28 Nisan 2020 Salı

Çâresizlik Üzerine





“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir velî (koruyucu sâhib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nîsâ 75).

Dünyâ bir “imtihan dünyâsı”dır ve “cennet” değildir. Bu nedenle de imtihanın olduğu yerde çeşitli zorluklar ve sıkıntılar kaçınılmaz olduğu için bâzen çâresiz kalındığı da olur. Bu durum tâ Âdem’den bêri böyledir. Şeytanın ayartması sonucunda çâresiz kalmıştı da Allah’tan başka sığınacak bir yer bulamamıştı. Allah da onu affetmişti. O hâlde çâresizlik, “Allah’ı hesâba katmama ve şeytana-nefse uyma durumu”dur. Zâten insan çâresiz kalınca en sonunda mecbûren Allah’a sığınmak zorunda kalır. İsterse bu kişi ateist ve inkârcı biri olsun yine de fark etmez. Meselâ denizin ortasında ve karanın gözükmediği bir yerde fırtınaya yakalandığı için batmak üzere olan bir geminin içindeki insan, çâresizlik içinde kaldığından dolayı tutunacak bir dalı ve sığınacak bir yer olmadığı için Allah’tan başka yalvaracağı hiç kimse ve hiç-bir şey yoktur. Fakat, ölüm kapıya gelip dayanmışken ve Allah’a dönmeleri “son dakîkada yapılan bir îman” olduğu için kabûl edilmeyecektir ve zâten eğer Allah onları karaya çıkaracak olsaydı da, âyetin dediği gibi o çâresizlikten kurtuldukları anda yine şirk koşmaya başlarlardı:  

“Onlar gemiye bindikleri zaman, dîni yalnızca O’na hâlis kılan gönülden bağlılar olarak, Allah’a yalvarıp yakarırlar. Ama onları karaya çıkarıp kurtarınca, hemen şirk koşarlar” (Ankebût 65).

“Biz, İsrâiloğullarını denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun): ‘İsrâiloğullarının kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım ve ben de müslümanlardanım’ dedi” (Yûnus 90).

“Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: ‘Ben şimdi gerçekten tevbe ettim’ diyenler, ne de kâfir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azab hazırlamışızdır” (Nîsâ 18).

“Allah’ın (kabûlünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehâlet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabûl eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Nîsâ 17).

Demek ki insan çâresiz kalmamak için her dâim, “sığınılacak en büyük çâre” olan Allah’a sığınmalıdır ve bu sığınmayı da son dakîkaya bırakmamalıdır.

Doğada meydana gelen âfetler de insanları çâresiz bırakır ve hiç-bir şey yapamaz hâle getirir. Fakat îmanlı kişiler bu durumu sünnetullahtan bilerek kabûl edip sabrederler ve yapılması gerekeni yaparak gerekli tedbirleri alırlar. Lâkin bir de, şeytanın dostları olan tâğutların ve onların yerli uşaklarının, insanları çeşitli şekillerde çâresiz bırakma durumu vardır ki, yeryüzündeki mâsum ve mazlumların bulunmasının nedeni budur. Tabi insan, Allah’a sığınıp Allah’ın yönlendirdiği şekilde düşünüp amel-eylemde bulunursa ve tedbirini de alırsa, çâresiz bir duruma düşmesi çok da olası değildir. Çünkü Allah’a sığınıp tedbirini sıkı bir şekilde almış olanlara başta şeytan olmak üzere, tâğutlar ve zâlimler bir şey yapmayacağı gibi, Allah da cezâ vermez. Fakat insanlık, târih boyunca genel anlamda bu zihniyette olmamış ve Allah’ın gösterdiği gibi değil, nefsinin yönlendirdiği gibi düşünmüş ve hareket etmiştir. En sonunda da çâresiz bir duruma düşmüştür ve düşmektedir. Demek ki insan, çâresizliği kendisi oluşturmaktadır:

Eğer şükreder ve îman ederseniz, Allah size niçin azâb etsin?. Allah şükrün karşılığını verendir, bilendir” (Nîsâ 147).

Çâresiz kalınca “ruhsata göre” her-şey mubah oluyor. Meselâ haram olan domuz bile yenebiliyor. Aç kalındığında domuz da yenir. Yada kişi, hayâtını kurtarmak için ruhsata göre îmânını inkâr edebilir. Mecbûriyet karşısında olağan-üstü çâreler aranır. Fakat şu da var ki bu çâreler geçicidir ve doğal-normâl-fıtrî değildir. O anki çâresizlikten kaynaklanır ve o için geçerli olan bir tedbirdir. Bu, “çâresizliği kabûl etmek ve râzı olmak” anlamına gelmemelidir. Zîrâ bir mü’min için çâresizlik “sürekli” olamaz. Bu nedenle çâresizlikten kurtulmanın yolları aranıp bulunmalıdır. Sürekli sömürüye açık olmak yada sömürüye müsâit olmak, genel çoğunluğu sürekli olarak çâresiz ve mazlum hâlde bırakacaktır.

Bâzen çâresizlikler karşısında o an için sabretmekten başka yapacak bir şey olmayabilir. Çünkü Dünyâ’nın formatı -imtihanın bir gereği olarak- insanı çâresiz bırakabilir ve insanlar çâresizlik üzerinden imtihan edilebilirler. İnsanın dahli olmayan bir doğa olayında yada “kendi ellerinin yaptıkları” yüzünden açığa çıkan şeyler nedeniyle çâresizliğe düşebilir. Allah bizi her durumda imtihan ettiği ve imtihan son nefese kadar devâm ettiği için bu durum kıyâmete kadar sürecektir.

Çâresizlik, hurâfeyi “din” hâline getirir. Hurâfeler, ya nefsin yada çâresizliğin sonucunda “hak” zannedilip din hâline gelir. Çünkü siyâset ve zulüm o anda kişiye başka bir çâre bırakmaz. Meselâ o toplum bir işgâle uğramıştır ve çok ağır sonuçlarla karşılaşmıştır. Meselâ Haçlı Seferleri’nde böyle olmuştur ama daha çok Moğol işgâlinde bu durum çok net olarak görülmüştür. Hattâ insanlar Moğol zulmü altında öylesine çâresiz kalmışlar ve kendilerini zavallı hissetmişlerdir ki, beyinleri blôke olmuş ve ne yapacaklarını bilemez duruma düşmüşlerdir. Bir keresinde bir Moğol askeri, karşılaştığı bir müslümana, “seni öldürmek için eve gidip kılıcımı alıp geleceğim, sakın buradan kıpırdama” demiş ve orada durup Moğol askerinin gelip kendisini öldürmesini beklemiş ve netîcede Moğol askeri gelip kendisini öldürmüştür. Bu durum şu-anda bizi şaşırtıyor ama o anda ve o durumdaki çâresizlik karşısında insanların böyle davranmaları çok da anlaşılmaz bir davranış olmayabilir. Çünkü Moğol işgâli çok ağır olmuş, herkesi dehşete düşürmüş ve korkuya gark etmiştir. İbn-i Esir Moğol işgâlini ve zulmünü anlatırken şunları söyler:

“Bu felâket o kadar korkunç ve çirkin ki, bir-kaç sene bunları yazayım mı diye düşündüm. Yine de şimdi bunları hayli tereddüt içinde yazıyorum. Olay bir-bakıma İslâm ve müslümanların ölümünü duyurmak gibidir ki bu kime kolay gelir, kimde dayanacak ciğer var ki?. Müslümanların içine düştüğü aşağılık durumun, herkes karşısında rezil ve rüsvâ olmanın trajedisini anlatsın. Keşki yaratılmasaydım. Keşki bu olaydan önce ölmüş olsaydım. Keşki unutup da bu elemli olayların hâtırâsı kafamdan silinip gitseydi. Fakat bâzı dostlarım bu felâket olaylarını yazmaya beni râzı ettiler. Yine de tereddüt içindeyim. Fakat gördüm ki yazmamakta hiç fayda yok. Bu öyle büyük bir belâ, öyle müthiş bir felâket ki, dünyâ-târihinde bir benzeri bulunamaz. Bu olaylar bütün insanlıkla ilgilidir. Fakat özellikle müslümanlarla ilgilidir. Eğer bir adam çıksa da, ‘Hz. Âdem’den bêri böyle bir belâ insanoğlunun başına gelmemiştir’ diye iddia etse, bu yanlış bir iddia olmaz. Çünkü târihte böyle bir olayın en küçük benzeri bile görülmemiş, belki de kıyâmete kadar -Ye’cüc ve Me’cüc’ün dışında- aslâ böyle bir olay görülmeyecektir. Bu vahşî insanlar hiç kimseye acımadılar. Kadınları, erkekleri, çocukları öldürdüler. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn, ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ bi’l-lâhi’l-aliyyi’l-azîm”.

Çâresizlik sırasında insanlar her türlü hurâfeye kolayca inanabilirler. Zâten hurâfeler insanları kitlesel olarak çâresiz bırakan nedenlerin başında gelir. Bir hurâfeye inanır ve o hurâfeye göre düşünüp hareket edince, yakın-uzak vâdede mutlakâ kendisini zor duruma yada çâresizliğe düşürecek bir olayla karşılaşır “sünnetullah”ın gereği olarak. Zâten şeytan da insanlara çâresiz olduğunu telkin edip durur yada çâresizliğe düşmek korkusuyla kandırır. Çâresizlik durumunda insanlar âcil çıkış kapısına yönelirler. Fakat o kapılar onları uçuruma çıkaran kapılar da olabilir ki modern insanın “kurtuluş kapısı” zannettiği Allah’tan bağımsız tüm kapılar kişiyi yakın-uzak vâdede uçurumun kenarına getirmiş ve niceleri de o uçuruma yuvarlanmışlardır.

Firavun’lar yada Firavun-vâri yönetimler ve yöneticilerin, halkı boyun eğdirmede ve çâresiz bırakmada kullandığı en önemli yol ve yöntem, kendileri ile halkı bâriz bir şekilde ayırmaktır. Kendilerine saraylar yaparlar, ordular kurarlar, paralar toplarlar, silahlar alırlar ve yeme-içme-giyme-konuşma-yardımcı adam vs. olarak halktan bâriz bir maddî üstünlükle ayrılırlar. Bu durum onların halkı küçük görmesine neden olur ve halk da bunu psikolojik olarak kabûl eder. Çünkü halk aradaki muazzam farkı görmektedir ve bu farkın kapatılamayacak ve giderilemeyecek bir fark olduğunu zannettiklerinden dolayı bu farka sâhip olanları ilk önce tasavvurlarında, sonra da gerçek hayatta olağan-üstü görmeye başlarlar. Firavun’lar da bu farkın farkındadırlar ve bu farkı bir şekilde baskı aracı olarak kullanırlar. Kendilerinde olanı olduğundan daha fazla göstererek, halka, zânnettiklerinden daha da büyük bir fark olduğunu düşündürürler. Kendilerinde halkta olmayan çok fazla ve önemli bilgilerin olduğunu (üst akıl), zannedilenden çok daha fazla güçlerinin olduğu propagandasını çeşitli yollarla yaparak halkta bir kabûl oluştururlar. Bu kabûl halkta bir eziklik ve çâresizlik duygusunun gelişmesine neden olduğu için halk onları desteklemeye devâm eder. Böylece bu yöneticiler yönetimlerini sağlamlaştırmış olurlar ve deverân böylece sürer gider.

Türkiye’de 15 Temmuz sonrası ortaya çıkan çâresizlik, “denize düşenin yılana sarılması” şeklindedir. Çünkü bir çâresizlik varsa, âcil bir durum varsa, halk aceleci davranır ve ortaya çıkan düşüncelere ve hareketlere çabuk kanar ve eklemlenir. Çünkü insan başına gelen bir sorunu hemen çözmek ister yada o sorundan bir-an önce kaçıp kurtulamaya bakar. İşte bu nedenle bu sorunlara çâre olduğunu söyleyen yapılara hemen bağlanabilir ve o anda hem bir kriz durumu olduğu için hem de Kitap ve Sünnet-merkezli bir din-düşünce anlayışı olmadığı için bu hareketlere hemen inanıp bağlanabilirler ve hareketi benimseyebilirler. İşte 15 Temmuz’da olan da budur. Çok güvendikleri kişilerin yaptıkları karşısında şok olan genel halk, çâreyi o yapıdan uzaklaşmakta bulmuş fakat Allah yerine, yine kendilerinde hayâl kırıklığı oluşturan ve oluşturacak kişiler gibi benzer kişilere ve kurumlara sığınmışlardır. Bunu kurtuluş zannetmektedirler. Zîrâ o anki olağan-üstü durum karşısında doğru düşünememişler ve çâresiz bir durumda kalmışlardır. O çâresizlik durumu ve “sürekli cehâlet” onları doğru yola ulaştıramamıştır.

Emperyâlistler tarafından sömürülenler aslında sömürüldüklerinin farkındadırlar ama o an için durumları “âcil” olduğundan dolayı bir şey yapamamaktadırlar. Zâten sürekli bir çâresizlik içinde kaldıklarından dolayı bir şey yapacak gücü de kendilerinde bulamamaktadırlar. Evet; sömürüldüklerinin farkındadırlar ama o anda sömürüye karşı bir şey yapmaktan daha âcil olanı, o andaki âcil durumdan kurtulmaktır. Fakat şöyle ki, sömürgenler bu insanları sürekli âcil durumda yâni çâresiz bırakmakta ve buna alıştırmaktadırlar. Böylece sömürülerini sıkıntısız bir şekilde yapmaktadırlar. Modern sömürü şekli budur. Sömürgenler sömürdüklerini sürekli olarak “âcil” durumda bırakıyorlar. Onları “sürekli çâresizlik” durumunda bırakıyorlar ki sömürüye bir ses çıkmasın da sömürülerini kolaylıkla ve arttırarak devâm ettirebilsinler. İşte yazının başındaki âyet, bu gibi insanlar için bir şeyler yapmayı hattâ savaşmayı emrediyor. Zîrâ mustaz’af durumuna düşerek çâresiz kalmış insanlar, o çâresizlikten ve âcil durumdan kurtulamadıkları ve bir-an için de olsa nefes alamadıklarından dolayı kendilerini toparlayıp da bir ses ve hareket yükseltemiyorlar ki!. O hâlde mutlakâ dışarıdan bir destek olmalıdır. İşte Kur’ân, bu yüzden ümmete onlar için gerekirse savaşmayı bile göze alarak yardım etmeyi emretmektedir.

Afrika ülkeleri hâlen Avrupa’nın kendini sömürmesine izin veriyor. Afrika’lılar, batı’lıların yer-altı ve yer-üstü kaynaklarını sömürmelerine izin vermek zorunda kalıyorlar. Çünkü batı’lılar alıp götürdükleri kaynaklar karşılığında göstermelik de olsa yardım edip bir ücret veriyorlar. Tabi bunu iyilik olsun diye değil, hem isyanların çıkmaması ve sömürülerini rahatça yapmak, hem de “Dünyâ ülkelerinden bir tepki almayalım” diye yapıyorlar. Ödediklerinden çok daha fazla fiyatta olması gereken kaynaklarını Avrupa’ya çok ucuza satmak zorunda kalıyorlar. Zîrâ başka çâreleri yok. Çünkü oradan gelen para da kesilse daha beter olacaklar. O hâlde sömürgenler, şeytânî bir plân olarak, sömürdükleri halkları, ekonomik olarak belli bir seviyede tutarak onları sürekli muhtâç hâlde bırakıyorlar. Sürekli olarak böyle çâresiz durumda kalan halklar, bu durumdan kurtulmak için yeterli dirâyeti, enerjiyi ve kaynağı bir türlü bulamıyorlar. Zâten yerli işbirlikçiler de onları bundan mahrûm bırakmak için ellerinden geleni fazlasıyla yapıyorlar. Böylece halk, mevcut duruma şükredip râzı oluyor ve durumun daha da kötüye gitmemesi için duâ ediyor. Modern sömürme tekniği budur.

Müstaz’afların gözünden Dünyâ’nın hâl-i pür melâli de, nasıl olması gerektiği de çok net gözükür ve bilinir. Zîrâ onlar Dünyâ’ya yeryüzünün en düşük rakımından bakmaktadırlar ve baktıkları yerden genel durumu hiç-bir şeyi ıskalamadan çok net görebilirler. Nice çâresizler-zayıflar-mazlumlar-düşmüşler-ezikler-sürünenler-ölmek üzere olanlar ve ölenlerin durumu çok net gözükür durdukları yerden. Mustaz’aflar iyinin nasıl olması gerektiğini, konumlarından dolayı iyi bildikleri için farklı bir Dünyâ öngörebilirler. Zîrâ ârızayı iyi bilmektedirler. Fakat daha yüksek rakımda yaşayanların, bu çâresizlikleri, ezikliği ve zor durumu görmesi mümkün değildir. Onlara göre zâten “her-şey çok güzeldir; hârika bir zamanda yaşıyoruzdur, herhangi bir sorun da yoktur”. Mustaz’aflar ise sıfır rakımın zorlayıcılığından dolayı meseleyi idrâk edip çözebilirler, “sıfır rakım” onlara farklı bir ferâset kazandırmıştır. Bu nedenle de sorunu çok iyi analiz edebilirler ve ne yapılması, kiminle yapılması ve neye ihtiyâcımız olduğunu mustaz’aflar daha iyi bilir. Dediğimiz gibi; sıfır rakım çok net gösterir. Belki de bu nedenle Allah yeryüzüne mustaz’afları mîrasçı kılmak ister:

“Bereketler kıldığımız yerin doğusuna ve batısına o hor kılınıp-zayıf bırakılanları (mustaz’afları) mîrasçılar kıldık. Rabbinin İsrâiloğullarına olan o güzel sözü (vaâdi), sabretmeleri dolayısıyla tamamlandı (yerine geldi). Firavun ve kavminin yaptıklarını ve yükselttiklerini (iktidarlarını ve saraylarını) da yerle bir ettik” (A’raf 137).

Lâkin; mustaz’afların o kötü durumdan kendi-kendilerine kurtulması, ağır kuşatma ve şeytânî cendere nedeniyle mümkün olmuyor. O hâlde bir “dış yardım” şarttır ki Allah işte bu yardımı mü’minlerden bekliyor ve yardım etmelerini emrediyor. Şu da var ki Allah mustaz’afların pasifliklerini kabûl etmez ve direniş ve hicret seçeneğini gösterir. Bir de nefes almaya bile mecâlleri kalmayan mustaz’aflar vardır ki, artık bunlara karşı Allah rahmândır, affedicidir:

“Melekler, kendi nefislerine zulmedenlerin hayâtına son verecekleri zaman derler ki: ‘Nerde idiniz?’. Onlar: ‘Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmışlar (müstaz’aflar) idik’ derler. (Melekler de:) ‘Hicret etmeniz için Allah’ın arzı geniş değil miydi?’ derler. İşte onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü yataktır o?. Ancak erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan mustaz’aflar olup hiç-bir çâreye güç yetiremeyenler ve bir yol (çıkış) bulamayanlar başka. Umulur ki Allah bunları affeder. Allah affedicidir, bağışlayıcıdır” (Nîsâ 97-99).

Demek ki çâresizlikten kurtulmak için insanlar ellerinden geleni yapmalıdırlar ve ümmet de kendilerine yardım etmeli ve hattâ onlar için savaşmalıdır da.

Ölüm, tüm varlık ve de insan için en büyük çâresizliktir. Sâdece “îman edenler ve sâlih amel işleyenler” kendilerini çâresiz hissetmezler.

Sâdece Allah’a tapmaktan imtinâ edenlerin, en nihâyetinde nefislerine tapmaktan başka çâreleri kalmaz.

Müslümanların çâresizliği, “öğrenilmiş-öğretilmiş ve dayatılmış çâresizlik”tir. Modern müslümanlar bu çâresizlikten kurtulmak için “sâdece Allah’a” sığınacaklarına ve sâdece O’na yalvarıp Kur’ân ve Sünnet’e göre düşünüp amel-eylemde bulunacaklarına; şeytana ve tâğutlara sığınmakta ve onlara yalvarmaktadırlar. Üstelik de onların dediği gibi düşünmekte ve amel-eylemde bulunmaktadırlar. Oysa kendilerini çâresiz duruma düşüren şey, şeytanın, nefsin ve tâğutların emrettiği gibi düşünmek ve davranmaktır. Yâni ağır bir Stockholm Sendromu durumu vardır. 

Buhranlar içinde çâresiz kalmış insanlığın ve Dünyâ’nın tek çâresi, nefse hitâp eden her-şeyden uzaklaşmaktır. Tek çâre, “modern çıta”nın seviyesini düşürmek ve biraz yavaşlamaktır.

Dünyâ’lık dertlerin çâresi, mânevi dertlerdir. Şu-anki Dünyâ, “herkesin başının çâresine bakması gereken” bir Dünyâ hâline getirilmiştir. İdeolojiler tükendi. İnsanların çâresi kalmadı. Geriye sâdece Allah ve İslâm kaldı. Fakat gelin görün ki insanlar İslâm’ı bir türlü denemeyi kabûl etmiyor. Zîrâ nefisleri izin vermiyor. Çünkü İslâm, kısmayı ve vazgeçmeyi yanında getiriyor. u da nefse çok ağır geliyor. Modern insan nefsini besleyen şeylerden vazgeçmektense çâresizliği kabûl ediyor. Kendilerini iç-âlemlerinde çâresiz bırakanlar, başkalarını da dış-âlemde çâresiz bırakıyor.

Ey Allah’tan başka çâre olmadığına îman etmiş olan mü’minler!; çâresizseniz, çâre sizsiniz. Sünnetullah ve imtihan bunu söyler.   

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ekim 2019




Devamını Oku »

25 Nisan 2020 Cumartesi

Adanmak Yada Adan(a)mamak.. İşte Bütün Mesele Bu!


“De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır. O’nun hiç-bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim” (En-âm 162-163).

 

Babadan-oğula geçen müslümanlık tarzında müslümanlar her ne kadar farkında olmasalar da, Dünyâ’nın gidişâtı hiç de iyi değildir ve Dünyâ’nın bu kötü durumu en çok da müslümanları yaralamakta, bu durumdan en çok da müslümanlar zarar görmektedir. Dünyâ’nın yarısı mânen perişân olmuşken diğer yarısı ise madden perişân olmuş durumdadır. Zîrâ Allah’sız ideolojiler, düşünceler, kânunlar-kurallar ve üretimler insanları ya mânen yada madden çürütmekte ve perişân etmektedir. Bu durumun farkında olan müslümanlar ve duyarlı insanlar da vardır. Bunlar mevcut kötülüğün tespitini en iyi şekilde yapıyor ve bunları her yerde yazıyor ve konuşuyorlar. Fakat yine de yeterli bir farkındalık ortaya çıkmıyor ve bir genişlik olmuyor. Bunun nedeni nedir?. Bunun nedenleri hakkında çeşitli şeyler söyleniyor ve “niçin olmadığı” ile ilgili çeşitli görüşler ortaya atıyorlar. Bu bağlamda “ne yapmalı” ve “nasıl yapmalı” başlıklı yazılar ve kitaplar yazılıyor ve konuşmalar yapılıyor. Buna rağmen gidişatta iyiye doğru bir düzleme olmadığı gibi, maalesef kötüye doğru hızlı bir gidiş var.

 

Allah bu kadar düşünmeye, okumaya, yazmaya, konuşmaya ve duâya rağmen niçin bir kurtuluş kapısı açmıyor?. Biz farkında olduğumuz ve olmadığımız şekilde mutlakâ yardım ediyor ve esirgiyor, âmenna!. Buna îmânımız tam. Biz O’nun yardımlarının ve esirgemelerinin çoğunu fark etmiyor ve bâzılarını fark ediyor olsak da, yardımın çok net olmadığı açıktır. Peki bu niçin böyledir?. Allah bize niçin bâriz bir şekilde (hesapsız rızık şeklinde) yardım etmiyor da genelde insanlar ve özelde müslümanlar mânen ve madden modern bir perişanlık içinde yaşamaktan kurtulamıyorlar?. Bunun en kestirme cevâbı şudur: Çünkü biz an îtibârıyla “hesapsız rızk”a ve “apaçık yardım”a lâyık değiliz. Biz, Allah’ın bize neden apaçık bir şekilde yardım etmediğiyle ilgili tespitini tabî ki de yanlış bir kader inancıyla yapmayacağız ve “ne yapalım, kader” demeyeceğiz. Kader sünnetullahtır. Biz sünnetullaha uyarsak kaderimiz iyi, uymazsak kötü olur. Sünnetullah-merkezli yaklaştığımızda böyle kötü durumda olmamızın bâzı nedenleri ortaya çıkıyor.

 

Allah sırât-ı müstakîm üzeredir, hakkı ve hakîkati emreder ve hakka-hakîkate göre davranılmasını ister. Bu davranış elbette sünnetullaha göre ve vahiy-merkezli olmalıdır. Allah’ın yasalarına ve vahye göre hareket edilmediğinde elbette kötü sonuçlar ortaya çıkacaktır. Bu nedenle Allah’ın yasalarına, emir ve yasaklarına tam riâyet olmadıkça Allah bize yeterli yardımını ulaştırmayacaktır. Zîrâ “imtihan” budur. Biz Allah ne kadar yaklaşırsak Allah da bize o kadar (hattâ daha fazla) yaklaşacak ve yardım edecektir. Allah yardım edince de perişanlıktan kurtuluruz ve zafere ulaşırız. Sünnetullah ve imtihan budur.

 

“Peki niçin olmuyor?” sorusuna verilecek kısa yanıt şudur: Çünkü biz Allah’a tam bir teslîmiyetle teslîm olmuyoruz; çünkü biz, baştaki âyeti tezâhür ettirmiyoruz; çünkü biz, Allah’a gerektiği gibi kul olup da kendimizi adayamıyoruz; çünkü bizim yeterli îmânımız ve güvenimiz yok; çünkü biz yeterince gayretli, azimli ve özverili değiliz; çünkü bizim âhiret bilincimiz ve âhirete olan îmânımız sorunlu; çünkü biz vazgeçmek istemiyoruz; çünkü biz Dünyâ’ya ve maddeye çok bağlıyız; çünkü biz Kur’ân’ı en yalın şekliyle anlamıyoruz ve anlamak istemiyoruz, bu nedenle de işimize geldiği gibi yorumlamak ve anlam vermek istiyoruz, bu bağlamda apaçık âyetleri bile aşırı yoruma tâbi tutup arzularımıza ve mevcut hayâtımıza uydurmaya ve mevcut yaşantımızı meşrûlaştırmaya çalışıyoruz; çünkü biz yaşadığımız hayâtımızın ve düşüncelerimizin doğru ve kusursuz olduğunu zannediyoruz; çünkü biz -en önemlisi- Peygamber’in güzel örnekliği (Ahzâb 21) olan Sünnet’ini tâkip etmiyoruz, sahabenin bu bağlamda Peygamber’e olan güvenini bilmiyoruz; çünkü biz imtihan dünyâsında ve imtihanda gibi davranmıyoruz; çünkü biz âhiret-merkezli yaşamıyoruz; çünkü biz şirk, küfür ve dolayısıyla zulüm üretiyoruz ve zulüm içinde kalıyoruz; çünkü biz, şehvet-şöhret, servet-siyâset ve cehâlet tarafından kuşatılmış ve tutsak edilmiş durumdayız; çünkü biz adanmıyoruz kardeşim. Adanmanın ne demek olduğunu bilmiyoruz.  Bu durumdan ancak ve ancak adanarak kurtulabileceğimizin farkında değiliz.   

 

İslâm âhiret-merkezli olduğu için “adanma” üzerine kuruludur. Bu nedenle kişilikli insanların anlamlı bir hayat yaşamasını hedefler. Bir insan ne kadar adanmışsa ve ne kadar takvâlıysa o oranda hem Dünyâ’da hem de âhirette işi kolay olur. İslâm bir îman-güven işidir. Diğer sistemler ise “yalana ve bâtıla inanma ve güvenme” üzerine kuruludur ve bu artık normâlleşmiş ve çoğunluk için meşrûlaşmıştır.

 

Îman teslîmiyet ister, yâni İslâm ister. İslâm ise, “îman-merkezinde hayat sürmek”tir. Aksi-hâlde münâfıklık başlar. İslâm ile aydınlanmış kâlpler elleri ve ayakları harekete geçirmiyorsa orada bir nifâk sorunu vardır. En nihâyet îman kişiyi adanmaya götürmelidir ki bu adanma en ideâl şekilde müslümanca yaşamakla olur. Îman güçlendikçe adanma da ister ki “tam anlamıyla İslâm” olunsun ve peygamberlerin sözleri tezâhür etsin: “Biz sana teslim olmuş olanlarız”.

 

Gönül zenginliği ve gönüllülük yâni adanma olmayınca, insanlık adına olumlu bir şeyin olması zinhar mümkün olmaz. İnsanlık, gönül(lülük) ve adanma olmayınca iyilik adına hiç-bir şey açığa çıkmaz ve Dünyâ karanlığa hapsolur gider. İşin kötüsü, âhiret de zindan olur.

 

İlim, bilinç, sabır, direniş ve amel-eylem için “adanmışlık” gerekir. Bu bağlamda bir şeylerin değişmesi ve dönüşmesi için mutlakâ adanmış şahsiyetlere ihtiyaç vardır. İslam bir “adanma” işidir ve bu şu âyetle ile ortaya konur:

 

“De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır. O’nun hiç-bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim” (En-âm 162-163).

 

Âlimliğin göstergesi, “adanma”dır. Fakat Allah yoluna adanmak, malını-canını Allah yolunda ortaya koymak ve varını-yoğunu harcamak, “Kur’ân’ın gramerini çok iyi bilmenin” bir sonucu değildir. Amel-eyleme ve adanmaya yöneltmeyen ilim sorunludur. Adan(a)mayanlar da “âlim” değildirler.  

 

“Bilginin türü” önemlidir. Yoksa varlıkta bilgiden daha bol bir şey yoktur. Zamânımızda çok büyük ve mîde bulandırıcı oranda bir bilgi çokluğu ve bilgi kirliliği var meselâ. Seküler/dünyevî/din-dışı bilgi, birleştirmekten ziyâde bölmeye-ayırmaya dönüktür. Çünkü maddî ve nefsîdir, geçicidir. Âhirete dönük olan bilgi ise birleştirici ve yapıcıdır. Bu bilgi vahiy-merkezli bilgidir. Vahyin oluşturmuş, inşâ etmiş olduğu bilgidir. Kur’ânî bilgidir. İşte bu bilgi-türü insanlık târihinin gördüğü en büyük medeniyeti meydana çıkarmıştır. Bir-birlerine düşman kişileri-kavimleri “kardeşler” yapmıştır. Bu bilgi-türü, canlarla ve mallarla cihadı hoş göstermiştir onlara. “Allah yolunda ölme sevgisi” oluşturmuştur. “Süper îman” denilen bir îman inşâ etmiştir. Çünkü adanmışlardır. Adanmanın zirvesi bu bilgi-türüyle (vahiy) ortaya konmuştur. “Kerim vazgeçişler” bu bilgi-türünden zuhûr etmiştir. Bir “delikanlılık” ortaya çıkmıştır böylece. Adan(a)mayanlar entelektüel olsalar da “Allah yolunun delikanlıları” olamazlar. Adanmış delikanlılar olmadıkça da bir değişimin ve dönüşümün beklenmesi abestir. 

 

Dünyâ’nın şu-andaki hâl-i pür melâlinin nedeni, bilginin çok fazla olmasına rağmen bilinçten mahrum insanların çok fazla olmasıdır. Bilgide kalınıyor ve bilince geçilemiyor. Bilince geçilemediği için amele-eyleme hiç geçilemiyor. Zîrâ bilince geçmek için bir “adanma” gerekiyor. Bu adanma biraz da “Dünyâ’yı ıskalamak” anlamına geldiği için pek de tâlibi olmuyor. Çünkü âhirete îman azalmıştır ve “Dünyâ’dan vazgeçme”nin, “âhireti kazanmak” demek olduğu düşüncesi geçerliliğini kaybetmiş durumdadır.

 

“Gerçek şu ki, Allah, Âdem’i, Nûh’u, İbrâhim âilesini ve İmran âilesini âlemler üzerine seçti” (Âl-i İmran 33).

 

Âyette söylenen İbrâhim âilesi ve İmran âilesi bizim “örnek âilelerimiz”dir. Allah bize bu örnek âileleri göstermektedir ve zımnen; “bu âileler gibi olun” demektedir. Zîrâ ancak bu tarz âilelerde şahsiyetli insanlar yetişebilir ve Dünyâ’yı İslâm-merkezli değiştirebilecek önderler çıkar. Çünkü bu âileler “adanmış âileler”dir ve adanmışlık olmadığında Dünyâ’yı değiştirecek ve toplumları peşinden sürükleyecek şahsiyetlerin çıkması hayâldir. İslâm bir yönden de bir “adanmışlık dîni”dir. Toplumları peşinden sürükleyecek ve Dünyâ’daki zulmü ber-tarâf edip Dünyâ’yı Dâr-ûl İslâm’a çevirecek olan şahsiyetler, mutlakâ adanmışların içinden, “adanmış âileler”in içinden çıkar. Hz. Yûsuf ve Hz. Îsâ, adanmış âilelerin yetiştirdiği şahsiyetlerdir. Hattâ bu peygamberler, adanmanın silsile hâlinde tekrâr etmesinin sonuçlarıdır. Dünyâ’da hak-merkezli büyük izler bırakmak için adanmış âilelerin olması çok önemlidir. Bu âilelerin ataları, bir zamanlar müşrik-zâlim âilelerden ve toplumlardan kopmuş olanlardır genelde. Bu kopuşun ve hicretin sonucu çok da uzak olmayan bir zaman sonra “örnek şahsiyetler” olarak verir meyvesini. Zâten o örnek şahsiyetler kâlpten yapılmış bir duânın netîcesidirler. Eylemden sonra yapılmış duânın:

 

(İbrâhim) Rabbim, beni namazı(nda) sürekli kıl, soyumdan olanları da. Rabbimiz, duâmı kabûl buyur” (İbrâhim 40).

 

“(İsmâil'le birlikte Evin (Kâbe’nin) sütunlarını yükselttiğinde (ikisi şöyle duâ etmişti):Rabbimiz bizden (bunu) kabûl et. Şüphesiz, Sen işiten ve bilensin. Rabbimiz, ikimizi sana teslîm olmuş (müslümanlar) kıl ve soyumuzdan sana teslîm olmuş (müslüman) bir ümmet (ver). Bize ibâdet yöntemlerini (yer veyâ ilkelerini) göster ve tevbemizi kabûl et. Şüphesiz, Sen tevbeleri kabûl eden ve esirgeyensin. Rabbimiz, içlerinden onlara bir elçi gönder, onlara âyetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları arındırsın. Şüphesiz, Sen güçlü ve üstün olansın, hüküm ve hikmet sâhibisin” (Bakara 127-129).

 

“Hani İmran’ın karısı: ‘Rabbim, karnımda olanı, her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş olarak Sana adadım, benden kabûl et. Şüphesiz işiten bilen Sensin Sen’ demişti. Fakat onu doğurduğunda -Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilirken- dedi ki: Rabbim, doğrusu bir kız (çocuğu) doğurdum. Erkek ise, kız gibi değildir. Ona Meryem adını koydum. Ben onu ve soyunu o kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım. Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabûlle kabûl etti ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriyâ’yı ondan sorumlu kıldı. Zekeriya her ne zaman mihrâba girdiyse, yanında bir yiyecek buldu: ‘Meryem, bu sana nereden geldi?’ deyince, ‘Bu, Allah katındandır. Şüphesiz Allah, dilediğine ‘hesapsız rızık’ verendir’ dedi. Orada Zekeriya Rabbine duâ etti: ‘Rabbim, bana katından tertemiz bir soy armağan et. Doğrusu Sen, duâları işitensin’ dedi” (Âl-i İmran 35-38).

 

Demek ki bize sâdece “adanmış şahsiyetler” değil, bu şahsiyetlerden oluşan “adanmış âileler” de gerekiyor. Allah böyle adanmaları ve adanmış olanları görmedikçe nitelikli şahsiyetleri nasip etmez. Allah, adanmışlığa çok destek verir. Peygamberimiz de bir adanmışlığın netîcesiydi. Babası Abdullah’ı kurbân olmaktan kurtaran şey, dedesi Abdulmuttalib’in 100 deveyi adamasıydı. Bir adak sonucunda Abdullah kurbân olmaktan kurtuldu ve Âmine ile evlenince Peygamberimiz Hz. Muhammed Dünyâ’ya geldi.

 

İnsanı sapıklıktan kesin olarak alıkoyacak tek şey, kişinin rûhen ve bedenen hak dâvâya teslim olup adanmasıdır. İslâm’a adanmaya yanaşmaktan bile korkan müslümanlar, büyük bir şevk ile moderniteye ve kapitâlizme adandılar/adanıyorlar. Gençlere teslîmiyeti ve adanmayı öğretmezseniz, öğreteceğiniz diğer şeyler bir işe yaramaz ve boşuna yorulmuş olursunuz.

 

Îman, ancak kâlplerde yer ettiğinde “gerçek anlamda îman” olur. Îmânın kâlplerde yer etmesinin tek yolu da, amel-eylem üzre olmaktır. Amel-eylem üzre olmak ise, “vahiy ve Sünnet-merkezli yaşamak”tır. Tabi bu, bir-çok şeyden vazgeçmeyi de yanında getirir. O hâlde îman; bir özgüven, huzûr, direnç  ve coşku verdiği gibi, “acıtan” da bir şeydir. Zîrâ bedel ister ve bu bedel bir-çok şeyden vazgeçmeyi ve mutlakâ tam bir teslîmiyetle teslîm olmayı ve adanmayı gerektirir. Aksi-hâlde “îman ettim” sözü kuru bir laftan, resmî bir işlemden ibâret kalır. Böylelerine de zâten “mü’min” değil, belki halk arasında “müslüman” denebilir.

 

Adanmış bir kimliği ve kişiliği hiç-bir dünyevî ve maddî güç engelleyemez.

 

İslâm, adanmanın bir sonucu olarak; îman, bilgi, bilinç, direniş, sabır, hicret, devlet, cihad, şahâdet ve medeniyet sürecine açılan kapıdır. Sonra da o kapıdan âhirete ve ebedî nîmet diyârı olan cennete çıkılır. Cennet, tam bir teslîmiyetle teslîm olup adananların ebedî yurdudur vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2019

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

22 Nisan 2020 Çarşamba

Batı Paradigmasını İlahlaştırmak




“Ey îman edenler!; yahudi ve hristiyanları (gazâba uğrayanları ve sapmışları) dostlar (veliler) edinmeyin; onlar bir-birlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna hidâyet vermez” (Mâide 51).

Birini dost edinmek, onun zihniyetini, bakış-açısını yâni paradigmasını dost edinmek, “o zihniyeti benimsemek” demektir. Allah, İslâm/vahiy-merkezli olmayan zihniyetleri-paradigmaları dost edinmeyi yasaklar. Zîrâ gayri İslâmî her paradigma zulmün çıkış-noktasıdır ve zulüm-merkezli düşünür ve çalışır. Zâten kendi paradigmaları gibi bir paradigma edinmedikçe yâni “onlar gibi olmadıkça” sizi aslâ dost edinmezler. “Onlar gibi olmak” demek ise, onlar gibi düşünmek, onlar gibi kânun yapmak, onlar gibi yiyip-içip giyinmek, onlar gibi konuşmak, dolayısıyla onların paradigmasına uygun davranmaktır. Yâni onların yoluna uymak ve onların dînine girmek demektir. Fakat böyle olduğunda artık onlar gibi zâlim olmak da normâl görülmeye başlayacaktır.

Modern uygarlığın geçtiği yoldan müslümanların da geçmesi gerektiği, yâni müslüman muhayyilenin modern paradigmayı taklit etmesi (oksidentâlizm) gerektiği söylemleri var. Eğer müslümanlar böyle yaparlarsa, bir zaman sonra; batı’nın birilerini sömürdüğü gibi müslümanlar da birilerini sömürmeye başlarlar. Bu sömürme bir zaman sonra “öldürerek sömürme” şeklinde de olacaktır. Bu durumun İslâm’ın özüyle uyuşması söz-konusu bile olamaz. Zîrâ batı’nın kalkındığı şartlarda kalkınmak şerefsizliktir.

“Sen onların dinlerine uymadıkça, yahudi ve hristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olmazlar. De ki: ‘Şüphesiz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği) yoludur’. Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevâ (istek ve arzu)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı” (Bakara 120).

Paradigma, bir düşünme ve yapıp-etme şeklidir. Thomas Kuhn paradigmayı şöyle açıklar:

“Paradigma, belli bir zaman-dilimi içinde bir grubun yada topluluğun düşünme biçimi ve davranışlarını belirleyen bir dünyâ-görüşü, bir algı dayanağı, bir izlenceler bütünü, bir model, bir perspektiftir”.

Paradigma; genelleştirilmiş düşünce modellerinin yada kalıplarının, bir birey yada topluluk tarafından görüldüğü ve benimsendiği şekliyle hayâtın bütün yönlerine uygulanmasından başka bir şey değildir.

Peki modern paradigma yâni batı paradigması nedir ve üreticileri kimlerdir?. Modern paradigma, İngiliz-İsrâil merkezli paradigmadır. O-hâlde modern paradigmaya uymak, İngiliz-İsrâil kafasına göre, onların nefislerine göre düşünmek ve edip-eylemek demektir. Bu paradigma günümüzde neredeyse tüm Dünyâ’nın paradigması olmuştur. Herkes artık nefis-merkezli bu paradigmaya göre düşünüyor ve edip-eylemeye çalışıyor. Hattâ bu paradigmaya uymak için tüm Dünyâ bir yarış hâlindedir. Öyle ki; artık başka yeni düşünceler de üretemiyorlar. Dünyâsını bu paradigma merkezinde en iyi şekilde mâmur etmek isteyen inançsızlar ve modernler belki kendilerince haklı olabilirler. Zîrâ onlar “tek dünyâlı” olmalarından yâni âhireti hem hesâba katmayan hem de ona inanmayan ve sâdece dünyâ hayâtına-yaşantısına kilitlenmiş ve râzı olduklarından dolayı, kendilerini hazzın en zirvesine taşıyacak bir paradigmanın peşine takılmaları mantıklıdır. Fakat dediğimiz gibi, bu paradigma “ilkeli” bir paradigma değildir. Merhâmet, vicdân, iyilik, ahlâk ve Allah rızâsına dönük değildir. Bu paradigmayı savunanların bir imtihan anlayışı, değer, duruş ve ilkesi yoktur ve bir çeşit hayvâniyet yaşamak istemektedirler ve yaşamaktadırlar. İlginç olan ve insanı umutsuzluğa sevk eden ve hattâ utanç verici olan şey ise, başta müslümanlar olmak üzere Dünyâ’ya adâlet yönünde bir şekil vermesi gereken insanların da hızlı bir şekilde bu paradigmaya eklemlenmeye başlamış olmalarıdır.

Bahsettiğimiz bu modern batı paradigması; lâik, seküler, kapitâlist, neo-liberâlist, hazcı, konformist, modernist, bireyci, feminist, hümanist, emperyâlist, şerefsiz, tâğutist bir paradigmadır. Bu paradigma, şeytanın telkin ettiği ve dayattığı, uşaklarının da ne pahasına olursa-olsun uygulamaya soktuğu/sokmaya çalıştığı bir paradigmadır. Bu paradigma, teorilerini, ideolojilerini ve kültürünü tüm Dünyâ’ya dayatıyor ve herkesin bu paradigmayı benimsemesini istiyor. Batı, bu uğurda savaşlar yapıyor ve çeşitli fizîki ve psikolojik şiddete başvuruyor. Zâten şu-anda savaştığı ülkeler, o paradigmayı kabûl etmeyerek karşı çıkan İslâm ülkeleridir. Zîrâ İslâm’ın bu paradigmayı kabûl etmesi söz-konusu bile değildir. Bir müslüman, “batı paradigması”nı “evrensel” olarak kabûl edip benimseyemez.

Tüm seküler sistemler, ortaya koydukları paradigmaları için sözde meşrûiyetlerini “atalarından” almak zorundadırlar. Batı paradigması da sözde meşrûiyetini Yunan düşüncesi-felsefesi ve Roma siyâseti-kültüründen almaktadır.

Hangi teorinin/düşüncenin kabûl edileceği, medeniyetin hangi medeniyet olduğuyla alâkalıdır. Batı medeniyeti başka, İslâm medeniyeti ise başka sonuçlar-paradigmalar üretir. Her paradigma kendine-özgü bir toplumsal/kültürel/bilimsel/siyâsal yapı üretir. Mevcut modern batı paradigması ise, diğer tüm paradigmaları boğarak, sâdece kendi paradigmasını Dünyâ’ya hâkim kılmak istemektedir. Tabî ki bunu tüm insanları köleleştirerek yapar.

Modern müslümanlar, batı paradigmasına uygun olmayan İslâmî düşünceyi, aşırı yoruma tâbi tutup değiştirmedikçe kabûl edemiyor. Müslümanların dînî çalışmaları da artık “batı paradigmasının düşüncelerine, ideolojilerine, yapısına bir meşrûiyet kazandırma çalışmaları”na döndü. Bu şeytâni paradigmanın üretmiş olduğu lânet ideolojilere Kur’ân’dan bir dayanak bulma yarışı var. Böylece Kur’ân, modern-bilimin nesnesi hâline getiriliyor. İslâm ve Kur’ân, “şeytanın-tâğutların sosyâl hayâtına ve siyâsetine cevap yetiştirme yada onay verme dîni” değildir. O, kendi sosyâl alanını, siyâsetini, kültürünü, düşüncesini yâni kendi paradigmasını kurar. Onun bir devlet-medeniyet potansiyeli vardır ve bu potansiyel yeniden açığa çıkarılıp hayâta hâkim olmayı beklemektedir. İslâm dînini ve Kur’ân’ı bu lânet paradigmanın nesnesi, mühürdârı hâline getirmek derin bir cehâlet ve ağır bir şerefsizliktir. Eğer bu şeytâni batı paradigmasına karşı İslâmî bir paradigma geliştiremiyorsanız, yada en azından eleştirip îtirâz etmiyorsanız, çekilin ve defolun gidin yoldan, parazit yapmayın. İslâm’ı, Kur’ân’ı, Sünnet’i maskaraya çevirmeyin. Onu şamar-oğlanı yapmayın.

İslâm hayattan koparılıp sâdece zihinsel orgazmların bir nesnesi hâline getirildi. İslâm salt bir inanç-sistemi değildir sâdece. Hayâtın her alanı için söyleyecek sözü olan, bir bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet projesidir. Hem de bu, adâlet/hak/hakîkat-merkezli olan bir sistemdir. Çıkar ve nefis-merkezli bir sistem değildir modern batı paradigması gibi.

Batı paradigmasına olan temâyül, 1789 Fransız Devrimi sonrasında modernite ile başladı ve genelde 2. Dünyâ Savaşı’ndan, özeldeyse 90’lı yıllar ve milenyum ile bu temâyül yükseldi  ve zirveye ulaştı. Artık müslüman coğrafya adım-adım “batı hristiyanlığı”nı, moderniteyi yâni modern batı paradigmasını tâkip etmektedir. Öyle ki bu sıkı tâkip, müslümanların tasavvur, düşünce, söz ve amel-eylem potansiyelini baltalamaktadır. İslâm’ı merkeze aldığını söyleyen müslümanlar bile batı paradigmasına uygun tasavvur, düşünme, konuşma ve amel-eylemde bulunmaktadırlar.

Paradigma “model” demektir.  Batı modeli, batı’nın bakış-açısı, düşünme ve yaşama şekli. Şu-an Dünyâ batı paradigmasına göre düşünüyor, konuşuyor, yiyip-içiyor ve amel-eylemde bulunuyor. Batı paradigmasına göre Dünyâ şu-anki mevcut hâle geldi. Fakat başka şekilde de olabilirdi. İslâmî paradigma bambaşka bir Dünyâ sunar ve kurar. İslâm, Dünyâ’ya hâkim olduğu zamanlarda hakka-hakîkate, adâlet ve eşitliğe, tevhide uygun bir Dünyâ kurmuştu ve bu medeniyet 500 yıl boyunca aktif, 500 yıl boyunca da pasif bir şekilde 1.000 yıl boyunca sürmüştü. Modern insan ve müslümanların çoğu bunu bilmiyor, üzerinden -görece- uzun zaman geçince unuttular. Zâten araştırmıyorlar da.

Modern batı paradigması İslâm’ın ortaya koyduğu 1.000 yıllık muhteşem medeniyeti kötü ve ilkel gösteriyor, çünkü hayâtiyetini bu yolla sağlıyor. Zîrâ gerçek İslâm medeniyeti apaçık ortaya konsa ve batı paradigması ile kıyaslansa, batı paradigmasının ve modern hayat-tarzının tam bir pislik ve zulüm sistemi olduğu çok net olarak açığa çıkacaktır. Kur’ân-merkezli İslâm medeniyeti apaçık bir şekilde ortaya konduğunda, insanca yaşamanın ne ve nasıl olduğu ortaya çıkmış olacaktır. Zâten İslâm Medeniyeti’ni bilenler için bu mâlûmdur. Oysa bilgiyi kontrôl altında tutan batı paradigması, İslâm’ı ilkel, vahşi, şehvet düşkünü ve câhil gösteriyor ve batı paradigmasına râm ve meftûn olmuş olanlar da buna körü-körüne inanıyor. Şimdi modern insanlara ve hattâ modern müslümanlara; “batı, ilmî düşüncesinin temelini İslâm’a borçludur fakat bunu kendi seküler paradigmasıyla zulme dönüştürmüştür” desek, bilgisizliklerinden ve cehâletlerinden dolayı bunu aslâ kabûl etmezler. Oysa batı’lı bir-çok bilgin ve yazar bunu açıkça îtirâf eder. Bunu kabûl etmeyenler, aslında kabûl etmek istemiyorlar, çünkü batı paradigması tam da nefse uygun işliyor. Kafa ve beden konforunu bozmak istemeyenler için İslâm, ilkel, yobaz ve adâletsiz bir din ve paradigmadır. “Kafası nefsi olmuş” olanlar için batı paradigması ise aydınlanmanın(!), ilericiliğin göstergesi ve taşıyıcısıdır.

Batı paradigması için bir şeyin doğru olması, çoğunluğun o şeyin “doğru” olarak kabûl etmesidir. Doğru olarak kabûl edilen o şey isterse ahlâksızca, şerefsizce ve zâlimce olsun fark etmez. Yâni herkesin doğru kabûl ettiği bir şey, batı paradigmasına göre “doğru”dur. İslâmî paradigmaya göre ise bir şeyin “doğru” olması için o şeyin “hakîkat” olması gereklidir ki hakîkat ise ancak Allah’ın dediğidir. İslâmî paradigmaya göre hakîkate göre yaşamak, “Hakka göre yaşamak” demektir. Yanlış, çirkin ve hattâ küfür, şirk ve zulüm sistemi olan batı paradigması, Allah-merkezli İslâmî paradigmaya karşı çıkarılmış küresel bir sapıklıktır. Modern insan batı paradigmasını “mutlak doğru” olarak kabûl ediyor, zîrâ işine öylesi uygun geliyor. Çünkü İslâmî paradigmayı hem bilmiyorlar, hem İslâm nefse sınır koyuyor hem de İslâm’a göre yaşamanın bir bedeli olduğu için karşı çıkıyorlar. İslâmî paradigma yâni İslâmî bakış-açısı ve düşünce-şekli, âhiret-merkezli, merhâmet, vicdân ve mâneviyat-merkezli iken; batı paradigması ise Dünyâ-merkezli, nefis-merkezlidir. Dolayısıyla anlamdan yoksundur. Çünkü Allah’tan yoksundur. Allah yoksa hiç-bir şeyin anlamı olmaz. Allah yoksa anlam da yoktur. Bu nedenle batı paradigması bir “anlamsızlaştırma ameliyesi”dir.

Dîni-İslâm’ı sâdece namaz-oruç-hac-zekat-kurban zanneden bir zihniyet oluşmuş durumda. Sanki İslâm-Kur’ân, sosyâl ve siyâsal alanla ilgili hiç-bir şey söylemiyormuş gibi, sanki hiç ahlâktan bahsetmiyormuş gibi bir davranış gösteriyor müslümanlar. Kendileri gerçekten bunlardan haberdar olmadıkları gibi, çıkar-merkezli Dünyâ’nın bir gereği olarak lîderler de bu durumu sürdürecek politikalar ve uygulamalar yapıyorlar. Medya ve sermâyedarlar da buna destek oluyor. Zâten ideolojiler ve modern paradigma, İslâm’ı bu şekilde yıkmanın peşindedir.

Modern-bilim de anlamsızlaştırmayı ve nesneleştirmeyi batı paradigması merkezli olarak, dîne açtığı ve sürdürdüğü savaş ile yapar. İslâmî paradigmayı kötüleyerek yapar. Modern-bilim, dîne yâni İslâm paradigmasına savaş açtığı ve onu karaladığı ölçüde yıkılmaktan korunabilir. Modern-bilim dînin yerine ikâme edilmiş ve “din” yapılmıştır. Modern-bilim bir din’dir. Dîn’e karşı din. Zâten modernite hakîkati modern-bilim ile perdeliyor. Modern-bilimin hakîkate ulaşmak gibi bir derdi yoktur. Onun derdi, seküler paradigmanın yalakalığını yapmaktan başkası değildir. Şeytan modernite ve modern-bilim ile insanı yoldan çıkarmanın verdiği sözü tutmanın peşindedir. Böylece güyâ insana karşı üstünlüğünü kanıtlamış olacaktır. Nazife Şişman bu konuda şunları söyler:

“Bilim-târihinde sık telaffuz edilen bir söz vardır: ‘Her kültür kendi gökyüzüne bakar ve her kültür kendi gökyüzünü yaratır’. İşte bilgi üretimini sağlayan bu kavramsal şemaya paradigma denir. Thomas Kuhn, paradigmayı ‘belirli bir bilim-adamları topluluğunun paylaştığı ortak değerler, inançlar ve anlayışların oluşturduğu düzlem’ olarak tanımlamış ve bilgi üretimini mümkün kılan kavramsal şemanın, zaman içinde değişebileceğini vurgulamıştı.

İki yüzyıldır batı’lı modern-bilim paradigmasıyla, kendi insan, kâinât ve yaratıcı tasavvurumuza dayanan paradigma arasındaki karşıtlık ve çatışmadan muzdaribiz. 18. yüzyıldan îtibâren batı’lı modern-bilim paradigması, hâkimiyetini îlân etmişti. Ama bu îlân esnâsında kendisini ‘paradigmalardan bir paradigma’ olarak değil, gerçeği keşfedecek yegâne yöntem ve ‘evrensel bilgiye giden yol olarak’ sunmuştu. Batı’nın askerî, siyâsî ve iktisâdî hegemonyası, Sanâyi İnkılâbı’yla birlikte bilimin teknolojiye ivme kazandıran yönünün ortaya çıkardığı göz-kamaştırıcı ‘başarılar’la birleşince, batı’lı modern-bilim, insan ve kâinatla ilgili söz söyleyebilecek bir iktidar konumuna taşındı”.

Küresel seküler (din-dışı) batı paradigmasının zorla dayatılması “ilericilik” sayılırken; İslâm’ın hükümleriyle hükmolunma isteği ise, gericilik, yobazlık ve “terörizm” olarak görülüyor.

Dünyâ batı paradigması nedeniyle adım-adım kaosa sürükleniyor. Her-şey anlamını yitirdiğinde kaos ve yıkım başlar. Basit bir bakışla bakıldığında bile, batı paradigmasının ortaya çıkardığı; fıtrata, doğala ve normâle aykırı olan bir-çok şeyi görebiliyoruz. Evlenmeler azalıyor, çocuk doğumları azalıyor, cinsler arasındaki farklılıklar kayboluyor, âile bitiyor. O yüzden yalnız ve boş hayatlar yaşanıyor. Bu paradigmanın güçlendirdiği tek şey sâdece nefistir. Batı paradigması; şeytan’ın fısıldamasıyla, tâğutların bu fısıltıları fiîliyata dökmesiyle ve modern insanın ise bu paradigmaya ve bu paradigmanın ortaya çıkardığı düşünce, amel-eylem şekli ve ürünlerine hırsla sâhip çıkmasıyla güçlendi.

İslâmî paradigma, 1.000 yıl boyunca Dünyâ’da örnek bir yaşam-şekli ortaya çıkardı ki bunun en ideâl dönemi “asr-ı saadet dönemi” denilen Peygamberimiz’in ve o’ndan sonra da Hz. Osman’ın hilâfetinin ikinci yarısına kadar olan dönemdir. Batı paradigması İslâm’ın ortaya koyduğu muhteşem medeniyeti çeşitli şekillerde saklıyor ve kendi paradigmasını ortaya koyarak bunu insanlara dayatıyor. Oysa batı paradigması şu-ana kadar, bu paradigmayı ortaya çıkaran ve aşırı destekleyen “mutlu bir azınlığın” dışında hiç kimseyi mutlu-huzurlu etmedi, edemiyor ve edemez de. Çünkü böyle bir amacı ve hedefi yok. Bunu sağlamak için bir şey de yapmıyor. O hâlde yapılması gereken şey, özellikle müslümanların, Kur’ân’ı ve hem tüm peygamberlerin hem de Peygamberimiz’in hayâtını, mücâdelesini ve İslâmî hareket metodunu (Sünnet) iyi bir şekilde öğrenerek ve bunu içselleştirerek, batı paradigmasını İslâm-merkezli olarak eleştirmeleri ve bu paradigmaya yine İslâm-merkezli olarak îtirâz ve isyân etmeleri gerekir. Zîrâ göklerdeki muhteşem düzenin aynısının Dünyâ’da da kurulması süreci ancak böyle başlayabilir. 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mart 2019




Devamını Oku »

15 Nisan 2020 Çarşamba

Deve-kuşu Müslümanlığı



“(Ey mü’minler!); Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kavimlerin başlarına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?. Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve onlar öyle sarsıldılar ki Peygamber ve onunla berâber îman edenler, nihâyet ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ dediler. İşte o zaman (onlara): ‘Şüphesiz Allah’ın yardımı yakın’ (denildi)” (Bakara 214).

Modern insan Dünyâ’nın sorunları karşısında “üç maymun”u oynamakta ve kendisine sorumluluk yükleyecek bir şeyi görmesine, duymasına ve bilmesine rağmen “görmedim, duymadım ve bilmiyorum” demektedir. Aslında o şeyi görmek, duymak ve bilmek-söylemek bile istememektedir. Bunu, kendilerini sıkıntıya ve zahmete sokmamak için, psikolojilerinin ve morâllerinin bozulmaması için, neşe içinde süren hayat konforlarını bozmamak vs. için yapmaktadırlar. Çünkü duyduğunu, gördüğünü ve bildiğini söylemek, aynı-zamanda sorumluluk almak da demektir. Çünkü bir şeyi gördüğünüzde, duyduğunuzda ve bildiğinizde artık duyduğunuz, gördüğünüz ve bildiğiniz şeye karşı duyarsızlık yapamazsınız. O yüzden modern insan “morâlim bozuluyor, canım sıkılıyor, keyfim kaçıyor, psikolojim bozuluyor” vs. nedenlerle “en iyisi tüm bunlardan uzak olmak, görmemek, duymamak ve bilmemektir” düşüncesini benimsiyor. Görse, duysa ve bilse bile bunlardan hiç bahsetmemekte ve sanki sorunlar yokmuş ve olmamış gibi davranıyor, böylece -güyâ- huzûr ve neşe içindeki hayâtını sürdürmek istemektedir. Tabi bunu ne kadar başarabili(yo)r, tartışılır.

İnsan deve-kuşu gibi başını kuma gömünce yada daha doğrusu görmezden gelerek sorunlardan kaçınca belki bir nebze ve bir süreliğine stressiz bir hayat yaşayabilir, fakat insanı rahatsız edip morâlini bozan şeyler, insan, rahatsız edici o şeyi düzeltip yoluna koymadıkça aslâ ortadan kalkmış olmayacaktır.

Modernleşerek bencilleşmiş olan insan, kendisini sıkıntıya sokmamak, morâlini bozmamak vs. için, “negatif insanlarla muhâtap olmuyorum”, “haberleri izlemiyorum”, “görmezden geliyorum”, “takmıyorum” vs. diyebilmektedir. Bu şekilde davranmak “modern bencillik”tir ve aslâ hiç-bir sorunu çözmez.

Böyle kişilere göre sanki Dünyâ güllük-gülistanlık bir yerdir ama bir yerlerde negatif ve olumsuz insanlar var bu insanlar negatif ve olumsuz olarak konuşuyorlar. Hayır!; tabî ki de cennet gibi bir dünyâda yaşamıyoruz. Dünyâ’da neredeyse her-şey kötü ve modern sarhoşluk içindeki insanlar bunun farkında değil. Fakat daha da kötüsü, biraz da olsa farkında olanlar da görmezden gelmenin yollarını arıyorlar. “Farkındalık”tan ve sorumluluktan korkup kaçıyorlar. Birilerinin “negatif” dediği insanların çoğu Dünyâ’daki kötülükleri görüyor ve Dünyâ’nın mevcut durumunu ortaya koyuyor. Söyledikleri şeyler insanın morâlini bozan ve rahatsız eden şeyler olsa da bunlar Dünyâ’nın gerçeğidir. Yine de negatif insanlarla muhâtap olmak istemeyenler, o hâlde peygamberlerle de muhâtap olmamalıdırlar. Çünkü peygamberler de Dünyâ’daki sorunları görüp negatifliği açıkça söylemek ve negatifliği pozitifliğe çevirmek için gönderilmişlerdir.

Âhireti inkâr eden ve Dünyâ’dan başka bir hayat tanımayan seküler insanların bunu yapmasında bir mantık olabilir. Çünkü onlar, ölümden sonraya inanmadıkları için Dünyâ’da en uzun şekilde ve kesintisiz bir haz içinde yaşamak istemektedirler. Bu nedenle de kendilerini sıkıntıya sokacak, kafa ve beden konforlarını bozacak en küçük bir şeyden bile kaçmak istemektedirler. Hattâ bunun için büyük paralar harcayabilmektedirler. Zîrâ onlara göre Dünyâ hayâtından başka hayat yoktur ve bu hayâtın da en küçük bir sorun ve sıkıntı bile olmadan yaşanması en yüce hedeftir. Fakat müslümanların yâni Dünyâ-hayâtından başka bir de sonsuz âhiret-hayâtı olduğunu ve Dünyâ’nın “geçici bir imtihan alanı” olduğuna inanan insanların böyle düşünmeleri ve buna göre bir davranışta bulunmaları söz-konusu bile olamaz.   

Sorunlar onlardan kaçmakla değil, onların üstüne gitmekle, onları düzeltmek ve düzenlemekle giderilebilir ancak. Bir sorunun üzerine milyonlarca yıl gidilmediğinde o sorun orada milyonlarca yıl sorun olarak kalmaya devâm edecektir. Sizi rahatsız eden bir şeyi görmezden gelerek o sorundan aslâ kurtulamazsınız. Hattâ Dünyâ’daki tüm sorunlar zâten bu düşüncede ve davranışta olmaktan kaynaklanır.

“Deve-kuşu müslümanlığı” dediğimiz müslümanlıkta ise, “sorunlardan-sıkıntılardan kaçıp uzaklaşma ve gönlünü ferah tutma” düşüncesi ve davranışı ortaya çıkmaya başlamıştır. Öyle ki artık hiç kimse kırk yıllık komşusunun çocuğuna, “oğlum-kızım yapmayın, çok ayıp” bile diyememekte ve dememektedir. Çünkü sorunlar karşısında duyarlılığını kaybetmiştir. Çünkü Allah’ı, âhireti, Peygamber örnekliğini, Kur’ân’ı ve takvâyı unutmuş yada bunlardan vazgeçmiştir. Lâik-seküler-demokratik oldukça bu düşüncesi ve duygusu artmıştır. Böylece en sonunda da “bana ne, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın, hiç karışmayayım” vs. gibi düşüncelere kapılmaktadır. Hattâ böyle yapmayı “en doğru davranış” zannetmektedir.  

Deniz, Güneş ve kum.. Modern insanın ve de müslümanların hayâli olmuştur. Çünkü modern insan en sıkıntısız ve stressiz zamânın bu şekilde geçirileceğini düşünmektedir. Sürekli olarak deniz, kum, Güneş ve tâtil hayâli, “kafayı kuma sokma”nın modern şeklidir. Modern insan, tâtil aracılığı ile kafayı kuma sokmaktadır. Kumu özlemesinin psikolojik nedeni belki de budur. Bir tarafta savaşlar, depremler, seller, ölümler, hastalıklar, acılar ve çeşitli sıkıntılar yaşanırken, sözde her türlü sıkıntıdan kaçıp da kafa ve beden konforunun dibine vurulan tâtiller hayâl edilmekte ve tâtil yerleri dolup-taşmaktadır. Turizm bu düşünceden beslenmektedir. İnsanların mutlakâ kafa dağıtmak, bir hava almak, nefeslenmek, ara vermek, başka bir şeyler yapmak gibi ihtiyâçları vardır tabî ki. Fakat bu, “tüm sorunlardan kaçmak ve sorunları unutarak görmezden gelmek” anlamında değil, “sorunların üzerine daha sağlam gidebilmek için kafa ve beden enerjisi toplamak” amaçlı olmalıdır. Müslümanların kafalarını kuma sokma lüksü olamaz. Böyle olduğunda “müslüman” olarak kalınamaz. Müslümanlık “hiç-bir şeye karışmamak” demek değildir, olamaz. Peygamberlerde de bunun bir örneği yoktur ve hiç-bir peygamber göbeğini kaşıya-kaşıya müslümanlık yapmamıştır. Zâten Dünyâ’nın formatı buna uygun ve müsâit değildir. Çünkü insandan kaynaklanan hiç-bir sorun olmasa bile, “imtihanın gereği olarak” doğal sorunlar yada zorluklar insanların karşısına çıkıp duracaktır. Hava sıcak ve soğuk olacaktır, hastalık ve ölüm olacaktır, iş yapmanın zorluğu insanı yoracaktır, insan sürekli olarak zorluk ve sıkıntı ile yaşayacaktır. Bunlardan kaçmak imkânsızdır ve bu sorunlar ve sıkıntılar insanları ölüme kadar bırakmayacaktır:

“Andolsun, biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele” (Bakara 155).

Dünyâ’nın doğal zorlukları yanında kolaylığı ve güzelliği de taşır. Fakat insanların ortaya çıkardığı zorluklar böyle değildir. Bitmek bilmez ve sürer gider. Çünkü tâğutlar ve zorbalar bundan geçinirler. İşte bu yüzden insandan kaynaklana zorlukların üzerine gidilmeli ve doğal olmayan zorluklar ve sıkıntılar bertarâf edilmelidir. Bunu yapmaktan kaçarak bu zorlukların ve sıkıntıların yok olması -sünnetullah gereğince- imkânsızdır ki zâten an îtibârıyla Dünyâ’nın zorluğa, sıkıntıya ve pisliğe batmasının nedeni, insanların başına zorluk ve sıkıntı çıkaranlara bir şey dememesi ve zorluk ve sıkıntıların birikmesinden dolayıdır. Hâlbuki insanlar toplanıp da ses çıkarsalar ve tepki gösterseler böyle olmayacaktır. 

“Yada (bunlar) karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek(ler)le yüklü, gökten şiddetli bir yağmur fırtınasına tutulmuş (kimseler) gibidirler ki, yıldırımların saldığı dehşetle, ölüm korkusundan parmaklarıyla kulaklarını tıkarlar. Oysa Allah kâfirleri çepeçevre kuşatıcıdır” (Bakara 19).

Yıldırımın gürültüsünden korkmamak için kulakları tıkamanın bir faydası olmaz. Dünyâ’da meydana gelmekte olan kötülükleri de; haber izlememekle, görmezden gelmekle vs. o kötülükler ortadan kalkmış olmaz. Bir kötülükten etkilenmemek için ya esaslı önlemler almak, yada bir kötülüğü ortadan kaldırmak için bir şeyler yapmak gerekir. 

Kişisel gelişimciler, yaşam-koçları ve diğerleri… Bunlar İslâm-merkezli değil de modern-seküler dünyâ-merkezli bir düşünüşte ve görüşte oldukları için, insanları sürekli olarak “kaçmaya” çağırmaktadırlar. “Ondan uzak dur, bundan kaç, şunu-bunu sorun etme, kafana takma, sen bir tânesin, çok değerlisin, kendini üzme, relaks ol” vs. gibi düşüncelerle insanları deve-kuşuna çevirmektedirler. Sonuçta kafaları kumda gezen insanların olduğu bir Dünyâ ortaya çıkmıştır. Şeytanın, tâğutların ve de nefsin güçlenmesi ve Dünyâ’ya hâkim olmasının nedeni budur.  

Hadi tek-dünyâlı olan insanları anlıyoruz. Onlar güyâ “bir kez gelinecek olan Dünyâ”da hiç-bir sıkıntıyla karşılaşmak istemiyorlar ve en uzun süre boyunca en yüksek seviyede ve kesintisiz bir hazzın peşinden gitmek istiyorlar ve bu bağlamda en küçük bir sorun ve sıkıntıyla karşılaşmak bile istemiyorlar. Hattâ kendilerini strese sokacak bir söz bile duymak istemiyorlar. Bu bağlamda artık insanlar çocuklarının yanında “hayır”, “ölüm”, “olmaz” gibi -sözde- negatif kelimeleri bile kullanmıyorlar ve kullanılmasını istemiyorlar. Bu çocuklar ileride psikolojik ilaçların bağımlısı olacaklardır tabi. Çünkü dediğimiz gibi Dünyâ’da böyle bir hayâtın karşılığı yoktur ve Dünyâ’nın formatı buna uygun değildir. Bu şekilde yaşamak ancak cam bir fânusun içinde olabilir belki de.

Sorun şu ki, sorunların ve sıkıntıların üstüne-üstüne gitmesi gereken müslümanlar da artık bu düşünce, tutum ve davranışta olmaya başladı ve bu çok fazla yayıldı. Rahatlık, sürekli relaks olma isteği ve sorunlardan uzak olma düşüncesi müslümanların arasında da yayıldı. Artık müslümanlar da kafaları kumda bir hayat yaşıyorlar, tabi buna “hayat” denirse. Oysa müslümanlık, sorunları ve sıkıntıları bertarâf etmek için vardır ve tüm peygamberler ve de Peygamberimiz bunun için gönderilmiş ve bunun için uğraşmışlardır. Yoksa Dünyâ ifsâd olmaya mahkûm ve mecbur olurdu. Sorunların üstüne gidilmediğinde ve tam tersine kaçıldığında, artık her-şey şansa bağlı olur ve insanlar bir sorunla ve sıkıntıyla karşılaşmamayı umar dururlar. Bunun için yapacakları en kolay şey, “her türlü sorun ve sıkıntıdan kaçmak” olur. Fakat bu, o sorun ve sıkıntının bitmesi demek değildir. O sorun ve sıkıntı gün gelir tüm Dünyâ’yı kuşatır ve kaçaklar da kaçacak bir yer bulamazlar.

Sürekli relaks hâlinde gülüp eğlenerek hiç-bir dert ve tasa görmeyen insanlar, kendilerini gerçekleştiremezler. İnsan ve de müslüman olamazlar. İnsanlık ve de müslümanlık, sorunlara ve sıkıntılara karşı bir eleştiri yapmak, îtirâzda bulunmak, bir ses yükseltmek, isyân etmek ve kötülüğe el, dil ve hiç olmazsa “kâlp ile buğz” şeklinde karşı gelmektir.     

Dünyâ’nın yarısı deve-kuşuna döndüğü ve kafasını kuma soktuğu için, diğer yarısı ateş içinde, aç, susuz, çıplak ve evsiz olarak yaşamaktadır. Dünyâ’nın kafasını kuma sokan diğer yarısı ise, mânen ve ahlâken çökmüş ve intihârın eşiğine gelmiş insanların doldurduğu bir yer hâline gelmiştir.  

Kafaların sürekli olarak kumda durması yâni her türlü yanlışın, çirkinin ve kötülüğün görmezden gelinmesi insanların psikolojilerini ve morâllerini koruyor gibi görünse de, aslında psikolojileri daha da zayıflatıyor. Çünkü “psikolojik bağışıklık” düşüyor. Güçlü psikolojilerin olmaması, kafaların deve-kuşu gibi kuma sokulmasından kaynaklanıyor. Dünyâ’nın hâl-i pür melâline karşı duyarsız olan müslümanların çoğalmasının nedeni, “deve-kuşu müslümanlığı”dır.

Kötü, çirkin ve sinir bozucu şeylerden sürekli olarak uzak kalmak o sorunları çözmez, bir soruna etki etmediğinizde o sorun kendi-kendine çözülmez ve bitip gitmez. Siz o soruna el atmadığınızda o sorun hiç-bir zaman ortadan kalkmaz. Eğer “yangın” başlamış ise mutlakâ sizin eve doğru da gelmeye ve nihâyet sizin evinizi de yakmaya başlar. Bu nedenle “ne de olsa ateş benim evime uzak” deyip de sıkıntıya girmemek için bir kova suyu bile dökme zahmetine girmekten kaçınmak, “kendini ateşe atmak” anlamına gelecektir. Kaçmak, “aspirin tedâvisi”dir. Ağrıyı biraz hafifletir gibi olur ama zamanla iç-kanama yapar ve sorunu büyütür.

Sorunları, sıkıntıları ve zorlukları bertarâf etmenin ilk adımı, “kafaları kuma sokmak” değil, “kafaları secdeye eğmek”tir. Böylece ilk adım Allah ile atılır. Yoksa kafalar günümüzdeki gibi her zaman kumda kalır.

Çocuklar sürekli olarak hijyenik ortamda kalır ve sürekli olarak mikroplu ortamdan uzak tutulursa bağışıklık sistemleri tam gelişemeyeceği için tam korunmuş olmaz ve hijyenik olmayan bir ortama girer-girmez bağışıklık yeterince gelişmediği için çabuk ve kolay hasta olurlar. İşte bunun gibi; zorluk, sıkıntı ve negatiflikten sürekli kaçan insanların da mânevî-psikolojik bağışıklıkları çökmüş durumdadır. Çünkü gelişmemiştir. Mânevî-psikolojik bağışıklık, sorunların ve sıkıntıların içindeyken ve onlarla mücâdele ederken gelişir ve güçlenir. Gelişmediğinde ise, istedikleri kadar kaçsınlar, gün gelir kaçamayacakları bir durumla karşılaşırlar ve güçlü bir bağışıklığa sâhip olmadıkları için en küçük bir sıkıntıyla karşılaştıklarında -ki karşılaşmamaları imkânsızdır- ânında mânevî-psikolojik bağışıklıkları çöküverir ve soluğu psikiyatristlerde-psikologlarda alırlar ve psikolojik ilaçların müptelâsı olurlar.

Eğer “Allah’ın olmadığı” bir yere gidilemezse, o hâlde “imtihanın olmadığı” bir yere de gidilemez. Demek ki sıkıntıdan ve zorluktan kaçıp gidilecek bir yer yoktur. Gittiğimiz her yere zorluklar, sıkıntılar ve sorunlar da bizimle birlikte gelecektir ve biz sürekli olarak onlarla uğraşmak zorunda kalacağız. Çünkü varlığın formatı böyledir ve imtihan bunu gerektirir. Biz nereye gidersek-gidelim, Allah, şeytan ve imtihan -dolayısıyla zorluk ve sıkıntı- da bizimle birlikte gelecektir. Son nefesimize ve kıyâmete kadar bundan kaçılamaz. Bir süreliğine kaçanlar gerçek anlamda bundan kaçmış olmazlar. Sâdece kaçmayanlara daha fazla yük yüklemiş ve hak yemiş ve de haksızlık etmiş olurlar. Çünkü ortada taşınması gereken bir yük varsa, herkes o yükün altına birlikte girmelidir. Yoksa kaçmayanlar için o yük çok ağırlaşır ve bellerini büker.  

Müslümanlık iddiâsında bulunup da İslâm’ın kişiye yüklediği tüm sorumluluklardan kaçarak “müslüman” olduğunu zannetmek, İslâm’ın ve müslümanlığın ne demek olduğunu bilmemek demektir. Müslümanlık “bir yükü omuzlamak” demektir. Bu yük, “Peygamber’in misyonu”dur, işte tüm müslümanların yükümlü oldukları şey, bu misyonu (salât) sürdürmektir. Bu misyonu sürdür(e)meyen müslümanlar “yarı-müslüman” olmuş olurlar ve şirke düşerler:   

“Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?. Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir; Yada açlık gününde doyurmaktır, Yakın olan bir yetimi, veyâ sürünen bir yoksulu. Sonra îman edenlerden, sabrı bir-birlerine tavsiye edenlerden, merhâmeti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meymene) (Beled 11-18).

Öyle oturulup durulan yerden mü’min olunamayacağı gibi, müslümanlık da korunamaz ve yarı-müslümanlığa düşerek “müşrik” olunabilir. Zîrâ İslâm’da gri renk olmaz. Bakın, müslümanların önderi Peygamberimiz’e mü’minlik-müslümanlık ne yapmış:

Hz. Ebû Bekir, Allah Resûlü’ne sorar: “Yâ Resûlullah!. Saçınızda ak görüyorum. Birden-bire ihtiyarladınız; bir derdiniz mi var?”. Ve iki cihan serveri cevap verir: “Beni Hûd, Vâkıa, Mürselât Sûreleri ihtiyarlattı” (Tirmizî, Tefsir 57). 

Peygamberimiz, kendisini mü’minliğin-müslümanlığın yâni İslâm’ın Kitab’ına olan bağlılık ve sadâkatin yorduğunu, ihtiyarlattığını söylüyor. Çünkü Hûd Sûresi o’na: “emrolunduğun gibi dosdoğru ol” diyordu. Hiç kolay değildir dosdoğru olmak, zîra dosdoğru olmakta “kaçmak” yoktur. İşte!, eğer siz de böyle yapmazsanız mü’min olamadığınız gibi, müslümanlığınızı da koruyamaz ve yarı-müslümanlığa yâni “kültürel ve psikolojik müslümanlık”a düşersiniz ve Allah-merkezli yaşayamadığınız için artık kaçmaktan başka yapacağınız bir şey kalmaz.

Din/İslâm, neyin söylendiği ile değil, neyin göze alındığı ile ilgilenir. Kötülükten uzak kalarak “iyi insan” ve müslüman olunamaz.

Gelelim deve-kuşlarına…

Deve-kuşları neredeyse 3 metre boyunda, 160 kilogram ağırlığında olabilirler ve tehdit altında iken bir aslanı tek tekmeyle öldürebilirler. Açıkça görülüyor ki, deve-kuşlarının doğal savunma mekanizmalarını değerlendirince saklanmalarını gerektirecek bir durum yoktur. Korkacakları çok da fazla bir etken yoktur çünkü. Peki, “deve-kuşu kafasını kuma gömüyor” sözü nereden geliyor?. Aslında bu davranışın sebebi “sorumlu anne-baba olmak”tan başkası değildir.

Deve-kuşlarının korktukları zaman yada tehlike anında kafalarını kuma gömdüğünü sanırız. Hattâ bu o kadar yayılmıştır ki “deve-kuşu gibi başını kuma sokmak” deyimi dilimizde yer etmiştir. Aslında deve-kuşları kafalarını kuma “bir kötülüğü görmemek, korkmak ve sorumluluktan kaçmak” için sokmazlar. Tam-tersine, deve-kuşları kafalarını kuma, sorumlulukları gereğince sokarlar.

Şöyle ki; âile kurma zamânı geldiğinde, deve-kuşları 1,5-2 metre genişliğinde ve 0,5-1 metre derinliğinde büyük bir çukur kazarlar. Deve-kuşları yumurtalarını güvenli bir şekilde bu çukurlarda saklarlar, sonra anne ve baba sırasıyla yavrular yumurtadan çıkmaya hazır hâle gelene kadar toprağın üzerinde oturur. Anne-baba gün içerisinde bir-kaç kez kumların içindeki yumurtalara bakmak için kafalarını kumun içine sokarlar ve gagalarını kullanarak nâzik bir şekilde yumurtaları çevirirler. Uzaktan bakıldığı zaman, yumurtasını çevirmekte olan bir deve-kuşunun kafası sanki toprağın altında gömülüymüş gibi görünüyor olabilir. Aslında deve-kuşları kafalarını kuma, sorumluluklarının bir gereği olarak, yumurtaları kontrôl etmek ve çevirmek için sokarlar. Yâni kafalarını kuma sokmaları, korkudan yada görmezden gelmek için değil, mutlakâ yapılması gerekeni yapmak içindir. Bahsettiğimiz “başını deve-kuşu gibi kuma sokmak” deyimi cehâletin ve yanlış anlamanın bir sonucudur. 

Sorumluluktan kaçmak insanın morâlini-psikolojisini düzeltmez ve kurtarmaz. Zâten tam-tersine, insanın psikolojisinin bozulması, korkak olması, görmezden gelmesi ve sorumluluklardan kaçmasından dolayıdır. Kaça-kaça artık her-şeyden korkar ve her-şeyden etkilenir duruma gelmiştir. Bunun tek çâresi, kişinin elini taşın altına sokması yâni sorumluluk almasıdır. Elini taşın altına sokma cesâretini gösteremeyenler gün gelir o taşın altında kalırlar da, “aman psikolojim bozulmasın” diyenler yardım için dönüp bakmazlar bile. Bu da bu tavrın bir bedeli ve cezâsı olur.  

Deve-kuşları “müslüman” oldukları yâni Allah’ın yaratmasına göre davrandıkları için sorumluluklarını bilirler ve yerine getirirler. O hâlde başları kumdan çıkarmak, görmezden gelmekten vazgeçmek ve deve-kuşları gibi sorumluluk alarak, yerin altında bile olsa o şeye karışmalıyız. 

Kafaları kumdan kurtarmanın ilacı, “başları secdeye eğmek”tir vesselam.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Şubat 2020

Devamını Oku »