“Câhiliyenin hükmünü mü istiyorlar. Yakînen bilen
bir kavim için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim vardır?” (Mâide 50).
“Hiç
şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlardan
ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak
bir sapıklıkla sapmıştır”
(Nîsâ 116).
Cehâlet ve şirk birbirlerinin neden-sonucudur.
Şirke kapı açan şey, Kur’ân’ın “câhiliye” dediği cehâlettir. Cehâlet arttıkça
şirk de artar. Şirk arttıkça da cehâlet çoğalır ve hattâ bir cehâlet sevgisi
oluşur. Bu süreç mutlakâ zulüm ile sonuçlanır. Çok ilginçtir ki,
cehâlet-şirk-zulüm süreci câhil insanlar tarafından çok güçlü bir şekilde
savunulur ve üzerine toz bile kondurulmaz. Artık cehâlet ile övünülür ve bu
durum nesiller yoluyla sürdürülür durur. Şirki ve sonra da zulmü başlatan şey cehâlet
olduğu gibi, sürdüren ve arttıran şey de cehâlettir. Şirkten ve dolayısı ile
zulümden kurtulmanın başlangıcı ve devâmı, cehâletten kurtulmakla olacaktır.
İslâm’a göre sürekli olarak iki toplum
bulunur: İslâm toplumu ve câhiliye toplumu. Fakat modern dünyâda; İslâm toplumu
“câhiliye toplumu”, câhiliye toplumu ise “İslâm toplumu” olarak gösteriliyor ve
müslümanlar da bunun aynen gösterildiği gibi olduğunu zannediyor. Sonuçta ise insanlar
ve hattâ hayvan ve bitkiler bile zarar görmeye başlıyor. Çünkü
cehâlet-şirk-zulüm iş-başına geçince mutlaka ekini ve nesli ifsâd ediyor:
(Bakara 205). Fakat bu düzenden en çok da, sisteme muhâlif olan müslümanlar ve
mazlumlar zarar görüyor. İşte bunu tersine çevirmenin yolu, hak ve bâtıl
toplumun yâni İslâm ve câhiliye toplumunun birbirinden ayrılmasıdır. Bu
ayrılış, ilk başta vahiy/sünnet-merkezli bir zihnî-kâlbî ayrılışla başlayacak,
daha sonra da eylemde-amelde görülecek bir ayrılışla devâm edecektir. En
sonunda da Dünyâ-çapında hak ve bâtıl apaçık olarak açığa çıkmalıdır. Böylece
hak ne imiş, bâtıl-câhiliye ne imiş herkes görecektir.
Kur’ân’ın “câhiliye”
dediği şey, okuma-yazma bilmemek, Dünyâ’ya bigâne kalmak demek değildir. Cehâlet
ve hemen arkasından gelen şirke ve sonra da zulme neden olan cehâlet ve câhiliye,
göklerdeki muazzam düzenin aynen yeryüzünde de, tam da Allah’ın istediği gibi
gerçekleştirmeyi idrâk edememek ve istememek demektir. Bir “kendini bilmeme hâli”dir
cehâlet. Kendini bilmemek, Yaratıcı’yı bilmemekten ve O’nun düzenini istememekten
kaynaklanır. Yaratıcıyı ve O’nun göklerdeki düzenini görüp bilenler, aynı düzenin
yeryüzünde de olmasını istemiyorlarsa, ilk önce câhil, sonra da mecbûren şirke
düşerek müşrik olurlar. Sonunda da bu, zulüm ile sonuçlanacağından dolayı zâlim
olmak da kaçınılmaz olur.
Cehâletin
görünümü, Allah’tan başka kânun-kural koyucuların ve vahye aykırı düzenleme
yapanların onaylanması ve onları “rab edinmek”tir ki şirk işte budur. Şirk: “Allah’tan
başkasını rab edinmek” demektir. Görüldüğü gibi cehâlet mutlakâ şirke çıkıyor.
Çünkü cehâlet, sâdece zihinlerde kalmıyor ve hayatta yansıması oluyor. Bu
yansıma en çok da sosyâl ve siyasâl alanda gözüküp cehâlet devâm edince, “Allah’a
göre” değil de “beşere göre” bir düşünce ve amel-eylem benimsenip kabûl
ediliyor. Bunu kabûl etmek mutlakâ şirki ortaya çıkarıyor ve şirk de mutlaka
zulmü meydana getiriyor. Sonuçta şirk içinde yaşayanlar içinde “mutlu azınlık”
dışındaki büyük çoğunluk, mutsuz ve zor bir dünyâ’ya katlanmak zorunda kalıyor.
Üstelik bu durum cehâleti daha da arttırıyor. Zîrâ zorluk içindeyken düşünce
serbest kalamıyor ve cehâleti fark edip de ondan uzaklaşılamıyor.
İslâm câhili
sistemi düzeltip güncelleştirmeye, dolayısı ile şirki onaylamaya gelmemiştir. Tam-aksine,
bir zulüm sistemi olan bu câhili sistemi yıkıp, yerine ilâhi sistemi
yerleştirmek için ve Dünyâ’da hak-hakîkat, adâlet-eşitlik ortamını kurmak için
gelmiştir. Bahsedilen eşitlik, “üslûp ve muâmelatta herkes için olan bir
eşitliktir” elbette. Yoksa mutlak eşitlik Allah’ın murâdına aykırıdır. Kimi
durumlarda da zulüm olur.
Modern dönemde, modern cehâlet ve şirk
sistemleri olan demokrasi-kapitâlizm-komünizm-liberâlizm ile ve diğer “izm”ler
ile cehâlet ve koşulan şirkler ayyuka çıkmıştır. Demokrasi, Allah’ın dîninden
çıkıp kulların dînine bir geçiştir. Artık kânunlar, kurallar Allah tarafından
değil, çoğu câhil ve zâlim olan beşer tarafından belirlenecektir. İşte şirk
budur: “Allah’a kul olmayı bırakıp, kula kul olmak. Kulun hevâ ve hevesine göre
hükmettiği bir Dünyâ’ya râzı olmak”.
Cehâletten ve şirkten,
sâdece Allah’ın kânunlarını kabûl etmekle kurtulunamaz; câhili-tâğûtî
sistemlere düşmanlık derecesinde karşı olmakla şirkten kurtuluş tamamlanır.
Şirkten sâdece ulûhiyeti Allah’a vermekle değil, rubûbiyeti de Allah’a vermekle
kurtulunur:
“Size kitabı açıklanmış olarak indirdiği hâlde,
Allah’tan başka hükmedici mi arayacakmışım?” (En-âm 114).
Câhiliye, doğru
olanı değil, “kabûl ettiğini” üstün tutar. Zîrâ bunun bir bedeli yoktur. Zâten
zanna göre kabûl edilen şey üstün tutulmaktadır ve cehâlet ve şirk sürdürülmektedir.
Oysa cehâletten arınma ve dolayısı ile şirkten ve zulümden kurtulma bir bedel
ister. Okumak, düşünmek, idrâk etmek, sonra da amel ve eylem şeklinde yaşamak
bir bedel ister. Bu, kafa ve beden konforunun bozulmasını gerektirir. Hattâ
bâzen canlarla ve mallarla cihad etmeyi de gerektirebilir. Cehâleti ve şirki kabûl
etme, “nefis-merkezli bir kabûl etme”dir. Câhil, kabûl ettiğini “doğru” olarak
görürken, kabûl etmediğini de “yanlış” olarak görür. İsterse Allah, onların
doğru olarak kabûl ettiklerine yanlış, yanlış olarak kabûl ettiklerine doğru
desin, yine de fark etmez. Seyyid Kutub
câhiliye hakkında şunları söyler:
“Bilmenin
zıddı olan ‘ce-hi-le’ fiilinden türetilmiş bir kelime olarak câhiliye, ‘insanın
Allah’a gereği gibi kulluktan uzaklaşması, O’nun vahiy yoluyla gönderdiği
hükümlerine değil de kendi arzularına tâbi olması veyâ vahye rağmen ortaya
konmuş olan beşerî emir ve yasaklara, siyâsî sistem ve düşüncelere
inanmasıdır’.
Câhiliyenin
zıddı olan hilm; zayıflık demek değil, rûhun aktif ve olumlu bir gücüdür ve
insanı şaşkına çevirecek olan ihtiras ve öfkesine yenik düşmemesi şeklindeki
üstün bir akıl gücüdür. Câhiliye dönemi Arapları Allah’ı hakıyla bilmedikleri,
O’na şüpheden uzak ve şirksiz îman etmedikleri, bireysel ve toplumsal hayat
îtibâriyle bilgiden, nizamdan, sulh ve sükûndan uzak oldukları, güçlü ve asil
sayılanları dâimâ haklı kabûl ettikleri ve adâletten yoksun bir hayat
yaşadıkları için bu döneme câhiliye denilmiştir.
Habeşistan’a göç eden sahabilerin
sözcüsü Ca’fer b. Ebû Tâlib’in Necâşî’ye hitâbı, o dönemde câhiliye kavramının
nasıl anlaşıldığının ipuçlarını vermektedir: ‘Ey hükümdar!; bizler câhiliye
zihniyetine sâhip bir kavim idik. Putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş
yapardık. Akrabâlık bağlarına riâyet etmez, komşularımıza kötülük ederdik,
güçlü olanlarımız zayıfları ezerdi’ (İbnu’l-Esîr, II: 81).
Câhiliye ‘Allah’ı inkâr etmeksizin
göklerin egemenliğini O’na bırakıp, yeryüzü egemenliğini tâğutlara terk eden,
insanlara havralarda, kiliselerde ve mescidlerde Allah’a ibâdet etmeyi mubah
görürken günlük hayatlarında Allah’ın şeriatı ile hükmetmelerini yasaklayan bir
toplum’ şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu toplum, böylece Allah’ın yeryüzündeki
ulûhiyetini ya inkâr etmekte yada askıya almaktadır. Bu toplum Allah’ın
varlığını kabûl etmekle, insanların özgürce ibâdet etmelerine imkân sağlasa da
câhiliye toplumu olmaktan kurtulamaz”.
Cehâlet,
(câhiliye) “körü-körüne olan bağlılık” demektir. Körü-körüne olan bağlılıklar cehâleti
daha fazla çoğalttığı gibi, arkasından mutlakâ şirki ve şirk de yanında mutlaka
zulmü getirip açığa çıkarır. Sonuçta da bir-çok kişiyi, “sanki göğe çıkıyormuş
gibi” zor bir hayat bekler: (En-âm 125). Netîcede de hiç-bir zaman; emniyet,
güvenlik, huzûr, mutluluk ve adâlet gerçekleştirilemez.
Peygamberimiz,
Ebu Cehil’in sorduğu, “bizden istediğin nedir?” sorusuna verdiği cevap net ve
kararlıdır: “Sâdece putlardan vazgeçip Allah’a ibâdet etmenizdir” der. Bu, “cehâletten,
şirkten ve zulümden vazgeçmek” demektir. Çünkü şirk, “mutlak olanı (tevhid) yok
saymasa da izâfileştirmek, hakîkati göreceli kılmak” demektir. Hakîkat göreceli
hâle geldiğinde mutlakâ zulme kapı aralanmış olur.
Cehâletin ortaya
çıkardığı şirk, “biraz ordan biraz da burdan” olandır. “Bir sene sen bizim
ilahlarımıza tap, bir sene de biz senin ilahına tapalım” demenin diğer adı.
Biraz ilâhi olandan, biraz da beşerî olandan. Biraz vahiyden biraz da nefisten.
Şirk en çok
siyâsi alanda gösterir kendini ki bunun zirve söylemi de: “Sezar’ın hakkını
Sezar’a, Tanrının hakkını Tanrıya vermek” sözüdür. Bu nedenle şirk büyük bir
zulümdür:
“Hani Lokman oğluna -öğüt vererek-
demişti ki; ‘Ey oğlum, Allah’a şirk koşma!. Şüphesiz şirk, gerçekten büyük bir
zulümdür” (Lokman 13).
Bir de şu var
ki; peygamberler toplumlara, onları uyarmak ve tebliğ-dâvet yapmak için
gönderilmiştir. Peygamberlerin muhâtabı olan toplumlar şirk ve küfür içinde
olan toplumlardır. Fakat bu toplumları ilk önce direkt olarak küfürle ve şirk
ile değil, “cehâlet” ve “câhiliye” (dalâlet)
olarak isimlendirmek daha doğru olur. Zîrâ bu
kişilere ve topluma henüz “apaçık bir tebliğ ve dâvet” yapılmamıştır. O hâlde
bir kişiye yada topluluğa “apaçık” ve o kişinin çok net olarak anlayacağı bir
tebliğ, açıklama ve dâvet yeterli oranda yapılmadıkça, hattâ kişiye mâkûl
bir süre verilmedikçe, o kişiyi yada toplumu “kâfir”
ve “müşrik” îlan etmek doğru olmaz. İlk önce tevhidin ve şirkin ne
olduğu apaçık ve net bir şekilde anlatılmalı ve
kişinin anlaması sağlanmalıdır. Kişi söyleneni anladığı hâlde; inat, çıkar-nefs
yada alışkanlık nedeniyle üzerinde olduğu şirk ve küfürden vazgeçmezse, işte
ancak o zaman küfür ve şirk ile suçlanmalıdır. Kur’ân’ın üslûbu da bu
yöndedir.
Şirk koşmamak
için mutlakâ cehâletten arınmak gerekir ki bunun tek ve en sağlam yolu, “Kur’ân-merkezli
bilgi-bilinç” ve “Sünnet-merkezli amel-eylem”dir.
Cehâlet ve şirkin panzehiri, Kur’ân ve Sünnet’tir.
Zulüm ancak bu şekilde yok edilir ve Dünyâ cennetin bir şûbesi (kendisi değil) kılınarak
cennete bir köprü kurulabilir.
Evet; Ya İslâm yada câhiliye… Ya îman
yada küfür… Ya Allah’ın hükmü yada câhiliyenin hükmü… Ya tevhid yada şirk. Ya
kâlp yada nefs. Ya adâlet yada zulüm.
İslâm, bir anti-cehâlet, anti-şirk ve
anti-zulüm sistemidir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder