“And olsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve âhiret gününe
kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek (Sünnet) vardır” (Ahzâb 21).
Hemen baştan söyleyeyim ki geleneğin
çatılacak çok şeyi vardır. Zâten modern müslümanlar çokça konuşulup-yazılan ve
sosyâl medyada tartışılan yazılarla-sözlerle geleneğin çatılması (ve
çatılmaması) gereken yönlerine bolca çatıyorlar. Filozoflar ve bilginler de halkı ve geleneği
kötülemeden bir fikir ortaya koyamıyorlar. Gerçi haksızlık yaptıkları yer de çok. Biz bu yazıda geleneğin çatılması
gerek yerlerinden söz edecek değiliz. Zâten bunu yapmak bu yazının çapına
sığacak bir konu olur. Bizim bahsedeceğimiz şey, “geleneğin çatılmaması gereken
yerleri”yle, “geleneğe aşırı çatmanın, çatılması gereken diğer şeyleri blôke
edip engellediği” konusudur.
Türk Dil Kurumu, geleneği
şöyle tanımlar: “Bir toplumda, bir toplulukta eskiden kalmış olmaları dolayısıyla
saygın tutulup kuşaktan-kuşağa iletilen, yaptırım gücü olan kültürel
kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar, anane, tradisyon”.
İngilizce “tradition” kelimesi, Latince “tradere”
fiilinden türemiştir. Tradere, Trans (bir taftan diğerine, öteye) + dare
(vermek): öteye vermek, aktarmak, nakletmek, teslim etmek.
Uydurmalara ve zırvalıklara “gelenek”
denilemez zâten. İslâm’ın geleneği, İslâm târihinde ortaya çıkan “gelenekçilik”
değildir. Gelenek “vahiyle örtüşen” şeydir. Vahiyle örtüşmeyen şey “gelenek”
değil, “gelenekçilik” olur. Örflerin birleştirilmesinden “gelenekçilik” ortaya
çıkar. İslâm medeniyeti, “İslâm geleneği” ile şekillenmiştir. İslâm geleneği
ise, vahyin emirleriyle ve yönlendirmesiyle oluşmuş olan Peygamberimiz’in ortaya
koyduğu “güzel örneklik” yâni adına “Sünnet” denen en insanca, en ideâl
yaşam-şekli ve pratiğidir. Peygamberlerin gönderiliş sebeplerinden biri de,
“İslâm geleneğini oluşturmak” yada bu geleneği başlatmaktır. İslâm medeniyeti
Kur’ân ve Sünnet medeniyetidir. İslâm medeniyetinin bil-kuvve yönü Kur’ân,
bil-fiil yönü ise Sünnet’tir. Bil-kuvve ve bil-fiil en güzel şekilde
birleştirildiğinde, ortaya “İslâm geleneği” yâni “İslâmî yaşam tarzı” ortaya çıkar.
Vahiy ve Sünnet bu gelenek içinde sonraki nesillere aktarılır. Zâten insanlar
çoğunlukla, Kitap’tan değil, Vahiy ve Sünnet ile oluşturulmuş gelenekle
öğrenirler. Bu gelenek Vahiy ve Sünnet-merkezli oldukça İslâm hakkıyla
aktarılmış ve yaşanmış olur. Fakat Vahiy ve Sünnet’ten kopulunca yada ikisi
arasındaki bütünlük kopunca, İslâm geleneği de bozulur ve onun yerini aynen günümüzdeki
gibi “bâtıl gelenekler”, uydurmalar ve zırvalıklar alır.
Modern
zamanlarda insanlar geçmişe ve geleneğe karşı aşırı bir alerji duymaya
başlamışlar ve gelenek ile ilgili kavramlar sövgünün konusu olmaya başlamıştır.
Gelenekten bahseden herkese gerici-yobaz-câhil gibi suçlamalarda bulunulmuş ve
modern olmamak neredeyse bir suç gibi, bir günah gibi telâkki edilmeye
başlamıştır. Modern zamanların hazzını yaşayan ve bundan son derece memnun
olanlar için bu durum normâl olarak gözükebilir. Zîrâ onlar mevcut dünyânın
modern hazlarını yaşamanın verdiği orgazm hâli ile günlerini gün etmektedirler
ve Dünyâ’nın aç-susuz, sefil-perişân hâldeki insanları umurlarında bile
değildir. Fakat bu duruma müslümanların büyük bir kısmı da katılmaya ve
geleneğe karşı bir tiksinti duymaya başlamışlardır. Modernizm ile o kadar
büyülenmiş durumdadırlar ki, mevcut kötü durumlarını modernizm ile
kıyaslıyorlar ve geleneğe olan bağlılığı hem kötü hem de yanlış buluyorlar.
Artık geleneğe kıyasla değil, modernizme kıyasla ve modernizm-merkezli
okumalar, düşünmeler ve yorumlamalarda bulunuyorlar. Fakat ortaya net çözümler
koyamıyorlar. Geçmişten ve İslâm geleneğinden alınan ilhamla İslâm ve
müslümanların huzûra eremeyecekleri, bu nedenle de modern okuma, yorum ve
eylemlerle durumlarını düzeltecekleri zehabına kapılmaktadırlar.
İslâm
geleneği, Allah’ın “güzel örneklik” olarak sunduğu, literatürde “Sünnet”
denilen ve Kur’ân’da Ahzâb Sûresi 21. âyette konulan şeydir. Sünnet, “İslâm’ın
geleneği”dir. Hattâ bu gelenek “en güzel gelenek”tir. Zîrâ Peygamberimiz’in
geleneğidir yâni yaşam tarzıdır. Fakat bu geleneğe Peygamberimiz’den sonra uzun
zamanlar boyunca uydurma sözler, rivâyetler ve hattâ zırvalıklar eklenmiş, öyle
ki bunlar, Peygamberimiz bunları 23 yıl boyunca yemeden, içmeden ve uyumadan
söylese ve yapsa bile zamânın yetmeyeceği kadar çoktur. Tabi bu kadar çoğalması
hem bunların sahih olanlarının ayıklanamayacağı anlamına gelmez, hem de bu
kadar çoğalmış ve karışmış diye “en iyisi toptan inkâr etmek” demek için
gerekçe olmaz. Netîcede elimizde hem hakkı ve bâtılı ayırabilen “Furkân” olan
Kur’ân var, hem de yanlışları kolayca ayırabilecek ilk târihlerde yazılmış
siyer, megâzi ve târih kitapları var.
Geçmişi
ve geleneği tümden inkar etmek, Kur’ân’ı da inkâr etmek anlamına gelir. Çünkü
Kur’ân’ın yarısı hattâ bâzılarına göre daha fazlası peygamberlerin hayatlarını
ve kıssalarını içeriyor ve bilindiği gibi kıssalar %100 geçmişle ilgilidir. Kıssalar
peygamberlerin geleneğinden yâni vahiy-merkezli ortaya koydukları
yaşam-şekillerinden bahsediyor. O hâlde gelenekle bağı koparmak yada gevşetmek,
kıssalarla dolayısıyla Kur’ân’ın büyük kısmı ile bağı koparmak yada gevşetmek
anlamına geliyor. Kur’ân okumak, bir nevî “gelenek okumak” anlamına da gelir
çünkü. Biz kıssalarda, eski kavimlerin bâtıl geleneklerini ve peygamberlerin
ortaya koyduğu hak geleneği yâni vahiy-merkezli yaşam-şekillerini okuyoruz.
Geçmişle
ve gelenekle bağı koparınca, Kur’ân’ın nerdeyse yarısını oluşturan kıssalar bu
durumda ne olacak?. Bir değeri yok mudur o anlatılanların. Çünkü geleneği
anlatıyor. Müşriklerin-kâfirlerin bâtıl geleneği ile peygamberlin hak
geleneğini anlatıyor. Yâni “çatılacak” geleneği ve çatılmaması hattâ tâkip
edilmesi gereken geleneği belirliyor. Kur’ân’da meselâ; “İdris’i de an” denir.
İdris’i anmak, geçmişi ve o’nun geleneğini anmak değil midir?. İdris’i anmak,
geçmişe dönmek demektir. Kur’ân kişiyi binlerce yıl önceye dâvet edip götürüyor
ve bâtıl ve hak geleneği gösteriyor. Oradan bir ders alınmasını istiyor Kur’ân.
Hem
biz neden gelenekle bağımızı tümden koparalım yada gevşetelim ki?. Onun yerine
bâtıl geleneği inkâr ve iptâl etmemiz gerekir. Hem bizim geçmişimiz “batı” gibi
karanlık değildir ki!. Bir medeniyet vardır bizim geleneğimizde, bir kültür, vicdan,
merhâmet, sanat, dil, ses, söz, devlet ve millet üretilmiştir. Bu medeniyet bir
nûr olmuş ve Dünyâ’yı aydınlatmıştır. Bizim geçmişimiz ve geleneğimiz batı’nın
geçmişi ve geleneği gibi değildir. Onların geleneği bir dogmadır ve onlar o
dogmaya sövmüş ve yıkmışlardır onu ama maalesef yerine modern şeklinden
başkasını da getirememişlerdir. Klâsik geleneği ortadan kaldırmışlar ve yerine
modern geleneği koymuşlardır. Modern gelenekte olan bir-çok şey klâsik
gelenekten de kötüdür. Vahiy-merkezli değildir çünkü. Batı’nın geçmişi de
moderni de şimdisi de vahiy-merkezli değil de insan-merkezli olduğundan, her
iki dönemde de zulm üretmiştir, üretmektedir. Abdrurrahman Arslan bu konuda
şöyle der:
“Bizim
bugünümüzü kuran kimdir?. Biz bugünümüzü şu-anki düşüncelerimizle mi
kuruyoruz?. İstesek de istemesek de geçmişten gelen üzerine bir şeyler
konuşabiliyoruz. Bu elde değil, bu bizim kaderimizdir. Her peygamber
öncekilerinin izleri üzerine gönderilmiştir. Hâşâ bu, boşa söylenmiş bir söz
olabilir mi?. O izlerin sürekliliği insanoğlunun târihindeki önemli bir
noktadır. Esas düşünülmesi gereken şu: Ya o izler kaybolduğu zaman ne
yapacağız?. Acaba târihte o izler kaybolmak üzereyken mi peygamberler geliyor?.
Biz bunların üzerine düşünmedik. O izler her zaman olumsuz mudur?. Bizim için
bir ışık veremez mi?”.
Evet; bir
peygamberden sonra başka bir peygamberin gönderilmesi, önceki peygamberin “hak
geleneği”nin yozlaştırılmış olması ve bâtıl hâle getirilmesinden dolayıdır.
Yeni peygamber o bozulmuş geleneği vahiy-merkezli olarak yeniden hak geleneğe
dönüştürmüştür.
Gelenek ve
görenekler, aslında halkın eski dinlerinin uygulamalarıdırlar. Eğer bir gelenek
hak dinden neş’et etmişse o geleneği sürdürmekte sorun olmaz. Modernite ise,
hak dinlerin inkâr edilmesiyle ortaya konmuş olan modern bir gelenektir. Bu-gün
bir-çok müslümanın “modern uygarlık” olarak algıladığı/bildiği şey, İslâmî
gelenekte “câhiliye” diye bilinen değerlerin uyanışıdır.
Modernite, “klâsik gelenek”
düşmanıdır. Hayâtiyetini buradan alır. Bu düşmanlık tüm Dünyâ’ya ve de
müslümanlara dayatılarak benimsetilmiştir. Modernizmin ağır kuşatması altında
seküler sistemlere îtirâza cesâret edemeyen müslümanlar, “gelenek
eleştirisi”yle idâre etmektedirler. Çünkü modernizmin
ağır kuşatması altındayken, 1.400 yıllık İslâm Târihi’ni doğru okuyup
değerlendirebilmek imkânsızdır.
Müslümanlar da, hak ve bâtıl
olduğuna bakmadan, geleneğe çata-çata moderniteyi din yaptılar. Gelenek
eleştirisi de olmasa müslümanlar işsiz kalacaklar ve konuşacak bir şeyleri olmayacak.
Geleneğe çatanlar, “moderniteye
çatamayanlar”dır. Geleneğe çata-çata modernist olmuşlar, modernizme
kapıla-kapıla da gelenek düşmanı olmuş çıkmışlardır. Çünkü modernite onlara
ancak “geleneğe çatma” izni vermektedir.
Bâtıl geleneği din yapan gelenekçiler,
geleneğin yozlaşmış tarafına “mest” olurlarken; gelenek düşmanları da,
geleneğin yozlaşmış tarafıyla birlikte tümüne “düşman” oluyorlar. Bu-arada “hak
gelenek” güme gidiyor.
“Kur’ân yanlışsızdır ama
hadiste-Sünnet’te uydurmalar vardır, hattâ o kadar çok karışma vardır ki bunu
temizlemek mümkün değildir” diyerek sahih hadisi ve Sünnet’i tümden reddetmek
mantıksızdır.
Geleneğe çatmanın “Kur’ân’a
çatmak” demeye geldiğini de unutmamak gerekir. Biz Kur’ân’ı niçin kabûl
ediyoruz ve onun Allah’tan geldiğine inanıyoruz?. Tabî ki Peygamber’e güvendiğimiz
için. Peygamber’e güvenmeden Kur’ân nasıl kabûl edilecek ki?. Onun Allah’tan
olduğunu ve kendisine Cebrâil’in getirdiğini bize ilk önce Peygamberimiz
söyledi. Yâni sahabe Peygamber’e güvendiği için Kur’ân’ı “hak” olarak kabûl
etti. Çünkü daha ilk üç-beş âyetten Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğu
anlaşılamazdı. O hâlde sahihine-uydurmasına bakmadan hadis ve Sünnet’i tümden
iptâl etmekle açığa çıkan Peygamber inkârı, Kur’ân’ı da inkâr etmek anlamına
gelir.
Geleneğe
çatmak sonunda Kur’ân’a da çatmakla sonuçlanır ve sonuçlanmıştır. Çünkü sahih Sünnet’i
ve hadisi ayırmadan Sünnet ve hadisleri “uydurma” diyerek tümden reddetmek, Peygamber’i
de reddetmeyi yanında getirir ve getirmiştir. Çünkü bakıldığında Sünnet’i ve
hadisi tümden reddedenler Peygamber’i pek de takmazlar. Onu bir postacı, oradan
geçen bir haberci gibi görürler. Çünkü gerçekten Peygamber’e âit olan Sünnet’i
ve hadisi inkâr etmişlerdir. Birinin sözünü ve eylemini inkâr etmişseniz, “o
kişiyi inkar etmişsiniz” demektir. Zîrâ insan, söyledikleri ve yaptıklarıdır.
Fakat böyle olunca ne oluyor ve ne olmuştur?. Târih boyunca böyle yapanlar,
-tüm peygamberlerde olduğu gibi- Peygamberimiz’i tasavvurlarda zayıflattıktan
sonra o’nun örnekliğini inkâr etmişlerdir. Örneklik Kur’ân’dan olduğu için
(Ahzâb 21) dolayısıyla Kur’ân’ı inkâr etmeye başlamışlardır. Zâten 19’cuların
Tevbe Sûresi’nin son iki âyetini inkâr etmeleri de bu yüzdendir. Uydurma söz ve
rivâyetlerden başka, “sâdece Kur’ân” diyerek bizzat Peygamber’e âit olan sözleri
de inkâr edince, -belki de bir cezâ olarak- Peygamber’i de inkar etmeye başlamışlar,
Peygamber’i inkâr edince o’nun “güzel örnekliği”ni de inkâr etmişlerdir.
Peygamber’in güzel örnekliği olan Sünnet’i inkâr edilince Ahzâb 21’i inkâr etmiş
olmuşlardır. Sonra da Tevbe Sûresi’nin son iki âyetini inkâr edebilmişlerdir.
Çünkü bu son iki âyet Peygamber’in özelliklerinden bahsediyor. Belki ilerleyen
zamanlarda işlerine gelmeyen ve hesaplarına aykırı düşen başka âyetleri de inkâr
etmeye başlayacaklardır. Târihselciler bir-çok âyeti ve hattâ Medenî âyetleri
târihe hapsederek tümden inkâr etmişlerdir, etmektedirler. Çünkü geleneği
târihe hapsetmişler ve böylece inkâr etmişlerdir. Âyetleri târihe hapsetmek,
inkâr etmenin bir türüdür. Bu inkâr hepsinde modernite-merkezli yapıldığından
dolayı, modernite din hâline gelmiş ve İslâm ise modernitenin nesnesi gibi
olmuştur. Eski gelenekten kurtulma
isteği, “yeni geleneğe kolayca bağlanma durumu”ndan kaynaklanır.
Geçmişe
dönmekten bahsetmiyoruz, “hak geleneğin rûhuna dönmek”ten bahsediyoruz. Bu çağa
taşıyacağımız, geçmişin fizîkî ve mekânî tarafı değildir. Belki bâzı gelenekler
de taşınacak ve diriltilecek ama asıl taşınacak olan geçmişin rûhudur. Dünyâ’yı
aydınlatan o rûh. O zamânın müslümanlarının vahiy-merkezli olarak oluşturulmuş
ve ortaya konmuş hak gelenek yâni Sünnet ile Dünyâ’yı aydınlattığı rûh, şimdiki
zamânı da aydınlatabilir. Biz geçmişin hiç-bir şeyini almasak ve her-şeyine
sövsek de, rûhunu kötüleme ve rûhuna sövme hakkımız yoktur. Zîrâ o rûh, vahyin,
Sünnet’in rûhudur. O rûhla zamânı yeniden inşâ edebiliriz. O rûhu günümüze
taşımak, “modernizme sövmek” anlamına geliyor. Zâten modernizme sövülmediğinde,
İslâmî geçmişe ve o İslâmî rûha sövülüyor ve geçmiş ve gelenek “günah keçisi” îlan
ediliyor. Böylece rûhunu İslâm yerine şeytandan alan modernizm üzerinden yeni
bir modern zulüm başlatılıyor.
Geleneği
bâtılına-zırvasına bakmadan ve sahihi-bâtılı ayırmadan tümden kabûl etmekten
bahsetmiyoruz. Hak gelenek yâni vahiy-merkezli olan Sünnet’i -ki Sünnet vahyin
geleneğidir- diriltmekten bahsediyoruz. Atasoy Müftüoğlu: “Geçmişe kapanıp kalmak ne kadar yanlış ise,
geçmişe kapalı kalmak, geçmişi unutmak da bir o kadar yanlıştır” der.
Bizim geleneğimiz, Allah’ın “güzel
örneklik” dediği Sünnet’tir. Kıssalar da önceki peygamberlerin sünnetleri yâni
gelenekleri ve yaşam-pratikleridir. Sünnet denilince hemen uydurma hadis, söz
ve rivâyetler akla gelmesin. Sünnet, “Peygamberimiz’in Kur’ân’ın emirleri
doğrultusunda 23 yıl boyunca yaptıkları”dır. Bizim geleneğimizi işte bu
yapılanlar belirler. Sünnet’e çatınca yâni sahih geleneğe çatılınca mevcut
zamâna uyulmaya yâni modernite gelenek olmaya başlar. Kim hangi zamandaki
moderniteye uyuyorsa o, ondan önceki zamâna ve geleneğe çatar.
Küresel şeytânî, tâğûti
devletlere mandalık yapan ülkelerin vatandaşları, geleneğe çatıyorlar ama İslâm’ın
ve Türk’lerin büyük imparatorluklarını, inkâr ettikleri o gelenekler zamânında
kurduklarını ve Dünyâ’ya o gelenekle hükmettiklerini unutuyorlar. O hâlde
geleneğe çatmaktan çok uydurmalara ve moderniteye çatmak gerekir.
“Hak gelenek” ile “bâtıl
gelenek” farklıdır ve bunları ayırmak gerekir. Bâtıl gelenek, “küfrün, şirkin
ve absürdlüğün göstergesi”yken, hak gelenek ise, “güzel örneklik” denilen,
vahiy-merkezli yaşam-şeklinin göstergesidir ve ona Sünnet denir.
Bâtıl geleneği baş-tâcı eden
moderniteye çatmayanlar ve tam-aksine ona râm olanların yapacakları şey, “hak
geleneğe” çatmaktan başkası değildir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder