisine Cebrâil’in getirdiğini bize ilk önce Peygamberimiz söyledi. Yâni sahabe Peygamber’e güvendiği için Kur’ân’ı “hak” olarak kabûl etti. Çünkü daha ilk üç-beş âyetten Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğu anlaşılamazdı. O hâlde sahihine-uydurmasına bakmadan hadis ve Sünnet’i tümden iptâl etmekle açığa çıkan Peygamber inkârı, Kur’ân’ı da inkâr etmek anlamına gelir.

Geleneğe çatmak sonunda Kur’ân’a da çatmakla sonuçlanır ve sonuçlanmıştır. Çünkü sahih Sünnet’i ve hadisi ayırmadan Sünnet ve hadisleri “uydurma” diyerek tümden reddetmek, Peygamber’i de reddetmeyi yanında getirir ve getirmiştir. Çünkü bakıldığında Sünnet’i ve hadisi tümden reddedenler Peygamber’i pek de takmazlar. Onu bir postacı, oradan geçen bir haberci gibi görürler. Çünkü gerçekten Peygamber’e âit olan Sünnet’i ve hadisi inkâr etmişlerdir. Birinin sözünü ve eylemini inkâr etmişseniz, “o kişiyi inkar etmişsiniz” demektir. Zîrâ insan, söyledikleri ve yaptıklarıdır. Fakat böyle olunca ne oluyor ve ne olmuştur?. Târih boyunca böyle yapanlar, -tüm peygamberlerde olduğu gibi- Peygamberimiz’i tasavvurlarda zayıflattıktan sonra o’nun örnekliğini inkâr etmişlerdir. Örneklik Kur’ân’dan olduğu için (Ahzâb 21) dolayısıyla Kur’ân’ı inkâr etmeye başlamışlardır. Zâten 19’cuların Tevbe Sûresi’nin son iki âyetini inkâr etmeleri de bu yüzdendir. Uydurma söz ve rivâyetlerden başka, “sâdece Kur’ân” diyerek bizzat Peygamber’e âit olan sözleri de inkâr edince, -belki de bir cezâ olarak- Peygamber’i de inkar etmeye başlamışlar, Peygamber’i inkâr edince o’nun “güzel örnekliği”ni de inkâr etmişlerdir. Peygamber’in güzel örnekliği olan Sünnet’i inkâr edilince Ahzâb 21’i inkâr etmiş olmuşlardır. Sonra da Tevbe Sûresi’nin son iki âyetini inkâr edebilmişlerdir. Çünkü bu son iki âyet Peygamber’in özelliklerinden bahsediyor. Belki ilerleyen zamanlarda işlerine gelmeyen ve hesaplarına aykırı düşen başka âyetleri de inkâr etmeye başlayacaklardır. Târihselciler bir-çok âyeti ve hattâ Medenî âyetleri târihe hapsederek tümden inkâr etmişlerdir, etmektedirler. Çünkü geleneği târihe hapsetmişler ve böylece inkâr etmişlerdir. Âyetleri târihe hapsetmek, inkâr etmenin bir türüdür. Bu inkâr hepsinde modernite-merkezli yapıldığından dolayı, modernite din hâline gelmiş ve İslâm ise modernitenin nesnesi gibi olmuştur. Eski gelenekten kurtulma isteği, “yeni geleneğe kolayca bağlanma durumu”ndan kaynaklanır.

Geçmişe dönmekten bahsetmiyoruz, “hak geleneğin rûhuna dönmek”ten bahsediyoruz. Bu çağa taşıyacağımız, geçmişin fizîkî ve mekânî tarafı değildir. Belki bâzı gelenekler de taşınacak ve diriltilecek ama asıl taşınacak olan geçmişin rûhudur. Dünyâ’yı aydınlatan o rûh. O zamânın müslümanlarının vahiy-merkezli olarak oluşturulmuş ve ortaya konmuş hak gelenek yâni Sünnet ile Dünyâ’yı aydınlattığı rûh, şimdiki zamânı da aydınlatabilir. Biz geçmişin hiç-bir şeyini almasak ve her-şeyine sövsek de, rûhunu kötüleme ve rûhuna sövme hakkımız yoktur. Zîrâ o rûh, vahyin, Sünnet’in rûhudur. O rûhla zamânı yeniden inşâ edebiliriz. O rûhu günümüze taşımak, “modernizme sövmek” anlamına geliyor. Zâten modernizme sövülmediğinde, İslâmî geçmişe ve o İslâmî rûha sövülüyor ve geçmiş ve gelenek “günah keçisi” îlan ediliyor. Böylece rûhunu İslâm yerine şeytandan alan modernizm üzerinden yeni bir modern zulüm başlatılıyor.

Geleneği bâtılına-zırvasına bakmadan ve sahihi-bâtılı ayırmadan tümden kabûl etmekten bahsetmiyoruz. Hak gelenek yâni vahiy-merkezli olan Sünnet’i -ki Sünnet vahyin geleneğidir- diriltmekten bahsediyoruz. Atasoy Müftüoğlu: “Geçmişe kapanıp kalmak ne kadar yanlış ise, geçmişe kapalı kalmak, geçmişi unutmak da bir o kadar yanlıştır” der.

Bizim geleneğimiz, Allah’ın “güzel örneklik” dediği Sünnet’tir. Kıssalar da önceki peygamberlerin sünnetleri yâni gelenekleri ve yaşam-pratikleridir. Sünnet denilince hemen uydurma hadis, söz ve rivâyetler akla gelmesin. Sünnet, “Peygamberimiz’in Kur’ân’ın emirleri doğrultusunda 23 yıl boyunca yaptıkları”dır. Bizim geleneğimizi işte bu yapılanlar belirler. Sünnet’e çatınca yâni sahih geleneğe çatılınca mevcut zamâna uyulmaya yâni modernite gelenek olmaya başlar. Kim hangi zamandaki moderniteye uyuyorsa o, ondan önceki zamâna ve geleneğe çatar.

Küresel şeytânî, tâğûti devletlere mandalık yapan ülkelerin vatandaşları, geleneğe çatıyorlar ama İslâm’ın ve Türk’lerin büyük imparatorluklarını, inkâr ettikleri o gelenekler zamânında kurduklarını ve Dünyâ’ya o gelenekle hükmettiklerini unutuyorlar. O hâlde geleneğe çatmaktan çok uydurmalara ve moderniteye çatmak gerekir.

“Hak gelenek” ile “bâtıl gelenek” farklıdır ve bunları ayırmak gerekir. Bâtıl gelenek, “küfrün, şirkin ve absürdlüğün göstergesi”yken, hak gelenek ise, “güzel örneklik” denilen, vahiy-merkezli yaşam-şeklinin göstergesidir ve ona Sünnet denir.

Bâtıl geleneği baş-tâcı eden moderniteye çatmayanlar ve tam-aksine ona râm olanların yapacakları şey, “hak geleneğe” çatmaktan başkası değildir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ekim 2019
























Hiç yorum yok:

Yorum Gönder