“Şüphesiz, bu
Kur’ân en doğru yola iletir ve sâlih amellerde bulunan mü’minlere, onlar için
gerçekten büyük bir ecir olduğunu müjde verir” (İsrâ 9).
“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü
umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’
vardır” (Ahzâb 21).
Başlığı
bakınca birileri hemen; “İslâm’ın tek kaynağı vardır, o da Kur’ân’dır”
diyecektir. Fakat biz bu yazıda, Kur’ân’ın, “İslâm’ın tek kaynağı” değil, “İslâm’ın
temel kaynağı” olduğundan bahsedeceğiz. İslâm’ın iç ve dış-âlemde ortaya
koyacağı her-şey bu temel kaynağa bağlı olur ve her-şey Kur’ân’dan kaynaklanır.
Yâni aslında Kur’ân’ın dışındaki kaynaklar, “temel kaynak olan Kur’ân”dan
kaynaklanırlar.
Kur’ân’ın
kendisi bir “kaynak Kitap”tır, başka kaynak kitaplara ihtiyâcı yoktur. Fakat
Kur’ân, içinde bulundurduğu emir ve yasaklarla yeni kaynaklar ortaya çıkarır.
Yoksa Kur’ân-hârici kaynaklar “özgün kaynaklar” değildir. Temel kaynak olan
Kur’ân olmasaydı, diğer kaynaklar da olmazdı.
“Sâdece
Kur’ân”, “Kur’ân yeter” ve “tek kaynak Kur’ân” sözleri ve Kur’ân’cılık gibi
akımlar, yâni tek kaynak olarak Kur’ân’ı kabûl edip başka kaynak kabûl
etmeyenler modern müslümanlar, aslında “îtikatta ve inançta Kur’ân’ı tek kaynak
olarak kabûl ederlerken, amelde-eylemde ve hüküm koymada ise tek kaynak olarak lâik,
seküler, modern demokrasiyi kabûl ediyorlar. Böylece aslında Kur’ân’ı “tek
kaynak” olarak kabûl etmemiş oluyorlar. Hâlbuki Kur’ân, “hüküm koymak sâdece
Allah’a mahsustur” âyetini merkeze almıştır.
Eğer Kur’ân,
Peygamber’e yâni bir insana gönderilmeyip de, iki kapağı içinde hazır bir şekilde,
meselâ Sefâ ile Merve arasında bir yerde bir grup insan tarafından bulunsaydı
ve okunup kabûl edilseydi, o zaman “bizim başka bir kaynağımız yok” denebilirdi.
Fakat Kur’ân bir insana-Peygamber’e gönderildiği ve mutlakâ yerine getirilmesi
gereken pratikliği o’nun üzerinden gösterildiği ve böylece bir “örneklik” oluşturulduğu
için ve de bu örneklik Kur’ân tarafından “izlenmesi gereken “güzel bir örneklik”
olarak gösterildiği için (Ahzâb 21) bu ideâl örneklik kıyâmete kadar bağlayıcı
olmuştur ve dolayısıyla da Peygamberimiz’in hem yaşamında hem de vefâtından
sonra bağlayıcı kaynağımızdır.
Şunu da mutlakâ söylememiz
gerekir; Kur’ân temel kaynaktır ama başta Sünnet olmak üzere diğer kaynaklar, “hüküm
koyucu ve din belirleyici kaynaklar” değildir. Kur’ân’ın hâricindeki kaynaklar,
“Kur’ân’a paralel din kaynakları” değil, “Kur’ân’a paralel amel-eylem
kaynakları”dır. Kur’ân’ın kaynağı Allah’tır, fakat Sünnet’in kaynağı Kur’ân’dır.
Sünnet, Kur’ân’dan ayrı bir şeriat değil, Kur’ân’ın ete-kemiğe büründürülmesi
ve şeriatın amel ve eylem olarak gösterilmesidir. Çünkü Kur’ân sâdece
iç-âlemleri inşâ ve terbiye etmek için değil, dış-âlemi de inşâ ve terbiye
etmek için gönderilmiş bir Kitap’tır ki bu da ancak bir insan-peygamber
örnekliğinde amel-eylem olarak gösterilip ortaya konulabilir. O hâlde şöyle
diyebiliriz: “Bilgi ve bilincin kaynağı Kur’ân ilken, amel ve eylemin kaynağı
ise Sünnet’tir”.
“Kur’ân’dan
başka kaynak yoktur” diyenlere baktığımızda, genelde, moderniteyi her-şeyin
kaynağı yaptıklarını görmekteyiz. Yâni “Kur’ân tek kaynaktır” demeleri samîmi
değildir. Çünkü her-şeyi moderniteye göre değerlendiriyorlar ve hattâ Kur’ân’ı
bile moderniteye göre yorumluyorlar ve moderniteye apaçık karşı olan âyetleri
bile aşırı yoruma tâbi tutarak -sözde- tam da moderniteye uygun hâle
getiriyorlar. Bu yüzden bunların tek kaynakları Kur’ân değil, modern-seküler-muhâfazakâr
demokrasidir.
Yine “Kur’ân
tek kaynaktır” diyenlerin Kur’ân’ın yanına mutlakâ koydukları en önemli bir
diğer kaynak ise nâkilden kopuk ve nefsin kontrôlündeki “akıl”dır. Öyle ki akla
uymadığında Kur’ân’ın âyetlerini aşırı yoruma tâbi tutup zorlayarak mânâsını
değiştirebilmektedirler. Oysa Kur’ân’ın en güzel ve ideâl yorumunu,
Peygamberimiz hem kavlî hem de amelî olarak yapmıştır ve zâten Allah’ın Kur’ân’da
bize “usvetün hasenetün” diyerek “güzel örnek” olarak gösterdiği ve Kitab’ına
alarak (Ahzâb 21) kıyâmete kadar bâki kıldığı Sünnet de budur. Modernler Sünnet
yerine aklı ön-plâna çıkarırlar. Oysa Allah, “aklı merkeze almayı” değil, “aklı
kullanmayı” emretmektedir. Aklı kullanmamayı kınamakta ve aklını
kullanmayanların üzerine pislik yağacağını söylemektedir (Yûnus 100). Fakat
bakıldığında, aklını kullanmayanların üzerine pislik yağdığı gibi, aklı merkeze
alıp ilahlaştıranların üstüne de “pislik” yağdığı görülmektedir. “Aklı merkeze
almak” değildir konu. Çünkü akıl şaşmaz-yanılmaz bir şey değildir. Nefsin
kontrôlüne giren akıl mutlakâ fitne çıkarır ve ifsâd eder. O hâlde aklı
vahiy-merkezli kullanmak önemlidir ve aklını vahiy-merkezi olarak
kullanmayanların üzerine pislik yağar. Bâzıları nefsin güdümündeki akıllarıyla
kurdukları bâtıl şeyler üzerinden Kur’ân’ın âyetlerini bile inkâr
edebilmektedirler. Yâni birilerini (biraz da haklı olarak) “Kur’ân’ın yanına
başka kaynak koyuyorlar” diye suçlayanların kendileri, aslında çok daha fazla
Kur’ân-dışı kaynak koymakta ve kullanmaktadırlar.
“Vahiyden
başka kaynak da yoktur hadis de yoktur” diyenlere de şu âyeti hatırlatalım:
“Hani Peygamber, eşlerinden bâzılarına gizli bir söz (hadîsen=hadis)
söylemişti. Derken o (eşlerinden biri), bunu haber verip Allah da ona bunu
açığa vurunca, o da (Peygamber) bir kısmını açıklamış bir kısmını
(söylemekten) vazgeçmişti. Sonunda haberi verince (eşi) demişti ki: ‘Bunu
sana kim haber verdi?’. O da: ‘Bana bilen, (her-şeyden) haberdar olan (Allah)
haber verdi’ demişti” (Tahrîm 23).
Âyette
Peygamber eşlerine gizlice bir söz (hadis) söylemiş. Peki bu söz vahiy midir?. Eğer
vahiy ise, o hâlde Peygamberimiz, eşlerinden birine gizlice bir vahiy mi
söyledi ve dolayısı ile kendisine gelen vahyin en azından bir kısmını sakladı
mı yâni?. Bir lafı söylerken önünü-arkasını düşünmek gerekir. Peygamber
kendisine gelen vahyin tümünü açıkça ortaya koyar. Söylemekten vazgeçeceği bir
âyete olmaz. Bu âyetten açıkça, Peygamber’e bâzen Kur’ân’a girmesi gerekmeyen
bir çeşit bildirimler de geldiğini anlıyorum.
Mebzûl
miktarda tekrarlanıp duran; “Kur’ân bize yeter” sözü, eğer “salt Kur’ân”dan
bahsediliyorsa yanlıştır. Kur’ân bize yeter ise, neden yetmiyor da perişân ve
sefil bir hâlde yaşıyoruz?. Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken, amel ve
eylemin kaynağı ise Sünnet’tir (hadis değil). O hâlde bize yetecek olan ne salt
Kur’ân, ne de salt Sünnet’tir. Hem Kur’ân hem de Sünnet’tir ve ikisi
birliktedir. Modern zamanlarda müslümanların perişân hâllerinin nedeni, Kur’ân’ı
okuyup da Sünnet örnekliği ile amelde-eylemde bulunmamaktır. Demek ki “sâdece
Kur’ân” sözü yanlıştır ve onun yerine “önce Kur’ân” sözü konmalıdır.
Modern-bilimi
de tartışmasız bir ön-kabûlle “kesin kaynak” olarak göstermektedirler. Bunlara
göre “akıl ve modern-bilim” olmazsa-olmazdır. “Akla ve modern-bilime göre” sözünü
kullanıp durmaktadırlar. Bilim ve akıl modern müslümanlar tarafından en önemli
kaynak olarak görülmekte ve gösterilmektedir. Hâlbuki modern-bilim
“yanlışlanabilir” olandır. Oysa Kur’ân aslâ yanlışlanamaz. Vahiy genelde
akledilebilse de, aslında akıl-üstüdür.
Aklın
kullanılmasında en tutarlı görüş, “Kur’ân ve Sünnet’e dayalı olarak aklın
kullanılması ve buna göre sorunun çözümünün bulunması”nı söyleyen Ebu Hanife’nin
görüşüdür. Yâni akıl, Kur’ân ve Sünnet-merkezli olarak işletilip
kullanıldığında “İslâmî” olur. Aksi-hâlde ya aşırılaştırılıp ilahlaştırılarak
yada sınırlandırılarak akla zulmedilir.
Hakîkati
belirleyen, Kur’ân ve onu ete-kemiğe büründüren “Nebevî örneklik”tir. Tüm zamanlarda
ortaya konulacak hakîkat, bu ikisine aykırı olmamalıdır.
İslâm’ın “bağlayıcı
olan” ve bağlayıcı olmayan” kaynakları vardır. Bağlayıcı kaynakları iki
tânedir: Bunlar da Kur’ân ve Sünnet’tir. Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken,
Sünnet ise amel ve eylemin kaynağıdır. Sünnet’e “güzel örneklik” (Ahzâb 21)
denir. Sünnet’in kaynağı da Kur’ân’dır tabî ki. Kur’ân’ın kaynağı ise Allah’tır.
Kur’ân ve Sünnet “bağlayıcı kaynak”tır. Bağlayıcı olmayan kaynaklar ise; siyer-sîret
kitapları, târih kitapları, hadis kitapları, mezheplerin görüşleri, âlimlerin
düşünceleri vs.’dir. Siyerler-sîretler, -özellikle de ilk yazılanları- vahyin
süzgecinden geçirildikten sonraki kaynaklarımızdır. O zamânın târihinden,
coğrafyasından, kültüründen, ticâretinden bahseden kitaplar “bağlayıcı olmayan”
kaynaklarımızdır. Müslümanların târih boyunca “medeniyet” anlamında yaptıkları şeyler
“bağlayıcı olmayan” kaynağımızdır. O hâlde Kur’ân süzgecinden geçirmek
sûretiyle kullanacağımız târih ilmi, bizim İslâm’a sonradan eklenenleri
ayırmada kullanacağımız kaynaktır. Bu kaynaklar bağlayıcı olmamakla birlikte,
uydurma rivâyetleri ve bid’at ve hurâfeleri ayıklayıp sahih hadis ve Sünnet’i
ortaya koymada yâni Peygamberimiz’in kavlî ve fiîli örnekliğini ortaya koymada
kullanacağımız önemli kaynaklarımızdır.
Peygamber’in
örnekliği daha ilk gelen âyetlerle başlar. Allah vahyi ile birlikte örnekliği yâni
“Sünnet kaynağı”nı da şekillendirmeye başlamıştır.
Sünnet,
“yaşayan Kur’ân” olan Peygamberimiz’in 23 yıllık vahiy-merkezli nübüvvetinin
literatürdeki ismidir. Bu örneklik “Allah’ın kontrôlünde olduğu için “örnek”
olmuş ve Kur’ân’a girmiştir. Kur’ân’a girdiği ve Allah “örnek alın” dediği için
artık kıyâmete kadar bağlayıcı kaynağımız olmuştur. Aslında Sünnet, Kur’ân’dan
ayrı bir kaynak değil, Kur’ân-merkezli bir kaynaktır. Sünnet bizim “amelî
kaynağımız”dır. Biz bilgi ve bilincimizi Kur’ân ile oluşturduktan sonra, amel
ve eylemimizde “güzel örneklik” denilen Sünnet’i de göz-önüne alacağız ve ona
aykırı düşmemeye çalışacağız. Kendi zamânımızdaki örnekliği “Sünnet’e paralel”
hâle getireceğiz. Zâten ancak o zaman Kur’ân’ı günümüze tam anlamıyla ve
hakkıyla taşımız oluruz. Zîrâ Kur’ân sâdece zihinleri ve kâlpleri değil, hayâtı
da inşâ eder ve ona hâkim olur. Sünnet işte bunun ideâl örnekliğidir. Biz
vahiy-merkezli güzel örnekliğin izdüşümünü günümüze yansıtmaktan da sorumluyuz.
Çünkü Allah bize “Peygamber’i örnek alın” diyerek o’nu kaynak olarak
gösteriyor. Bu örnekliğin ne ve nasıl olduğu hakkında Abdullah Pamuk şunları
söyler:
“Hayâtı tüm
boyutlarıyla ve ‘en güzel örneklik’ olarak yaşayan Peygamber; namazı, haccı,
zekatı; âile ilişkilerini, eşler arasındaki saygı, sevgi ve dengeyi, çocuk eğitimini;
komşu ilişkilerini/sosyâl hayâtı; adâletle hükmetmeyi; ordu komutanlığı/cihad
etmeyi; devlet başkanlığını/yönetmeyi ve devâmını öğretti… Zîrâ Rabbimiz, hayâtımızı
dengede tutan, fıtrata uygun bir hayat-biçimini bizlere ‘Yaşayan Kur’ân’ olan
Peygamber ile tâlim ettirdi.. Nitekim en yakınında olanlardan Hz. Âişe/Ayşe
vâlidemize o sorulduğunda, hiç tereddüt etmeden şu cevâbı verdiği bilinmektedir
‘…Siz Kur’ân okumuyor musunuz?. Peygamber’in hayâtı/ahlâkı Kur’ân idi’
demiştir… Dâvâsından vazgeçmesini isteyenlere, ‘Güneşi sağ elime Ay’ı da sol
elime verseniz, ben bu dâvâdan vazgeçmem’ buyurarak net bir duruş ile
örnekliğinin gereğini ortaya koymuştur… Siyer’i, Siyer’in bireysel ve toplumsal
önemini idrâk edebilmek için doğru bir okuma/yazma hassâsiyeti bir müslüman ve
İslâm’ın geleceği açısından hayâti öneme sâhiptir…Yâni, Allah’ın dînini,
dolayısıyla O’nun ‘en güzel örnek’ olarak nitelediği Peygamber’in hayat-tarzını
-hayâtın tüm boyutlarında- doğru tanımlamak, doğru anlamak, doğru
anlamlandırmak, doğru kavramsallaştırmak ve doğru bir ‘duruş’ (Resûlullah’ın örnekliğine
uygun) sergilemek ‘olmazsa olmaz’dır”.
Yâni
Peygamberimiz’in Sünnet’ini, Kur’ân’a iyice âşinâ olduktan ve onunla iyice
bilinçlendikten sonra “kaynak” olarak kullanmamız gerekir. Çünkü Sünnet denilen
“güzel örneklik”, apaçık ve net bir hayat-pratiği olduğu için çok önemlidir.
Kıssalarda anlatılan tüm peygamberlerin örnekliği ile birlikte Peygamberimiz’in
örnekliği, Allah’ın onayladığı ve âyetleştirdiği bir örnekliktir. Mehmet Durmuş
bu örneklik için şöyle der:
“İçinde bulunduğumuz
bunalım çağını nebîlerin o zorlu mücâdele yöntemlerinden başka aşacak hiç-bir
vâsıta yoktur. Eğer bu kadim yöntemi çağımıza taşıyabilirsek, Allah bizlere bir
çıkış-yolu gösterecektir. Aksi-takdirde arzın putlar galerisine dönüşmesini izlemekten
başka bir etkinliğe sâhip olamayacağız demektir”.
Kur’ân elbette
bizim “temel kaynağımız”dır. O bizim hem iç-âlemimizi, hem de dış-âlemi inşâ
edip İslâm’ı hayâta hâkim kılacak potansiyeli bünyesinde sürekli olarak taşır.
Zâten Peygamber ve sahabe de örnek bir nesil ortaya çıkarıp İslâm’ı hayâta hâkim
kılma yolunda ve bir devlet-medeniyet başlatma hedefinde Kur’ân’ın ışığında,
yönlendirmesinde ve yol göstermesinde hareket etmişlerdir. Çünkü bunu sağlayacak
başka bir kaynak yoktur ki!. Lâkin bu potansiyel Kur’ân’da “bil-kuvve” olarak
bulunur. Bil-kuvve olarak bulunur ama bil-fiil olarak açığa çıkmayı bekler.
Peki bu nasıl olacaktır?.
Kur’ân’ın
hedefine ulaşması için, onu okuyup idrâk ederek insanın iç-âlemi inşâ
edildikten sonra, dış-âlemi de inşâ edip hayâtı Kur’ân-merkezli dokumak ve hayâta
Allah’ın sözünü hâkim kılmak için bil-fiil olarak uygulanması da gerekir. Demek
istediğimiz şu ki, raflarda duran Kur’ân, onu amele-eyleme geçirecek bir el ve
etken olmadıkça o potansiyeli açığa çıkaramayacak ve böylece Kur’ân, aynen
günümüzde olduğu gibi, sâdece iç-âlemlerin, zihinlerin ve kâlplerin inşâsı için,
dört duvar arasında kullanılacak bir kitap olarak kalacaktır. Fakat Allah ve
Kur’ân buna râzı değildir ki!. Bu nedenle Kur’ân’ı bil-kuvve durumundan
bil-fiil duruma getirecek insanlar lâzımdır ki bunlar başta Allah’ın seçtiği
peygamberler ve onlara uyanlar olacaktır. Bunlar güzel bir örnek ortaya
koymalıdırlar ki Kur’ân bil-kuvveden bil-fiile geçsin ve ete-kemiğe bürünsün.
İşte bu
yüzden Allah, vahyi ile birlikte vahyi bil-fiil hâle getirecek, onu pratiğe
dökecek, ete-kemiğe büründürerek hayatta uygulayacak peygamberleri de vahiyle
birlikte gönderir ve vahyi onun üzerinden safha-safha indirerek hayatta uygulatır
ve hayatta hâkim kılma hedefini benimsetir. Tüm peygamberlerin görevi ve hedefi,
Allah’ın emri gereğince kavimlerinin ve tüm Dünyâ’nın Allah’ın dîni üzere
olması için çalışmaktır. Her peygamber bunun için gayret etmiş ve bu amacı
gerçekleştirmek için canla-başla çalışmıştır ama bunu hepsi sonuçlandıramamıştır.
Hz. Mûsâ, Dâvud ve Süleyman bu hedefte yol almışlardır ama, bu hem kısa sürmüştür
ve hem de uzun soluklu bir medeniyete dönememiştir. En son gönderilen Peygamberimiz
Hz. Muhammed ise, vahyin tümünü hayâtın her alanında hayâta hâkim kılmayı
başarmış ve İslâmî bir devlet-medeniyet sürecini başlatmıştır. Zâten Peygamberimiz’in
“son peygamber” ve Kur’ân’ın “son Kitap” olmasının hikmeti kanımca biraz da bu
nedenledir. Çünkü hem bize gerekli olan her-şeyi içinde barındıran bir
kitabımız (Kur’ân) var ve başka bir kitaba gerek kalmamıştır, hem de asıl
önemlisi, Kur’ân, Peygamberimiz’in ve örnek nesil olan sahabenin Allah’ın
kontrôlündeki davranışları ve vahyi hayâta hâkim kılma yolunda attıkları adım
başarıyla sonuçlanmıştır. Böylece Dünyâ Kur’ân’a göre düzenlenmeye başlamıştır
ve “örnek” olduğu için, aynı şey tüm zamanlarda ve mekânlarda yeniden
yapılabilecek potansiyeli içinde taşımaktadır. Yâni artık temel kaynağımız olan
Kur’ân ve “örnek bir mü’minlik şekli” olan Sünnet’e sâhip olduğumuz için yeni
bir kitap ve peygambere gerek kalmamıştır. Tüm zamanlarda ve mekânlarda artık
Kur’ân ile bilgi-bilinç ve ahlâkımızı inşâ ettikten sonra, vahiy-merkezli olarak
ortaya konmuş “güzel örneklik” olan Sünnet ile de amel ve eylemlerimizi şekillendireceğiz.
Artık temel
kaynağımız Kur’ân ve amel-eylemin kaynağı olan Sünnet elimizdedir. Bu nedenle
Kur’ân bizim kıyâmete kadar temel kaynağımız olduktan sonra, Kur’ân’ın amelî
yönü olan Sünnet de Ahzâb 21. âyetle Kur’ân’a alındığı için kıyâmete kadar
kaynağımız olmuştur. Peygamberlerin gönderilmesi bir örneklik oluşturmak
içindir. Bu örneklik en ideâl şekilde oluşmuş ve ortaya konmuştur. Böylece
Sünnet denilen güzel örneklik bizim “bağlayıcı amelî kaynağımız” olmuştur.
Kur’ân ve Sünnet bizim bağlayıcı kaynaklarımızdır. Hadisler ise, -Peygamberimiz
yapmadığı şeyi söylemeyeceğinden ve söylemediğinden dolayı- yaptıklarıyla
söyledikleri örtüştüğü için sahih hadisler ile Sünnet çelişmez. Sahih hadisler
de bu yüzden Sünnet kapsamındadır.
Kur’ân insan
kaynaklı bir Kitap değildir, o temel kaynak olarak direkt Allah’tan
gelmektedir. Meâller bile temel kaynak olan Kur’ân’ın birebir olmayan
çevirileridir. Bu nedenle meâller kaynaktırlar ama “temel kaynak” değillerdir.
Nüzûl ortamı
hattâ Peygamberlik öncesi dönem de birer kaynaktır. Sahabe sözleri ve düşünceleri
de kaynaklarımızdır fakat bunlar “bağlayıcı kaynaklarımız” değildir. Bağlayıcı
olmayan kaynaklar, bağlayıcı kaynakların (Kur’ân ve Sünnet) anlaşılması ve
ortaya çıkarılması için olan kaynaklarımızdır. Hadislerin bağlayıcı kaynak
olabilmesi için sahihinin uydurmalardan kesin şekilde ayrıştırılması gerekir ki
kanımca bunların sayısı 1.000’i geçmeyecektir. Kıyas ve ictihad ile ortaya
konanlar da kaynaktır fakat bu, Kur’ân-merkezli olmak zorundadır. Moderniteyi
merkeze alarak yapılan ictihad ve kıyasların tamâmı bâtıldır. Kur’ân
süzgecinden geçmeyen hiç-bir şey kaynak değildir, olamaz.
Kur’ân’ın
inşâ etmiş olduğu akıl da İslâm’ın kaynağıdır. Fakat nefsin doğrultusunda giden
akıl kaynak olamaz.
Kevnî
âyetler olan doğa-tabiat da kaynağımızdır. Kur’ân’ın yer, gök, târih, insan,
tabiat, hayvanlar, psikoloji, sosyoloji vs. yaptığı atıflar birer kaynaktır.
Târihsel koşullar ve modern dünyânın vardığı mevcut durum ise kaynak değildir.
Çünkü mevcut konjonktür vahyi ve mânâyı kâle almamaktadır. Bu yüzden gelinen
nokta bir sapmadır.
Allah
Peygamberimiz’e hem Kur’ân’ı hem de Hikmet’i vermiştir, bu nedenle hikmet de
kaynağımızdır. Fevzi Zülaloğlu:
“Hikmet
kelimesinin anlamında, ‘uygulamaya dönük’ bir muhtevâ vardır. Kitap ilâhi
ahkâmın genel ilke ve öğütleriyken, hikmet ise bunları yaşama geçirecek
yöntemlerdir. Hikmetin kaynağı da Kitap yâni Kur’ân’dır. Allah kitap ve hikmeti
eş-zamanlı olarak Kur’ân’da toplamıştır. Kur’ân beşerî ideolojilerin
kaynaklarında yer alan teoriler gibi değildir. Beşerî ideolojilerde teorik
alt-yapı oluşmadan uygulamaya geçilmez, önce manifesto tüm çelişlilerden
arındırılmış olarak kurulur, sonra da onun için uygulama alanı aranır. Fakat
Kur’ân’ın îtikâdı ile muâmelatı eş-zamanlıdır. İlk âyet aynı-zamanda ilk
uygulamanın da mesajını taşımıştır” der.
Peygamber hiç
konuşmayan biri değildi, o yüzden; görüşünü belirtmek, sorulara cevap vermek ve
halkın daha kolay anlaması için açıklama yapmıştır ve bu sözler “sahih hadis”
olarak belirlendiğinde kaynaktır. Yâni sahih hadisler elbette kaynaktır. Tabi
sayıları milyonları bulan sözlerin tamâmı sahih değildir. En doğrusunu Allah
bilir ya, kanımca sahih hadislerin sayısı 500 ile 1.000 arasındadır.
Tasavvuf, târikatlar,
vahyi merkeze almayan cemaatler, partiler, hizipler, modern akımlar, modern
bâtıl ideolojiler, modern-bilim ve teknoloji, akıl, para, ünlüler, küresel
sermâyedarlar, tâğutlar, Allah’tan başka kânun-yasa yapıcılar, ülkelerin
kurucuları, şeytan ve bunlara uyanların düşünceleri v e sözleri zinhar İslâm’ın
kaynakları değildir.
Mezhep,
meşrep, târikat, tasavvuf vs. Bunların ortaya çıkışı, din-kaynaklı değil,
siyâset-kaynaklıdır. O hâlde bunlardan “geçici kaynaklar” olarak yaralanmak
doğru olsa da, bunlar İslâm’ın bağlayıcı kaynakları değildir.
Batı
uygarlığı, hristiyanlığın ve İslâm medeniyetinin “anti”sidir. Bâtılın “kaynak”
sorunu yoktur. “Hakk”ın tersini yapar.
İslâm’ın
kaynakları; Kur’ân, Sünnet ve samîmiyet, ciddiyet, gayret, fedâkârlık, inanç,
sabır, direniş, vazgeçiş, ehliyet, liyâkat, hicret, cihad, devlet, şahâdet ve
medeniyettir vesselam.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder