“Size ne
oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar,
bize katından bir velî (koruyucu sâhib) gönder, bize katından bir yardım eden
yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına
savaşmıyorsunuz?” (Nîsâ 75).
Dünyâ bir “imtihan dünyâsı”dır ve “cennet” değildir. Bu nedenle de
imtihanın olduğu yerde çeşitli zorluklar ve sıkıntılar kaçınılmaz olduğu için
bâzen çâresiz kalındığı da olur. Bu durum tâ Âdem’den bêri böyledir. Şeytanın
ayartması sonucunda çâresiz kalmıştı da Allah’tan başka sığınacak bir yer
bulamamıştı. Allah da onu affetmişti. O hâlde çâresizlik, “Allah’ı hesâba
katmama ve şeytana-nefse uyma durumu”dur. Zâten insan çâresiz kalınca en
sonunda mecbûren Allah’a sığınmak zorunda kalır. İsterse bu kişi ateist ve
inkârcı biri olsun yine de fark etmez. Meselâ denizin ortasında ve karanın
gözükmediği bir yerde fırtınaya yakalandığı için batmak üzere olan bir geminin
içindeki insan, çâresizlik içinde kaldığından dolayı tutunacak bir dalı ve sığınacak
bir yer olmadığı için Allah’tan başka yalvaracağı hiç kimse ve hiç-bir şey yoktur.
Fakat, ölüm kapıya gelip dayanmışken ve
Allah’a dönmeleri “son dakîkada yapılan bir îman” olduğu için kabûl
edilmeyecektir ve zâten eğer Allah onları karaya çıkaracak olsaydı da, âyetin
dediği gibi o çâresizlikten kurtuldukları anda yine şirk koşmaya başlarlardı:
“Onlar
gemiye bindikleri zaman, dîni yalnızca O’na hâlis kılan gönülden bağlılar
olarak, Allah’a yalvarıp yakarırlar. Ama onları karaya çıkarıp kurtarınca,
hemen şirk koşarlar” (Ankebût 65).
“Biz,
İsrâiloğullarını denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve
düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun):
‘İsrâiloğullarının kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım
ve ben de müslümanlardanım’ dedi” (Yûnus 90).
“Tevbe; ne,
kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: ‘Ben şimdi gerçekten
tevbe ettim’ diyenler, ne de kâfir olarak ölenler için değil. Böyleleri için
acı bir azab hazırlamışızdır” (Nîsâ 18).
“Allah’ın
(kabûlünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehâlet nedeniyle kötülük yapanların,
sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin
tevbelerini kabûl eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Nîsâ 17).
Demek ki insan çâresiz kalmamak için her dâim, “sığınılacak en büyük çâre”
olan Allah’a sığınmalıdır ve bu sığınmayı da son dakîkaya bırakmamalıdır.
Doğada meydana gelen âfetler de insanları çâresiz bırakır ve hiç-bir şey
yapamaz hâle getirir. Fakat îmanlı kişiler bu durumu sünnetullahtan bilerek
kabûl edip sabrederler ve yapılması gerekeni yaparak gerekli tedbirleri
alırlar. Lâkin bir de, şeytanın dostları olan tâğutların ve onların yerli
uşaklarının, insanları çeşitli şekillerde çâresiz bırakma durumu vardır ki,
yeryüzündeki mâsum ve mazlumların bulunmasının nedeni budur. Tabi insan, Allah’a
sığınıp Allah’ın yönlendirdiği şekilde düşünüp amel-eylemde bulunursa ve
tedbirini de alırsa, çâresiz bir duruma düşmesi çok da olası değildir. Çünkü
Allah’a sığınıp tedbirini sıkı bir şekilde almış olanlara başta şeytan olmak
üzere, tâğutlar ve zâlimler bir şey yapmayacağı gibi, Allah da cezâ vermez. Fakat
insanlık, târih boyunca genel anlamda bu zihniyette olmamış ve Allah’ın
gösterdiği gibi değil, nefsinin yönlendirdiği gibi düşünmüş ve hareket
etmiştir. En sonunda da çâresiz bir duruma düşmüştür ve düşmektedir. Demek ki
insan, çâresizliği kendisi oluşturmaktadır:
“Eğer şükreder
ve îman ederseniz, Allah size niçin azâb etsin?. Allah şükrün karşılığını
verendir, bilendir” (Nîsâ 147).
Çâresiz
kalınca “ruhsata göre” her-şey mubah oluyor. Meselâ haram olan domuz bile
yenebiliyor. Aç kalındığında domuz da yenir. Yada kişi, hayâtını kurtarmak için
ruhsata göre îmânını inkâr edebilir. Mecbûriyet karşısında olağan-üstü çâreler
aranır. Fakat şu da var ki bu çâreler geçicidir ve doğal-normâl-fıtrî değildir.
O anki çâresizlikten kaynaklanır ve o için geçerli olan bir tedbirdir. Bu,
“çâresizliği kabûl etmek ve râzı olmak” anlamına gelmemelidir. Zîrâ bir mü’min
için çâresizlik “sürekli” olamaz. Bu nedenle çâresizlikten kurtulmanın yolları
aranıp bulunmalıdır. Sürekli sömürüye açık olmak yada sömürüye müsâit olmak,
genel çoğunluğu sürekli olarak çâresiz ve mazlum hâlde bırakacaktır.
Bâzen çâresizlikler
karşısında o an için sabretmekten başka yapacak bir şey olmayabilir. Çünkü
Dünyâ’nın formatı -imtihanın bir gereği olarak- insanı çâresiz bırakabilir ve
insanlar çâresizlik üzerinden imtihan edilebilirler. İnsanın dahli olmayan bir
doğa olayında yada “kendi ellerinin yaptıkları” yüzünden açığa çıkan şeyler nedeniyle
çâresizliğe düşebilir. Allah bizi her durumda imtihan ettiği ve imtihan son
nefese kadar devâm ettiği için bu durum kıyâmete kadar sürecektir.
Çâresizlik,
hurâfeyi “din” hâline getirir. Hurâfeler, ya nefsin yada çâresizliğin sonucunda
“hak” zannedilip din hâline gelir. Çünkü siyâset ve zulüm o anda kişiye başka
bir çâre bırakmaz. Meselâ o toplum bir işgâle uğramıştır ve çok ağır sonuçlarla
karşılaşmıştır. Meselâ Haçlı Seferleri’nde böyle olmuştur ama daha çok Moğol
işgâlinde bu durum çok net olarak görülmüştür. Hattâ insanlar Moğol zulmü
altında öylesine çâresiz kalmışlar ve kendilerini zavallı hissetmişlerdir ki, beyinleri
blôke olmuş ve ne yapacaklarını bilemez duruma düşmüşlerdir. Bir keresinde bir Moğol
askeri, karşılaştığı bir müslümana, “seni öldürmek için eve gidip kılıcımı alıp
geleceğim, sakın buradan kıpırdama” demiş ve orada durup Moğol askerinin gelip
kendisini öldürmesini beklemiş ve netîcede Moğol askeri gelip kendisini öldürmüştür.
Bu durum şu-anda bizi şaşırtıyor ama o anda ve o durumdaki çâresizlik karşısında
insanların böyle davranmaları çok da anlaşılmaz bir davranış olmayabilir. Çünkü
Moğol işgâli çok ağır olmuş, herkesi dehşete düşürmüş ve korkuya gark etmiştir.
İbn-i
Esir Moğol işgâlini ve zulmünü anlatırken şunları söyler:
“Bu felâket o
kadar korkunç ve çirkin ki, bir-kaç sene bunları yazayım mı diye düşündüm. Yine
de şimdi bunları hayli tereddüt içinde yazıyorum. Olay bir-bakıma İslâm ve
müslümanların ölümünü duyurmak gibidir ki bu kime kolay gelir, kimde dayanacak
ciğer var ki?. Müslümanların içine düştüğü aşağılık durumun, herkes karşısında
rezil ve rüsvâ olmanın trajedisini anlatsın. Keşki yaratılmasaydım. Keşki bu
olaydan önce ölmüş olsaydım. Keşki unutup da bu elemli olayların hâtırâsı kafamdan
silinip gitseydi. Fakat bâzı dostlarım bu felâket olaylarını yazmaya beni râzı
ettiler. Yine de tereddüt içindeyim. Fakat gördüm ki yazmamakta hiç fayda yok.
Bu öyle büyük bir belâ, öyle müthiş bir felâket ki, dünyâ-târihinde bir benzeri
bulunamaz. Bu olaylar bütün insanlıkla ilgilidir. Fakat özellikle müslümanlarla
ilgilidir. Eğer bir adam çıksa da, ‘Hz. Âdem’den bêri böyle bir belâ insanoğlunun
başına gelmemiştir’ diye iddia etse, bu yanlış bir iddia olmaz. Çünkü târihte
böyle bir olayın en küçük benzeri bile görülmemiş, belki de kıyâmete kadar
-Ye’cüc ve Me’cüc’ün dışında- aslâ böyle bir olay görülmeyecektir. Bu vahşî
insanlar hiç kimseye acımadılar. Kadınları, erkekleri, çocukları öldürdüler.
İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn, ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ
bi’l-lâhi’l-aliyyi’l-azîm”.
Çâresizlik sırasında insanlar her türlü hurâfeye kolayca inanabilirler. Zâten hurâfeler insanları kitlesel olarak çâresiz
bırakan nedenlerin başında gelir. Bir hurâfeye inanır ve o hurâfeye göre
düşünüp hareket edince, yakın-uzak vâdede mutlakâ kendisini zor duruma yada çâresizliğe
düşürecek bir olayla karşılaşır “sünnetullah”ın gereği olarak. Zâten şeytan da insanlara
çâresiz olduğunu telkin edip durur yada çâresizliğe düşmek korkusuyla kandırır.
Çâresizlik durumunda insanlar âcil çıkış kapısına yönelirler. Fakat o kapılar
onları uçuruma çıkaran kapılar da olabilir ki modern insanın “kurtuluş kapısı”
zannettiği Allah’tan bağımsız tüm kapılar kişiyi yakın-uzak vâdede uçurumun
kenarına getirmiş ve niceleri de o uçuruma yuvarlanmışlardır.
Firavun’lar
yada Firavun-vâri yönetimler ve yöneticilerin, halkı boyun eğdirmede ve çâresiz
bırakmada kullandığı en önemli yol ve yöntem, kendileri ile halkı bâriz bir
şekilde ayırmaktır. Kendilerine saraylar yaparlar, ordular kurarlar, paralar
toplarlar, silahlar alırlar ve yeme-içme-giyme-konuşma-yardımcı adam vs. olarak
halktan bâriz bir maddî üstünlükle ayrılırlar. Bu durum onların halkı küçük
görmesine neden olur ve halk da bunu psikolojik olarak kabûl eder. Çünkü halk
aradaki muazzam farkı görmektedir ve bu farkın kapatılamayacak ve
giderilemeyecek bir fark olduğunu zannettiklerinden dolayı bu farka sâhip
olanları ilk önce tasavvurlarında, sonra da gerçek hayatta olağan-üstü görmeye
başlarlar. Firavun’lar da bu farkın farkındadırlar ve bu farkı bir şekilde
baskı aracı olarak kullanırlar. Kendilerinde olanı olduğundan daha fazla
göstererek, halka, zânnettiklerinden daha da büyük bir fark olduğunu
düşündürürler. Kendilerinde halkta olmayan çok fazla ve önemli bilgilerin
olduğunu (üst akıl), zannedilenden çok daha fazla güçlerinin olduğu
propagandasını çeşitli yollarla yaparak halkta bir kabûl oluştururlar. Bu kabûl
halkta bir eziklik ve çâresizlik duygusunun gelişmesine neden olduğu için halk
onları desteklemeye devâm eder. Böylece bu yöneticiler yönetimlerini
sağlamlaştırmış olurlar ve deverân böylece sürer gider.
Türkiye’de
15 Temmuz sonrası ortaya çıkan çâresizlik, “denize düşenin yılana sarılması”
şeklindedir. Çünkü bir çâresizlik varsa, âcil bir durum varsa, halk aceleci
davranır ve ortaya çıkan düşüncelere ve hareketlere çabuk kanar ve eklemlenir.
Çünkü insan başına gelen bir sorunu hemen çözmek ister yada o sorundan bir-an
önce kaçıp kurtulamaya bakar. İşte bu nedenle bu sorunlara çâre olduğunu
söyleyen yapılara hemen bağlanabilir ve o anda hem bir kriz durumu olduğu için
hem de Kitap ve Sünnet-merkezli bir din-düşünce anlayışı olmadığı için bu
hareketlere hemen inanıp bağlanabilirler ve hareketi benimseyebilirler. İşte 15
Temmuz’da olan da budur. Çok güvendikleri kişilerin yaptıkları karşısında şok
olan genel halk, çâreyi o yapıdan uzaklaşmakta bulmuş fakat Allah yerine, yine
kendilerinde hayâl kırıklığı oluşturan ve oluşturacak kişiler gibi benzer
kişilere ve kurumlara sığınmışlardır. Bunu kurtuluş zannetmektedirler. Zîrâ o
anki olağan-üstü durum karşısında doğru düşünememişler ve çâresiz bir durumda
kalmışlardır. O çâresizlik durumu ve “sürekli cehâlet” onları doğru yola
ulaştıramamıştır.
Emperyâlistler
tarafından sömürülenler aslında sömürüldüklerinin farkındadırlar ama o an için
durumları “âcil” olduğundan dolayı bir şey yapamamaktadırlar. Zâten sürekli bir
çâresizlik içinde kaldıklarından dolayı bir şey yapacak gücü de kendilerinde
bulamamaktadırlar. Evet; sömürüldüklerinin farkındadırlar ama o anda sömürüye
karşı bir şey yapmaktan daha âcil olanı, o andaki âcil durumdan kurtulmaktır.
Fakat şöyle ki, sömürgenler bu insanları sürekli âcil durumda yâni çâresiz
bırakmakta ve buna alıştırmaktadırlar. Böylece sömürülerini sıkıntısız bir
şekilde yapmaktadırlar. Modern sömürü şekli budur. Sömürgenler sömürdüklerini
sürekli olarak “âcil” durumda bırakıyorlar. Onları “sürekli çâresizlik” durumunda
bırakıyorlar ki sömürüye bir ses çıkmasın da sömürülerini kolaylıkla ve
arttırarak devâm ettirebilsinler. İşte yazının başındaki âyet, bu gibi insanlar
için bir şeyler yapmayı hattâ savaşmayı emrediyor. Zîrâ mustaz’af durumuna
düşerek çâresiz kalmış insanlar, o çâresizlikten ve âcil durumdan
kurtulamadıkları ve bir-an için de olsa nefes alamadıklarından dolayı kendilerini
toparlayıp da bir ses ve hareket yükseltemiyorlar ki!. O hâlde mutlakâ
dışarıdan bir destek olmalıdır. İşte Kur’ân, bu yüzden ümmete onlar için gerekirse
savaşmayı bile göze alarak yardım etmeyi emretmektedir.
Afrika ülkeleri
hâlen Avrupa’nın kendini sömürmesine izin veriyor. Afrika’lılar, batı’lıların
yer-altı ve yer-üstü kaynaklarını sömürmelerine izin vermek zorunda kalıyorlar.
Çünkü batı’lılar alıp götürdükleri kaynaklar karşılığında göstermelik de olsa yardım
edip bir ücret veriyorlar. Tabi bunu iyilik olsun diye değil, hem isyanların
çıkmaması ve sömürülerini rahatça yapmak, hem de “Dünyâ ülkelerinden bir tepki
almayalım” diye yapıyorlar. Ödediklerinden çok daha fazla fiyatta olması gereken
kaynaklarını Avrupa’ya çok ucuza satmak zorunda kalıyorlar. Zîrâ başka çâreleri
yok. Çünkü oradan gelen para da kesilse daha beter olacaklar. O hâlde
sömürgenler, şeytânî bir plân olarak, sömürdükleri halkları, ekonomik olarak
belli bir seviyede tutarak onları sürekli muhtâç hâlde bırakıyorlar. Sürekli
olarak böyle çâresiz durumda kalan halklar, bu durumdan kurtulmak için yeterli
dirâyeti, enerjiyi ve kaynağı bir türlü bulamıyorlar. Zâten yerli işbirlikçiler
de onları bundan mahrûm bırakmak için ellerinden geleni fazlasıyla yapıyorlar.
Böylece halk, mevcut duruma şükredip râzı oluyor ve durumun daha da kötüye
gitmemesi için duâ ediyor. Modern sömürme tekniği budur.
Müstaz’afların
gözünden Dünyâ’nın hâl-i pür melâli de, nasıl olması gerektiği de çok net
gözükür ve bilinir. Zîrâ onlar Dünyâ’ya yeryüzünün en düşük rakımından
bakmaktadırlar ve baktıkları yerden genel durumu hiç-bir şeyi ıskalamadan çok
net görebilirler. Nice
çâresizler-zayıflar-mazlumlar-düşmüşler-ezikler-sürünenler-ölmek üzere olanlar
ve ölenlerin durumu çok net gözükür durdukları yerden. Mustaz’aflar iyinin
nasıl olması gerektiğini, konumlarından dolayı iyi bildikleri için farklı bir
Dünyâ öngörebilirler. Zîrâ ârızayı iyi bilmektedirler. Fakat daha yüksek
rakımda yaşayanların, bu çâresizlikleri, ezikliği ve zor durumu görmesi mümkün
değildir. Onlara göre zâten “her-şey çok güzeldir; hârika bir zamanda
yaşıyoruzdur, herhangi bir sorun da yoktur”. Mustaz’aflar ise sıfır rakımın
zorlayıcılığından dolayı meseleyi idrâk edip çözebilirler, “sıfır rakım” onlara
farklı bir ferâset kazandırmıştır. Bu nedenle de sorunu çok iyi analiz
edebilirler ve ne yapılması, kiminle yapılması ve neye ihtiyâcımız olduğunu
mustaz’aflar daha iyi bilir. Dediğimiz gibi; sıfır rakım çok net gösterir.
Belki de bu nedenle Allah yeryüzüne mustaz’afları mîrasçı kılmak ister:
“Bereketler
kıldığımız yerin doğusuna ve batısına o hor kılınıp-zayıf bırakılanları
(mustaz’afları) mîrasçılar kıldık. Rabbinin İsrâiloğullarına olan o güzel sözü
(vaâdi), sabretmeleri dolayısıyla tamamlandı (yerine geldi). Firavun ve
kavminin yaptıklarını ve yükselttiklerini (iktidarlarını ve saraylarını) da
yerle bir ettik” (A’raf 137).
Lâkin;
mustaz’afların o kötü durumdan kendi-kendilerine kurtulması, ağır kuşatma ve
şeytânî cendere nedeniyle mümkün olmuyor. O hâlde bir “dış yardım” şarttır ki
Allah işte bu yardımı mü’minlerden bekliyor ve yardım etmelerini emrediyor. Şu
da var ki Allah mustaz’afların pasifliklerini kabûl etmez ve direniş ve hicret
seçeneğini gösterir. Bir de nefes almaya bile mecâlleri kalmayan mustaz’aflar
vardır ki, artık bunlara karşı Allah rahmândır, affedicidir:
“Melekler,
kendi nefislerine zulmedenlerin hayâtına son verecekleri zaman derler ki:
‘Nerde idiniz?’. Onlar: ‘Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmışlar (müstaz’aflar)
idik’ derler. (Melekler de:) ‘Hicret etmeniz için Allah’ın arzı geniş değil
miydi?’ derler. İşte onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü yataktır o?.
Ancak erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan mustaz’aflar olup hiç-bir çâreye
güç yetiremeyenler ve bir yol (çıkış) bulamayanlar başka. Umulur ki Allah
bunları affeder. Allah affedicidir, bağışlayıcıdır” (Nîsâ 97-99).
Demek ki
çâresizlikten kurtulmak için insanlar ellerinden geleni yapmalıdırlar ve ümmet
de kendilerine yardım etmeli ve hattâ onlar için savaşmalıdır da.
Ölüm, tüm varlık
ve de insan için en büyük çâresizliktir. Sâdece “îman edenler ve sâlih amel
işleyenler” kendilerini çâresiz hissetmezler.
Sâdece
Allah’a tapmaktan imtinâ edenlerin, en nihâyetinde nefislerine tapmaktan başka
çâreleri kalmaz.
Müslümanların
çâresizliği, “öğrenilmiş-öğretilmiş ve dayatılmış çâresizlik”tir. Modern
müslümanlar bu çâresizlikten kurtulmak için “sâdece Allah’a” sığınacaklarına ve
sâdece O’na yalvarıp Kur’ân ve Sünnet’e göre düşünüp amel-eylemde
bulunacaklarına; şeytana ve tâğutlara sığınmakta ve onlara yalvarmaktadırlar.
Üstelik de onların dediği gibi düşünmekte ve amel-eylemde bulunmaktadırlar.
Oysa kendilerini çâresiz duruma düşüren şey, şeytanın, nefsin ve tâğutların
emrettiği gibi düşünmek ve davranmaktır. Yâni ağır bir Stockholm Sendromu durumu
vardır.
Buhranlar
içinde çâresiz kalmış insanlığın ve Dünyâ’nın tek çâresi, nefse hitâp eden
her-şeyden uzaklaşmaktır. Tek çâre, “modern çıta”nın seviyesini düşürmek ve
biraz yavaşlamaktır.
Dünyâ’lık
dertlerin çâresi, mânevi dertlerdir. Şu-anki Dünyâ, “herkesin başının çâresine
bakması gereken” bir Dünyâ hâline getirilmiştir. İdeolojiler tükendi.
İnsanların çâresi kalmadı. Geriye sâdece Allah ve İslâm kaldı. Fakat gelin
görün ki insanlar İslâm’ı bir türlü denemeyi kabûl etmiyor. Zîrâ nefisleri izin
vermiyor. Çünkü İslâm, kısmayı ve vazgeçmeyi yanında getiriyor. u da nefse çok
ağır geliyor. Modern insan nefsini besleyen şeylerden vazgeçmektense
çâresizliği kabûl ediyor. Kendilerini iç-âlemlerinde çâresiz bırakanlar,
başkalarını da dış-âlemde çâresiz bırakıyor.
Ey Allah’tan
başka çâre olmadığına îman etmiş olan mü’minler!; çâresizseniz, çâre sizsiniz.
Sünnetullah ve imtihan bunu söyler.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder