30 Ekim 2019 Çarşamba

Muhâfazakâr Cehâlet



(İyyâke na’budu ve-iyyâke nesta’în). “Biz yalnızca Sana ibâdet eder ve yalnızca Sen’den yardım dileriz” (Fâtiha 5).

Muhâfazkârlık elbette tümden yanlış bir şey değildir. Mü’minlerin muhâfazakârlara karşı oluşu iki nedenden dolayıdır. 1- Muhâfazakârların otoriteye ve iktidâra olan sorgusuz-suâlsiz itaatları ki sorgusuz-suâlsiz itaat ancak Allahâ olur; 2- Muhâfazakârların hurâfeye olan sorgusuz-suâlsiz inançları ki sorgusuz-suâlsiz itaat da ancak vahye karşı olur.

Muhâfazakârlık, Fâtiha Sûresi’nin 5. âyetini günde en az 40 kere okumasına rağmen, hem âyetin anlamını bilmediğinden hem de bu âyeti uygulamanın sağlam bir dik duruş gerektirmesinden dolayı, yardımı “sâdece Allah’tan” değil de, muhâfaza ettiği düşünceden, ideolojiden ve kişilerden isteyenlerin bağlı oldukları düşüncenin ve sistemin adıdır.

Muhâfazakâr; “tutucu, koruyucu ve mevcudu sürdürücü” anlamlarına gelir. Muhâfazakârlar; “geleneği, alışılmış olunan şeyi, riskli olmayan şeyi, garantili(!) olan şeyi, Kitap ve Sünnet-merkezli olmayan dîni ve “sağcı siyâseti” savunan ve destekleyen insan ve müslüman” anlamındadır. Aslında muhâfazakâr olmak için ille de müslüman olmak da gerekmez. Lâikler de kendileri için “örnek” olan kişiyi, düşünceyi yada zamânı muhâfaza etmek isterler. Muhâfaza edilmek istenen şey eğer gerçekten değerli ve iyi bir şey ise muhâfazakâr olmakta çok da sorun olmaz. Fakat muhâfazakârlığı sorunlu yapan şey, -doğrusuna/yanlışına bakmadan- “ataların dînini, düşüncesini ve görüşlerini muhâfaza etmek” anlamı taşımasıdır. Oysa atalar her zaman doğru bir düşüncede, inançta ve görüşte olmayabilirler. Kur’ân bunu şu şekilde gösterir:

“Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ derler. (Peki) ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” (Bakara 170).

O hâlde İslâm’da muhâfazakârlık yoktur, ol(a)maz. Zâten İslâm “devrimci bir din”dir. Muhâfaza edilmiş olanı değiştirmek yada dönüştürmek için gönderilmiştir. Hattâ bâzen bu değişimi Dünyâ’nın altını üstüne getirerek yapar.

İslâm’da iyiyi muhâfaza etmek ve doğru yolu korumak, ancak Kitap ve onun uygulama metodu olan Sünnet ile olur. Kitap ve Sünnet-merkezli olmayan ve bu minvâlde düşünmeye ve amel-eylemde bulunmaya irâde ve güç yetiremeyen müslümanlar, klâsik muhâfazakârlığı sürdürmek isterler. Çünkü muhâfazakârlık kafa ve beden konforunu bozmayı gerektirmez. Böylece bir sıkıntıya girmeye neden olmaz. Muhâfazakârlıkta bir şeyi aynen sürdürmek yeterlidir ve istenen şey de budur. Sorumluluk sâdece belli kişilerin eline teslim edilmiştir. Bu sorumluluk dinde; şeyh, efendi, hoca ve üstadlara devredilmişken; Dünyâ ve siyâset ise, “kendileri gibi muhâfazakâr olan lîderlere devredilmiştir ve artık onları körü-körüne olsa bile desteklemek ve izlemek “doğru ve iyi bir yaşam” için yeterlidir.

Muhâfazakârların iyi ve doğru anlayışları Kitab’a ve Sünnet’e değil, atalara ve akıllarını devrettikleri dînî ve siyâsî lîderlerin sözlerine dayanır. Tâ ki onlar bu kişilerden zulüm görene kadar bu destek ve tâkip aynen devâm eder ve güvendikleri bu kişiler bir süre sonra ölüp giderlerse yada halkın ekonomisine zarar verirlerse, muhâfazakârlar da başka bir muhâfazakârı dinlemeye, desteklemeye ve onun izinden gitmeye başlarlar ve bu defâ da muhâfaza edilmesi gerekenin o olduğunu savunmaya başlarlar. Zîrâ tüm zamanlarda halkın geneli iki şeyi tâkip eder ve hattâ o iki şeye tapar. Bunlar “para ve silah”tır. Para ve silah kimin elindeyse muhâfazakârlar tarafından o kişi yada düşünce desteklenir ve ölümüne savunulup tâkip edilir. Halk, askerî gücünü kaybeden ve ekonomilerine zarar veren lîderleri aslâ affetmez. Zîrâ dediğimiz gibi genel muhâfazakâr halk, taparcasına silahı ve parayı tâkip eder. Muhâfazakârlara göre en iyisi ve doğrusu askerî güce ve paraya sâhip olanlardır. O hâlde muhâfazakârlık, “gücü izlemek ve güce göre hareket etmek” anlamına gelir. Muhâfazakârlık bir “güç tapıcılığı”dır. Fakat yanlış olan şudur ki, muhâfazakârların izlediği ve izinden gittiği güç, Mutlak Güç değildir. Mutlak Kudret sâhibi olan Allah’ın izinden değil, “sözde güçlere sâhip olanlar” izlenir, korunur ve ölümüne tâkip edilerek desteklenir. Şirkin temelinde işte bu düşünce ve eylem vardır. O hâlde muhâfazakârlıkta şirke düşmek kaçınılmaz olur.  

Muhâfazakârların dayanakları Kur’ân ve Sünnet olmadığı için, her ne kadar Allah inancına sâhip olsalar da, o kişiler Allah’a göre değil, benimsedikleri ve destekledikleri kişilere ve lîderlere göre düşünürler ve hareket ederler. Fakat tâkip ettikleri kişiler onları her zaman doğru yola ulaştırmaz ve genelde yanlış yollara götürürler. Zîrâ kendisine bağlılığı istismâr etmeyecek olan tek varlık Allah ve Allah’ın seçtiği peygamberlerdir. Allah kendisine olan bağlılığı aslâ istismâr etmez ve peygamberler de edemez. İnsan ise Kitap ve Sünnet’i merkeze almadığında, mutlakâ kendilerine olan bağlılığı istismâr eder. O nedenle de kısa vâdede bu kişiler bağlılarını mutlakâ şirke ve küfre götürerek zulmü yaygınlaştırırlar:

“O, iş-başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).

Muhâfazakâr cehâlet her dâim aynı hatâyı yapar. İlk başta ya dînî yada siyâsî bir lîder desteklenmeye ve tâkip edilmeye başlanır. Bir zaman işler iyi gider ama çok da uzun olmayan bir süre sonra dümen bozulur ve bâzen de -aynen günümüzdeki gibi- dînî ve siyâsî lîderlerin çıkarları çatışır ve birbirleriyle çatışmaya ve savaşmaya başlarlar. Böylece muhâfazakâr halk, dînî yada siyâsî lîderlerden dolayı zarara uğrar. Böyle olunca da muhâfazakâr halk, ya “dînî lîder”den vazgeçer ve “dînî lîder”in tam karşısındaki “siyâsî lîder”i izlemeye ve desteklemeye başlar, yada “dînî lîder”i izlemeye devâm ederek siyâsî lîderi desteklemekten vazgeçer. Bir kısım muhâfazakâr ise, hem dînî lîderi hem de siyâsî lîderi desteklemeyi bırakır ama bunların yerine “sâdece Allah’ı” ve “güzel örneklik” olan Peygamber’i izlemeye değil, başka bir lîderi yada seküler bir ideolojiyi izlemeye yönelir. Böyle durumlarda din büyük oranda zarar görür ve izleyicileri azalır. Türkiye’de 15 Temmuz’dan sonra olan şey budur. Siyâsî lîderi, dînî lîdere olan bağlılıklarından dolayı izlemeyi bırakanlar, ya dînî lîderi gizli-gizli daha sıkı desteklemeye başlamışlar yada dînî lîderden dolayı zarar gördükleri için hem siyâsî hem de dînî lîderi izleyip desteklemeyi bırakmışlar ve onun yerine Allah’a sığınıp Peygamber’i izleyeceklerine, bu sefer de yine muhâfazakâr bir tutum takınarak meselâ “kurucu lîder”i izlemeye ve desteklemeye başlarlar. Hâlbuki bir süre önce kurucu lîdere sövüp saymaktaydılar. İşte muhâfazakâr insan, sığınılacak tek merci olan Allah’a sığınmadığında ve izlenecek tek önder olan Peygamberimiz Hz. Muhammed’i izlemediğinde, bir zâlimden başka bir zâlime, bir kâfirden de başka bir kâfire sığınmak zorunda kalır. Tabi bu, sâdece Allah’a sığınmak ve sâdece Peygamber’i önder olarak bilmek yerine, çıkarlarından, hırslarından yâni hevâ ve heveslerinden başka bir şeyi düşünmeyen ama muhâfazakâr halkı kandırmasını iyi bilen lîderleri körü-körüne tâkip edip desteklemenin bir cezâsıdır ki, bu cezâ sâdece Dünyâ’daki cezâdır. Bunun bir de âhiretteki cezâsı vardır ki işte asıl elîm azap orada olacaktır.

Bu her zaman böyle olmuştur ve olur. Çünkü Allah’ın sünnetinde bir değişme olmaz ve Allah’a sığınılmadığında yâni vahiy-merkezli olunmadığında tâkip edilip desteklenen dînî ve dünyevî lîderler halkı her zaman istismâr ederler ve toplumlarını şirke ve küfre düşürerek hem Dünyâ’da hem de âhirette hüsrâna uğratırlar. Helâk olan kavimlerin helâk olmasının nedeni, Allah-merkezli olmayan düşünce ve kânunları din yapan ve bu dînî ölümüne savunan ve koruyan muhâfazakâr toplumlar ve onları yanlış yollara sürükleyen lîderler yüzündendir:

“Bir ülkeyi helâk etmek istediğimiz zaman, onun ‘varlık ve güç sâhibi önde gelenlerine’ emrederiz, böylelikle onda bozgunculuk çıkarırlar. Artık onun üzerine söz hak olur da, onu kökünden darmadağın ederiz” (İsrâ 16).

Allah’ın kânunlarını değil de halkın körü-körüne destekleyip tâkip ettikleri kişilerin keyiflerine ve çıkarlarına göre ortaya çıkardığı kânunları din yapanlar, târihte olduğu gibi günümüzde de vardır. Zâten insanlık târihinde daha çok beşer-merkezli dinler hâkim olmuştur ve Allah’ın mü’min kulları da bu bâtıl dinlerle mücâdele etmişler ve hakkı hâkim kılmaya çalışmışlardır ki “imtihan” da zâten budur.

Hem dînî hem de dünyevî lîderler yâni beşer-merkezli olan dîni kuran ve koruyan muhâfazakâr lîderler, muhâfazakârlık dînini, halkı bir şekilde hipnotize ederek yürütürler ki bunu Firavun da yapmıştı. Kur’ân bundan şu şekilde söz eder:

“Böylelikle (Firavun) kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fâsık olan bir kavimdi. Sonunda bizi öfkelendirince, biz de onlardan intikâm aldık, böylece onları toplu olarak suda boğduk” (Zuhrûf 54-55).

Muhâfazakârlık, “gücü tâkip etmek” demek olduğu için, dîni bilenler ama uygulamayanlar da muhâfazakarlığa destek verirler ve artık buna göre düşünüp inanmaya başlarlar. Çünkü muhâfazakârlıkta bir “garanti” vardır ve bu garanti “Dünyâ’da sorunsuz ve sıkıntısız bir yaşam şekli”dir. Rahat bir yaşama kavuşmak garantisi. Hâlbuki imtihan dünyâsında böyle bir garanti olmaz. İşte insanlar bu nedenle muhâfazakârlar, mevcudu, yanlış ve hattâ şirk ve küfür de olsa muhâfaza ederler ve ölümüne savunurlar. İslâmî bilgisi olanlar ama İslâm’ı uygulamaya niyetleri olmayanlar için din yarım kalır ve bu nedenle de bu eksikliği, muhâfazakâr düşünceyi ve siyâseti desteklemekle ve savunmakla tamamlamak isterler. Hâlbuki bu arzu ve istek bir cezâdır ama farkına var(a)mazlar.

Muhâfazakârlığı savunanlar, genelde dînin eyleme dönük olmayan ve duygusal yönünü gündem ederler. Yoruma açık olan âyetleri konuşup dururlar. O yüzden bâtınîlik ve ılımlı İslâm düşüncesi muhâfazakârlıkta prim yapar. Zîrâ eleştiri, îtirâz ve isyân düşünceleri zinhar yoktur. Buna cesâret edemedikleri gibi bunu düşünmekten bile korkarlar. Aslında muhâfazakarlık, korkaklığı da yanında taşır.

Muhâfazakârlar ılımlı bir düşüncede olduklarından dolayı, “meşrû şiddet”ten, sertlikten ve “kerîm öfke”den hiç bahsetmezler ve hattâ bunu her şartta kötü gösterirler. Meselâ, zulme uğradıklarından dolayı sürekli olarak öldürmekten bahsedenleri kınarlar. Onların belki de kısas için bu düşüncede olduklarını düşünmezler. Tüm İslâm coğrafyasında mazlumlar ve mâsumlar ölürken, bunları öldüren küresel güçlere (güce bir laf edemedikleri için) bir şey diyemezken, kendilerini korumak ve savunmak için yada kısas için öldürenlere yada öldürmekten bahsedenlere veryansın ederler. Oysa İslâm’da kısas vardır. Öldürülenin yakınının kısas hakkı vardır.

Muhâfazakârlar sürekli olarak savunmada kalmak isterler. Bu bağlamda “İslâm’da savaş sâdece savunma savaşıdır” sözünü manşet yaparlar. Özellikle Mekkî âyetleri ve mü’minlerin savunmada oldukları Mekke sürecini gündem ederler ve İslâm’ı sanki sâdece Mekke’den ibâret göstermek isterler. Hâlbuki İslâm’ın bir de Medîne’si vardır ve Medîne demek, “hakkın ortaya konması için” küfre, şirke ve zulme eylem içeren bir “lâ” çektikten sonra, hakkı ve hakîkati Dünyâ’ya hâkim kılmak için Allah’ın izin verdiği ölçüde şiddete de başvurma dönemidir.

Muhâfazakârlar, îtibarlarını dinden değil de muhâfazakârlıktan almayı düşünürler. Buna göre Dünyâ’da ne kadar mal toplanmışsa muhâfazakârlar için o kadar başarılı olunmuş olur. Yeterli derece malı olduktan sonra dîni öğrenmek ve yaşamak yolunda olanlara bir tür ezik olarak bakarlar ve kendi acınası hâllerine bakmadan onlara acırlar. Muhâfazakârlar Dünyâ’ya mal toplamak için gelindiğini sanırlar ve malı çok olanı örnek olarak görürler ve ona imrenirler. Kur’ân bunun yanlışlığını “muhâfazakâr Kârûn” üzerinden şu şekilde ortaya koyar:

 “Gerçek şu ki, Kârun, Mûsâ’nın kavmindendi, ancak onlara karşı azgınlaştı. Biz, ona öyle hazîneler vermiştik ki, anahtarları, birlikte (taşımaya) davranan güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Hani kavmi ona demişti ki: ‘Şımararak sevinme, çünkü Allah şımararak sevince kapılanları sevmez. Allah’ın sana verdiğiyle âhiret yurdunu ara, Dünyâ’dan da kendi payını (nasibini) unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama. Çünkü Allah bozgunculuk yapanları sevmez”. Dedi ki: ‘Bu, bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir’. Bilmez mi, ki gerçekten Allah, kendisinden önceki nesillerden kuvvet bakımından kendisinden daha güçlü ve insan-sayısı bakımından daha çok olan kimseleri yıkıma uğratmıştır. Suçlu-günahkârlardan kendi günahları sorulmaz. Böylelikle kendi ihtişamlı-süsü içinde kavminin karşısına çıktı. Dünyâ-hayâtını istemekte olanlar: ‘Ah keşke, Kârun’a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sâhibidir’ dediler. Kendilerine ilim verilenler ise: ‘Yazıklar olsun size, Allah’ın sevâbı, îman eden ve sâlih amellerde bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz’ dediler. Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi-kendine yardım edebileceklerden de değildi. Dün, onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında: ‘Vay, demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten inkârcılar felâh bulamaz’ demeye başladılar” (Kasas 76-82).

İnsanlar ikiye yarılır. 1-Îtibârını “Hak”tan alanlar mü’minler. 2-Îtibârını “halk”tan alan muhâfazakârlar. Yine insanlar ikiye ayrılır. 1-“Dünyâ tapusu” biriktiren muhâfazakârlar. 2-“Cennet tapusu” biriktiren mü’minler. Muhâfazakârların tüm ölçüsü Dünyâ’dadır. Dünyâ’yı merkeze alanlar ise cehâlet içinde kalmaya mahkûmdurlar. Ne kadar parlak bir dünyâ hayâtı yaşıyor olurlarsa-olsunlar, bir “kendini bilmeme durumu” olan cehâlet, muhâfazakârların alâmet-i fârikalarıdır.

Dinde muhâfazakâr, Dünyâ’da modern olmak, “modern-muhâfazakâr müslümanlık” denilen şeydir. Günümüz müslümanları; kapitâlist, liberâl, milliyetçi, muhâfazakâr demokrasi ve modernite içinde kendilerini kaybetmiş durumdadırlar.

Modernizm, “İslâm’ın-dînin uzaklaştırılması”; post-modernizm, “müslümanların-dindarların muhâfazakârlaştırılması”dır. İkisinde de hedef, “dînin hayattan uzak tutulması”dır. İşte muhâfazakârlar bunun taşeronluğunu yapmaktadırlar. Zâten bu nedenle muhâfazakârlık zamanla seküler bir yola girer.  

Modern-seküler-muhâfazakâr-demokrat müslümanlıklar, “sırıtan müslümanlık”tır. Sonuna kadar mü’min olamazlar. Bir sınırları vardır ve çıkarlarına dokunan yerde müslümanlıkları biter. Zîrâ merkeze Kitap ve Peygamber’i değil, Dünyâ’yı ve maddiyatı almışlardır. Bu, muhâfazakârların düşüncede ve de amelde Kitap ve Sünnet-merkezli olmalarını önlemiştir.

Muhâfazakârlar, Allah’ın hükmünden başka hüküm koymanın şirk ve küfür, dolayısıyla zulüm olduğunu göz-ardı ederek kendi muhâfazakâr demokrat zihniyetlerini ortaya çıkarmışlardır ki küresel şeytanlar bundan memnûniyet duyarlar. Muhâfazakâr demokrasi; “bir sene sen bizim ilahlarımıza tap, bir sene de biz senin ilahına tapalım” anlaşmasıdır. Fakat bu anlaşmada, şirk her zaman üstün olur. Zîrâ bir kazan balın içine bir damla zehir karışsa bile o bal zehir olur. İslâm’da tâviz vermek yoktur ve şirk ve küfür düzenleriyle uzlaşmak imkânsızdır. Bu imkânsızlık Peygamber örnekliğinde şu şekildedir:

Mekke müşrikleri Hz. Peygamber’le uzlaşma yolları aradılar. Bâzı tâvizlerine karşılık bâzı tâvizler istiyorlardı. Bu tâvizler arasında ‘dilersen bir sene sen hükümdar ol ve bizi yönet, bir sene de biz yönetelim’ teklifi de vardı. Ama Resûlullah, tüm bu tekliflere Kur’ân-ı Kerim’den âyetler okuyarak kesin red cevâbı veriyordu. Oysa müşrikler ‘bizim sistemimize dokunma, ama onu gel sen yürüt’ diyorlardı. Temelinde şirk ve adâletsizlik olan bir rejimin yönetimi Peygamber’in eline tümüyle veyâ iki yılda bir geçseydi ne değişirdi ki?. Müşrikler de tekliflerinin bilincindeydiler. Çünkü ‘biz sana uyarsak, yerlerimizden (mevkîlerimizden) hızla çekilip alınacağız’ (Kasas 57) diyorlardı. Zâten Resûlullah’ın amacı da buydu: Hâkimiyet hakkını onlardan almak, taptıkları putları ortadan kaldırmak ve şirkin yerine tevhidi, zulmün yerine İslâm adâletini ikâme etmek, yâni Kureyş düzenini kökünden yok etmek, darmadağın edip devirmekti. Yine bir defâsında amcası Ebû Tâlib aracılığıyla, müşriklerin, Peygamberimiz’e teklif ettikleri bir-kaç husustan biri de ‘istersen gel, seni başımıza kral yapalım’ teklifi idi. Bu-günkü siyâsîlerin bırakın krallığa, bakanlığa; milletvekilliği teklifine bile nasıl can attıklarını bir düşünelim. Efendimiz ise: ‘Vallâhi, bir elime Güneş’i, bir elime de Ay’ı verseniz, dâvâmdan vazgeçmem’ diyordu. Dâvâ hiç-bir tâviz ve dünyevî beklentiyi kabûl etmiyordu.

Muhâfazakâr müslümanlar şirke varan şöyle bir yanlışa kapılıyorlar; “İslâm’ı demokrasi üzerinden ortaya koymak ve güyâ yaşamak”. Bunun için de demokrasiyi savunuyorlar. Bu büyük bir tâvizdir ve bu tâviz diğer tâvizlerin de verilmesine neden olacak ve inancı laçkalaştıracaktır. Zâten demokrasi savunulmaya başlanınca demokrasinin ikiz kardeşi olan lâiklik de savunulmaya başlamıştır birileri tarafından. Hele “İslâm lâiktir ve İslâm’ın yönetim şekli demokrasidir” diyen yalaka ve müşrik muhâfazakârlar yok mu, işte bunlar “dînin modern düşmanları” olmaktadırlar. Peygamberimiz bu nedenle müşriklere hiç-bir tâviz vermeyerek meşhûr; “Bir elime Güneş’i, diğer elime Ay’ı verseniz dâvâmdan vazgeçmem ve sizin önerilerinize uymam” sözünü söylemiştir.

Şu da var ki, Allah’tan başkasının hükümleriyle hükmetmeyi şiâr edinen muhâfazakâr-demokrat İslâmcılık, “İslâmcılık” değildir. O, İslâm’dan sapmış bir münâfıklıktır.

Ali Şeriati: “Tevhid dîninin en belirgin özelliği ‘devrimci’ olmasıdır. Şirk dîninin en belirgin özelliği de ‘muhâfazakâr ve saptırıcı’ olmasıdır” der.

Muhâfazakârların bu kadar destek görmesinin nedeni, vahiy-merkezli dîni değil, “uydurulmuş dîn”i temsil etmelerindendir. Zîrâ uydurulmuş dinler, nefse çok uygundur ve kafa ve beden konforunu bozmadığından ve mensuplarından herhangi bir bedel de istemediğinden dolayı bağlıları ve destekçileri çok olur.  

Müslümanların Peygamber örnekliğini göz-önünde tutarak, düşünmek ve hedef olarak benimsemeleri gereken şey, “asr-ı saadet gibi bir toplumu ve ortamı yeniden kurmak” olmalıdır. Bu hedef, Kur’ân ve Sünnet-merkezli düşünenlerde sürekli bir arzu olarak bulunmaktadır. Fakat toplumda güç kaynaklarını geniş ölçüde sürekli elinde tutan muhâfazakârların idrâk edemedikleri için sürekli olarak reddettikleri konu budur.

Muhâfazakâr müslümanlarla muhâfazakar lâiklerin buluştuğu yer, “batı-merkezli tasavvur, düşünce, refah ve eylem şekli”dir. Zâten Türkiye’deki iç-çatışma genel îtibârıyla, Rumeli kökenli “lâik elitler”le, Anadolu kökenli “muhâfazakâr elitler”in çatışmasıdır.

Muhâfazakârlık, şeytanın “sağdan yaklaşarak” insanları aldattığı ve uçuruma yuvarladığı taktiğin adıdır vesselam.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Hazîran 2019

Devamını Oku »

13 Ekim 2019 Pazar

Tıpta Şiddet Üzerine



“Hastalandığım zaman bana şifâ veren O’dur” (Şuârâ 80).

Dünyâ’da insan için en önemli şeylerden biri, hattâ -duruma göre- en önemli şey sağlıktır. Bunu en çok da sağlığını kaybetmiş olan kişiler anlar. İnsanlar târih boyunca sağlıklarını korumak yada bozulan sağlıklarını geri kazanmak için çeşitli yollar denemişlerdir. Tabi “tedâvi” denince akla ilk gelenler doktor ve hastâneler olur. Eskiden insanlar “doğallığını kaybetmemiş” yiyeceklerle beslenip, minerâlini ve doğallığını kaybetmemiş sular içip, sessiz-sakin yâni stressiz bir Dünyâ’da yaşadıkları için çok da fazla hastalıkları olmazdı yada “kronik” tâbir edilen hastalıklar çok fazla yoktu. Vebâ ve salgın gibi, insanların büyük kıyıma uğramasına neden olan hastalıklar ise, aslında temizliğe ve beslenmeye dikkat edildiğinde, yine etkilese de çok da öldürücü olmuyordu. Vebâ gibi salgınlar hijyenin bozulmasıyla başlayan ve artan şeylerdir. Çünkü vebâya neden olan mikroplar ve bakteriler, hijyenin kötü olduğu yerlerde daha çabuk yayılabiliyordu. Doğal bir Dünyâ’da yaşanması nedeniyle eskiden çok fazla hastâne bulunmadığı gibi, çok fazla doktor da olmazdı ve bu nedenle de doktorluk, günümüzdeki gibi çok prestijli bir meslek sayılmazdı. Tabi zenginlerin ve devlet adamlarının doktorları madden iyi durumdaydı.

Modern zamanlarda ise; hijyenin, tahlil-tetkikin, teşhisin, hastâne sayısının ve hastâne konforunun bu kadar artmasına rağmen bir memnûniyetsizlik var. Çünkü aslında “bir proje olarak” modernite ile birlikte çeşitli hastalıklar da peydah oldu, daha doğrusu hiç duyulmadık ve görülmedik hastalıklar üretildi. Zâten son 70 yıldır ilaçların çoğu artık bitkilerden değil, kimyâsal maddelerden yapılmaya başlandı ki, bu ilaçları kullananlar mutlakâ yan-etkilere mâruz kaldıkları için, mutlakâ başka hastalıkları da oldu. Böyle olunca da insanlar artık hastânelere bağımlı hâle gelindi. Hastâneler doldu taştı. Daha fazla hastâne, daha fazla doktor ve hastâne personeli, daha fazla ilaç, daha fazla tahlil-tetkik vs. yoğunluğu ortaya çıktı. Bu yoğunluk da aşırı bir stres oluşturdu ve hastâneye giden insanlar çok gergin olmaya başladılar. Bu gerginlik hem hastalar arasında, hem hasta-personel arasında, hem de hasta-doktor arasında tartışmalara ve kavgalara neden oldu ve oluyor. “Tıpta şiddet” bu nedenlerle ortaya çıkıyor. Bu şiddet sâdece, “hastaların hastâne personeline yaptığı fizîki şiddet” değil, hastâne personelinin hastalara uyguladıkları “psikolojik şiddettir” de. Belki de “fizîki şiddetin” nedeni “psikolojik şiddet” olabilir. Zîrâ hastâne personelinde, -aslında bir bakıma olumlu da olan- bir durum ve duruş vardır ki, hastâne personeli hastâneleri aşırı sâhipleniyor ve hattâ bâzıları hâstaneleri “babalarının malı” zannediyor. Sonuçta da “kendi çöplüğü”nde kendisine laf edilmesini hem istemiyor hem de buna aslâ katlanamıyor. Üstelik apaçık hatâsına ve yanlışlarına rağmen.

Şimdi; hastânelerde yaşanan şiddetin nedeni, hastâne personelinin; acıyla, dert ile, endişe ile, gerginlik ile, stres ile, sabırsızlıkla ve aşırı bir beklenti ile hastâneye gelen hastaları ve hasta yakınlarını iyi dinlememesi ve iyi anlayamaması ve bu nedenle de hoşgörü gösterip de gerektiği gibi yardımcı ol(a)mamasıdır. Tabî ki hastalar da hastâne personelini anlamaya çalışmalıdır, zîrâ o yoğunluk içinde çalışmak gerçekten de kolay değildir. Fakat unutulmaması gerekir ki, hastalarla muhâtap olmak ve onlara en iyi şekilde hizmet vermek hastâne personelinin ve doktorlarını görevidir. Onların işi budur ve bu iş ile para kazanmaktadırlar. Bu nedenle bu işe başlarken; aşırı yoğunluğu, hastaların sabırsızlığını, merâkını, acısını vs. hesâba katmak zorundadırlar. Bunu baştan kabûl edebilmelidirler ve hattâ çok stresli, sinirli, sabırsız ve hoşgörüsüz olanların tıp sektöründe çalışmaması gerekir. Çünkü iş budur ve ne olduğu bellidir. Açıkçası, bâzen psikopat ve problemli olan hasta ve hasta yakınları da hastâneye gelebiliyor ve olmadık sorunlar çıkarabiliyorlar ama, “gerçekten hasta” olanlar her zaman haklıdır.

Tıpta şiddetin kanımca ana-nedenlerinden biri de, modern tıbbın çok da işe yaramaması ve “sistem”in, hastaları ve hasta yakınlarını hastânelere ve sağlık kuruluşlarına bağlamasıdır. Çünkü artık neredeyse tüm hastalıklar kronikleşti ve kronik hiç-bir hastalığı “şifâ” anlamında tamâmen bitirecek bir durum yok. Çünkü böyle bir tedâvi hem yok, hem de bitmesi istenmiyor. Bu biraz da kapitâlist sistemin bir projesi. Modern tıp ve doktorlar hem hastalıkları “şifâ” anlamında bitirecek şekilde tedâvi edemiyor, hem de tedâvide kullandıkları modern kimyâsal ilaçların ortaya çıkardığı yeni hastalıkları da tedâvi edemiyorlar. Bu durum hastalarda bir karamsarlığı ve öfkeye neden oluyor.

“Tıp gelişti” deniyor fakat gelişen şey “tedâvi” değildir. Tıpta gelişen şey, “tıbbî cihaz teknolojisi” ve “hastâne konforudur” ama kesinlikle “tedâvi” değildir. Hattâ modern tıp, “şifâ” anlamında tedâviyi hiç düşünmemektedir. Sistem, “hastalığın ve dolayısı ile tedâvinin sürmesi” üzerine kurulmuştur. Yapılan sözde tedâviler şifâ vermemekte ve zâten böyle bir şey de beklenmemekte ve istenmemektedir. Tam-aksine, kimyâsal ilaçlar kullanıldıkça yan-etkilerden dolayı yeni hasta(lık)lar ortaya çıkmakta ve onların tedâvisi de yine kimyâsal ilaçlar ile yapılmaktadır. Bu bir kısır-döngüdür. Modern tıbbın çarkı bu şekilde dönmektedir. Sonuçta da insanlar hastânelere bağımlı hâle gelmekte, hastânelerden ve doktorlardan umduklarını bulamamakta, sağlık kuruluşlarına gide-gele bu işten aşırı bir sıkılma meydan gelmekte, bu da insanları aşırı bir şekilde gerdiğinden dolayı “öfke patlamaları” yaşanmakta ve şiddet açığa çıkmaktadır.

Modern tıbbın ana-sloganı şudur: “Tıp çok gelişti”. Öyle ki bu sözü; 20-25 yıldır hastâne-hastâne koşturan, gitmediği hastâne, doktor, yaptırmadığı tahlil-tetkik olmayan, kullanmadığı ilaç kalmayan ve buna rağmen hastalığının iyileşmesini bırakın, hastalığında en ufak bir gerileme bile olmayan, hattâ hastalığın durdurulamamış olmasından dolayı daha beter bir duruma gelmiş, kullandığı kimyâsal ilaçlar nedeniyle yeni hastalıklara (mîde-karaciğer-kâlp-damar vs.) müptelâ olmuş biri bile söyleyebiliyor. Aslında hastânelerden, doktorlardan ve ilaçlardan bir fayda bulamadığını kendisi de çok-çok iyi biliyor. Fakat ona başka bir yol gösterilmiyor ve imkân da tanınmıyor. Başka tedâvi yollarına “alternatif” deniyor ve doğal tedâvi yolları îtibarsızlaştırılıyor. Hâlbuki insanlık-târihi boyunca “geleneksel tıp” vardı ve “modern” denen tıbbın ise şurada 75-100 yıllık bir ömrü vardır. Yâni alternatif olan “geleneksel tıb” değil, “modern tıp”tır. Gerçi alternatif de olamıyor ya..

Aslında modern tıpta “tedâvi” anlamında gelişen bir şey yoktur. İnsanların gözleri boyanıyor hepsi o. Gelişen bir şey yok, “değişen bir şey” var ki o da, daha konforlu hastâne ortamları, daha teknolojik ve incelikleri daha iyi görüntüleyebilen tıp cihazlarıdır. Eğer “gelişti” denecek bir şey varsa bunların hasta olan kişiye çok da bir faydası yoktur. Değişik ve gelişmiş! tıbbî cihazlarla hastalıklar teşhis ediliyor fakat iş tedâviye gelince çâresiz kalıyorlar. Bir kronik hastalığı, bırakın tamâmıyla tedâvi etmeyi, hastalığın ilerlemesini bile durduramıyorlar. Tıbbın çok geliştiğinden bahseden tıp-dünyâsı, vatandaşlarını kandırıyor ve hastânelere ve doktorlara bağımlı kılıyor. Çünkü bu bir proje ve kazanç kapısıdır. “Gelişen(!)” şey tıp ve tedâvi değil, “tıbbi cihaz teknolojisi”dir. Tabi bu gelişme, hastaları tedâvi etme aşamasında pek de işe yaramıyor. O “süper cihaz”lar(!) ve pahalı ilaçlar aslında bir sömürü aracıdır. Hastânelerde sürekli yapılan şey “hastalık belirleme”dir modern tıp anlayışında. Oysa hastalığı belirlemek demek “tedâvi etmek” demek değildir. Hastalığı tedâvi edecek ilacınız yoksa bu cihazların olmasıyla olmaması arasında bir fark yoktur. Belirle-belirle bırak!. Hastalıkları belirleyip-belirleyip isim takmaktan başka bir şey yaptıkları yoktur doktorların ve tıp araştırmacılarının. Zorla hastalık aranıp bulunuyor ve ona bir isim takılıyor. Böylece hastalıklar ve de hastalar çoğalıyor. Sonuçta da hastâneler yoğunlaşıyor. Yoğunlaşan hastânelerde de şiddet olasılığı artıyor.

Modern tıbbın tamâmen iyileştirip geçirdiği bir “kronik hastalık” örneği yoktur, fakat insanlara “geçirdiği” bir-çok hastalık vardır. Modern tıp ve hastâneler, hastalardan ziyâde, tıp personeline, tıbbî cihaz teknolojisine ve ilaç sektörlerine hizmet ediyor. Modern tıp, “hasta” ile değil, “hastalık” ile ilgileniyor. “Hasta”yı değil, “laboratuar sonuçları”nı tedâvi ediyor(!). Gerçi onu da yapamıyor ya.. Modern tıp, “hastalığa karşı hastalık” üretme bilimidir. Modern tıp, “sağ kalma”yı sağlasa da, “sağlıklı olma”yı sağlayamıyor. Modern tıp, “sanâyileşmiş tıp”tır. Modern tıp, doktorları “tıbbî sekreter”lere dönüştürmüştür. Üst-düzey mêmurlar hâline getirmiştir. Modern tıp, “modern tıb”ba olan ihtiyâcı arttırıyor. Sonuçta çok da bir işe yaramayan bir tıp ortaya çıkıyor. İnsanlar bu durumdan dolayı geriliyorlar ve dolayısı ile şiddet olasılığı artıyor ve “tıpta şiddet” açığa çıkıyor.

Hastânelerin ve hastâne personelinin en iyi yaptıkları şey, âcil müdâhale, âcil ameliyatlar ve kırık-çıkık-yaralanma gibi şeylere hemen müdâhale etmesidir. Başarılı oldukları yer burasıdır. Çünkü hastalıkların en fazla %5’i “şifâ” anlamında tedâvi edilebilmektedir ki aslında insanların “tedâvi edilebilen” bu hastalıklar için hastânelere gitmesine çok da gerek yoktur. Zîrâ o hastalıklar kısa bir süre içinde vücûdun bağışıklık sistemi sâyesinde zâten geçmektedir.

Bâzı doktorlar ve hastâne personeli, “tabi aşırı yoğunluk ve stres nedeniyle” şiddete mâruz kalıyorlar. Bu şiddet; hem kendi hoşgörüsüzlükleri, kabalıkları, davranış biçimleri yada işi ağırdan almalarından dolayı, hem de çok sabırsız ve anlayışsız hasta yakınları sebebiyle, özellikle de âcil vakâlarda yaşanıyor.

Ultra-modernizm ve post-modernizmin Dünyâ’ya hâkim hâle gelmesiyle birlikte artık her-şey kalitesizleştiği gibi, doktorlarda da bir kalitesizlik meydana gelmiştir. O “eski doktorlar” neredeyse kalmamıştır. Doktorların bilimsel ve ahlâksal anlamda bir gelişmişliğini de göremiyoruz. Tam-aksine geriye doğru hızla gidiyorlar. O eski doktorlar nerdeee!. Onlar birer sanatçıydı. Bir bakışta hastanın durumunu anlayıp, hastaya biraz da babacan ve otoriter tavırlarıyla verdiği güven ile birlikte ilaçlar ve tavsiyeleriyle uyguladığı tedâvi çok işe yarardı. Artık muâyene de yok. Doktorların %95’i steteskop kullanmıyor. Steteskop üreticileri iflâs ediyor. Eski doktorlar, duruşlarıyla ve bilgileriyle doğal bir otorite kazanırlarken, modern zamanlarda doktorluk, reklâmı iyi yapılan, maaşı yüksek olan bir meslek ve üst-düzey bir mêmurluk olarak gösteriliyor ve tıp öğrencileri de ilk başta para için bu alana kilitleniyor. Tabi az sayıda bir kısım ilkeli insanları bunlardan ayrı tutarak tenzih ediyoruz. Doktorların bilgileri çok zayıf, tıp çok fazla bölümlere ayrıldığından dolayı da doktorlar sâdece kendi uzmanlık alanında kısıtlı bilgilere sâhipler ve modern çağda ortaya çıkan yada çıkartılan “kompleks hastalıklar”ın üstesinden gelemiyorlar ve hastalar da onlardan fayda bulmadıkları için doç., prof. konumundaki doktorlara yüksek ücretler karşılığında gitmek zorunda kalıyorlar. Bu konumda olmayan doktorlar ise devlet hastâneleri ve sağlık ocaklarında işin kırtâsiye ile ilgili işlemlerini yapıyorlar, yâni bir nevî “üst-düzey mêmurluk” yapıyorlar ki onların yaptıklarını yapmak için bir yıl bir doktorun yanına takılmak ya-da eczâcı kalfası olmak yeterlidir. Sistem, doktorları “verilen görev”den başkasına karıştırmıyor. Aslında bu durum doktorlar için de bir aşağılanmadır.

Amerika’da doktorların yaptığı önlenebilir medikal yanlışlıklardan dolayı senede 200 bin kişi hayâtını kaybediyor. Modern doktorların eski doktorlara göre genelde daha bilgisiz olması, onların tembelliğinden çok, hastalıkların sayısının ve içeriğinin çok fazla artmış olması ve doktorların bu bilgileri öğrenmeye zaman bulamamalarındandır. Aşırı bir uzmanlaşma vardır. Bilgi, tümüne vâkıf olamayacak kadar çoğalmıştır. Oysa bu kadar bilgiye gerek yoktur, çünkü zâten bilginin artması “şifâ” anlamında tedâvinin artmasını getirmemiştir. Bu konuda İsmail Tokalak şöyle der:

“Doktorların modem yaşamda hızla çeşitlenen ve boyut değiştiren hastalıklar ile onlara teşhis koyma becerileri ve bilgileri yetersiz kalmaktadır. Doktorların tıp fakültesindeyken öğrendikleri yada medikâl dergilerde okudukları, ilaç firmalarının kendilerine empoze ettikleri bilgilerle sınırlıdır. Doğru diye uygulamaya koydukları, teşhiste, tedavide uyguladıkları yöntemlerin bir süre sonra bâzılarının yanlış olduğu da ortaya çıkabilmektedir. Bir tek hastalığı bile tedâvi ederken bunun nedenlerini bulmak artık bir tek doktorun uzmanlık alanı dışına çıkmakta, bir doktorlar dayanışması gerekmektedir.

Artık vücûdumuz eksik besinler içeren fakat bizim doğal zannettiğimiz gıdâlar tarafından besleniyor. Bu durumdan kaynaklanan hastalıkların çoğuna, aslında bu eksik besin değeri olan, içerisinde bir sürü zirâi ilaç kalıntısı bulunan ve bir-çok katkı maddesi taşıyan gıdâların sebep olduğunu da bilmiyoruz. Doktorların da elinde bu konuda yeterli veriler olmadığından, teşhisin asıl nedenini, ne olduğunu, hastalığın tanımı da tam olarak yapılamıyor. Eksik besinlerin ve kimyâsalların hasta ettiği hastaları, yine kimyâsal ilaçlarla tedâvi etme yoluna gidiliyor. İnsanların hem gıda seçiminde hem de hastalıkları alternatif şekilde tedâvi etmesinde seçimleri ellerinden alınmış durumdadır. Bunun esas nedeni de doğal gıdânın gittikçe yok olmasıdır.

Bir doktor hastasıyla karşılaştığında, hastasının tükettiği meyvelerdeki ve sebzelerdeki besin değerlerinin eksik olup-olmadığı, hayvansal besinlerin doğal beslenen hayvanlardan gelip-gelmediği, antibiyotik ve hormon alan hayvanların ürünlerinin tüketilip-tüketilmediği ile ilgilenmez. Çünkü doktorlar genelde buna göre bir eğitim almamıştır. Teşhislerini de buna göre yapmazlar. Çoğu doktorun kendisi bile belli-başlı beslenme kurallarına dikkat etmeden beslenir. Çoğu doktor, hastasına doğal organik besinlerle beslenip beslenmediğini sormaz bile. Tıp genelde beslenmenin doğal olduğunu kabûl ederek tanımlarını, tespitlerini ve teşhislerini yapmaktadır. Hastaya durumuna göre şekerden, aşırı tuzdan, kızartmalardan, sigaradan ve alkôlden uzak durun denir. Fakat bunlar tek-başına çözüm değildir”.

Modern zihniyete sâhip doktorların bir kısmı da hastanın hastalığına odaklanmak yerine, hastayla daha ilk karşılaştıklarında: “Acaba bu hastadan kaç para çıkar”, “bu hastayı sürekli hastam yapmam lâzım” vs. gibi düşüncelere kapılıyorlar. Hâlbuki doktorların gelirleri asgarî ücret ile kıyaslandığında gerçekten de çok iyidir ve zâten doktorların çalışma şartları, çalışma saatleri ve çalışma ortamları asgarî ücretli bir işçiye göre gâyet iyi ve konforludur. Yâni “çifte iyilik” vardır. Buna rağmen doktorlar yine de şikâyetçi oluyorlar ve hastalara çoğu zaman “insan” gibi davran(a)mıyorlar.

Sistem de artık “Avrupa’ya-ABD’ye uyuyorum” diye hasta-doktor arasındaki samîmiyeti, güveni ve netliği bitirdi. Sağlık, kapitâlizmin yörüngesine girdi. Hastânelerin sâhipleri devletler değil, “ilaç şirketleri” oldu. Tıp fakültelerinde derslere ilaç firması yetkilikleri girmeye başladı. Hastaları, hastâne personelini ve doktorları “ilaç şirketlerine uygun” ve bağımlı hâle getirdiler. Devlet, hastaneleri yapan özel firmalara “hasta garantisi” veriyor. Bu da doktorların, hastaları sürekli kontrôle çağırmasına neden oluyor. Çünkü böylelikle hastaları hastâneye bağlamış oluyorlar. Her muâyene bir “muâyene ücreti” demek oluyor. İnsanlar zamanla hastânelerden, hastâne personelinden ve doktorlardan nefret etmeye başlıyorlar. Çünkü hastalar ve de hasta yakınları hastâneyi yol ediniyor. Hastalar hastânelere bağımlı hâle geliyor. Hastaların işi bir türlü bitmiyor. Sistem işi otomatiğe bağlamış durumda. Hasta-hâneler “batak-hâne” hâline geldi. Bir giren bir daha çıkamıyor. Bu da hastaları ve yakınlarını çok fazla geriyor. Çünkü yoğunluk arttıkça çok fazla hatâ yapılıyor. Zîrâ aşırı tahlil, tetkik, teşhis, rapor, tedâvi, ameliyat vs. yapılıyor. Hastâneler “pirenin deve yapıldığı yerler” hâline geliyor. Sonuçta da hastaların hem paraları hem de zamanları hastânelerde tükeniyor. Çünkü artık hastânelere sabah girildiğinde işler akşama kadar ancak bitiyor. Aşırı yoğunluk ve hastânelerdeki o aptalca düzenlenmiş çalışma saatleri, insanların hastâneleri kalabalıklaştırmasına neden oluyor. Bu da “iyi bir muâyene” ve dolayısı ile “iyi bir teşhis ve tedâvi”yi baltalıyor. Hastalıklar geçmiyor, hastalar “deneme tahtası” yapılıyor ve “kobay” hâline getiriliyor. Bu durum bir zaman sonra hastaları ve hasta yakınlarını geriyor, sinir ediyor. Tabi en sonunda da aşırı gerginlik şiddet patlamasıyla sonuçlanıyor.

Bütün hastâneler ilaç firmalarınındır. En azı azından kamu hastâneleri öyledir. Çünkü ilaç yoksa tıp da yoktur. Tekelleşmiş ilaç firmaları, tüm sağlık alanını yönetmektedir. İlaç kimdeyse yönetici odur. Hastâneleri yönettiği gibi doktorları da onlar yönetmektedir. Doktorlar ilaç firmalarının yönlendirmesine göre çalışmaktadırlar ve buna zorunludurlar. İlaç firmaları kendileriyle ters düşen doktorları karalamakta, sürmekte yada karalayarak îtibârını düşürmektedir. Hattâ meslekten bile etmektedirler. Belki de tıpta oluşan şiddetin bir kısmı ilaç şirketlerini bir komplosudur. Şiddete uğrayan sağlık personelinin ve doktorların, ilaç firmalarıyla ters düşüp-düşmediği kontrôl edilmelidir. 

Doktorlar ve hastâne personeli çok kibirliler ve hastalara tepeden bakıyorlar. İlaç şirketlerinin o kendilerini bir şey zanneden elemanları hastaları “insandan” bile saymıyor ve saatlerce bekleyen hastaların önlerine geçerek doktorları meşgûl ediyor ve sabırlar tükeniyor. Yapılan apaçık yanlışlar şikâyet edildiğinde, devlet bu şikâyetleri iyi değerlendiremiyor ve gereğini yap(a)mıyor. Hattâ tam aksine, şikâyetçi olanı, mağdur olanı suçluyor.

Hükümet hırsla; “bizim en iyi olduğumuz alan tıp sektörüdür” diye dursun, özellikle son 3-5 yıldır bu durum bozulduğu gibi tersine bile dönmüştür. Yapılan binâlar bir işe yaramıyor ki. Yalakalar ve şakşakçılar binâların dışına, dertleri olanlar binâların içine bakıyorlar. Yapılan o görkemli(!) binâların içlerinde dertlere devâ bulunmayınca, bu binâların aslında “badanalanmış kabirler” olduğu görülüyor. Çünkü o binâların içi çürüktür. Çürük olanın bir fayda vermemesi ve hattâ zarar vermesi gibi, bu binâlar da insanlara yarardan çok zarar veriyor. Yada en azından yararları kadar zararları da oluyor. Üstelik o binâlar birer “vergi dâiresi”ne dönüşmüştür ve insanlar hastânelere gitmekten korkar olmuşlardır. Çünkü hasta bir kişi bir yakınıyla birlikte tek vesâitte hastâneye gittiği düşünüldüğünde bile, gidiş-geliş en az 10-15  lira harcıyor ki, artı şu paraları da ödemek zorunda kalıyor:

1- Alo 182 randevu ücreti.
2- Uzman doktor ücreti.
3- Üniversite hastânesinde “uzman doktor” ücreti.
4- Laboratuar ve tetkikler için fark ücreti.
5- İlaçlar yazıldığında %20 yada %10 fark ücreti.
6- Muâdil ilaç-farkı ücreti. Eczâcı katkı payı.
7- 3 kutu ilaçtan sonraki ilaçlar için alınan ücretler.
8- Ameliyat malzemesi için ücret farkı.
9- Hasta-hânelerde özel oda farkı ücreti.
10-Belli bir süre içinde aynı branşta farklı hastâneye gidildiğinde alınan ücret.

Yâni artık sağlık “paralı” hâle gelmiştir.

Peki tüm bunlara rağmen Türkiye’de insanların sağlığında bir düzelme var mı?. 25 milyon kronik hastası olan bir ülkenin sağlının iyi olduğunu söylemek dangalaklıktır. Türkiye’deki diyabet hastası sayısı 7 milyona yaklaşmıştır. Kişi-başı yıllık ilaç-tüketimi 25-30 kutu, toplam ilaç-tüketimi ise 2 milyar kutunun üzerinde olan bir ülke “hastalıktan kırılıyor” demektir. Hastalıklar ve de hastalar olanca hızıyla artmaktadır. Bu da hastânelerin yoğunlaşmasına sebep olmakta ve şiddet potansiyeli ve de şiddet artmaktadır. Hastalıktan korunma politikası da yoktur. Sağlık alanında devlet para kazanıyor ve “SGK’nın kâra geçtiği”nden bahsediliyor ki sosyâl devletlerde SGK’nın kâr etmesi söz-konusu bile olmaz. Kapitâlist ülkelere has bir politikadır bu.

Hasta-hâne=hasta evi. Hastâneler hasta-hâneler, yâni “hastaların evi” hâline geldi. Artık oradan çıkamaz hâle geldiler. Hastâneler dolup taşmakta. Bu da “tıpta şiddet”i açığa çıkarmakta. Bu saçma tıp politikasıyla tıpta yaşanan şiddetin olması çok normâldir ve de zamanla artacaktır. Çünkü hiç kimse canı-ciğeri olan, hasta olmuş yada kazâ geçirmiş olan yakınlarına yapılan olumsuz davranışı kabûl etmez. Hastâne personeli ve doktorlar, hastânelere gelen hastalara en iyi şekilde davranmak ve hızlı bir şekilde hizmet vermek zorundadırlar. Çünkü “işleri” budur ve iyi bir gelirle bu işten geçinmektedirler. Bu onların işidir ve işleri zâten budur. Hastaneler kimsenin “babasının malı” değildir. Hastaların hastâneye gelmesi “boşuna” olduğu zaman, isyân etme hakları vardır.

Tıpta şiddetin önlenmesinin en öncelikli yolu, “profilaksi” denen “önleyici tedâvi”nin yoğun bir şekilde başlatılması ve sürdürülmesidir. Bundan sonra da; tedâviye, “doğal-bitkisel tedâvi”nin de eklenmesi, hastânelerin mimârisinin hastalara en uygun şekilde yapılması ve hastânelerin hastaların en kolay bir şekilde ulaşabilecekleri yerlere kurulması, randevu-muâyene saatlerinin titizlikle ayarlanması, hastâne personelinin ve de hastaların uyarılarak ve bilgilendirilerek karşılıklı diyalog ile, hoşgörüyle ve sabırla işlerin sürdürülmesi, şikâyetlerin çok iyi değerlendirilip uyarıların-îkazların yapılması ve sağlık ocakları ve âile hekimlerinin kolayca yapabileceği işler için hastaları hastâneye yönlendirmemesi gerekmektedir. Tıpta şiddetin önlenmesi, sağlık politikalarının; ilaç şirketlerine, tıbbî cihaz şirketlerine, tıbbî malzeme üreten şirketlere ve bunlardan nemalanan kişilere göre değil, hastalara ve hastâne personeline göre düzenlemesiyle olur.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Aralık 2018


Devamını Oku »

10 Ekim 2019 Perşembe

Atlar, Eşekler, Develer

 

“Ve hayvanları yarattı; sizin için onlarda ısınma ve yararlar vardır ve onlardan yemektesiniz. Akşamları getirir, sabahları götürürken onlarda sizin için bir güzellik vardır. Kendisine ulaşmadan canlarınızın yarısının telef olacağı şehirlere ağırlıklarınızı taşırlar. Şüphesiz Rabbiniz şefkatli ve merhâmetlidir. Onlara binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı). Ve daha sizlerin bilmediğiniz neleri yaratmaktadır-yaratıyor (Nâhl 5-8).

 

Modernizm; normâl, doğal, fıtrî ve klâsik olandan nefret eder ve onu “modern olan” ile yâni yeni ve sûni olan ile değiştirmek ister. Modernizm târihi, “doğal, normâl ve fıtrî olanın, sûni olanla değiştirilmesinin târihi”dir. Aslında bu bağlamda modernizm bir sapmadır. Çünkü doğal, normâl ve fıtrî olan “asıl olan”dır. Sûnî olan ise bunların yerine ikâme edilmiş olan şeydir. İşte Dünyâ ve insanlık son 200 yıldır bu sapmanın etkisi ve kuşatması altındadır.

 

Allah; doğal, normâl ve fıtrî olandan yanadır. Zâten tüm kâinâtı da buna göre ve buna uygun olarak yaratmıştır. Zîrâ doğal, normâl ve fıtrî olan tam da şuur-irâde sâhibi olan insana göredir. Kâinât ve sünnetullah sûnî ve sahte olanı barındırmaz yada o şeyin işleyişi hem düzgün olmaz hem de zararlı sonuç verir. O hâlde sûnîliğin ideolojisi olan modernizm, sünnetullaha aykırılığı nedeniyle Allah’a karşı bir isyân şeklidir.

 

Modern, “çabuk eskiyen ve değişen” demek iken, klâsik, “değerini hiç-bir zaman yitirmeyen” anlamındadır. Klâsik olanın üzerinden uzun zaman geçmiş olsa bile değerini ve etkisini yitirmez ve kullanılmaya devâm eder. Modern olan ise kullanışsızdır ve çabuk eskir. Üstelik modern olandan çabuk bıkılır. Çünkü popülerdir yâni o anda halkın zevkine sunulmuştur ve kısa zamanda aşırı kullanılarak ve eskitilerek ya çöpe atılır yada eskimesi yâni klâsik hâle gelmesi beklenir ve bir zaman sonra yeniden gündeme getirilmek üzere saklanır. Fakat hiç-bir zaman klâsik gibi etkili olmaz. Zîrâ modern-popüler olan, geçici olarak üretilmiştir ve makine üretimi olduğu için ona bir rûh da katılmamıştır. O hâlde modern olan ile klâsik olan arasındaki en önemli fark, “modern olanda bir rûh olmadığından dolayı etkisi çok çabuk geçerken, klâsik olan ise, “rûh ile yoğrulmuş ve bezenmiş” olduğundan dolayı, uzun zaman boyunca özelliğini, etkisini ve estetiğini koruması”dır. Modern; “lâik-seküler-demokratik-kapitâlist-liberâl-konformist olmak” demek iken; klâsik, “doğal, normâl ve fıtrî olmak, din-merkezli olmak” demektir.

 

Klâsik toplum, “tarım ve küçük esnaf topluluğu”dur. Modernizm, ticâretin ve vahşî kapitâlizmin tarıma olan üstünlüğüdür. Tarım toplumundan sanâyi-ticâret toplumuna bir evrilmedir modernizm. Fakat bu durum insanları genel anlamda mutlu-huzurlu etmemiştir ve etmemektedir. Tarım göz-ardı edilince, ihtiyâcımız olan tarım ürünleri da çeşitli katkılar ve GDO ile ifsâd olmuştur-olmaktadır. “Yediğimizin-içtiğimizin zehir olması” modernizm yüzündendir. Oysa klâsik tarımda ve de hayvancılıkta her-şey doğal ve normâldir. Bu nedenle de her-şeyin doğal bir kokusu ve tadı vardır, bu koku ve tat hiç-bir zaman bozulmaz.

 

İslâm’ın sosyâl yönü ancak, tarım-hayvancılık toplumunda ortaya konulabilir ve insanlar en ideâl sosyâl hayâtı ancak böyle bir toplumda yaşayabilirler. Normâl, doğal ve fıtrî olan budur. Modernite ve onun ortaya koydukları şeyler ise bir fitne ve ifsâdın sonucudur. Bu nedenle modernite ifsâdı sürekli arttırmaktadır ve ne yapılırsa-yapılsın bunun durdurulması imkânsızdır. Zîrâ modernite nefis-merkezlidir. Nefis ise sürekli olarak azgınlığı ister. O hâlde modernite nefsi kışkırtacak şeyler ortaya koymaktan başka bir şey yapamaz. Onun özünde küresel iyiliğe uygun bir meyil yoktur.  

 

Klâsik olana geri dönmek gerekir. Klâsik olana geri dönmek, tabî ki de mutlak bir dönüş olmayacaktır. Klâsik olana dönmek, “doğal ve normâl olana dönmek” demektir. Zâten -modern insan hâriç- hayvan ve bitkisel hayat, varlığını klâsik olarak sürdürmektedir. Fakat insanlar bunu değiştirmek istemektedir. Sâdece insanlar klâsik bir hayat yaşamıyor. İnsan tabî ki bâzı gelişmeler yapacaktır, bu nedenle de “mutlak klâsik” olandan yâni “mutlak doğal olan”dan çıkacaktır ama bu, “klâsikten yâni doğal ve normâl olandan tümden çıkmak” anlamına gelmemelidir. O hâlde klâsiğe normâl bir dönüş olmalıdır.

 

Bir müslüman için, şeytanın iktidârını çok sağlamca kurduğu modern dönemde yada özellikle son 50-60 yılda yaşıyor olmaktan memnun olmak çok büyük bir sorundur. Klâsik dönemde yaşamak, günümüzden bakınca bir zorluk içeriyor gibi görünse de, aslında bu hem “görece bir zorluk”tur, hem de “doğal bir zorluk”tur. Doğal olunca, kolaylığı da yanında getirmektedir.  

 

Modernizm bir “makine uygarlığı”dır. Bu nedenle de “doğal” değildir. İnsanlar klâsik zamanlarda her alanda doğal âlet ve araçlar kullanırlarken, modernitede ise makine ürünü olan mekanik âlet ve araçlar kullanırlar. Üstelik bunu klâsik olana göre “gelişmişlik” olarak görürler ve gösterirler. Meselâ klâsik dönemde insanlar taşıma ve ulaşım için hayvanları (atlar, eşekler ve develer) kullanırken, şimdi ise araba, tren, gemi ve uçak kullanmaktadırlar. Bu araçlarla daha fazla ve daha çabuk taşıma ve ulaşım yapılabilmektedir ama bu doğru ve iyi midir?. Biz diyoruz ki, “doğal değilse doğru da değildir”. Hattâ doğala, normâle ve fıtrata uygun değilse o şey kışkırtılmaya uygundur ve bu nedenle de sapmayı berâberinde getirir. İşte bu nedenle biz taşıma ve ulaşımda kullanılan motorlu-elektrikli araçlar (arabalar, trenler, uçaklar, gemiler) yerine, atların, eşeklerin ve develerin kullanılmasını doğru ve iyi buluyor ve hem insanın rûhuna hem de Dünyâ’nın formatına motorlu araçların değil bu hayvanların uygun olduğunu söylüyoruz. Tabi böyle bir değişimin olacağını beklemiyoruz. Bizimkisi, atlar, eşekler ve develer üzerinden, klâsik olanın daha iyi ve üstün olduğunun tespitini yapmaktır. 

 

Bilindiği gibi; araba, uçak, tren ve gemiler Allah tarafından yaratılmadığı için daha ilk başta, herkesin alabilmesinin mümkün olmadığı araçlardır. Alındığında da hem ciddî paralar harcanır hem de alındıktan sonra da masrafları olur bu araçların. Meselâ arabaları ele alalım.. Bir araba “sıfır” yada ikinci el olarak ilk alındığında belli bir ücret ödendikten sonra bir de, ârıza yapmasalar bile belli zamanlarda rutin bakımları ve vergileri için de epey bir harcama yapmak gerekir. Bir arabanın yıllık bakımı, 10 yıllık bakımı vs. bir-çok masrafı vardır. Yağ, filtre, lastik, yedek parçalar, tâmirat vs. için sürekli masrafları olur. Bu nedenle insanlar arabalarını da “fazladan bir çocuk” olarak görürler. Bu masraflarla da bitmez; bir de taşıt vergisi, zorunlu trafik sigortası, kasko, vize ve ufak-tefek kırtasiye masrafları vardır ki bu çoğu araç-sâhibi için aslında ağır bir yüktür. Üstelik bu araçlar, belli bir süre sonra hurdaya ayrılmak zorundadır. Çünkü hem “metal yorgunluğu” nedeniyle hem de sünnetullah gereği, kullanılan şey mutlakâ belli bir zaman sonra eskimeye başlayacağından ve entropi nedeniyle “en kullanışsız hâle” geleceğinden dolayı en sonunda hiç kullanılamaz hâle gelir ve çöpe gider. Mekanik motorlu araçlar bu nedenle kapitâl-liberâl sistem için “bulunmaz nîmetler”dir. İşin kötü yanı, bu araçlar çok gürültülüdür ve insanları çok rahatsız eder. Bu araçların üzerinde gitmesi için yapılan yollar zamanla yetmez, devlete de yük olur. Yine, egzoz gazından çıkan hava hem çevreyi ve zamanla Dünyâ’yı kirletir hem de insanları zehirler.

 

Modern insan artık bu araçlara çok alışmıştır ve mesâfeler de klâsik dönemlerdeki gibi yakın değildir. Şehirler büyümüştür ve bir yerden bir yere gidip-gelmek bu araçlar olmadan zor olur. Gerçi tıkanan trafikte bu araçlarla yol almak da ölüm-zulümdür. Netîcede bu araçların bâzı yararları vardır ama zararları da vardır ki aslında zararları daha çoktur. İnsanlar alıştıkları için bu araçların olmamasını düşün(e)mezler. O yüzden de yararlarının zararlarından daha fazla olduğunu kabûl ederler.

 

Oysa Allah’ın yarattığı atlar, eşekler ve develer öyle midir?. Tabi ki de hayır!. Onları Allah bedâvaya yaratmıştır ve doğada bulunabilirler ve insanlar onları kendilerine alıştırabilirler. Doğada bulunamayıp da yetiştiricilerden almak istenildiğinde de yüksek ücret ödemeye gerek yoktur. Pahalı değildirler. Hem noter masrafı da olmaz. Meselâ sıfır bir araba alana kadar, en iyilerinden olmak üzere 50-60 tâne eşek ve at, yada 15-20 tâne deve alınabilir. Bu hayvanların bakımı da çok kolaydır. Hattâ aslında kendi kendilerine bakabilirler. Doğadan otlarını ve sularını bulabilirler ki başka da bir şeye ihtiyaç duymazlar aslında. Barınaklarını sağlam ve korunaklı yaptıktan sonra onlar için yeterlidir. Doğadan yada en fazla tarladan Allah’ın yağmurlarıyla sulanıp büyümüş otlar ve samanlarla beslenirler ve Allah’ın bedavaya verdiği suları içerler. Gitmek için kendilerine özel yol istemezler. Doğal yollar onlar için yeterlidir ve laka, yokuş, rampa, bozuk yol vs. dinlemezler. Her türlü yola kolay ayak uydururlar. Yokuş yukarı çıkarken geri kaydırmazlar. Bir nevî “yokuş desteği” vardır. Kolay-kolay hasta da olmazlar, yâni ârıza yapmazlar. İnsanları en olmadık yerde yolda bırakmazlar. Antifiriz istemez, donmaz, yanmaz ve harâret yapmâzlar. En fazla ayaklarına nal çakılması yada nalın çivilerinin yenilenmesi gerekir. Bâzen hastalansalar da çok fazla olmayan ücretlerle veterinerlere baktırılarak tedâvileri yapılır. Aslında onlar bâzı hastalıklarının tedâvilerini doğadan karşıladıklarıyla siz farkına varmadan yaparlar. Aylık ve yıllık bakımları yoktur. Vergisi-algısı yoktur. Vergi, vize, sigorta, kasko vs. istemezler. Yedek parçaya ihtiyaç duymazlar. Hem sizi taşırlar hem de yüklerinizi. Park sorunları da yoktur. Atlar ve eşekler binmek ve yük taşımak için yaratılmıştır ama develer aynı-zamanda yenebilir de. Fiyatları zâten bu nedenle ata-eşeğe göre biraz daha yüksektir. Egzoz gazı çıkarmazlar. Normâl “canlı gazı” çıkarırlar sâdece. Tersleri olur fakat o da bir süre kokar ama o bile ısıtma gibi bâzı şeyler için kullanılır. Trafik oluşturmazlar ve trafiği tıkamazlar. Üstelik ses de yapmazlar. Tıkır-tıkır giderler. Çıkardıkları sesler insanlara komik gelebilir. İnsanlarla duygusal bir bağları da olur. Canlıdırlar ve insanlar onları dost edinip sevebilirler. Motorlu araçlar ise ruhtan yoksun olduğu için onları ne kadar okşasanız da size karşılık vermezler.

 

Atlar, eşekler ve develer, kendi-kendilerini çeşitli şekilde temizleyerek kirlerinden arındırırlar. Oysa ulaşım aracı olarak kullandıklarımızı sık-sık yıkamamız gerekir. Aksi-hâlde araçlarımız tozun-toprağın etkisiyle solmaya ve çürümeye başlayacaktır. Arabalar insanı en olmadık yerde yolda bırakabilirler. Bu nedenle çok da güvenilemez. Bir de sürekli olarak hareket etmesi için benzin-mazot gibi akaryakıt almak durumu vardır tabi. Devlet de bu durumu istismâr eder ve akaryakıta sürekli zam yapar. Mecbursunuz, arabanız varsa o benzini-mazotu kaç para olursa-olsun alacaksınız. Hele bir de araçların park sorunu yok mu, insanı çileden çıkarır.

 

Atlar, eşekler ve develer, -topraktan da olsa- bir yola bile gereksinim duymazlar. Dik ve bâkir yamaçlarda yada çölün kumluklarında kolayca yol alabilirler. Bu konuda 4X4 araçlardan bile daha üstündürler.

 

Atları, eşekleri ve develeri kullanmak için ehliyet ve ruhsata da gerek yoktur. Zîrâ gidilecek yere, siz atı, eşeği ve deveyi götürmekten ziyâde, o sizi götürür. Yolculuk sırasında yolu gözetlemek de gerekmez. Hattâ siz arkanızdaki bir yere uzun-uzun bakarken ve dağları kırları seyrederken bile bir sorun yaşanmaz ve atlar, eşekler ve develer yollarına devâm ederler. Yine, eşeklerin anırması çirkin bir sestir ama aslında doğal olduğu için çok da rahatsız edici değildir. Oysa arabalardan gelen korna sesleri insanı çileden çıkarır.

 

Motorlu araçları kullanırken uyumanız ve hattâ ufak bir dikkatsizlik yapmanız durumunda kazâ kaçınılmaz olur ve yaralanır yada hayâtınızı kaybedebilirsiniz. Îcâdından bêri otomobil, bu asırda cereyân eden bütün harplerde hayâtını kaybedenlerden daha fazla kişiyi öldürmüştür. Oysa eşek, at ve develer üzerinde uyusanız bile kazâ yapmazsınız ve o hayvanlar sizi gideceğiniz yere kadar siz uyurken bile götürebilirler. At yada eşeğin üzerinde ölseniz bile, at veyâ eşek, sizi öldüğünüz yerde bırakmaz da evinizin önüne kadar getirir. Hattâ ata, eşeğe ve deveye sarhoşken bile binilir. Bu hayvanlar sarhoş kişiyi evine kadar getirir. Çünkü bu hayvanlara sarhoşken bile binilebilir. Modern taşıtlar; at, eşek ve deve olmak üzere her çeşit hayvanın ölmesine de neden olurlar. Oysa atlar, eşekler ve develerle yapılan yolculuklarda yada taşımalarda kazâ sonucu bir hayvanın ölmesi pek mümkün değildir.

 

Atlar, eşekler ve develer, sizi ve yüklerinizi taşıdıktan sonra, develer size etlerini de sunarlar. (Bâzıları atların-eşeklerin etlerini de yerler). Yine öldüklerinde derilerinden de faydalanırsınız. İşin en mûcizevî yanı nedir biliyor musunuz?. Atlar, eşekler ve develer öldüklerinde sizi taşıtsız bırakmazlar ve kendi yerlerine doğurdukları yavrularını bırakarak size “son model” araç sağlamış olurlar. Hem de bunu her sene yaparlar. Günümüzde herkesin bir arabası-bineği yok ama eskiden herkesin bir atı, bir bineği mutlakâ vardı. Yâni bu hayvanlar size aslında kazandırırlar da. Onların doğurdukları fazla yavruları binmek ve yemek için satabilirsiniz. Böylece size kazanç da sağlamış olurlar. Bu hayvanlardan develer aynı anda etinden de faydalanılabilen ve kurbân edilebilen hayvanlardır:

 

“İri cüsseli develeri size Allah’ın işâretlerinden kıldık, sizler için onlarda bir hayır vardır. Öyleyse onlar bir dizi hâlinde (veyâ saf tutmuşcasına ayakta durup) boğazlanırken Allah’ın adını anın; yanları üzerine yattıkları zaman da onlardan yiyin, kanaatkâra ve isteyene yedirin. İşte böyle, onlara sizin için boyun eğdirdik, umulur ki şükredersiniz” (Hac36).

 

Âyetten anlıyoruz ki tüm doğal şeyler gibi bu hayvanlar da şükretmenin ve şükrü arttırmanın aracı da olabilirler.

 

Atlara, eşeklere ve develere binmek zevklidir de. İnsana zahmet vermezler. Yâni motorlu araçlar konforlu olduğu gibi bu hayvanlar da aslında konforludur. Zâten bakıldığında görülür ki Allah bu hayvanları tam da binmek için yaratmıştır. Ayrıca karizmatiktirler. O kızıl tüylü develer ve yağız atlar, karizmanın ve estetiğin sembôlüdürler. Hele o yağız atların şaha kalkması yok mu, hiç-bir zaman eskimez bir zevktir. Öyle ki insanları mest ederler:

 

 “Ve hayvanları yarattı; sizin için onlarda ısınma ve yararlar vardır ve onlardan yemektesiniz. Akşamları getirir, sabahları götürürken onlarda sizin için bir güzellik vardır. Kendisine ulaşmadan canlarınızın yarısının telef olacağı şehirlere ağırlıklarınızı taşırlar. Şüphesiz Rabbiniz şefkatli ve merhâmetlidir. Onlara binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkebleri (yarattı). Ve daha sizlerin bilmediğiniz neleri yaratmaktadır” (Nâhl 5-8).

 

“Biz Davud’a Süleyman’ı armağan ettik. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (dâima Allah’a) yönelip-dönen biriydi. Hani ona akşama yakın, bir ayağını tırnağı üstüne diken, öbür üç ayağıyla toprağı kazıyan, yağız atlar sunulmuştu. O da demişti ki: ‘Gerçekten ben, mal (veyâ at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim’. Sonunda bu atlar (koştular ve toz) perdesinin arkasına saklandılar. ‘Onları bana geri getirin’ (dedi). Sonra bacaklarını ve boyunlarını okşamaya başladı” (Sâd 30-33).

 

Evet, Allah’ın yaratması ile insanın yapması arasındaki fark işte bu kadar çoktur ve hattâ daha sayamadığımız bir-çok yönden atlar, eşekler ve develer lehine bâriz farklılıklar ve üstünlükler vardır. Fakat gelin görün ki, modern insan son model bir arabaya, uçağa, gemiye ve trene; hızından, iriliğinden ve parçalarından dolayı meftûn olmaktadır. Üstelik atları, eşekleri ve develeri ise kullanışsız görmektedir. Modernite, “üstün olanı aşağı, aşağı olanı üstün gösterme ideolojisi”dir. Zâten hayâtiyetini bu şekilde sağlar.  

 

Dünyâ’nın en doğal, normâl ve fıtrî olan durumuna göre yapılacak anlamlandırma en doğru anlamlandırma, yaşama da en doğru yaşama olacaktır. Zîrâ Kur’ân, doğal ve normâl olana göre inmiştir. Meselâ Kur’ân; “onlara karşı savaş atları hazırlayın” demekle, “en doğal, normâl, fıtrî ve dolayısı ile Dünyâ’da olabilecek en doğru yaşam-şeklinden bahsetmekte ve Allahuâlem bunun da; “tarım, hayvancılık ve küçük esnaf” şeklindeki yaşam-şekli” olduğu mesajını vermektedir ki, 1.400 yıl öncesi Hicaz’daki yaşam-şekli tam da böyledir. Modern Dünyâ’daki yaşam-şekli ise bir sapmadır ve büyük bir imtihandır. Modern yaşam-şekli, “küresel bir sapma”nın sonucudur. Fakat Allah bizi, iyiliklerle olduğu gibi, bizim ortaya çıkardığımız kötülükler üzerinden de imtihan eder:

 

“Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz bize döndürüleceksiniz” (Enbiyâ 35).

 

Tabî ki Allah’tan hep iyilik geleceği ve hiç-bir zaman şer gelmeyeceği için (Şûrâ 30), bahsedilen şer, bizim kendi ellerimizle ortaya çıkarttığımız “şer”dir.

 

Artık müslümanlar da referans olarak Kur’ân’ı, İslâm’ı, Peygamber’i, Sünnet’i ve doğal yaşamı değil de, modern ve mekanik dünyâyı referans-ölçü almaya başladılar ve işlerini buna göre yapmaya çalışıyorlar. Kur’ân’ı modern dünyâya uydurmaya çalışıyorlar. Oysa Kur’ân, “dinsiz dünyâ”yı Kur’ân’a, Allah’a ve doğala göre değiştirmek için vardır.

 

Meselâ deniyor ki, Kur’ân’da bahsedilen; “savaş için hazırlanılması istenen atlar” sözü artık, “savaş için tanklar hazırlayın” sözüne dönmüştür. Tabî ki günümüzde tanklara karşı atlarla savaşa çıkmayacağız ama, doğal ve normâl hayat, yâni Allah’ın istediği hayat da, “atların binek olarak kullanıldığı” hayattır. “Allah’ı referans almak” bu demektir.

 

“Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla, Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip Allah’ın bildiği diğer (düşmanları) korkutup-caydırasınız. Allah yolunda her ne infâk ederseniz, size eksiksiz olarak ödenir ve siz haksızlığa uğratılmazsınız” (Enfâl 60).

 

Bu âyet okunduğunda insanın aklına neden hemen tank ve top geliyor?. Modern hayat “doğal hayat”tan bir sapmadır ve bu sapmanın taraftarları üzerimize modern dünyânın ürettiği ağır silahlarla gelirken onlara karşı kılıç-kalkan ile çıkacak değiliz tabî ki. Fakat doğru ve doğal olan bu değildir. Bu ağır sapmadan zarar görmemek için biz de bu silahları edinmek zorundayız. Fakat Kur’ân’ın “atlar” dediğinden tankları ve topları anlamak zorunda değiliz. Çünkü Allah “en ideâl hayat-tarzı üzerinden” vahyini gönderir. Bu en ideâl hayat-tarzı ise; “tarım, hayvancılık ve küçük esnaf” şeklindeki, “barut, elektrik ve motorun olmadığı” bir yaşam-şeklidir. Mecbûren sâhip olmamız gereken tanklar, Enfâl 60. âyetteki: “Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın…” âyetinin karşılığı değildir; modern potansiyel düşmanların silahlarının karşılığıdır.

 

Modernizm “eski” olandan nefret eder ve eskiyi “ilkel” olarak görür. Meselâ “at”ları ele alalım.. Atlara şöyle karşıdan bakınca görülen şey; tam da insana göre, insan için yaratılmış, sırtı insanın oturmasına göre ayarlanmış, uzun yürüyüşlere ve koşulara müsâit olarak yaratıldığı görülür. Tam da insana uygun yaratılmıştır atlar. Üstelik masrafsızdırlar. Otla beslenirler ve dışkıları sorun teşkil etmez. İnsanla duygusal bağ kurabilirler. Üstelik kendileri artık iş yapamayacak hâle gelince yavrulayarak, yerine birden fazla atlar bırakırlar. Ölürlerken kendilerinin bir-çok sayıdaki “sıfır model”lerini vermişlerdir bile. Gerçi atlarda, eşeklerde ve develerde sıfır yaş çok da önemli değildir. Çok yaşlı olanlar hâriç, aslında atların, eşeklerin ve develerin orta yaşlıları daha iyi ve değerli olur. Fakat atlardan vazgeçilip onun yerine çeşitli modern taşıtlar üretildiğine ve Allah’ın da “görece” bunu istediği söylendiğine göre; Allah artık atlardan vazgeçmiş ve onun yerine araba, gemi, uçak, tren mi yaratmıştır?. Fakat atlar da hâlen yaratılıp durduklarına göre atların yaratılmasının devâm etmesini neye yoracağız?. Bu kadar at ne olacak?. İnsanlığın vâr-olduğu tüm zamanlarda vâr-olan ve insanların en yakın arkadaşı olan atlar ne işe yarar?. Atlar toptan itlâf mı edilecektir?. Çünkü sürekli olarak çoğalmaktadırlar. Türkiye’de yaklaşık 150.000 tâne at olduğu söyleniyor. Dünyâ’da 350’nin üzerinde at türü vardır. Şimdi bu kadar at ne olacak?. Bütün atları yarış-atı yapacak değilsiniz ya!. Kullanılmayan atlar ve de eşekler mecbûren sucuk ve sosis oluyor. Amacına uygun olarak kullanılmayan şey, amacına aykırı bir şekilde kullanılmaya başlar çünkü. 100 yıllık îcad ömrü olan otomobiller, insanlıkla yaşıt atlara tercih ediliyor ve otomobiller için 15-20 yıllık ömürler ipotek edilebilirken ve onlar için bir-çok masraflara girilirken; bir zamanlar insanların ellerinin bir uzantısı olan ve ekmek-su istemeyen masrafsız atlardan korkuluyor. Arabalar, uçaklar, trenler, tanklar, toplar vs. hep ağır bakım masrafları ve vergileri olan araçlardır. Oysa atların ve eşeklerin hiç-bir masrafları yoktur. Kezâ develer de böyledir.. Lütfi Bergen, “Atlar Boşuna Yaratılmamıştır” yazısında şunları söyler:

 

“Seküler zamanlar için seküler vahiy indirilmez. Vahiy indirildiğinde bir sonraki peygambere değin geçerli olan ahkâm, din belirlenir. Kur’ân hatem’ûl enbiyâ olan Hz. Peygamber’e indirildiğine göre ‘tamamlanmış’ bir kitaptır. Seküler zamanları da kapsayan hükümlerle gelir. Kur’ân şimdiki döneme indirilseydi bu dönemin şartlarına göre indirilmezdi. Kur’ân milâdi 610 yılında indirilmeye başlanmıştır. Allah katında zaman bizim yaşadığımız zaman değildir. Bu nedenle Kur’ân’ı Allah'ın insanlıkla zamansız konuşması olarak görmek kaçınılmazdır.

 

‘Kur’ân bu-gün inseydi bu-günün şartlarına göre inerdi, zîrâ o zamanki toplumla bu zamanki toplumun kavrayış ve yaşayışı bir değil’ şeklindeki ifâde şu nedenle eksik bir çıkarıma dayanıyor: Hz. Peygamber’in yaşadığı dönemde Roma ve Îran uygarlıkları bulunuyordu. Dolayısıyla inen vahiy o çağda yaşayan ‘ileri’ uygarlıkları da kendine muhâtap edinmişti. Hz. Peygamber’in yaşadığı zamanı ‘ilkel’ görmek Hz. Peygamber’i bedevi sayan batı tasavvurunun (oryantâlizmin) yeniden üretilmesi demektir.

 

Kur’ân’ın bin türlü tefsiri yapılabilir. Diğer taraftan Kur’ân’ın sentetik, toplumdan-topluma değişebilen, zamandan-zamana değişebilen bir vahiy olduğunu düşünmek Kur’ân’a müdâhale etmektir. Kur’ân kendisine şeytanların dokunamadığını beyân etmektedir. Bu nedenle o çağlar-üstüdür. Bu-gün inseydi ve tıpkı Mûsa’ya verildiği gibi ‘levha’ olarak yeryüzüne bırakılsaydı 610 yılında indiği gibi indirilecekti. Kur’ân bu-gün inseydi ‘mercedes’ demeyecekti. Otomobilden de bahsetmeyecekti. Kur’ân’ın binek olarak hayvanlardan bahsetmesi bilinçli bir tercihtir. İnsanın ‘zamânın şartları’ diyerek ululadığı şey paganizmdir. Kur’ân’ın binek olarak at’ı (hayvanları) öne sürmesi tarım-toplumunun, insanlığın görmüş ve göreceği en üst îmar-bereket-umran seviyesi olmasındandır. Otomobil kıtlıktır. Atlar boşuna yaratılmamıştır.

 

İnsanın asfalt gibi bir malzeme üretmesi, atom bombasını îcâdı, betona yaslanarak ev-binâlar yapması Allah’ın murâdı değildir. Tabiatı bozmak insanın bozgunculuğuna ilişkin bir sapmadır. Bu nedenle yaşadığımız Dünyâ’nın koşullarına göre ‘vahyin kendini ayarlayacağını’ düşünmek, Allah'ın zamânın peşinde koştuğunu söylemekten farksızdır”.

 

Şu âyet, devri geçmiş bir âyet değildir: “Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla, Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip Allah’ın bildiği diğer (düşmanları) korkutup-caydırasınız. Allah yolunda her ne infâk ederseniz, size eksiksiz olarak ödenir ve siz haksızlığa uğratılmazsınız” (Enfâl 60).

 

Çünkü o zaman şu âyette bahsedilen atlar da modern taşıtlar şeklinde yorumlanmalıdır:

 

“Kadınlara, oğullara, kantar-kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara süslü ve çekici kılındı. Bunlar, dünyâ hayâtının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katındadır” (Âl-i İmran 14).

 

Tabî ki şu-anda modern silahlara karşı kılıç-kalkanla ve taşla-sopayla meydana çıkacak değiliz. Gerçi Gazze’de tanklara taşla ve sapanla karşı çıkan çocukları da gördük. Onların yaptıkları şeyler boşuna yapılmış şeyler değildir. 15 Temmuz’da da insanlar tankları, “önlerine yatarak” durdurmuşlardı ve o koca tanklar bir işe yaramamıştı. Demek istediğimiz, eğer îman varsa tankı da alt eder topu da. Fakat insanlar îmânı hesâba katmıyorlar ve sırf maddî üstünlüğe bakıyorlar. Mehmet Akif bir şiirinde îmânın önemini şu şekilde dile getirir: “Garbın âfakını sarmışsa çelik zırhlı duvar, benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var. Ulusun korkma!, nasıl böyle bir îmânı boğar, ‘medeniyyet’ dediğin tek dişi kalmış canavar?”. Biz de modern silahlar edinmeliyiz. Fakat bu durum bir sapmanın (modernizm) sonucu olarak böyledir. Yoksa modern silahlar meşrû ve iyi olduğu için değil.

 

Bir de şu var ki; düşmana karşı attığınız şeyi siz değil de “Allah atarsa” eğer (Enfâl 17), ne attığınızın önemi yoktur. Attığınız o şey mutlakâ düşmanı helâk eder.

 

Aç kalındığında domuz da yenir. Mecbûriyet karşısında olağan-üstü çâreler aranır. Fakat bu çâreler geçicidir ve doğal-normâl-fıtrî değildir. Bunun gibi; Kur’ân’ın “savaş için besili atlar hazırlayın“ âyetinden anlaşılacak olan şey “tank”lar değildir. Günümüzde bize karşı tanklarla savaşanlara karşı tabî ki biz de tank temin edip karşı çıkacağız ama bu, Kur’ân’da atların yerine tankların anlaşılması ve konulması anlamına gelmez. Biz tankları geçici olarak, aynen domuz örneğindeki gibi, olağan-üstü ve ârızî durumu atlatana kadar kullanacağız. Yoksa insan için en ideâl hayat-şekli, tarım-hayvancılık ve küçük esnaf-zanaatkâr şeklindeki, doğala, fıtrata ve normâle uygun olan yaşam-şeklidir. Allah bu nedenle, modern dönemi de içerek şekilde bir ifâde kullanmayıp, “atlar” diyor, atlardan bahsediyor. Çünkü atlar boşuna yaratılmamıştır.

 

 Kur’ân’da bahsedilen “savaş atları”nın günümüzde tanklar olarak yorumlanması gerektiğinin delîli nedir?. Başka bir Kur’ân âyeti yada sünnet mi?. Hayır. Öyleyse bu delil “modern dünyâ”dır. Fakat o zaman da Kur’ân “nesne”, modern dünyâ “özne” olmuş olmuyor mu?. İyi de biz âhirette Kur’ân’dan sorulmayacak mıydık?. Yoksa herkes kendi yaşadığı kendine göre “modern” olan zamandan mı sorulacak?. Fakat bunun bir delîli yoktur ki!. O hâlde diyeceğiz ki: “en ideâl hayat-şekli, atların binek olarak kullanıldığı, tarım, hayvancılık ve küçük esnaf-zanaatkâr topluluğudur”. Kur’ân’daki atları da modern zamanlarda yorumlamayacağız. Çünkü onlar, tarım toplumunun binekleridir. Kur’ân’daki “savaş atları”nı, bir-gün gelip de Dünyâ’nın altı üstüne geldiği zaman ve artık hiç-bir teknoloji işe yaramadığında yorumlayacağız. Şimdi ise, bize tankla saldıranlara karşı biz de benzer silahlarla karşılık vereceğiz ve saldıracağız, o kadar. Gerçi hâlen at kullanan kavimler vardır, Orta-Asya steplerinde olduğu gibi. Oradaki insanlara bu âyeti duyduklarında tank ve top anlamazlar. Çünkü bu âyet onlara gâyet açık gelecektir. Kur’ân’ı sâdece modern dünyânın kitabı gibi öğrenmek yanlıştır. Kur’ân geçmişi de, ileriyi de kapsar. İleride ne olacağını bilemeyeceğimiz için Kur’ân’ın âyetlerinin ileriye uygun olup-olmayacağını da bilemeyiz. Tüm zamanları kuşatamadığımız için Kur’ân’ı mutlak anlamda bilip yorumlayamayız. Allah’ın bizi nelerle imtihan edeceğini bilemeyiz. 

 

Peygamberimiz: “Dikkat edin!; kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır” buyurur. Fakat bu “atmak”, “atom bombası atmak” değildir elbette. İlk başta “ok atmak”tır, sonra da, zamânın getirdiği yıkıcı güce sâhip silahları -mecbûriyetten ve geçici olarak- atmak olabilir.

 

Peki dünyâ ülkeleri moderniteden kopmayı düşünmüyorsa ve istemiyorsa ve de sürekli olarak o silahlara ve teknolojiye sâhip olacak ise ne olacak?. İşte o zaman da şunu öneriyoruz. O silahlar ve modern bilim ve teknoloji, sâdece devleti ve o konuda çalışanları ilgilendirecek ve genel halk ise klâsik bir hayat yaşamaya devâm edecek. Yâni halk devletin elinde modern silahlar ve teknolojinin olduğunu bilecek elbette ama bu “geçici modernlik” durumu devlete has ve caydırıcılık unsuru olarak kalacaktır. 

 

Tabi biz geçici olarak düşmanın silahıyla silahlanmakla berâber, yine de düşmana benzemeyeceğiz. Bunu yapabilmek için, düşmanın silahı ile silahlanmak ameliyesi “geçici” olmak zorundadır. Zîrâ düşmanın silahı, gayri İslâmî bir zihin yapısıyla üretildiği için, kendinden bir zulüm potansiyeline sâhiptir. O hâlde düşmanın silahını sürekli elde tutmak risklidir ve çok da uzun olmayan bir vâdede zulme dönüşebilir. Bu durum, aslında düşmanın her silahı ile de silahlanmak zorunda olmadığımızı ve silahlanmamamız gerektiğini idrâk ettirir. Üstelik bu silahlar ille de kullanılacak diye bir şey yoktur. Belki de bu silahları bulundurmak, sâdece “caydırıcılık” için önemlidir.

 

Müslümanlar açıkça, “modern dünyâya uymayan âyetleri, ‘hükmü geçmiştir’ diye ya yok sayacağız yada aşırı zorlayarak modern dünyâya uydurmaya çalışacağız” diyorlar ve başlıyorlar modern dünyâya uymayan Kur’ân âyetlerinin dokümanlarını çıkarmaya. Kimi âyetleri “hükmü geçmiştir” diye “târihi eser” olarak 1.400 yıl öncesine gönderirken, kimi âyetleri de, modern dünyâya uydurmak için, canını çıkarırcasına aşırı yoruma tâbi tutuyorlar. Üstelik böyle yapmayı bir vazîfe telâkki ediyorlar. Oysa Allah vahyini; insana, doğaya, normâle en uygun olan dünyânın durumuna göre indirir. Bu “en uygun durum” ise, “tarım toplumu”dur. “Tarım, hayvancılık ve küçük esnaf-zanaatkâr toplumu”dur. İnsanlar ancak böyle bir toplumda mutlu ve huzurlu olabilirler ve “insan” gibi yaşayarak sağlam bir idrâke ve gerçek tatmine de ancak böyle bir dünyâda erebilirler.

 

Modern insan; bir cep telefonuna, kendisini uzak diyarlara bir-kaç saatte taşıyan uçağa, televizyona, arabalara vs. modern teknolojik araçlara mest oluyor ve  referans olarak artık hep modern dünyâyı alıyor. Modern dünyâyı referans edinmeyenleri ise; bağnaz, yobaz, isyankâr, câhil, gerici ve hattâ artık “terörist” îlân ediyor. Hâlbuki mevcut modern dünyânın gidişâtı hiç de iyi değildir. Cehennem, modern dünyâyı ve modern insanı kuşatmış olduğu hâlde, modern dünyânın en ileri gelişmişlik düzeyinde olduğu saçmalığını ağızlarında geveleyip duruyorlar. Aykut Erdoğdu bu konuda şöyle der:

 

“İnsanlık karanlık çağa giriyor. Teknoloji hızla ilerken medeniyet geriliyor. Teknoloji hayâtımızı kolaylaştırırken rûhumuzu çalıyor. Artık yeni şiirler yazılmıyor. Yüreğimizi yakan türkülerin hepsi geçmişten. Tiyatro can çekişiyor. Yeni slogan bile bulamıyoruz. Ama otomobillerimizin konforu arttı. El çırpınca ışıklar yanıyor. Yoksulluğumuzun gece-kondulardan zenginliğimizin sitelerine, plâzalarına, akıllı evlerine taşınıyoruz.

 

Teknoloji, insana olan ihtiyâcı azaltıyor. Eskiden bizim yaptığımız işleri, hatâsız bir biçimde yazılımlar ve robotlar yapıyor. Muhâsebeci yerine muhâsebe yazılımları var. Avukatlar yerine hukuk yazılımları gelişiyor. Doktorların yerini test cihazları almaya başladı. İşçilerden çok daha güçlü makineler 7/24 yük taşıyor. Yazılımlar ve robotlar insanoğlundan çok daha düşük mâliyetlerle çok daha fazla üretiyor. Ama bizler yâni işsiz bırakılan insanların bu üretileni tüketecek geliri yok. Bu yüzden batı’lı ekonomistler şu günlerde insanların üzerine helikopterlerden para saçmaktan bahsediyorlar”.

 

Dünyâ son 200 yıldır çok gürültülüdür ve gürültünün şiddeti gün geçtikçe artmaktadır. Bu gürültünün nedeni, motorlu araçlar ve taşıtlardır. Oysa klâsik dönemde gürültü yoktu. Hz. Nûh’un Gemisi çok da gürültülü değildi. Taşıt olarak kullanılan atlar, eşekler ve develer, ses çıkarsalar da “gürültü” yapmıyorlardı.

 

Evet; gürültü, sapmanın boyutunu gösterir. Ne kadar çok gürültü varsa o oranda sapma vardır. Çünkü gürültü doğal, normâl ve fıtrî değildir. Doğal, normâl ve fıtrî olmayan ise yanlıştır ve doğru olandan bir sapmadır.

 

Noah Harari atlar konusunda şunları söyler:

 

“Atlar, öyle yada böyle bir bilinç-sâhibiydiler; sâhiplerini tanırlar, evlerini kendileri bulurlar, kızgınlık veyâ keyiflerini belli ederler, sıcaklık ve sevgi gösterirlerdi. Ama biz arabaları tercih ettik. Çünkü arabalar, daha çok yükü daha uzun mesâfelere taşıyorlardı.

 

Atların Sanâyi Devrimi’yle birlikte değişen kaderini kendimize hatırlatmalıyız. Sıradan bir çiftlik-atı, koku alabilip insanları tanıyabilir, çitlerden atlayabilir, herhangi bir Ford modelinden yada milyon dolarlık Lamborghini’den çok daha fazlasını yapabilir. Buna rağmen otomobiller hepi-topu bir avuç şeyi iyi yaptıkları için değil, sistemin beklentilerini karşılayabildikleri için atların yerini almayı başardılar. Motorlu taşıtlar at-arabalarının yerini aldığında atların sürümünü yükseltmedik, onları emekliye ayırdık”.

 

Modernizm bir sömürü uygarlığıdır. En çok da insanı olmak üzere her-şeyi sömürür. Kullanımını iptâl ettiği eşeklerin yerine insanları koymuştur ve insanları “eşek gibi” çalıştırmakta, at gibi koşturtmaktadır. Modernizm, “eşek gibi” çalışıp, “köpek gibi” itaat edip, “domuz gibi” yeme uygarlığıdır. Seküler modern sisteme göre insan; “eşek gibi çalışıp, köpek gibi itaat edip, domuz gibi yemek için” yaratılmıştır. Bu “eşekler”in bâzıları fiyakalıdır ama onlar da “eşek”tirler. Zîrâ eşeğe altın semer vurulsa da eşek eşektir. Modern hayatta “eşek”ler ikiye ayrılır; 1-Normâl semer vurulmuş eşekler, 2-Altın semer vurulmuş eşekler. Böyle olmasının nedeni, insanların Kitab’ı yüklenmemeleridir. Kitab’ı yüklenmeyen eşekler, “aslandan kaçan ürkmüş yaban eşekleri” (Müddesir 50) gibi olurlar. “Kitap yüklenen insan” olunmadığında mecbûren “kitap yüklenmiş eşekler” olunur. Böyle olunca da semer vuran çok olur.

 

“Tezek kokusu mu, yoksa egzoz dumanı mı daha zararlıdır” diye bir soru sorulsa, herkes egzos kokusunun daha zararlı olduğunu söyler. Aslında tezek kokusunun çok da bir zararı yoktur. Fakat modern kentlerde egzoz-gazı altında hem boğulan hem de kansere yakalanma riski çok daha fazla artan insanlar, yine de tezek kokusundan kaçıp egzos kokusuyla kuşatılmış olan kentlere gelmek için can atıyorlar. Buna hem siyâsi-ekonomik-sosyâl projeler, hem de “nefsin kışkır(t)ma isteği” yön veriyor.   

 

Modernite bir “işsizlik uygarlığı”dır fakat modern dünyâda en çok işsiz kalanlar da atlar ve eşeklerdir. Modernite bir-çok insan gibi bu hayvanları da işsiz ve âtıl bırakmıştır. Motorun gelişmesiyle birlikte hayvan nüfûsu da bu gelişmelerden nasibini almıştı. Britanya’da 1.900 yılında tramvayları çekmek için 36.000 tâne at kullanılırken, bu sayı 1.914 yılında sâdece 900’dü.

   

Modern zamanlarda yaşadığımız için mecbûren mücâdelemizi de modern hayatta yapacağız ve imtihanımızı da modern hayatta vereceğiz. Fakat bir tercihim olsaydı ve gözlerimi kapayıp-açtığımda istediğim zamâna gidebilecek olsaydım, İslâm’ın Dünyâ’ya hâkim olduğu, barutun, elektriğin ve motorun bulunmadığı klâsik zamanlardan bir zamâna gidivermeyi isterdim.  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2019

 

 

 

Devamını Oku »