“Andolsun, sizin için,
Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın
Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır”
(Ahzâb 21).
Kur’ân, “âlemlerin Rabbi
Allah” tarafından, Melek Cebrâil aracılığı ile “âlemlere rahmet Hz. Muhammed’e”
gönderilmiş bir Kitap’tır. Bu Kitap, bilgi ve bilincin tüm zamanlar ve mekânlar
için gönderilmiş kaynağıdır. Bu Kitab’a bağlananlar, bilgi ve bilincin kaynağı
olarak sâdece bu Kitab’a dayanmak zorundadırlar ki mü’minliğin ölçüsü budur. Bu
Kitap yâni Kur’ân-ı Kerîm, aynı-zamanda bilginin sağlamasını yapan ve sahih
olan bilgi ile sahih olmayan bilgiyi ayıran da bir kitaptır. O hâlde sahih
(aslına uygun, gerçek, doğru) bilginin sağlaması ancak ve ancak Allah’ın kitabı
olan Kur’ân ile yapılabilir. İşte bu nedenle Kur’ân, bilgi ve bilincin kaynağı
olduğu gibi, aynı-zamanda, doğru bilgiyi yanlış bilgiden ayıran da bir
Kitap’tır ki Kur’ân’ın bu bağlamdaki adı Furkân’dır.
Fakat Kur’ân, ne sâdece
raflarda duracak ve arada bir alınıp okunacak salt zihnî gelişmeler için gönderilmiş
bir Kitap’tır, ne de sâdece pasif bir bilgilenme-bilinçlenme kitabıdır. Zâten
Kur’ân’ın verdiği bilgi ve bilinç, kişinin pasif hâlde kalmasını
imkânsızlaştırır. Zîrâ o, bir “îman kitabı”dır ki îman, kişiyi mutlakâ îmânın
gereği olan amel ve eyleme sevk-eder. O hâlde Kur’ân’ı okuyan kişinin, edindiği
bilgi ve bilinci hayâtın tam merkezinde amel-eylem şeklinde ortaya koymaması
düşünülemez. İşte peygamberler, Kur’ân’ı hayâtın tam merkezinde ortaya koymak
üzere seçilmiş ve gönderilmiş olan, vahyin pratikliği olan “güzel örneklik”i en
ideâl bir şekilde sergileyen temsilcilerdir.
Türkler İslâm’ı, daha çok
Îran-Horasan-Samâniler aracılığıyla öğrenmişlerdir. Bu öğrenme ise
tasavvuf-merkezli olmuştur. Türkler târih boyunca Kitap ve Sünnet-merkezli bir
dînî anlayış ve yaşayış üzere ol(a)mamışlardır. O yüzden Türklerin, cihangir
devletleri olan Selçuklu ve Osmanlılar’da halk, Kitap ve Sünnet’ten çok, eski
inanışları olan Şamanizm ve Gök Tanrı inancıyla da barışık ve uyumlu olan tasavvuf-merkezli
bir dînî anlayış ve yaşayış üzre olmuştur. Öyle ki bu durum zamanla, “din ancak
tasavvuf-merkezli olarak yaşanır, tasavvuf dînin-İslâm’ın hayat-pratiğidir”
düşüncesini açığa çıkarmıştır. Bu düşünce günümüzde de dile getirilmektedir.
Nizamülmülk’ün kurduğu Selçuklu medreselerinde bile İslâmî yapı, Sünnîlik veyâ Ehl-i Sünnet ve
Cemaat merkezli olmuş ve Kur’ân ve Sünnet-merkezli
olmamıştır. Ahmet Yaşar Ocak bu konuda şunları söyler:
“İslâm,
Orta Asya Türk topluluklarına Îranlı tâcirler ve çeşitli tasavvuf
mekteplerine
mensup sufiler aracılığıyla, bunlar arasında da en çok Horasan
Melametiyye Mektebi’nden gelen Fars ve Ahmed-i Yesevi gibi Türk kökenli
sufiler vâsıtasıyla ulaştı. Karahanlılar’ın İslam’ı kabul edişlerini anlatan
meşhur Tezkire-i
Satuk Buğra Han isimli
anonim eserde zikredilen bir menkâbe,
bu sufi rengin târihi
bir belgesi sayılabilir. Büyük çoğunluğu göçebe bir hayat süren ve daha önceki
yüzyıllarda uzun süre Şamanizm, Budizm ve Maniheizm
gibi mistik karakterli dînî kültürlerden gelmiş bulunan bu Türk
toplulukları,
Mâveraünnehir’in gelişmiş kültür-merkezlerinde yaşıyorlardı.
Uzunca
bir zamandan bêri yerleşik hayâtın nîmetlerinden faydalanan soydaşları
gibi, kitâbî İslâm’ı
kaynaklarından öğrenme ve anlama imkânları hemen
hiç yoktu. Bu yüzden İslâm’ın onların arasında tutunup yayılabilmesi,
ancak eskiden alışkın oldukları mistik yollarla ve eski mitolojik inançlarıyla
karışık bir biçimde, oldukça sâde bir anlayışla mümkün olabildi. İşte bu anlayışı
onlara telkin
edenlerin arasında Ahmed-i Yesevi de vardı.
Onun, halifelerinin
ve benzerlerinin Orta Asya’daki muhtelif göçebe Türk topluluklarına böyle basitleştirilmiş
ve eski inançlarla karışmış bu İslâm anlayışını tanıtıp
yerleştirmede gösterdikleri gayret ve çaba, târihsel bakımdan
büyük bir önem arz eder. Çünkü Karahanlılar’dan Osmanlılar’a kadar
muhtelif Türk toplulukları ve devletleri arasında yaygınlaşan İslâm, bir-yandan
yerleşik
kültür merkezlerinde, Sünnîlik veyâ Ehl-i Sünnet ve Cemaat denilen, medreselerde
öğretilen kitâbî
esaslara uygun bir tarzda, iyi işlenmiş sistematik
bir hukuk ve bir teolojinin kılavuzluğunda gelişirken, medresesiz
göçebe
zümreler içindeki popüler Müslümanlığın, güçlü bir mistik rûh ve
yapıyla başlayıp gelişmesi bu sâyede olmuştur.
Türk
halklarının kendi
sosyo-ekonomik yapılarının ve toplumsal hayat-tarzlarının
biçimlendirdiği (adına ‘Türk Müslümanlığı’ da diyebileceğimiz)
kitâbî Sünniliğe
pek uymayan bu popüler Müslümanlığıdır. Ne var ki bu
popüler İslâm,
Îran sufiliğinin
süzgecinden geçerek belli ölçüde bir esneklik kazanmış, eski
inançlarla
karıştığı için geniş ölçüde mitolojik bir karaktere
bürünmek sûretiyle
giderek zaman içinde bâzı çevrelerde heterodoks bir mâhiyet almıştır.
Bu yapısıyla da
daha 13.
yüzyıl başlarından
ve bilhassa ilk çeyreğinden îtibâren muhtelif göçlerle Anadolu’ya
intikâl etmiştir”.
Modernite günümüzde tüm
değerlere ve de dîne savaş açmıştır. Dîne ve değerlere bir alan
bırakmamaktadır. Tabi bu durum insanların mânen ve ahlâken yozlaşmasına sebep
olmuştur-olmaktadır. Böyle olunca da insanlar hayvâniyeti ve çıkarı öncelemekte
olduklarından dolayı hiç-bir değer tanımamaya başlamışlardır. Tabi bu durum,
hayâtın tadını-tuzunu kaçırmış ve üstelik hayâtı güvenilmez ve çekilmez bir hâle
getirmiştir. İşte bu durumu tersine çevirmek için, yeniden, hayâta bir incelik ve
estetik getirdiği söylenen tasavvufun öne çıkarılmasının gerektiğinden bahsedilir.
Tasavvufun içinde gerçekten
de değerleri ve iyiliği öne çıkaran bir çizgi vardır. Tasavvufta iki çizgi
vardır. Bu iki çizgiden biri yâni “felsefî tasavvuf” tarafı, neredeyse baştan sona
zırvalıklarla doludur. Oysa bir de “amelî tasavvuf” vardır ki düşüncede
sakatlıkları olmasına rağmen amelde iyi ve yararlı işler yapmışlardır.
Tasavvufta zırvalığı yapanlar, tasavvufun bâtınî-felsefî-mistik tarafında
olanlardır. Fakat tasavvuf ekôlüne mensup olanların içinde, tasavvufun
“şatahat” denilen saçmalıklarından bâzılarına kesin olarak îtirâz etmemekle
birlikte, bu zırvalıklara karşı çıkan bir çizgi de vardır. Bu iki farklı çizgi
Mevlânâ-Kirmâni (Evhadüddin Kirmâni) ve sonra Âhi Evran çizgisinde kendini
gösterir. Zırvalıklarıyla küfrü kemâle erdirenlerden biri olan Celâleddin Rûmi
denilen şahsın sapık tasavvuf anlayışına karşı; Kirmâni’nin ve çizgisinin,
İslâm’ın ve halkın yararına kurdukları fütüvvet teşkilâtının devamı olan âhilik
teşkilâtı onların farkını gösterir. Aslında aralarında muazzam bir fark vardır.
Celâleddin Rûmi’ye göre Moğollara alan açmak İslâmî bir davranışken; Kirmâni
çizgisine göre ise, Moğollara ve tüm zâlimlere ve zulümlere karşı savaşmaktır
İslâmî olandır. Tabî ki de İslâmî olan, zulme-zâlime karşı çıkmaktır. İşte
bahsettiğimiz çizgi adâlet-ahlâk tarafına önem vererek, âhilik ve fütüvvet gibi
yapılanmalar kurarak güzel bir teşkilatlanma örneği sergilemişlerdir ki; bu
tarz bir yapılanmanın mevcut Dünyâ’da bir örneği yoktur. Burada önemli olan
şey, zırvalama yerine “yapma”nın öne çıkmasıdır. “Yapma”yı engelleyen şey,
“zırvalama”dır. Tabi artık bahsettiğimiz bu amelî tasavvuf çizgisi de kaybolup
gitmiş ve sâdece şekle indirgenmiştir. Zîrâ kapitâlist sistemde böyle bir
çizgiye yer verilmesi zinhar mümkün değildir.
Osmanlı “amelî tasavvuf”
dediğimiz çizgiyle iyiliğe uygun bir-çok şeyler gerçekleştirmiştir ve faydasını
görmüştür. Fakat Osmanlı ilim konusunda çok geri kalmıştır yada ilme çok da bir
şeyler kat(a)mamıştır. İyi devlet adamları, iyi şâirler, mîmarlar ve askerler
yetiştirmiştir ama fark yaratacak âlimler yetiştir(e)memiştir. Böyle bir
düşüncesi olmuş mudur onu da tartışmak gerekir. Kendisini duraklama devrinde
uyaran âlimlere bile ne kadar kulak vermiştir tartışmak gerekir. Bunu
yapmamasının bir nedeni de tasavvuftur. Çünkü tasavvufta bilmek için Kur’ân ve
Sünnet’ten ziyâde, birilerini tâkip etmek düşüncesi ve yolu vardır. Böylece insan
kendini kısıtlamış ve kısırlaştırmış olur.
İslâm’ın hayat-pratiği, zannedildiği
gibi tasavvuf değildir ve tasavvuf zâten 900’lü yıllardan sonra gündeme
girmiştir. Öyleyse İslâm’ın hayat-pratiği nedir?. Müslümanlar tabî ki de bilgi-bilinçlerini
ve hayat-pratiklerinin kaynağını Kur’ân’da bulacaklardır. Fakat bunun bir de
pratiğe dökülme metodu da vardır ki bu, Ahzâb Sûresi 21. âyette dile getirilen “güzel
örneklik”tir. Güzel örneklik, Peygamberimiz’in Kur’ân’ı en ideâl bir şekilde
hayatta pratik olarak uygulamasıdır ki buna literatürde “Sünnet” denilir. Evet;
İslâm’ın hayat-pratiği Sünnet’tir ve tasavvuf değildir. O hâlde tadı-tuzu modernite
ile iyice kaçan Dünyâ’nın tadını-tuzunu yerine getirecek ve insanlara güzel bir
örneklik sunacak olan şey ancak Sünnet’tir. İnsanlar Kur’ân ile bilgi ve bilince
erdikten sonra, Sünnet ile hayat-pratiklerini uyguladıklarında Dünyâ, “insanca”
yaşanacak bir yere dönecektir ki zâten bunun pratiği 1.400 yıl önce en ideâl
bir şekilde gösterilmiş ve kanıtlanmıştır.
Demek ki, bir hayat-pratiği
olarak aranacak değer “tasavvuf” değil, “Sünnet”tir. Amelî tasavvufun ortaya
koyduğu güzel şeyler varsa da, bunlar da vahyin önerisiyle alınıp uygulanabilir.
Zâten Sünnet’te de iyi, güzel ve faydalı şeyleri benimsemek vardır. Lâkin şu da
var ki, tasavvufta hangi çizgide olursa-olsun, amelde bâzı iyilikler olmuşsa
da, bilgide bir şirk vardır. Şirkin olduğu yerde ise, yakın olmasa da uzak
vâdede mutlakâ bir zulüm açığa çıkar. Zulmün olduğu yerde de azap meydana
gelir. Üstelik tasavvuf, “vardır bi hikmeti” zannıyla şirki normâlleştirir.
Hâlbuki Kur’ân ve pratik örneklik olan Sünnet’te, şirkin her türlüsü, en ufak
bir tâviz verilmeden reddedilir ve zâten Sünnet, şirke en ufak bir tâviz bile
verilmeden reddedilmesinin pratikliğidir.
Öyleyse müslümanlar için
Kur’ân’ın ne dediğini bilmek ve idrâk etmek çok önemlidir. Fakat bundan sonra
da ideâl örneklik ve pratikliğe göre bir hayat düsturu belirlemek gerekir. Bu
düstur yâni Sünnet, -Sünnet Kur’ân’ın pratikliği ve hayâta aktarılması demek
olduğu için- vahyin düsturu-kuralı olacaktır. Vahyin teorik düsturu onu
okumakla ve idrâk etmekle olurken, pratik düsturu ise, onu Sünnet’e göre
uygulamakla olur. İşte ancak o zaman insanlar insanlığa ve müslümanlığa yeniden
dönmeye başlayacaklardır. Çünkü Kur’ânî bilgi ve bilinçle inşâ olduktan sonra Sünnet
ile yaşanan hayat, insanın nefsine mesâfe koymasını gerektirecek ve böylece
hevâ ve hevesten arındırılmış, Allah’ın onayladığı bir yaşam-şekli ortaya
çıkaracaktır. Peygamberler zâten bunu için vardır. Çünkü Kur’ân sâdece
zihinlerin e kâlplerin kuru bir tatmini için değil, hayâtın her alanında Kur’ânî
bir bilinçle yaşanması için indirilmiştir. Peygamberler bunu ortaya koymak için
gönderilmiştir.
O hâlde bize gerekli olan
şey, Kur’ân ile bilgi-bilinç sâhibi olmak, idrâkimizi arttırmak ve sonra da Sünnet
örnekliğine göre bir yaşam-şekli kurmak olmalıdır. Zâten ancak bu şekilde
vahiy-merkezli olunabilir ve şirksiz-küfürsüz ve dolayısı ile de zulümsüz bir
hayat pratiği kurabilir. Aksi-hâlde düşüncesinde şirk barındırdığı için bir
süre sonra düşüncedeki şirk amelde de kendini gösterecek ve şirk-merkezli
hayat-pratiği mutlakâ zulme dönecektir. Zulmün olduğu yerde ise insan insanlığından
çıkacak ve şeytanın yörüngesine girecektir. Böylece şeytanın ve şeytanın
uşakları olan tâğutların kontrôlünde, hayvandan daha aşağı, nefis-merkezli bir
hayat yaşamak zorunda kalacaktır. Böyle bir hayat ise insana hem Dünyâ’da
rezillik getirecek hem de âhirette de onu acı azâba sokacaktır.
Yeniden dönülmesi gereken nokta Mevlâna, Yûnus,
Yesevi vs. değil, Peygamber yâni Sünnet’tir. İslâm’ın irfânı Sünnet ile açığa
çıkar, tasavvufla değil. Tasavvuf, belli bir seviyede ve belli bir süreliğine
irfânı açığa çıkarsa da, en sonunda bâtıla kayma potansiyeli nedeniyle irfânı
da ifsâd edicidir. Sünnet ise “güzel örnekliği” ile tüm zamanlarda ve mekânlarda
örnekliğini yeniler. “Mevlâna’ya dönmek”, “Yeni Eflatunculuğa ve Plotinos Felsefesi’ne
dönmek” demektir. Mevlâna’nın temsil ettiği tasavvuf, “felsefî-nazarî
tasavvuftur”, “amelî tasavvuf” değil. Amelî tasavvuf, ahlâkîliği öne çıkarmak
düşüncesinde olan tasavvuftur. Felsefî tasavvuf ise, “lâ fâile illallah” ve “lâ
mevcûde illallah” sözleriyle “kesin şirk”e düştüğü için ahlâktan da yoksundur
ki zâten tüm fiillerin fâilinin Allah olduğunu söylediğinizde, ahlâksızlık diye
bir şeyden bahsedemezsiniz.
Felsefî-nazarî tasavvuf -tıpkı geniş ölçüde têsirinde
kaldığı Yeni-Eflâtunculuk gibi- “ideâlist” türden bir felsefedir. Tasavvufî
sezgicilik, nazarî yönün ağır bastığı sufilerin elinde felsefî bir düşünce-tarzı
olup çıkmıştır. Bu sezgicilik, bir çeşit yanılmazlığı ihtivâ eden “keşf
nazariyesi” ile kendi-kendisini desteklemektedir. İşte bu nedenle Mevlâna’ya
dönmek, “İslâm’dan çıkmak ve şirke düşmek” anlamına gelir ki tasavvuf zâten “anti-İslâmcılık”tır.
Ercüment Özkan: “İslâm-öncesi uygarlıklar İslâm’a yenilince ve savaş meydanlarında
bir varlık gösteremeyince, öçlerini tasavvufla almaya çalışmıştır” der. İşte
Mevlâna -ki ona bu ismi vermek hatâdır- yada gerçek adıyla Celâleddin Rûmi, bu
çizgiyi temsil etmektedir. Zâten batı ve lâikler tarafından aşırı sevilip(!)
desteklenmesinin nedeni de budur. Dîne ucundan-kıyısında tutunmuş olan lâikler
ve batı’lılar, işte bu nedenle pek Mevlâna severler.
Bir insana “mevlâna” (mevlâna=efendimiz,
sâhibimiz, rabbimiz) demek yanlıştır ve bu kelime sâdece Allah için kullanılır.
Mesnevi sâhibine “Celâleddin Rûmi” denmesi gerekir. Peki Celâleddin Rûmi’ye niçin
“rûmi” deniyor da meselâ “konevi” denmiyor?. Oysa kendisiyle aynı dönemde
yaşamış olan Sadreddin Konevi’ye “Sadreddin Konevi” deniyor. Sadreddin Konevi,
Rûmi’den 2 sene sonra doğup 1 sene sonra ölmüştür. Rûmi denmesinin sebebi, Celâleddin’in
millet farkı gözetmediği gibi din farkı da gözetmemiştir (ki bu İslâm açısından
yanlıştır, çünkü Kur’ân müslümanlara hitâben: “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer
(gerçekten) îman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz” [Âl-i İmran 139]
der) ve kâfir, müşrik ve zâlim de olsa insanları eşit saymıştır. Bu bağlamda
Rum diyârında olan herkesle bağlantılı ve “onlardan” olduğunu göstermek için
“rûmi” adlandırmasını kullanmıştır. Çünkü İslâm, Celâleddin Rûmi için “ayrıcalıklı
bir din” değildir. “Tek hak din” de değildir. Zâten tasavvufta “lâ fâile
illallah” yâni “tüm fiilleri işleyen Allah’tır” sapık düşüncesi olduğu için,
kâfir, müşrik, zâlim ve sapık da olsa, tüm dinler ve insanlar aynıdır. Oysa
Allah bizi “müslüman” olarak isimlendirmiş ve en üstün dînin de İslâm olduğunu
söylemiştir. Celâleddin Rûmi, Lârende’ye yâni Karaman’a gelmiştir ve orada bir-çok
hristiyan-Türk de olduğundan dolayı “rûmi” lakâbını almıştır. Bu hristiyan-Türkler
daha sonra Osmanlı zamânında Rumeli ve Balkanlar’a gidecek ve orada
tasavvuf-alevilik-bektâşilik ağırlıklı bir din öğretisinde bulunacaklardır.
Türkiye’deki göçmen kökenlilerin genelde tasavvuf-merkezli bir düşüncede olması
ve özellikle göçmenlerin yoğun olarak yerleştiği yerlerde (İzmir-Aydın-Manisa)
tasavvuf/melâmi-merkezli bir düşüncenin olmasının nedenlerinden biri de kanımca
budur.
Peygamberimiz’in rûhî-ahlâkî
hâlini benimsemek ve bu hâli günümüzde diriltmek için tasavvufa ve Mevlâna’ya
değil, Kur’ân’ın Ahzâb Sûresi 21. âyetinin “güzel örneklik” dediği Sünnet’e
dönmek gerekir ki bu Sünnet, Peygamber’in 23 yıl boyunca fiîlen yaptıklarıdır.
Bu bağlamda Sünnet’i, Peygamber’den sonra ona karışan uydurmalardan ve zırvalardan
temizlemek gerekir ki bunun için de, Kur’ân’ın ışığında siyer, megâzi ve İslâm
târihi okumaları yeterli olacaktır. Bu belki de mutlak bir temizleme olmayacaktır
ama o bile işe yarayacak ve İslâm’ın amelî metodu yâni İslâmî hareket metodu genel
anlamda ortaya çıkacaktır. Artık geriye o metodu örnek alarak günümüzde de bir
İslâmî, hareket metodu ortaya konacaktır.
“İslâm, kendi-kendini yeniden kurma yolunda bâzı
şeyleri yapabilecekse, bunu ancak batı’nın ve tasavvufun têsirleri ve onlardan
aldıkları sâyesinde yapabilir” düşüncesi, modern zamanlarda müslümanları
dondurup kilitleyen şeydir.
Tasavvuf “İslâm’ın en iyi
pratize ediliş şekli” değildir. İslâm’ın en iyi pratize ediliş şekli “Sünnet”tir.
Bu bağlamda Peygamberimiz Kur’ân’ı Sünnet ile pratize edip “güzel örnekliği”
oluşturduğundan dolayı, esâsen İslâm’ın tasavvufa ihtiyâcı yoktur.
İslâm toplumunun siyâsetini,
ekonomisini, sosyâl hayâtını vs. yeniden kurmak için “tasavvuf” kaydı koymak
yanlıştır. Zîrâ Peygamberimiz o muhteşem ıslahatını ve devrimini tasavvuf
aracılığı ile değil, vahyin vermiş olduğu idrâk ve hikmet ile hareket ederek
yapmıştır. Vahiyden aldığı idrâkle ve “Allah kontrôlündeki güzel örneklik olan
Sünnet’ ile başlatıp kurmuştur o İslâm-merkezli toplumunu ve devletini. İslâm
medeniyetini böyle başlatmıştır. O hâlde tasavvufa gerek yoktur, “Kur’ân ve Sünnet
yeter”.
“Bâtınî, mistik ve derûnî
tarafı olmayan din yoktur, tasavvuf da işte İslâm’ın derûnî yönüdür”
diyorlar. diyorlar. Oysa İslâm’ın o
derûnî yönünü belirleyen şey -bizzat Kur’ân olduktan başka- onu hayatta somut
olarak gerçekleştirip gösteren Sünnet’tir.
Yine “tasavvufta estetize
edilmiş bir taraf ve hayat var. İslâm’ı estetize eden yön tasavvuftur. Tasavvuf
hayâtı estetize eder, dîni estetize eder” diyorlar. İslâm’ın, tasavvufa aslâ
ihtiyâcı yoktur. Peygamberimiz de tasavvufu değil Sünnet’i kullanmıştır. Öyle
ya; vahyi, Peygamber örnekliğinden daha iyi temsil edecek bir şey mi var?.
Ayrıca dînin kendisi estetiktir zâten ve din, Sünnet ile estetik bir şekilde
gösterilir.
Peygamberimiz’i estetize
eden şey neydi?. Çünkü ortada daha tasavvuf falan yoktu. Peygamberimiz’i
estetize eden şey, Kur’ân’dı, o’nu içten-içe estetize etmiş ve o’na derinlik
katmıştı. Peygamberimiz iç-âlemindeki estetikliği ve derinliği hayâtın tam
ortasında Sünnet ile gösterdi. Kur’ân ve Sünnet’i yeterli görmeyerek tasavvufu
“dîni estetize eden ve ona derinlik katan şey” olarak söylemek küfür ve
şirktir. Tasavvufçular tasavvuf ile şirk koşmaktadırlar. Kur’ân ve Sünnet yerine,
“eklektik ve karışık bir din” olan mistisizm ve tasavvuf koyuluyor. “Hayâtı
tasavvuf mânâlandırır” diyorlar. Oysa Peygamber ve sahabe, iç-âlemlerini Kur’ân
ile derinleştirdikten sonra, dış-âlemi de Sünnet ile derinleştirip
mânâlandırmışlardır.
Kurân ve Peygamber örnekliği
varken, Emeviler’in o ilk zamanlardaki debdebe ve adâletsizliklerden kuytu
köşelere kaçamak bir bakıma haklı görülse de İslâm’dan onay alamaz. Zîrâ Peygamberimiz
vahiy gelmeye başladıktan sonra Hira’ya bir daha gitmemiştir.
Tasavvufun da bir inceliği
ve zevki var ama bu, Kur’ân ve Sünnet’le uyumlu olan bir zevk değil. Hattâ
“bâtınî mânâ” diyerek Kur’ân’dan kopmaktadırlar. Üstelik Peygamber’in güzel
örnekliği olan Sünnet’inde de böyle bir örneklik yok. Aslında meselâ Osmanlı
tasavvufla kurulmuştur ama yine tasavvufla da yıkılmıştır.
Tekke ve zâviyelerin
tasavvuf-merkezli yapısı İslâm’a apaçık aykırılıklar içerir. Fakat kendi içinde
lâik-seküler-modern hayat-şekline karşı daha tutarlıdır. Tekke ve zâviyelerin
kaldırılmasıyla (ki, o zaman da tekke ve zâviyelerin kaldırılmasından oluşan boşluğu
neyin dolduracağı tartışılmıştır) Türkiye’nin batı’sından çok doğu’su etkilenmiştir.
Kaldırıldıktan sonra gayr-ı resmî olarak faaliyetlerine devâm eden tekke ve
zâviyeler, 1960’tan sonra tamâmen kaldırılınca, doğu’nun insanları sığınacak bir
yer bulamadılar, ve Cumhûriyetin ilkelerini de benimsemediler. Zâten darbelerin
gölgesinde yaşayan Türkiye, dînî anlamda bir sığınağa ve sığınmaya karşıydı. Bu
nedenle bu insanlar komünizme ve en sonunda da
PKK’ya kapıldılar ve hâlen süren terör illeti ortaya çıktı. Oysa tekke
ve zâviyeler, İslâm’a bir-çok zıtlıkları olmasına rağmen insanları maddî-mânevî
olarak yatıştırıyordu ve onları tutuyordu. Böylece insanlar kötülükten uzak
kalabiliyorlardı, zîrâ tekke ve zâviyeler bir kontrôl mekanizması görevi icrâ
ediyordu. Bu yüzden tekkeleri ve zâviyeleri kapatmak uzun vâdede rejimin kendi
ayağına kurşun sıkmış olmasıdır. Fakat tabi bu, tekke ve zâviyelerin Sünnet
yerine tasavvuf-merkezli olmasını onayamak demek değildir. Çünkü İslâm’da
geleneğe bağlılık, “tasavvuf geleneği”ne değil, “Sünnet geleneği”ne bağlılıktır.
Zîrâ Sünnet bizim geleneğimizdir.
Tekke ve zâviyelerin
kapatılması, “tasavvuf yerine Sünnet’i merkeze almak” şeklinde değiştirilseydi
yerinde ve doğru bir iş yapılmış olurdu, fakat tekke ve zâviyeler yerine
lâik-seküler kurumlar ihdâs edilmesi, insanları iyice yozlaştırmıştır. Zâten
tekke ve zâviyelerin kapatıldıktan sonra yeraltına inmesiyle orijinâl hâlinden
çok farklı şekillere bürünmüş ve absürd bir hâl almıştır.
Muhammed Hamidullah, İslâm’a dâhil olma ve hizmet
etmede insanları etkileyen şeyin Sünnet değil, tasavvuf olduğunu söyler:
“Batı toplumunda, Paris gibi bir
muhitte yaşamaya başladığım zamandan bêri hayretle görmekteyim ki
hristiyanların İslâmiyet’i kabûlü, onları İslâm’ı kabûle sevk eden ne Ebu
Hanife, ne de İmam Mâturidî’dir. Fakat Muhyiddin Arabi'dir. Bu konuda benim de
şahsî müşâhedem olmuştur. İslâmî bir konuda benden bir îzah istendiği zaman,
benim verdiğim aklî delillere dayayan cevap, soranı tatmin etmiyordu; fakat
tasavvufî îzah meyvesini vermekte gecikmiyordu. Bu konuda têsir gücümü gittikçe
kaybettim. Şimdi inanıyorum ki Hülâgü’nün yakıp-yıkan istilâlarından sonra
Gazan Han zamânında olduğu gibi, bugün en azından Avrupa ve Afrika’da İslâm’a
hizmet edecek olan ne kılıç, ne de akıldır; fakat kâlp ve tasavvuftur”.
Peki “muhteşem bir ahlâk sâhip” ve “âlemlere rahmet”
olan Peygamber’in Sünnet’i niye örnek verilmiyor ve insanlar Sünnet’i niçin
önemsemiyor?. On numara mü’minlik örneği olan Peygamber’in vahiy-merkezli güzel
örnekliği yeterli bir örneklik ve referans değil midir?. Peygamber örnekliği
yeterli gelmiyor da tasavvuf mu insanları İslâm’a dâhil ediyor?. O hâlde bu,
“İslâm’a dâhil olma” değil, mistik-bâtınî kadim bir şirk felsefesi”ne dâhil
olmadır. Zîrâ İslâm’ a dâhil olmanın koşulları apaçıktır. Tasavvuf aracılığı
ile dîne dâhil olmada büyük sorun vardır ve aslında tasavvuf yoluyla İslâm’a
dâhil olduğunu sananlar bilsin ki, onlar İslâm’a değil, şeytana ve nefislerine
dâhil olmaktadırlar. Modernizm ile zihinleri ve kâlpleri kuşatılmış olduğu
için, kendilerine “ağır bir sorumluluk örneği” yükleyen Sünnet’i değil de,
felsefesi, her-şeyi sulandırmak olan tasavvufu seçiyorlar. Zîrâ Sünnet
sorumluluğun, zorluğun, gayretin ve cihadın örnekliğiyken, tasavvuf ise,
insandan her türlü sorumluluğu alarak Allah’a veren “sınırsız bir şirk
sistemi”dir.
Ne ilginçtir ki, merkeze
Kur’ân ve Sünnet değil de tasavvuf alınıyor ve tasavvufun her söylediği baş-tâcı
yapılırken, Kur’ân’ın söyledikleri ve Sünnet örnekliği hesâba katılmadığı gibi
inkâr bile edilebiliyor. Tasavvuf, Sünnet’e yapılmış bir darbedir. İnsan; “âlemlere
rahmet” ve “muhteşem bir ahlâka sâhip” olan Hz. Muhammed’in, Kur’ân’ın “güzel
öreklik” dediği Sünnet ile tatmin bulmuyor ve durulmuyor. Ne yâni; Allah,
Sünnet’ten değil de, isimlerini anmaktan bile imtinâ edeceğim kişilerin şatahatlarından
mı râzı oluyor?. Elbette hayır!. Çünkü tasavvuf, şeytanın ve nefsin ürettiği
küfür ve şirk felsefesidir. Şirk ise Allah’ın katında pislikten başka bir şey
değildir.
Kur’ân vahyi ve Peygamberimiz’in risâleti ve nebevî
örnekliği, insanlığın kurtuluşuna kâfidir ve tasavvufa gerek bile yoktur.
Tasavvuf bir zamanlar mânevî
boşluğu doldurma noktasında bir nebze destek olmuştur. Fakat bu, hem amelî
tasavvuf ile ilgilidir, hem de bu, “güzel örneklik olan Sünnet’in göz-ardı
edildiği bir zamanda oluşan boşluk” için geçerlidir. Yâni tasavvuf belli bir
ölçüde “tampon” olmuştur ama kanamayı ancak belli bir süreliğine
durdurabilmiştir, gücünün bittiği yerde ise kanama daha da fazlalaşmıştır. Zîrâ
tasavvufun mâhiyeti ve gücü kanamayı durdurup yarayı iyileştirecek ve normâlleştirecek
güçten ve içerikten yoksundur. Bu güç sâdece Sünnet’te vardır ve zâten Allah,
peygamberlerini bu nedenle göndermiştir. Bu nedenle onların sünnetlerini “güzel
örneklik” olarak sunmaktadır.
Müslümanların
kültürü olmaz, zîrâ müslümanların kültürü Sünnet’tir. Müslümanlar kültürünü
Sünnet ile oluşturmalıdır. Aksi-hâlde toplumların şirk bulaşmış kültürleri,
gelenek ve görenekleri din” olur.
Sünnet, İslâm dünyâsının ve
müslümanların ihtiyâcı olan zihniyet ve “dünyâ tasavvuru”nun oluşması için
yeterlidir ve başka bir şeye de gerek yoktur. Modern dünyânın buhrânından
dönülmesini sağlayacak ve sığınılacak olan şey “tasavvuf” değil, Kur’ân ve de
onun pratikliği olan Sünnet’tir.
İslâm’ın o muhteşem
medeniyeti, gelenekten-tasavvuftan kopmanın değil, Kur’ân ve Sünnet’ten
kopmanın bir sonucudur. Bu nedenle de yeniden o medeniyeti başlatmak, “geleneğe
ve tasavvufa dönmekle” değil, “Kur’ân ve Sünnet’e dönmekle” olacaktır. Zâten
Peygamber ve sahabe, Kur’ân ve Sünnet ile bu medeniyeti başlatmışlardı. “Hikmet”,
tasavvuf ve felsefe değil, “Sünnet”tir.
İslâm’ı yeniden ihyâ etmek
ve hayâta hâkim olma yoluna sokma ve hâkim kılmak için ahlâkî bir bilinç
şarttır. O bilinç ise, Kur’ân’da teorik olarak, Peygamber’in Sünneti’nde ise
pratik olarak vardır. Bu nedenle başka bir şeye ihtiyaç yoktur. Bu ahlâkîliğin
teorisi Kur’ân’dan, pratiği ise Peygamber’den (Güzel Örneklik=Sünnet)
alınabilir ve yeniden hayâta hâkim kılınabilir.
Evet; bizim
hayat-pratikliğimiz, düsturumuz ve hayâta değer katıp onu estetikleştiren
pratikliğimiz tasavvuf değil, Sünnet’tir. Allah da zâten Kur’ân’da bu “güzel
örnekliğe” yönlendirir mü’minleri. İç-âlemleri Kur’ân ile aydınlattıktan sonra
dış âlem olan Dünyâ’yı da Kur’ân-merkezli pratiklik olan “güzel örneklik”
yâni Sünnet ile yaşadığımızda, Dünyâ da
aydınlanarak bir inceliğe ve estetiğe kavuşacak, hem de böylece Dünyâ’dan
cennete bir köprü kurulmuş olacaktır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Eylül 2019