28 Ocak 2020 Salı

Hakîkati Modernite İçinde Aramak


  

“Hak geldi, bâtıl yok olup gitti; bâtıl her zaman yok olmaya mahkûmdur” (İsrâ 81).

İnsanlık târihi, “bâtılın ‘hakîkat’ diye gösterilmesi ve mü’minlerin buna karşı çıkması”nın târihidir. Târih boyunca kitleler, hakkı ve hakîkati hatırlatanlardan nefret etmişler ve onları “aşırılık”la yaftalamışlardır. Zîrâ hakîkati hatırlatmak “sorumluluğu hatırlatmak” demektir. Sorumluluğun duruma göre çok ağır bedelleri de olabileceğinden dolayı, nefsini merkeze almış olanlar için hakîkatten bahsedilmesi bile çok rahatsız edicidir. Çünkü yalan içinde yaşamak kolaydır; hakîkat ise adamın belini büker.

Modernite ile birlikte hakîkatin imaja kurbân edildiği bir dünyâda yaşıyoruz. İmaj ne kadar parlak ve çekici ise onu o kadar hakîkat zannediyoruz. Görüntüye tav oluyoruz çünkü. Modernite zâten bir “görüntü uygarlığı”dır. Görüntüyü ve görüneni ideâlize eder. Fakat hakîkat “görünür” olmak zorunda değildir. Hattâ hakîkatin çıkış noktası gayb yâni “görünür olmayan”dır. Yunan-batı aklı, hakîkati “gözlemlenebilir olan”a indirgemiştir. Bu yüzden göremediğini ve gözlemleyemediğini inkâr eder. Tabi bu, “hakîkati inkâr etmek” anlamına gelir. Sonunda da görünür olan yâni maddî olan “hakîkat” olarak algılanmaya başlanır. Böylece hakîkat ters-yüz edilmiş olur ve bâtıl, hakîkat olarak görülüp kabûl edilir. Bu, “hakîkatin parçalanması” ve “bâtıllaştırılması” demektir.

Yaratılmış olan her-şey hakîkattir fakat “mutlak hakîkat” değildir. Mutlak hakîkat “gaye” olandır. Çünkü görünür olan yok olmaya mahkûmdur. Ne ki görünürdür, o mutlak değildir. Zîrâ görünür olan bir gün gelir “görünmez” olmaya yâni yok olmaya başlar. Zîrâ görünür olan, yok olmaya mahkûmdur.

Hakîkat “mutlak hakîkat”tir. Yarım-yamalak hakîkat olmaz. O yüzden hakîkat Mutlak Olan’dan gelmek zorundadır. “Mutlak olmayan”dan gelen mutlak olmaz. Mutlak olmayınca hakîkat de olmaz. O hâlde beşerî olan ve hakîkat zannedilenler aslında hakîkat değildir. 

Günümüz müslümanları; hakîkat zannettikleri lâik, kapitâlist, liberâl, milliyetçi, muhâfazakâr, demokrasi ve modernite içinde kendilerini kaybetmiş durumdadır. İnsanlar son 200 yıldır, ekonomik büyüme (modernite-kapitâlizm) ile kandırılıyor. İslâm “vazgeç” derken, modernite ise “vazgeçme” diyor; hiç-bir tutkundan vazgeçme.. Hakîkati modernite içinde aramak, “tutkuların içinde aramak” anlamına geliyor ki tutkuların ve hazların içinde hakîkatin bulunması imkânsızdır. Hakîkat tutkuların ve hazların içinde değil, bedellerin ve adanmışlıkların içinde ve bir arayış hâlindeyken bulunur. Hakîkat ucuz bir şey değildir ki öyle bedel ödemeden bulunsun. Ucuz olan bâtıldır ve hemen her yerde bulunur. Modernite bâtılın her yerde bolca bulunduğu ve hattâ bâtıl tarafından tüm Dünyâ’yı sarıp-kuşattığı şeytânî bir kandırmacadır.

Müslümanlar hakîkati zorla ve ille de modernite içinde aramak ve kabûl etmek istiyorlar. Hattâ bu uğurda Kur’ân’ı aşırı yorumlarla moderniteye uydurana kadar zorlamaya tâbi tutuyorlar. İslâm’ın kavramları modernite nedeniyle “anlam genişlemesi”ne uğratılmakta ve bu da mânâyı değiştirmektedir. Mânâ değişince ve vahye uygun değil de moderniteye uygun hâle getirilince hakîkat de oradan çekiliyor. İslâm’ın; îman, câhiliye, tâğut, şirk, infâk, hicret, cihad ve şahâdet gibi ana kavramları, modernitenin etkisiyle “yeniden yorumlama”ya tâbi tutularak unutturuluyor yada yok sayılıyor. Oysa bu kavramlar hakîkatin ta kendisidir. Modern müslümanlar, Kur’ân’ın -modern çağ da dâhil- tüm zamanlarda bağlayıcı olduğu hakîkatini değiştirmek için kendilerini paralıyorlar.

İslâm yerine modernite merkeze alındığında hakîkat değil, bâtıl bulunur ve bâtıla “hakîkat” muâmelesi yapılmaya başlanır. Böylece bâtıl ölümüne savunulurken hakîkat ise “bâtıl” olarak görülür ve gösterilir. İnsanlık târihi işte bu yanlışın bu yanlışa karşı cihadın târihidir.

İslâmî hayat ve modern hayat karşısında ikilemde kalan müslümanlar, İslâm iddiâlarına rağmen modern hayâtı seçtiler. Böylece “îtikatta İslâm”, “amel ve eylemde modernite” olarak absürd bir durum ortaya çıktı. Bu, “hakîkatin parçalanması” durumudur. Bu nedenle ne yazık ki sonuçta vardıkları yer hakîkat değil bâtıl oldu. Çünkü hakîkatin bedelini ödemekten kaçındılar. Zîrâ hakîkatin bedeli ağırdır. Bâtıl ise nefis-merkezli olduğu için onun bir bedeli olmaz. Bedeli olmadığından dolayı da -bâtılda olmak haz içinde olmak demek olduğundan dolayı- bâtıla kapılmak ve onun peşinden gitmek zor olmaz ve hattâ nefsin hoşuna gider. Modern insan nefsinin hoşuna gittiği şeye çabuk adapte olmakta ve onu hakîkat olarak kabûl etmektedir.

Kur’ân’ı (moderniteye uygun olarak) aşırı didiklemek ve moderniteye yâni bâtıla uygun düşürmek, Peygamber’i ve 1.400 yıllık târihi hafifletmek ve tümden yok saymakla sonuçlanmıştır. Oysa Kur’ân âyetlerinin hakîkati ve en doğru anlamı, “Peygamber’in pratiğe döktüğü” gibidir. Peygamber örnekliği, pratiklik içerdiğinden ve yoruma açık olmadığından ve de Allah tarafından “güzel örneklik” (Ahzâb 21) olarak gösterildiğinden dolayı, müslümanların bu örnekliği mutlakâ izlemesi ve değerlendirmesi gerekir. Sünnet’in izlenmesi, “hakîkatin hayattaki izdüşümünün izlenmesi” demektir ki bu izdüşüm “vahyin en ideâl izdüşümü”dür. Fakat böyle bir yaşam “Dünyâ’yı ıskalamayı” gerektireceğinden dolayı çok da tâlibi olmaz. Bu durum hikmet gereği tüm zamanlarda böyle olmuştur. İnsanlık târihi boyunca hakîkatin tâlibi çok olmamıştır ama bâtılın peşinden gidenler Dünyâ’yı doldurmuştur. Fakat sonunda cehennemi dolduracak olanlar da onlar olacaktır. Çünkü cehennem, hakîkati unutmuş ve kâlpleri taşlaşmış olanlarla dolacaktır:

“Ey îman edenler!, kendinizi ve yakınlarınızı ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır…” (Tahrîm 6).

Kur’ân’ı modernite-merkezli yorumlayarak hakîkate ulaşacağını zanneden ahmaklar çoğaldı. Kur’ân’ı; moderniteye, nefse ve çıkara uydurmak için yorumlamaya bir başladınız mı, şeytan en büyük destekçiniz olur. Şeytan, lâikliğe-kapitâlizme bürünmüş, “modernite” diye görünmüştür ve hakîkati işte bu şekilde örtmektedir.

Modernitenin kaynağı “atalar dîni”dir. Modern uygarlığın atası Roma ve Yunan’dır. Modernite Greko-Romen uygarlığının yeniden diriltilmesidir. Mekke müşrikleri de atalara dayanıyordu. Fakat Kur’ân, hakîkatin “ataların yolunda” olmadığını söyler. Hattâ “ataları körü-körüne izlemekle hakîkate değil ancak bâtıla ulaşılır” der. Modernitenin geldiği yer de burasıdır. Modernite hakîkatten kopmuş ve bâtılı diriltmiştir. Öyle ki bâtılı tüm Dünyâ’ya yayarak onu hak gibi göstermiştir. Bâtıl tüm Dünyâ’da “hak ve hakîkat” olarak kabûl edilince, artık bâtılı kutsamayanları zor bir hayat beklemektedir. İnsanlık dinden yâni Kur’ân’dan ve Sünnet’ten kopunca hakîkatten de kopmuş ve bâtılı hakîkat zannetmeye başlamıştır. Modernite bâtılı hakîkat, hakîkati ise bâtıl olarak gösteren şeytânî bir sistemdir.

Modern sistemin en büyük düşmanı, “nefsin dizginlenmesi”dir. Zîrâ modernite hayâtiyetini, “nefsin kışkırtılması”ndan alır. Modernizm, bir “kışkırtma uygarlığı”dır. Nefisleri kışkırtır. Kışkırtılmış nefisler, hakîkati idrâk edemezler. Nefisler dizginlenemeden hakîkat bulunamaz, görülemez ve yaşanamaz.

Hakîkat ancak ve ancak Kur’ân-merkezli olarak kavranabilir, nefis-merkezli” olarak değil. Hakîkat, “Kur’ân’dan çıkarılan”dır, “Kur’ân’a giydirilen” değil. Hakîkat, “reyting”in gösterdiği de değildir. Bir şeyin çok olması onun hakîkat olması anlamına gelmez. Hattâ tam-tersine, çoklukta her zaman bir bâtıl vardı. Kur’ân çokluktan hep olumsuz olarak söz eder. Hakîkatin temsilcilerinin sayısı tüm zamanlarda az olmuştur. İşin rajonu budur. Çünkü hakîkatin ağır bedelini ödeyecek olanlar tüm zamanlarda azdır ve az olacaktır. Hakîkatin bâzı bedelleri vardır. O bedellerden biri de “yalnızlaşmak” ve “az sayıda olmak”tır. Hakîkati, o bedeli ödemeyi göze alanlar taşıyabilirler ve ortaya koyabilirler.

Tasavvuf ile de hakîkat bulunamaz. Hattâ tasavvuf hakîkati perdeler, köreltir ve hakîkat olmayanı “hakîkat” diye gösterir. Mistikler, bâtınîler ve tasavvufçular, önce Peygamber’i buharlaştırıp sonra adına “Hakîkat-i Muhammediye” diye bir absürdlük ortaya atarlar. Hakîkat-i Muhammediye düşüncesi ile Peygamberimiz’in sahih hadis ve sahih Sünnet’ini perdelerler ve bâtıl sözleri Peygamber’e isnât ederler. Oysa Hz. Muhammed’in hakîkati, 23 yıl boyunca Kur’ân’ın emirlerini yerine getirmekten başkası değildir ki, ona Sünnet denir. Hakîkat târih boyunca çeşitli sapıklıklar ile blôke edilip örtülmek istenmiştir ki Hakîkat-i Muhammediye ile tasavvufçular da hakîkati gizleyip bâtıllardan bir bâtılı ortaya çıkarmışlardır.

Hakîkat “apaçık olan”dır. Bâtında değildir, gizli değildir. Hakîkat yer altına indirilemez. Bulmaca-bilmece değildir. Hakîkat apaçıktır ve Kur’ân onu apaçık bir şekilde ortaya koymuştur. Hakîkati bulmak için birilerine yalakalık yapmaya gerek yoktur. Allah’a hakkıyla kulluk yapıldığında hakîkate göre yaşanmış olur. Hakîkat o kadar apaçıktır ki, onun idrâk etmek için yoruma bile gerek yoktur. Fakat bâtıl, bâtıl olduğunu gizlemek ve aslında güyâ hak olduğunu göstermek için çeşitli yorumlara ve te’villere ihtiyaç duyar. İşte bâtınîlik denilen şey, “bâtılı yorumlayarak hak gibi gösterme”nin adıdır. Hakîkatin bâtını falan olmaz. Hakîkatin peşinde olanlar hakîkatle meleke kazandıklarında hakîkat üzere olmuş olurlar. 

Modern batı bâtıl-merkezli koşullar ortaya atmış ve bunu tüm Dünyâ’ya dayatarak yaydığı için neredeyse tüm Dünyâ’da modern-merkezli bâtıl hayat-tarzı ve düşüncesi hak ve hakîkat gibi görülmektedir. Oysa bâtıl, “hakîkatin yokluğu hâli”dir. Bâtıl, hakîkatin içine atılmış bir zehirdir. Bir kazan bala bir damla zehir katılınca o bal nasıl ki zehir oluyorsa, hakkın içine karışacak olan en küçük bâtıl da hakkı zedeler ve zehirler. Zîrâ hakîkat bâtıl kabûl etmez.

Hakîkate modern-bilim ile ulaşacağını sananlar da var. Modern-bilim Allah’sızdır. Allah’sızlıkla hakîkate ulaşmak da ne demek?. Nerede görülmüş?. Modern-bilim madde üzerinde çalışır. Maddeyi yaratan Allah’ı hesaba katmadan hakkın bulunacağını zannetmek ağır bir ahmaklıktır. Modern-bilim, Allah’ı hesâba katmamakla hakîkati perdeliyor. Modern-bilimin hakîkate ulaşmak gibi bir derdi yoktur zâten. Hattâ hakîkatten kaçar. Onun derdi, seküler paradigmanın yalakalığını yapmaktan ve çıkar elde etmekten başkası değildir. Modern-bilimin ortaya koyduğu bir iyilik örneği yoktur. Modern-bilim geliştikçe bir tezat olarak Dünyâ’daki zulümler de artıyor. Zîrâ modern-bilim hak ve hakîkat üzere değildir. Çünkü modern-bilim “yanlışlanabilir” ve “değişebilir” olandır. Öyle ki bugün söylediğini ve kabûl ettiğini yarın inkâr eder ve değiştirerek onun tam tersi bir şey söyleyebilir. Oysa hakîkat değişmez. Çünkü hakîkat tamdır ve yetkindir.

Modern ideolojiler de hakîkate ulaştıramaz ve ulaştırmamıştır. Lâikliğe ve demokrasiye sarılarak hakîkate ulaşılabileceğini beklemek “boşuna bir bekleyiş”tir. Demokrasi, hakka-hakîkate, adâlete-eşitliğe düşmandır. Hayâtiyetini de zâten bu düşmanlıktan alır. Hak, “Hak”tan gelendir, şeytânî bir ideoloji olan demokrasiden değil. Zâten demokrasi, “Allah’ı yâni hak ve hakîkati işe karıştırmamak” demektir. Öyle ki sâdece Allah’a âit bir hak olan kânun koyma yetkisini O’ndan alır ve beşere verir. Demokrasi, Allah’ın kânunları yerine beşerin kânunlarını dinleştirmek için ortaya atılmış bir sapıklıktır. Böylece Allah’ın kânunlarına düşman olmuştur. Allah’ın kânunlarına düşman olan bir ideolojiden hakkı ve hakîkati ortaya koymasını beklemek, bâtıl ile zihinlerin iğdiş edildiğinin ve kâlplerin karardığının bir göstergesidir.

Hakîkate, uydurma gelenek ve rivâyet ile de ulaşılamaz. Allah’ın Kitab’ı ve Peygamber’in sahihi Sünnet’i yerine birilerinin uydurmalarıyla yola çıkanların varacağı yer ağır bir yanılgı ve derin bir gaflet ile bâtılın içine düşmek olacaktır. Hakîkatin otoritesini birilerinin otoritesine boğdurmak şirktir, küfürdür ve zulümdür. Hakîkatin otoritesi yanında rivâyetin otoritesine .ok yemek düşer.

“Bana göre” ve “sana göre” sözlerinde hakîkat yoktur. “Kur’ân’a ve Sünnet’e göre” olanda ancak hakîkat ortaya çıkar. Allah’ın dediğinden başkası hakîkat değildir.

Hakîkati “modern” bir söylem olan “sâdece Kur’ân” yoluyla aramak ve bulmak da mümkün değildir. Zîrâ Kur’ân bizim “temel kaynağımızdır” ama “tek kaynağımız” değildir. Çünkü İslâm sâdece zihinlerin kitabı değildir ve onun “örnek ve ideâl bir hayat pratiği (Sünnet)” de vardır. Sünnet, Kur’ân’ın en doğru kavlî ve fiîli yorumudur ki böylece “sâbit doğrumuz” açığa çıkar. O hâlde hakîkat “Kur’ân-Sünnet bütünlüğünde bulunabilecektir. Hakîkati ararken sâbit doğrularınız yoksa eğer, aynen günümüzde olduğu gibi rüzgârın savurduğu yöne doğru gitmek zorunda kalırsınız.

Aslında modernite, insanlığın önündeki bir deneme ve imtihandır. İnsanlar moderniteyle olmayacağını, modernite içinde hakîkatin bulunamayacağı yakında öğrenecekler ama yine de hakka ve hakîkate yönelmeyecekler ve nefis-merkezli bir başka bâtıl düşüncenin peşine takılacaklardır. Sâdece az bir topluluk, Hz. İbrâhim gibi “Allah’tan başka her-şeye” düşman olacaklardır. Beşerî olan her-şey yakın yada uzak vâdede insanlara zarar olarak dönecektir. Zîrâ sünnetullah bunu gerektirir.

Bugünkü değişim temposunun hızı nedeniyle, eğer müslümanlar aynı çıkmaz sokağa, hattâ daha da kötüsüne girmek istemiyorlarsa, batı’nın ve modernitenin izlediği yolda gitmeyi hiç-bir zaman ümit etmemelidirler. İslâm’ın kendine has bir hakîkat ve medeniyet anlayışı vardır. O yüzden hakîkat, yine hak olan dînin yâni İslâm’ın içinde aranmalıdır.

Hakîkat, “Aşkın Olan”dan gelir, “beşerî olan”dan değil. O hâlde hakîkati beşerî olanda aramak abestir, boştur. Demek ki hakîkat beşerin ürettiği ideolojilerde, Allah’sız düşüncelerde ve sistemlerde bulunamaz. Bu nedenle hakîkat, modernite içinde bulunamaz. Hakîkati bulmak için hakîkatin kaynağına bakmak gerekir ki o, vahiydir. Hakîkati görmek için ise, hakîkatin yaşandığı zamâna -ki hakîkatin en ideâl olarak yaşandığı zamandır-, Allah’ın örnek gösterdiği Peygamber ve sahabenin (Ahzâb 21) yaşadığı “asr-ı saadet” dönemine bakmak gerekir. Çünkü asr-ı saadet, hakîkatin ete-kemiğe büründüğü ender zamanların çıkış noktasıdır.

Hakîkat bireycilik ile de bulunamaz. Bir yazıda şöyle denir:

“Bireyi kutsayan modernizm, bireycilik (individualisme) ile birey-üstü olabilecek ilkelerin inkârını esas alarak uygarlığını insan ile sınırlandırmıştır. İşte batı’dan başlayan çöküşün esas nedeni bu bireyciliktir. Modern felsefe bireycilikten yola çıkarak aklî/rasyonel uygulamalar ile bir-takım varsayımlar ortaya koymuştur. Sonra bu varsayımlara hakîkat olarak inanmış ve bunu kendine patentleyerek egodan bir uygarlık kurmuştur. Hakîkat olarak ifâde edilecek bir düşünce insan aklının ürünü olamaz ve insandan bağımsız olarak varlık kazanmıştır. Batı felsefesinde İntelligence olan entelektüel aklın ürettiği meta-fiziksel bilginin inkârı sonucunda ‘fayda’, hakîkatin yerine geçmiş ve böylece modern sapma pragmatizm ile son aşamasına varmıştır”.

Modernitenin ahlâkı yoktur. Ahlâkın olmadığı yerde ise hakîkatin aranması boşunadır. Zîrâ hakîkat ahlâk olmadan ortaya konamaz. Peygamberimiz “muhteşem bir ahlâka sâhip olduğu” için peygamber olarak seçilmiş ve hakîkati ortaya koymuştur. Ahlâkın olmadığı yerde bulunacak olan şey ahlâksızlıktan başkası olmayacaktır.

Eşyânın hakîkatini araştırmak, “eşyâyı olduğu gibi kabûl edememek” demektir. Eşyânın hakîkati, Allah’ın târif ettiği gibidir. “Eşyânın hakîkati” gibi sözlerle eşyâ ideâlleştirilip kutsanmaktadır.  

Vahiy, hakîkati “aklın ötesinde” idrâk etme bildirimidir. Akıl kullanılmadığında üzerimize “pislik” yağacağı (Yûnus 100) gibi; akıl ilahlaştırıldığında da üzerimize “pislik” (modernite) yağar. Bu nedenle aklı ilahlaştırmış olan modernite içinde hakîkat bulunamaz.

Hakîkat, “apaçık olan”dır ve o “bâtın”da falan değildir. Hakîkati sâdece bilmek yetmez, onu dile getirmek ve sonra da hakîkati hayâta hâkim kılmak da şarttır. Hak olanı “halk” değil, “Hak” tâyin eder. Îman etmek ve sâlih amel üzere olmak, “hakîkatin bulunmuş olması” durumudur. Hakîkatin hatırı her hatırdan üstündür. Parçalanan hakîkat, hakîkat olmaktan çıkar. Hakîkat, eskimez olandır.

Modern insanı ürperten en büyük hakîkatlerden biri de ölümdür. Ölüm net bir hakîkattir.

Hakîkat insanı rahatsız eder. Rahatsız etmeyen hakîkat yoktur. Zîrâ hakîkat pasif bir şey değildir ve pasifleştirmez. Tam-aksine pasif olanı aktif hâle getirir. Eğer aktif değilseniz ve pasifliğe devâm ediyorsanız “kendinizi hakîkate adamamışsınız” demektir.

Hakîkat çok yalındır ve apaçıktır. Hakîkat bulunduğunda çok ilginç bir şey bulunmuş olmaz. Hakîkat gâyet doğal ve normâldir. Hakîkat modernite ile gizlendiği için hakîkati unuttuk ve onu çok olağan-üstü bir şey zannediyoruz.

Hakîkatten bahsetmek ve hakîkat üzere olmak, ödülü “cennet” olan ağır bedelleri ödemeyi gerektirir. Bu bedelleri göze alabilenler ancak hakîkati ortaya koyarlar ve onu hayâta hâkim kılabilirler.

Dünyâ’da hak-hakîkat ve adâlet-eşitlik ancak, Allah’ın kânunları olan Kur’ân ile hükmedildiğinde gerçekleşir ve böylece bâtıl defolup gider.

Aristo: “Hocamı severim fakat hakîkati daha çok severim” der. Çünkü hakîkatin önüne geçirilebilecek bir şey yoktur. İnsanda “hakîkat sevgisi” varsa tüm sevgiler onun altında kalır.

Hak ve hakîkat gelince bâtıl yok olmaya mecburdur. Zîrâ hakîkat ile bâtıl aynı-anda aynı yerde bulunamaz.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ekim 2019


Devamını Oku »

23 Ocak 2020 Perşembe

Medîne Vesîkası Üzerine




Lâ ikrâhe fîd dîni kad tebeyyener ruşdu minel gayy, fe men yekfur bit tâgûti ve yu’min billâhi fe kadistemseke bil urvetil vuskâ, lânfisâme lehâ, vallâhu semîun alîm(alîmun).

“Dinde ikrah (çirkinlik-iğrençlik-baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tâğutu tanımayıp (tâğuta küfredip) Allah’a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir” (Bakara 256).

Kerih-İkrah kelimesi TDK sözlüğünde; “Tiksindirici”, “iğrenç”, “tiksinme”, “iğrenme” anlamındadır. Lûgatta ise; “İğrenmek”, “tiksinmek,” “bir işi istemeyerek yapmak”, “birine zorla iş yaptırmak veyâ muâmele yapmak” anlamındadır.

Seyyid Kutup bu âyetin tefsirinde şöyle der:

“Bu din, insan mantığının karşısına, inanmaya mecbur edici olağan-üstü olaylarla bile çıkmaktan kaçındığına göre, onun karşısına kuvvetle ve zorlama ile çıkmaktan, muhâtaplarına açıklama yapmaksızın, onları inandırmaksızın, iknâ olmalarını sağlamaksızın tehdit, baskı ve zorlama yolu ile kendini kabûl ettirmekten elbette kaçınacaktır”.

Bu âyetin çevirisinde “ikrah” kelimesine; pislik, çirkinlik, iğrençlik anlamı değil de; hatâlı olarak ve modernizm ile uyumlu bir şekilde “zorlama” anlamı veriliyor ve sanki İslâm dîninin uzak-doğu “ahlâk dinleri” gibi yada hristiyanlığın “ne yapsan serbest” düşüncesini ve modern liberâl ideolojilerle uyumlu bir anlamı varmış gibi yansıtılmaktadır. Hâlbuki âyet, “dinde bir iğrençlik, çirkinlik yoktur, çünkü hak ile bâtıl, doğruluk ile sapıklık bir-birinden ayrılmıştır” anlamındadır. Bu anlam; “bu din liberâl bir dindir, istediğin gibi yaşa, ne desen öyledir, ne yapsan yerindedir” mânâsı vermez. Zîrâ hakkı bâtıldan ayırmak için, bir şeyi pisliğinden temizlemek için yoğun bir gayret ve emek gerekir. Bu da “zorluk” demektir. Çünkü bu iş o kadar kolay değildir ve nice zorlukları vardır. O hâlde âyetin vermek istediği idrâk, henüz İslâm’a girmemiş olana; “bu dinde, dış odakların gösterdiği gibi; şeytan’ın fısıldadığı gibi; câhillerin anlattığı gibi bir çirkinlik, anti-pati ve pislik yoktur, bu din ‘zulüm dîni’ değildir” vs. şeklindedir ve tebliğin bu şekilde yapılmasını, fakat kişinin çeşitli şekillerde zorlanarak İslâm’a sokulmasının yanlış ve günah olduğunu bildiriliyor.

Tabi bu din bir “relâks olma dîni” değildir; “her türlü zorluktan kötülükten uzak durma dîni” değildir. Hiç-bir müslüman, Dünyâ’nın çeşitli yerlerinde inim-inim inleyen insanlar ve müslüman kardeşleri bulunurken ve de kendisinden; ciğerinden sökülen bir feryatla yardım isteyenler varken umursamaz bir davranışla bunları göz-ardı edemez ve şöyle diyemez: “Dinde zorluk yoktur, bu nedenle böyle bir zorluğu göze alamam”. Sürekli mutlu, sürekli keyif hâlinde yaşanılacak bir yer (Dünyâ) değildir burası. Böyle bir yaşamanın Dünyâ’da karşılığı yoktur. Zâten bir âyette de: “Demek ki, gerçekten zorlukla berâber kolaylık vardır” (İnşirah 5) denilerek zımnen bir zorluğun olacağından bahsedilir.

“Medîne Vesîkası İslâm’ın ilk anayasasıdır” deniyor. Fakat mâlûmdur ki, Vesîka imzâlandığında, vahyin nüzûlü henüz tamamlanmamış ve mesela ehl-i kitabın cizye ile mükellef tutulması âyetleri henüz nâzil olmamıştı. Yâni İslâm hem vahiy olarak tamamlanmamıştı, hem de İslâm “ayrı bir toplum ve devlet olarak” ayrılmasına rağmen en azından Arap yarım-adasına henüz hâkim değildi. O hâlde Vesîka, yine Allah’ın ve Peygamber’in hâkimiyetinde olacak bir yönetim kabûl edilerek hazırlanmış ve belli bir süre boyunca uygulanmış bir anlaşmadır. Burada unutulmaması gereken en önemli mesele, Vesîka’nın, Allah ve Peygamber’in son karârı vereceği bir anlaşma olmasıdır ki Peygamber elbette İslâm’ın ve peygamberliğin bir şartı olarak verilecek olan son karârı vahye göre yada vahiy-merkezli vermek zorundadır. Zâten tüm taraflar bu şartın altına imzâ atmıştır:

Madde 23: “Üzerinde ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah’a ve Muhammed’e götürülecektir”.

İşte bu şart, Vesîka’nın, İslâm-merkezli yada en azından İslâm’a aykırılık içermeyen bir metin olduğunun delîlidir.

Farklı inanış ve kültürdeki toplumların bir-arada yaşaması ancak “İslâm’ın hâkimiyetinde” mümkün olabilir. Çünkü gayri İslâmî yönetimlerin yapısı buna müsâit değildir. O hâlde vesîka, “İslâm’ın Medîne’deki hâkimiyeti” anlamına gelir ki Peygamberimiz zâten bu şartla Medîne’ye hicreti kabûl etmişti.

Vesîkanın son zamanlarda çok fazla gündeme getirilmesinin nedeni, modernitenin ağır kuşatması ve -müslümanların büyük bir bölümü de dâhil- insanların büyük çoğunluğunun demokrasiyi dinleştirmesi nedeniyledir. Hiç-bir yaraya merhem olamadıktan başka nice zulümlerin altına imzâ atmış olan demokrasinin insanlar tarafından “din” edilmesi, İslâm’ın aslâ onaylamadığı demokrasiyi Vesîka üzerinden güyâ meşrûlaştırma girişimidir. En nihâyetinde böyle bir araştırma ve tartışma, İslâm’ın yada müslümanların an îtibârıyla Dünyâ’ya hâkim olmayışı nedeniyledir. Çünkü İslâm 1.000 yıl boyunca Dünyâ’da hâkim iken ve gayr-i müslimler İslâm’ın hâkimiyetinde kendi dinlerine, inanışlarına ve kültürlerine göre mutlu-mesut yaşayabilirken zâten böyle bir konu gündeme gelmiyordu ve Vesîka tartışılmıyordu.

Medîne Vesîkası “ortak payda” üzerinden değil, İslâm üzerinden yapılan bir sözleşmeydi. 23. maddede: “Üzerinde ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah’a ve Muhammed’e götürülecektir” denir. Zâten 42. madde de: “Bu sâhifede (yazıda) gösterilen kimseler arasında zuhûrundan korkulan bütün öldürme yâhut münazaa vâkâlarını Allah’a ve Resûlullah Muhammed (s.a.v.)’e götürmeleri gerekir. Allah, sâhifeye (yazıya) en kuvvetli ve en iyi riâyet edenlerle berâberdir” denir. Bu maddeden anlaşılan şey, tarafların Allah’ın varlığına inandıkları gibi, Hz. Muhammed’in resûllüğünü kabûl ettikleridir. Zâten Peygamberimiz, Medîne’liler tarafından, Evs ve Hazrec arasındaki savaşı bitirecek ve Medîne’ye düzen getirecek bir kişi olarak görüldüğü ve kendisinin lîderliğinde kurulacak bir devlet” şartıyla hicreti kabûl ederek Medîne’ye gelmişti ki zâten Medîne’lilerin büyük bir bölümü de müslümanlığı kabûl etmişti. Müslümanların da Medîne’ye hicreti ile birlikte güçlü bir toplum olan müslümanlar, Vesîka’yı, İslâm’a uygun yada vahye aykırı olmayacak şartlarda hazırlamış ve kabûl etmişti. Ali Bulaç Vesika hakkında ilginç bir biçimde şunları söyler:

“42. Madde’de ‘zuhûrundan korkulan ihtilafların Hz. Muhammed’e götürülmesi’ni öngören hüküm, gerek Kur’ân’dan gerekse hadis ve siyer kaynaklarından anlaşıldığı kadarıyla, yahudi ve müşrikler tarafından teklif edilmiştir. Daha önce de değindiğimiz nedenlerle, Medîne’deki kaotik durum, kabîleler arasındaki karşılıklı güveni sarsmıştı. Bu madde ile, gruplar, kendi aralarında çıkan ihtilafları çözemedikleri zaman, dâvâyı bir ‘üst-yargı makâmı’na götürmek üzere kendi aralarında anlaşıyorlar. Bu üst-yargı makâmı da doğrudan güvenilir, tarafsız ve Medîne dışından gelmiş Hz. Muhammed’dir. Kur’ân, Peygamber’e eğer isterse onların dâvâlarına bakabileceği yetkisini veriyordu: (Mâide 42). Bunun üzerine Peygamber de, kendisine başvurdukları her seferinde onları muhayyer bıraktı ve önce şunu sordu: “-Size neye göre hüküm vermemi istersiniz, Kur’ân’a göre mi, yoksa Tevrat’a göre mi?.

Bu düzenlemede Peygamber, bir ‘hâkim’ değil, bir ‘hakem’ konumundaydı. Eklemek lâzım ki, gayri müslimlerin dâvâlarına bakma veyâ onları kendi mahkemeleri ve hukuklarıyla baş-başa bırakma teâmülü o günden bâri zımmî hukûkun bir parçası olmuş, bu uygulama Osmanlılar’ın son dönemlerine kadar sürmüştür”.

Bu sözler elbette “paralel etki”lerin ve “Ilımlı İslâm, hoşgörü ve demokrasi” düşüncesi bağlamında söylenmiş sözlerdir. Medîne Vesîka’sı aslâ “vahyin üzerinde” değildir ve müslümanlar zâten böyle bir şeyi aslâ kabûl edemezler. Ayrıca Peygamberimiz de aslâ “tarafsız” değildir ve İslâm tarafındadır ve bu merkezde olmayan yâni İslâm’dan ve Kur’ân’dan bağımsız bir anlaşma yapması düşünülemez. Bu zâten vahye de aykırıdır:

“Eğer o, bize karşı bâzı sözleri uydurup-söylemiş olsaydı. Muhakkak onun sağ-elini (bütün güç ve kudretini) çekip-alıverirdik. Sonra onun can-damarını elbette keserdik. O zaman, sizden hiç kimse araya girerek bunu kendisinden engelleyip-uzaklaştıramazdı” (Hâkka 44-47).

Bu âyete göre Peygamberimiz, şahsî olmayan konularda İslâm’a aykırı olan bir şeye imzâ at(a)mayacağı gibi, vahiy-merkezli olmayan anlaşmalara da imzâ at(a)maz.

Medîne Vesîkası müslümanların güçlü ve sayısal olarak kalabalık olduğu bir dönemde imzâlanmıştır. Bu bize; “güçlü ve hâkim durumda iken anlaşmalar yapabilirsiniz” mesajını verir. Zîrâ aksi-hâlde İslâm’a aykırı olan maddelere imzâ atmak mecbûriyeti ortaya çıkar. Fakat bir güç olunmuşken böyle maddelere imzâ atmak zorunda olunmayacaktır. Bu nedenle İslâm ve müslümanlar, bâtılın hâkimiyetinde olan “bir-arada yaşama modeli” anlaşmasını kabûl edemezler. Böyle bir anlaşmaya yanaşamazlar.

Medîne Vesîkası aynı-zamanda, İslâm’ın hâkimiyetinde, hiç kimsenin müslüman olmaya zorlanmayacağı, gayr-i müslimlerin, kendi dinlerine ve kültürlerine göre yaşama hakkı olduğu örneği de sergilenir ki bu 1.300 yıl boyunca böyle devâm etmiştir.

İnsanlara zorla din dayatılamaz tabî ki. Fakat “evrensel doğrular” ve “evrensel yanlışlar-suçlar” bağlamında dayatmalar tabî ki yapılabilir ki, Medîne’de de yapılmıştır. Yâni İslâm’ın hâkimiyetindeki gayri müslim toplumlara da, bir öldürme, yaralama yada çalma durumlarında İslâm-merkezli olarak “kısas” uygulanmıştır. Hâkim unsurun İslâm olması İslâm ve müslümanlar açısından zorunludur.

Medîne Vesîka’sı demokrasiyi değil şûrâyı öne çıkarır. Demokraside kararlar -sözde- insanların ortak karârına göre verilirken, şûrâda ise İslâm’a göre verilir. Meselâ tüm insanlar içkiyi serbest bırakacak bir görüşe varsa bile içki, şûrâ yâni İslâm’a göre yine de haram ve günahtır. Oysa demokrasilerde insanlar Allah’ın yasakladığı şeyi “çoğunluğun görüşünü kabûl ederek” ve çoğunluğun oyuyla serbest bırakabiliyor. İşte Peygamberimiz’in ve müslümanların bunu kabûl etmesi zinhar mümkün değildir ve zâten İslâm bu zihniyeti yıkmaya gelmiştir. Bu nedenle Vesîka, herhangi bir anlaşmazlıkta meseleyi sözleşmenin ortaklarının akıllarına göre değil, Allah’a ve Peygamber’e yâni vahye göre çözmeyi şart koşar: Madde 23: “Üzerinde ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah’a ve Muhammed’e götürülecektir”. Bu madde, “herhangi bir ihtilafta karârı İslâm verecektir” demektir.

Medîne Sözleşmesi sürdürülemedi ve zâten sürdürülemezdi de. Çünkü şirk koşanlar ve zulüm ortaya koyanların, böyle âdil bir anlaşmayı kabûl etse bile uzun müddet sürdürebilmesi mümkün değildi. Peygamberimiz sözleşmeye sonuna kadar riâyet etti ama karşı taraf sözleşmeyi bozdu. Vesîka’nın bozmasının nedeni, birilerinin çıkarlarının bozulmasıydı ve bu yüzden Mekke müşriklerine yardımcı oldular, savaşta onlardan taraf oldular yada onlara alan açacak şeyler yaptılar. Peygamberimiz de bunun cezâsını ağır bir şekilde verdi ve onları aşağılanmış bir şekilde Medîne’den kovdu.

İslâm zâten yahudilik ve hristiyanlık tahrif ve tahrip olduğu için gönderilmiştir. Küfre, şirke ve zulme düşmüşlerdi ve peygamberlerini (Üzeyr, Îsâ) “Allah’ın oğlu” olarak kabûl ediyorlardı. Hâlâ bâzı uygulamaları İslâm’a uygundu ama bu şekliyle bir örneklik ve rehberlik yapamayacakları ve dolayısı ile hayâta hâkim olamayacakları için Allah yeni bir Peygamber ve vahiy göndermiş ve diğer tüm dinleri ve uygulamaları da İslâm’ın hâkimiyeti altına almıştır ki Medîne Vesîkası bunun ilk örneğidir.

Medîne Sözleşmesi anti-milliyetçi bir sözleşmedir. Ümmetti öne çıkarır. İslâm böylelikle ehl-i kitabı ve diğer toplumları bir-arada tutar. Zâten bunu İslâm’dan ve ümmetçilikten başka bir şey sağlayamaz. Fakat İslâm vahiy konusunda tâvizsizdir ve bu nedenle de İslâm aleyhine bir uzlaşmaya girmez. Bu yüzden de Vesîka’nın ortakları her konuda serbest değillerdi. Özerktiler sâdece ve hattâ İslâm’ın temel yasakları noktasında da yine İslâm’a göre muâmele göreceklerdi. Yahudiler ve hristiyanlar her alanda meselâ kamusal alanda mutlak olarak serbest değillerdi. Kendi aralarındaki sosyâl-kültürel işlerde, ibâdet ve âdet (evlenme-boşanma, düğün-dernek konularında) vs. gibi konularda tabî ki kendi dinlerine göre yaşayabilirlerdi fakat netîcede Vesîka İslâm’a dayandığı için, toplumu ilgilendiren konularda İslâm’a aykırılığa izin verilemezdi.

Medîne Vesîkası’na bakarak günümüz için bâzı örneklikler bulabiliriz fakat Medîne Vesîkası büyük ölçüde “târihsel” kalmıştır. Zîrâ sürdürülememiştir. Çünkü meselâ “ehl-i zimmet” hükmü vardır, cizye vardır ve diğer kurallar vardır. Tabi hâlâ günümüze örneklik edecek önemde maddeleri de vardır. Lâkin Medîne Vesîkası sanki Peygamberimiz’in vefâtına kadar yürürlükte kalmış ve Kur’ân da “bu vesîkaya kayıtsız-şartsız uyun” diye bir emir vermiş gibi, Vesîka’nın aynen modern zamanlarda da uygulanmasını isteyen demokratlar var. Vesîka’nın önemi, müslümanların müslüman olmayan toplumlara da kendi dinlerini ve kültürlerini uygulama hakkını veren bir din olduğunu göstermesidir. Yoksa söz-konusu olan şey “ortak akıl”, “çokluk” ve “çoğunluk” düşüncesine göre hareket etmek değildir. Zâten 23. madde de ortadadır. Vesîka’nın konusu, “anlaşılamayan toplumsal bir konuda meselenin Allah’a ve Peygamber’e getirilmesi yâni İslâm’a göre hüküm verilmesi ve “tarafların, hiç-bir baskıya mâruz kalmadan, kendi içlerinde dinlerine-kültürlerine vs. göre serbestçe hareket edebilmeleri ve bir dış-baskı ve saldırıya karşı ortak hareket ve güç kullanılması”dır.

Vesîka’dan anlaşılacak olan şudur. Her zaman farklı inanış ve yaşayışta toplumlar olacaktır ve bu toplumlar kendi dinlerine-kültürlerine göre yaşamak isteyeceklerdir. Çünkü onlar da insandır. Onların da bir düşünceleri, inanışları, âdetleri, onur ve haysiyetleri vardır. Serbestçe yaşama hakları vardır ve bu yaşamda kendi inançlarına ve kültürlerine göre yaşamaları normâl ve doğru olacaktır. Yine insan “seçebilen” bir varlıktır ve bu seçimi müslüman olmayanların da yapma hakkı vardır. Bu hak, İslâm’ın temel şartlarına aykırı olmayacak şekilde tüm zamanlarda sağlanabilir. Yoksa “mutlak bir serbestlik” mümkün değildir. Mutlak serbestliği gayr-i İslâmî sistemler bile vermiyor ki tek hak din ve sistem olan İslâm versin. Gayr-i İslâmî toplumlar İslâm’ın hâkimiyetinde dinlerine ve kültürlerine göre yaşabilirler ama ahlâka uygun olmayan durumlara, kötülüklere, sapıklıklara, şirke, küfre ve zulme göz yumulamaz. Bunlar sîneye çekilemez. Çünkü müslümanlar tüm zamanlarda ve mekânlarda İslâm’ın temel mesajlarını ve hükümlerini uygulamakla mükelleftirler. Bu nedenle aşırılığa aslâ müsâde etmeyeceklerdir.

Moderniteye ve demokrasiye râm olmuş olanlar, Medîne Vesîkası’nı göstererek demokrasiyi ve de lâik-seküler-kapitâlist-liberâl sistemi meşrûlaştırmaya çalışıyorlar.  Oysa şu-anda müslümanlar baskı altındadır ve İslâm’ı kamusal ve sosyâl hayatta “vahiy-merkezli olarak” yaşayamıyorlar. Haramlardan uzak kalacak ve helâle yönelik yaşayacak ortamdan yoksunlar. Sosyâl, kültürel, ekonomik ve siyâsî hayattan uzak tutuluyorlar. Tâviz vermeden yada vahyin bir kısmından vazgeçmeden hayâta alınmıyorlar. Medîne Vesîkası’nı savunanlar bunu da hesâba katmalıdırlar.

Hak-bâtıl ayrımı yapmadan birlikte yaşamak ancak fitne ve fesad ortaya çıkarır. Aynen günümüzde olduğu gibi. O hâlde hakkı temsil eden bir bağlam olacaktır ki bu bağlam elbette İslâm’dır.

Medîne Vesîkası’ndan “çokluk”, “çoğulculuk” ve bu bağlamda demokrasi ve lâiklik düşüncesi ve uygulaması aslâ çıkmaz. Zîrâ  Vesîka’nın 23. ve 46. maddeleri ortadadır. Müslümanlar tüm zamanlarda benzer bir uygulamayı ancak, İslâm hayâta yada topluma hâkimken yâni İslâm iktidardayken yapabilirler.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Şubat 2019



Devamını Oku »

20 Ocak 2020 Pazartesi

Zenginler ve Fakirler




“(Mal, mülk ve servette) çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp kendinizden geçirdi. Öyle ki (bu), mezarı ziyâretinize (kabre gidişinize) kadar sürdü” (Tekâsür 1-2).

Modern dünyâda gayr-ı resmî olarak yürürlükte olan modern bir kader anlayışı vardır. Zenginler istediklerini alıp, yiyip-içip-giyip yaşayabilirken, fakirler tüm bunlardan mahrûm kalır yada bunlara geç ve sınırlı bir şekilde ulaşır. Üstelik bu durum hemen herkes tarafından da içselleştirilmiştir. “Adam zengin ise istediğini yiyip-içecek ama fakir ise istediğini yiyip-içemeyecek” düşüncesi çoğu kişi tarafından dile getirilmese bile içten-içe böyle bir kabûl vardır. Gerçi modernitenin içselleştirilmesi arttıkça bunu dile getirenler de artmaya başlamıştır. Fakat böyle bir söylem ve eylem, müslümanım diyenler için zinhar geçerli olamaz. Zîrâ İslâm’da böyle bir şey mümkün değildir. Bunu dile getiren Hz. Şuayb’a kavmi şöyle demişti:

“Mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor?” (Hûd 87).

Evet; aynen öyledir. Bunu, İslâm’ın namazı-salâtı emrediyor ve şöyle diyor:

“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).

Mülk, onu yaratan Allah’a âittir ve tüm mülk O’nundur (Lehûlmülk). O hâlde mülkün dağılımı ve paylaştırılması da O’nun dediği gibi olmak zorundadır. Allah’ın servet konusundaki hükümleri şu şekildedir:

“Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti” (Fussilet 10).

Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).

“Ey îmân edenler!; gerçek şu ki, (yahudi) bilginlerinden ve (hristiyan) râhiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azabı müjdele(Tevbe 34).

“Allah'ın, bol ihsanından kendilerine verdiği servette cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır!; bu, onlar için şer’dir; kıyâmet günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mîrâsı Allah’ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır” (Âl-i İmran 180).

Bu âyetler servet konusunda müslümanı sınırlandırır. İslâm’ın servet hakkındaki hükmü, “Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsiri” sadedinde işte bu âyetlerle idrâk edilebilir. Bu âyetlere göre bâriz bir şekilde “zengin” olmak mümkün değildir. Zîrâ zekât, sadaka, infâk, hayr ve paylaşma zorunluluğu buna engel olur. O hâlde bu âyetlere göre “aşırı zengin” olmak yada “sırıtan zenginlik” yasaktır. Bahsettiğimiz meşrû zenginlik ölçüsü ise: “Allah’ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü’ne verdiği fey, Allah’a, Resûl’e, (ve Resûl’e) yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara âittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın. Resûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah cezâsı (ikâbı) pek şiddetli olandır” (Haşr 7) âyetinde gösterilen, servetin tekelleşmesi ve zenginlerin insanlar üzerinde “kader belirleyici” konuma gelmemeleri oranındaki zenginliktir. Yoksa adam bir şey üretmek için bir atölye yada belli ve sınırlı bir büyüklükte fabrika kurup da üretim yapıyorsa ve kazancını hem işçileriyle hem de ihtiyaç sahipleriyle bölüşüyorsa ve kazancından kendisi de yararlanıyorsa bunda bir a-normâllik yoktur.

Kur’ân sınırı aşan zenginliğin karşısında olduğu gibi, fakirliğin de karşısındadır. Bu nedenle de zengin-fakir arasında uçurumun olmasını yasaklar. Bu bağlamda Allah, zenginlerin mallarında fakirlerin hakkı olduğunu söylemiştir:

“Onların mallarında dilenip-isteyen (ve iffetinden dolayı istemeyip de) yoksul olan için de bir hak vardı” (Zâriyât 19).

Daha ilk inen âyetlerde, insanın zenginliğinden dolayı kendini müstağni göreceği ve dolayısı ile azacağı söylenir:

“Hayır; gerçekten insan, azar. Kendini müstağni gördüğünde” (Alâk 6-7). “Leyatğa’’ ifâdesinin kökü “ğani’’dir. Anlamı ise; “mal ve mülk edinerek azmak” mânâsındadır.

Sınırsız zengin olmanın önünde İslâmî bir engel görmeyen müslümanlara şunu soralım: Zekatımı verirsem Kârun gibi olabilir miyim?. Kârun gibi olmama engel bir şey var mı?. “Evet, olunabilir” denirse zâten artık ona söyleyecek bir sözümüz yok. Fakat “hayır, olamazsın” deniyorsa, o zaman şunu sormamız gerekir: Peki sınır nedir?. Hangi sınırda durmam gerekir?. Sınırsız zenginliği savunanlar bu soruya tatmin edici bir cevap veremezler. Çünkü söyleyecekleri her-hangi bir sınırda durmama neden olacak bir sebep yoktur. O gösterdiği sınırda neden durayım?. Çünkü bir-önceki sınırda durmamıştım. Bir-önceki sınırda durmuyorsam bir-sonraki sınırda niye durayım?. Hattâ daha sonraki sınırlarda niye durayım?. Diyelim ki tüm Dünyâ benim, niçin yetineyim?. “Ay’a, Mars’a, diğer gezegenlere ve hattâ Güneş’e gözümü niçin dikmeyeyim?. Gözümü bütün kâinâta dikmeye başlarım. Bütün kâinât benim olsun isterim. İsteğimi niçin sınırlandırayım ki? Çünkü; “bir sınır yoksa hiç bir sınır yoktur”. Oysa İslâm’ın her konuda kırmızı çizgileri vardır. En çok da ekonomik alanda kırmızı çizgiler koyar. Para, mal-mülk ile ilgili âyetler Kur’ân’da en çok işlenen âyetlerdir. Hattâ en uzun âyet para (borç) ile ilgili olandır: (Bakara 282). Çünkü şeytan dâima bu noktayı gözetler. Yıkımı buradan yapar en çok. Kardeşi kardeşe; oğulu babaya-anaya, karıyı kocaya, kan-kardeşi can-düşmana çevirebilir.

Meselâ bir evim-dâirem olabilir ve ihtiyâcımdır. Herkesin bir evi olmalıdır. Çocuklarım için de meselâ iki tâne çocuğum varsa onlara da birer dâire alabilirim. Fakat niçin 10 tâne dâirem olsun?. Bu meşrû mudur?. Çünkü on tâne dâirem olursa yüz tâne de olabilir ve bu bir sorun teşkil etmez; bin tâne, milyon tâne ve en nihâyet Dünyâ’daki tüm evler ve dâirelerin benim olmasında sorun olmaz. Dünyâ’da herkes benim kirâcım olabilir. Peki bu meşrû olur mu?. Çünkü eğer bir sınırım yoksa hiç-bir sınırım yoktur. Nerede duracağımı ve tatmin olacağımı bana kim, neye dayanarak ve ne hakla söyleyecektir ki eğer İslâm’ı yâni sınırı hesâba katmıyorsam. O hâlde sınırsızlık, İslâmsızlıktır.

Müslümanların içinde “âlim” bilinen kişiler de dâhil bir-çok kişi servet elde etmeyi meşrû olarak görüyorlar. Belli bir servetin olması “çark”ın dönmesi için tabî ki de gereklidir ve meşrûdur fakat sorun, bahsedilen servete bir ölçünün konmamasıdır. Dînî bilgiye sâhip olan bir müslümana “birden fazla evim olabilir mi” diye sorulduğunda, “tabî ki olabilir” diyor. “Peki 10 evim olabilir mi” sorusuna da “olabilir” cevâbını veriyorlar. O hâlde 100, 1.000, 10.000 evim de olabilir. Hattâ milyonlarca evim olabilir. Yada katrilyonlarca param olabilir modern müslümanlara göre. Nihâyet şöyle bir soruya gelinir: Dünyâ’daki evlerin %99’u benim olabilir ve tüm insanlar benim kirâcım olabilir mi?. Yada Dünyâ’daki paranın %99’u benim olabilir ve diğer tüm insanlar benim işçim daha doğrusu kölem olabilir mi?. Bu soruya ne cevap verilecek?. 100. eve sâhip olmada bir sorun yoksa, 100 milyonuncu eve sâhip olmada niye bir sorun olsun ki?. Ben niye kendime bir sınır koyayım?. Bir sınırdan bahsediliyorsa bu sınırı ne belirleyecek?. Neden 10.000 evle yetineyim?. Niye “o sınırda” durayım?. Bir sınır yoksa hiç-bir sınır yoktur. O hâlde zekatımı yâni klâsik görüşe göre 1/40’ı verdiğimde Kârun gibi olabilir miyim?. Emin olun ki Kârun gibi kişiler mallarının 1/40’ını aslâ ver(e)mezler. Peki sınır olmadığını varsaydığımızda, Dünyâ’nın sâhibi olabilir miyim?. O kadar mal toplayabilir miyim?. Dünyâ’ya sâhip olduğumda neden gözümü Ay’a dikmeyeyim?. Sonra da diğer gezegenlere ve yıldızlara?. Hattâ tüm kâinâta?. Mal toplama hırsının bir sonu yoktur ve kanımca Allah’ın, kâinâtı “sınırları belli olmayacak şekilde” yaratması, insanların sınırlarını gördüklerini hedef edindiklerinden ve ona sâhip olmak isteyeceklerindendir.

Peygamberimiz’in: “Elinizde kullanmadığınız 4.000 bin dirhemden fazla para tutmayın, ateştir” rivâyeti vardır. Yâni bir sınır koyar. Bu sınırı tabî ki de Kur’ân’ın: Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219) âyetinden ilhamla koyar.
  
Bir insan belli bir miktar paradan fazlasını ne yapar?. Meselâ diyelim ki 4 kişilik bir âile var. Kişi-başı yıllık 4.000 dirhem, yâni  (2019 yılı îtibârıyla) yaklaşık 40.000 TL eden bir para var. Bu para aylık 3.250 TL civârındadır. (4.000 dirhem=12 kg. gümüş=40.000 TL). Bu 3.250 lirayı âile 4 kişi olduğu için 4 ile çarparsak 13.000 lira eder. Tabi bu üst sınırdır. Bundan fazlası 3 gün içinde infâk edilmelidir. Bu gelir âilenin sağlam, geniş bir ev; kullanışlı, dayanıklı eşyâlar; bir de sağlam bir arabayı belli bir-zaman sonra alabilecek bir gelirdir. Bu temel-ihtiyaçları alana kadar dikkatli bir harcama yaparak artan parayı biriktirmekte mahzur yoktur. Bu hedefe ulaşılmış olduğunu ve babanın, yukarıda bahsettiğimiz aylık 13.000 lira geliri olduğunu kabûl ederek konuştuğumuzda; bu âile 13.000 lira tutarındaki bu parayla ne yapamaz?. Neyden mahrum kalırlar?. Çok-çok a-normâl bir durum yoksa bu parayla en iyi şekilde geçinebilecekler, zekât/sadaka/hayır anlamında infaklarını bile bu parayla yapabileceklerdir. Bu miktardaki para tüm bu şeyleri yapabilecek mâkûl miktarda bir paradır. Hattâ fazladır bile. Bu nedenle bu miktardan daha fazla olan parayı en fazla üç-gün içinde infâk etmeleri gerekir. Aksi-hâlde Peygamberimiz’in dediği gibi “ateş” olur. Zâten bir âile bu paradan daha fazla olan bir geliri ancak ve ancak isrâf ederek harcayabilir.

Zenginliğin değerlendirmesi, nereden bakıldığına göre değişir. Eğer “tek dünyâlı”ysanız ve bu dünyâda; en uzun, en kaliteli ve kesintisiz hazzı yaşamak istiyorsanız, belli bir seviyenin üstündeki zenginliğe ulaşmanız gerekir. Ama “iki dünyâlı”ysanız yâni âhiret bilinci ve îmânına da sâhipseniz, o zaman Dünyâ’dan da nasibinizi unutmadan âhiret-merkezli bir düşünce ve amel-eyleme sâhipsinizdir ve normâl bir geçim içinde yaşamaya râzı olursunuz. Zâten ancak bu şekilde “insanca” yaşayabilirsiniz. Aksi-hâlde hem cimrice, hem tereddüt içinde, hem de katı kâlpli olursunuz. Zîrâ fazla mal insanın kâlbini katılaştırır:

“Gerçekten insan, Rabbine karşı nankördür. Ve gerçekten, kendisi buna şâhiddir. Muhakkak o, mal-sevgisinden dolayı çok katıdır (Âdiyat 6-8).

Evet; mal/servet, insanın kâlbini karartır ve onu katılaştırır. Halbuki mülk Allah’ındır. (Lehûlmülk). Mülkü kim yaratmışsa O’na âittir ki zâten en sonunda da O’na kalır. İnsanlık târihinde mülk kimsenin elinde kalıcı olmamıştır.

“Göklerde, yerde, bu ikisinin arasında ve nemli toprağın altında olanların tümü O'nundur” (Tâ-hâ 6).

Zenginlik aslında kişinin rahat bir hayat sürmesini engeller. Zîrâ sürekli malını düşünür durur. Kafası hep malında ve malını korumayla-arttırmayla meşgûldür. Onu korumanın ve sürekli olarak arttırmanın hesabını yapmak zorundadır. Rothschild, Rockefeller ve bir-kaç süper-zengin âile servetlerinde %1’lik bir azalmada bile paniğe kapılırlar ve bu zarardan kurtulmak için nice insana zulmederler ve hattâ Dünyâ’yı yakmayı bile göze alabilirler. Şeytan böyle kişileri servetten ve mallarından yakalamıştır:

“O, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır. Gerçekten malının kendisini ebedî kılacağını sanıyor. Hayır; andolsun o, ‘hutame’ye atılacaktır. ‘Hutame’nin ne olduğunu sana bildiren nedir?. Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir” (Hümeze 2-6).

Böyleleri kibir, gurûr, gösteriş ve “ne oldum delisi”dirler. Mülkün gerçek sâhibinin Allah olduğunu unutmuşlar ve mallarını arttırmaktan başka bir şey düşünemez hâle gelmişlerdir. Bu kişiler Allah karşısında kibre ve aşırı bir büyüklüğe kapılırlar. Kur’ân bu kişilere şöyle der:

“Yâ eyyühâ’l insânu mâ ğarreke birabbike’l kerîm”. “Ey insan!; bu kadar cömert olan Rabbine karşı seni bu kadar kibirli/gururlu kılıp aldatıp isyân ettiren nedir?” (İnfitâr 6).

“(Mal, mülk ve servette) çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp kendinizden geçirdi. Öyle ki (bu), mezarı ziyâretinize (kabre gidişinize) kadar sürdü” (Tekâsür 1-2).

Târih boyunca peygamberlerin ilk ve en azılı düşmanları sermâye sâhibi zenginler olmuştur. Hz. Hûd, zenginlerin gösteriş için yaptığı yüksek binâları şu şekilde eleştirir:

“Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşâ edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz?” (Şuârâ 128).

Peygamberlerin içinde zengin olanı yoktur. Kişisel bir servete sâhip olanı yoktur. Çünkü İslâmî mücâdelede böyle bir şey olmaz. Peygamberlerin nübüvvetten önce bir zenginlikleri olsa bile zenginliklerini İslâmî mücâdele ile birlikte paylaşıp harcamışlardır. Peygamberimiz’in ve sahabenin örnekliğinde bu çok bâriz bir şekilde görülür.

Hz. Süleyman’ın serveti kişisel bir servet değil, devletin zenginliği idi. Devletin zenginliği hükümdara isnât edilir. Hz. Süleyman’da “mal yada at sevgisi” değil, “hayır sevgisi” vardır. “Hayr sevgisi”nden dolayı zenginlik istiyordu. Zenginliği tüm insanlara paylaştırmak sevgisi yer etmişti onda. O, bunu, Allah’ı zikretmenin bir şekli olarak görüyordu:

“Fe kâle innî ahbebtu hubbel hayri an zikri rabbî, hattâ tevârat bil hıcâb”. “Gerçekten ben, ‘hayır sevgisi’ni (hubbel hayr) Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim” (Sad 32).

Hz. Süleyman’ın hâkimiyetini, kendisine gösterişli malın sevdirildiğini ve sarayının gösterişli olduğunu söyleyip duranlara şunu söylüyoruz: Hz. Süleyman’a sevdirilen şey, lüks ve gösterişli mal değildi. Ona sevdirilen şey, “mal sevgisi” değil, “hayır sevgisi”dir: “Ahbebtu hubbel Hayr”=”Hayrı, hayra ulaşmayı sevdim” diyor Hz. Süleyman. Hayrın herkese eşit bir şekilde ulaşmasını sevmiş. Bunu zikredip durmuş.

Saraya ve gösterişe takılmaya gerek yok. Zâten Hz. Süleyman’ın sarayı, kendisinin de çok iyi bildiği gibi, kısa bir zaman sonra, tüm sarayların âkıbetine uğruyor ve yıkılıp gidiyor. Geriye ise “Allah için yapılan hayr” kalıyor. Gösteriş ebedî olamaz çünkü. Ebedî olan, gösteriş diyârı “cennet”tir. O ebedî gösteriş ve ihtişâm diyarı, muvahhid müslümanların hak ettiği ebedî cennette olacaktır Allah’ın izni ile. O hâlde Dünyâ’daki gösteriş, “cennete şirk koşmak” anlamına geliyor.

Rothschild, Rockefeller ve bir-kaç süper-zengin âile (Kenzolar=kenzun) ipleri ellerine almışlar, ülkelerdeki uşaklarıyla Dünyâ’yı istedikleri gibi yönetiyorlar. Bir-kaç kişinin serveti tüm dünyâ insanlarının servetine eşit hâl geldi. Bir-kaç kişi servetlerini kat-kat arttırıyor diye, milyonlarca insan yoksulluk-fakirlik içinde yaşıyor. Bir-kaç kişinin zenginliği, milyonların fakirliğine neden oluyor. Hz. Ali: “Bir yoksul aç ise, bunun nedeni zenginin zevk ve sefâ içinde yaşamasıdır” der. Seyyid Kutup ise şöyle der: “Hz. Ömer’in siyâseti, Hz. Ebu Bekir’in yaptığı gibi zenginlerin artan mallarını (şeriat dâhilinde) alıp fakirlere eşit olarak tevzî etmek idi”.

Hz. Ömer’in öldürülmesinin nedeni buydu diyenler vardır. Hz. Ömer şehit edilmişti. Peki niçin?. Çünkü “zenginlerin fazla mallarını alıp, yoksullara vereceğim” diyordu. Bu söz zenginlerin hoşuna gitmedi. Suikast yoluyla şehit ettiler Hz. Ömer’i. Aslında bu, Hz. Ömer’den ziyâde “İslâm’ın şehit edilmesi” demekti.

Rivâyete göre Hz. Ali, devletin başına geçer-geçmez yürürlükteki aylık düzenini alt-üst ederek aylıkları denkleştirip önemli politikacılardan Osman bin Hanife’ye ayda üç dirhem verirken, aynı yerde eşinin özgürleştirilmiş kölesi de ayda üç dirhem maaş alıyordu.

Gayr-ı İslâmî târih boyunca olan şey şudur: Zengin yatarak para kazanır; fakir ise çalışarak onu besler.

Allah insanlara zenginliği, “diğer insanlara göre ayrıcalıkları olsun” diye değil, “zenginlik, zenginler üzerinden paylaştırılsın” diye verir. Allah’ın sünnetullahı budur. Allah, nasıl ki vahyi, seçtiği peygamberler üzerinden insanlara yayıyorsa, malı da zenginlik verdikleri üzerinden yaymak ister. Vahiy nasıl ki nîmet ise zenginlik de nîmettir. Allah nasıl ki vahyi bir insan (peygamber) üzerinden yayıyorsa, nîmetlerinin de insan (zengin) üzerinden yayılmasını ister.

Modern hayâtın kışkırttığı “zenginlik özlemi”, kişinin “kişisel özellikleri”ni ve “özgünlüğü”nü baltalayıp yok ediyor. Zengin olma isteği bir bunalım durumu dürtüsüdür; fakirliğin bunalımı. Doğal olan bir zamandan fazla süren fakirlik ve zorluk durumunda insanlar zengin olmayı düşlemeye ve düşünmeye başlarlar doğal olarak.

Aşırı zenginlik insana mutlakâ şu iki şeyi söyletir: “Bu bana Allah’ın bir hediyesidir”; “bu, aklımı çalıştırmamın karşılığıdır”.

Târih boyunca hemen her zaman zenginlere “zengin fıkhı” uygulanmıştır. Demokrasi bir “zengin fıkhı”dır. Zenginlerin ortaya çıkardığı bir sistemdir. Böylece halkın isyânından kurtulmuşlardır. Zîrâ kendi belirledikleri adayları insanlara dayatarak, “siz seçtiniz” diyerek halkı sustururlar.

Demokrasi bir “fırsat eşitsizliği”dir. Gariban hiç-bir zaman zenginler gibi o fırsatı yakalayamaz. Demokrasilerde çıkarılan kânunlar her zaman zenginlerin lehine, fakirlerin ise aleyhinedir. Oy vermek, mevcut ideolojinin ve durumun sürmesini istemek bağlamında; “zengin daha da zengin olsun”, “gariban da gariban kalmaya devâm etsin” demektir. Parlamenter-demokratik sistemlerde yasaları, toplumun en ehliyet ve liyâkat sâhibi olanları değil; en “uyanık-kurnaz” olanları ve en zenginleri yapar. Zenginlerin daha zengin, garibanın daha gariban kalmasının ve pastadan daha fazla pay alamamasının tek yolu, demokrasi ve beşerî sistemlerdir.

Kapitâlizm, herkesin kazanması için, zenginlerin (üsttekilerin) çok-çok daha fazla kazanması gerektiğini söyleyen zâlim bir sistemdir. Kapitâlizmin “tuzak” sözlerinden biri de şudur: “Zenginin kârı senin de kârındır”. Birileri, çoğunluğu oluşturan garibanlar yerinde sayarken yada gerilerken, zenginlerin servetlerinin artmasını “ülkenin zenginleşip gelişmesi” zannediyor. Zenginlerin servetlerini katlamaları, garibanların da zenginleşmeleri demek değildir. Gariban her zaman yerinde sayar yada daha kötüsü geriye doğru gider.

Sömürmeyen zenginleşemez. Çok zengin olmanın yolu, birilerinin ölmesi yada ezilmesinden geçer. Birileri sizin için ölmedikçe yada ezilmedikçe zengin olamazsınız.

Toplumsal bozulma (ifsâd) ilk önce saraylarda, daha sonra zenginlerin kâşânelerinde başlar. Oradan da genele yayılır.

En zengin ülke, en çok borcu olan ülkedir. Zîrâ en çok tüketen ülkedir. Çok tüketmek bir zenginlik işâreti olarak görülüyor modern dünyâda. Dünyâ’nın en zengin ve en güçlü(!) ülkesi, “en çok tüketen”lerin ülkesidir.

İnsanlık târihi, zenginlerin, “çıkarlarını koruma” târihidir. İslâm kânunları olmadığında yasalar, “zenginleri koruma kânunları”na döner. İslâm; “zenginden alıp fakire vermeyi (zekât)” esas alırken; kapitâlizm; “fakirden alıp zengine vermeyi” esas alır.

Fakirlik, “uygun eşyâ ve gıdâdan mahrûm olmak” demektir.

18. yüzyıla kadar batı ve Avrupa, doğu’yu tâkip ve taklit ediyor ve her-şeyi oradan alıyordu. Fakat doğu’nun ürettiklerini almak için vereceği çok da bir şey yoktu. Çünkü Avrupa’da ne vardı ki?. Avrupa, doğu’nun ürünlerini almak için altın ve gümüş veriyordu. Fakat gerekli altın ve gümüş de yeterli değildi. İşte Avrupa’lılar bu gümüş ve altını Amerika’da yaşayan Kızılderililer’i ve Afrika’yı sömürerek ve oralardan çalarak yâni hırsızlık yaparak sağladılar. Hem altın-gümüş hem de hammadde ve insan-gücü hırsızlığı yaptılar. Bunu hâlen de yapıyorlar. Böylece doğu’nun ürünlerini aldılar ve sonra da bu üretimleri taklit edip geliştirdiler ve ilerlettiler. Fakat bir sorun daha vardı. “Sanâyi devrimi” dedikleri ve 19. yüzyılda başlayan yoğun üretimi yapmak için bir zulüm daha yapmaları gerekiyordu. Fabrikalarında çalıştıracak, hem de bedâvaya çalıştıracak işçi lâzımdı. İşte bunu da Afrika’dan köleleştirmeyle sağladılar. Öyle ki, 7 senede bir köleleri değiştirmek gerekiyordu. Çünkü köleler ağır çalışma ve yaşama şartları altında 7 yıldan daha fazla yaşayamıyorlardı. İşte Avrupa ve batı böyle zenginleşti. Garibanı ve fakirleri sömürmeden zenginleşme falan olmaz. O yüzden İslâm’da zenginlik çok da olası değildir yada sınırlıdır. Çünkü İslâm’da zulmetmek yoktur. Zîrâ insanlar arasında fark yoktur ki biri diğerini sömürebilsin. Peki Avrupa’lılar bu hırsızlığı ve zulmü daha önce niye yapmamışlardı da Rönesans, Aydınlanma, Protestanlık ve Sanâyileşme’den sonra yaptılar?. Çünkü artık onları “tutacak” ve engelleyecek bir şey kalmamıştı. Zîrâ dinden vazgeçtiler. Allah korkusundan vazgeçtiler ve sekülerleştiler. “Bırakınız yapsınlar” demek “ne pahasına olursa-olsun yapmak” anlamına geliyordu. Milyonlarca insanın sömürülmesine ve zulme mâruz kalması pahasına bunu yaptılar. Çünkü artık dinden ve Allah’tan vazgeçtiler. Onlara sınır koyacak ve korkutacak bir şey kalmamıştı. Demek ki zengin olmak için birilerinin omzuna çıkmak ve birilerini ezmek gereklidir. Tabi bunun için de zâlim olmak gerekir. İnsanın zâlim olması için Allah korkusunun olmaması ve dînin onu engellememesi gerekir.

İnsanlar ama daha çok zenginler, Bakara 219’da söylenen “ihtiyaç fazlası”nı vermeyi yapmayıp ve infâk edemeyip paranın tâkibini yapmakla ömrünü geçiriyor. Oysa ihtiyaç fazlasını infâk etseler, o paranın tâkibini Allah yapar.

Avrupa; Amerika’lı kızılderilileri ve Afrika’lı köleleri sömürmek üzerinden bir “Avrupa’lı” düşüncesi geliştirdi ki, bu kimlik, “zengin ve bilgili Avrupa’lı”ya karşı, “fâkir ve câhil Amerika’lı ve Afrika’lı” olarak ortaya kondu. İşte o zamandan bêri Avrupa’lı batı’lılar bunu sürdürmekte ve zenginliklerini bu yolla sürdürmekte ve korumaktadırlar. Avrupa’lı batı’lılar kendilerinden başkaları için kompleks oluşturdular ki “Avrupa’lılara karşı koyamama” durumu buradan kaynaklanır. John M. Hobson bu konuda şöyle der:

“15. yüzyıldan sonra Avrupa kendini 500’lerden bu yana ilk kez pagan vahşîler olarak nitelediği kara Afrika’lılara ve Amerikan yerlilerine karşı üstün bir güç olarak kabûl ettirdiğini hissetmiştir. Avrupa-merkezcilik de -aslında hristiyan görüşleri arasındaki farklılıklara dayanmış olsa da- ilk kez bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bu anlayış, Avrupa’lıların kendine-özgü ahlâkî bir adâlet sistemi oluşturmaları, Amerikan kaynaklarını emperyâl güçlere tahsis etmeleri, Amerika’lı ve Afrika’lı yerlileri inanılmaz derecede sömürmeleri sonuçlarını doğurmuştur. Sonuç olarak altın ve gümüş kaynaklarından Avrupa’ya aktarılan finansman yoluyla hem kıtanın Asya ile ticâretinden doğan açıklar kapatılmış, hem de küresel ticârette yer alması sağlanmıştır. Batı Avrupa aynı-zamanda Doğu Avrupa ve Osmanlı Türkleri ile arasındaki uygarlık farkını ortaya koymak sûretiyle kendini ‘gelişmiş’ diğerlerini ise ‘barbar’ olarak nitelendirmeye başlamıştır.

Bunun yanında Doğu Avrupa’lıları ‘alt sınıf vatandaş’ olarak görmek sûretiyle onların toprak, iş-gücü ve piyasalarını sömürmeyi doğal ve meşrû karşılayan Batı Avrupa’nın durumu aslında kendi içinde de çelişmektedir. Batı, doğu’yu hammadde deposu yerine koymak sûretiyle sanâyi için gerekli olan her-şeyi buradan sömürme yoluyla elde etmesidir. Bunun yanında batı, pek-çok doğu ekonomisinin ‘gelişmesini engellemek’ yoluyla dünyâ piyasalarında kendi egemenliğini îlân etmiştir. Sonuç îtibâriyle batı emperyâlizmi sözde ‘doğu’nun kültürel sapkınlığı’ tehdidinden kurtulmak için denenmiş ‘kültürel dönüştürme’ formülünü uygulamaya koymuştur. Hattâ Avrupa’lılar bu dönemde daha da ileri giderek ırkçılık ve soykırım uygulamalarını yürürlüğe sokmuşlardır”.

Dolayısıyla Avrupa ve Amerika 19. yüzyıla kadar hırsızlık ve soykırımla, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ise, atom bombası merkezli soykırımla ve ardından gelen sömürü ve hırsızlıkla uygarlığını sürdürmekte ve korumaktadır. Dolayısı ile zenginliği gayr-ı meşrû bir şekilde başlamış ve gayr-ı meşrû bir şekilde sürmektedir. Eğer siz de batı gibi zengin olmak istiyorsanız, aynen onlar gibi hırsızlık, sömürü ve köle ticâreti yapmanız gerekir. İnsanların çoğunu fakirleştirmede zengin olamazsınız.

Rızkı Allah verir. Rızkın garantisi Allah’tır. Birileri; “Allah rızkı çalışmadan verir mi?” diyor. Evet verir. Allah, tabiat aracılığı ile bize çeşitli nîmetleri bedâvaya, adâletli ve eşit bir şekilde sunuyor: “O, yeryüzüne, denge ve dayanıklık sağlayan dağları yerleştirdi. Onda bereketler yarattı. Ve onda, azıklarını dört-günde takdir edip düzenledi. İsteyip duranlar için eşit miktarda olmak üzere” (Fussilet 10). Bir araştırmaya göre doğa, hiç çalışılmasa bile kişi başına 800 dolar değer üretiyor. Yâni, yağmur yağıyor, Güneş açıyor, ısı ve ışık oluşuyor, otlar-bitkiler büyüyor, hayvanlar çoğalıyor, denizde balıklar vâr oluyor, madenler oluşuyor vs. Hem de bunlar Allah tarafından garantilidir. Ne biter ne de eksilir. Hava bedâva, su bedâva, ısı ve ışık bedâva, yenebilecek hayvanlar bedâva, bitkiler bedâva, barınma yerleri (meselâ mağaralar) bedâva. Bize sâdece tutmak ve toplamak kalıyor. Bu yüzden bir mü’min, “yarın ne olacağım” diye endişelen(e)mez/endişelenmemelidir. En başta Allah’a güvenerek, çalışarak, paylaşarak, isrâf etmeyerek/dengeli tüketerek ve rızkını arayarak, yaşamak için gerekli olan ihtiyâçlar karşılanabilir. Zâten açlığın, yoksulluğun-fakirliğin asıl nedeni Dünyâ’daki rızıkların yetersizliği değil, adâletsiz/eşitsiz bir gelir/değer dağılımıdır. Sorun, zenginlerin fakirler üzerindeki sömürüsü ve zulmüdür.

İnsanlar maddî bir Dünyâ’da maddî bir bedenle yaşadıkları için maddîyatın konusu olan ekonomiden bağımsız olamazlar. Bu-yüzden de maddîyata ulaşmak için gerekli işleri/çalışmaları yapmalıdırlar. Fakat buradaki esas sorun şudur ki; insanlar gayretlerinin karşılığını tam olarak alamıyorlar. Zîrâ zenginler, işverenler ve ücretleri belirleyenler, Allah’ın bedâvaya verdiği şeyleri, insanlara “asgarî ücret” adı altında çalıştırarak veriyorlar. Hâlbuki asgarî ücreti Allah zâten bedâvadan veriyor. O hâlde çalışanlar artı olarak çalışmalarının karşılığını da almalıdırlar. Adâletsiz/eşitsiz bir gelir-dağılımı var. Bunun nedeni, Allah tarafından ortaya konan İslâm sistemine rağmen, şeytan/tâğut-merkezli beşerî sistem(ler)dir. Bu sistemleri yaşatanlar, kendi çıkarları için insanların büyük çoğunluğunu fakir bırakanlardır. Fakirler de artık bu zulme alışmışlardır ve herhangi bir eleştiri, îtirâz ve isyânları olmuyor. Bu zulüm ancak, fakirlerin, “yeter artık” deyip de eleştiri ve îtirazda bulunacağı ve bu da kâr etmezse isyân edip ayaklanacağı zamâna kadar devâm edecektir.

Yeryüzünün en derin uçurumu, “zengin ile fakir arasındaki uçurum”dur.

Vel hâsıl kelam; bahsettiğimiz oranda zengin olmak şirktir. Zîrâ zengin-ğaniy olan sâdece Allah’tır:

“Allah ise, Ğaniy (hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayan)dır; fakir olan sizlersiniz” (Muhammed 38).

En doğrusunu sâdece Allah bilir

Hârûn Görmüş
Eylül 2019



Devamını Oku »