11 Temmuz 2019 Perşembe

Kânun ve Hukuk




“O, ‘Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin’ diye dinden Nûh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri’ (hukuk) etti (bir şeriat kıldı). Senin kendilerini çağırdığın şey, müşriklere ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni hidâyete erdirir” (Şûrâ13).

“Sonra seni bu emirden bir şeriat (hukuk) üzerine kıldık; öyleyse sen ona uy ve bilmeyenlerin hevâ (istek ve tutku)larına uyma!” (Câsiye 18).

Hukuk lûgatta: “Haklar. İnsanın cemiyet hayâtında riâyet etmesi lâzım gelen kâideler, esaslar, yâni; şer’i ve adlî hükümler. Haklıyı haksızdan ayıran kâideler. Şeriat kitaplarında yazılı olan haklar, kânunlar ve kâideler” anlamındadır. Bu yazıda kânun derken anlaşılması gereken, “beşerî kânun”lardır.

İslâm’da hukuk, şeriattır. Bu şeriat ise Kur’ân ile belirlenmiş ve onun pratik uygulaması olan Sünnet ile örneklendirilmiştir. Kur’ân’daki şeriat, “Allah’ın şeriatı” yâni hukûkudur. Bu hukuk, beşerî olan hukuklara, daha doğrusu “kânunlara-kurallara karşı olan bir hukuk”tur. Hukuk, “hak”kın çoğuldur ki her türlü hakkı içerir ve haksızlıkları açığa çıkararak adâleti uygular. Bir yazıda İslâm hukûkundan şöyle bahsedilir:

“İslâm Hukûku (fıkıh), müslüman ferdin, doğumundan ölümüne kadar, hayâtının her alanında kendisinden uyması beklenen tutum ve davranışlarının asgarî ve azâmî sınırlarını belirleyen bir sistemdir. Bu sistem içerisinde ferdin ibâdet hayâtı yer aldığı gibi, diğer fertlerle ilişkilerini konu içeren sosyal hayâtı, devletle ilişkilerini içeren hukûkî hayâtı da girer”.  

İnsanlık târihi boyunca “Allah’ın hukûku” karşısına, şirk koşulan tanrıların kânunları konulmuştur ki bu kânunlar aslında putlar üzerinden, şeytanın uşaklığını yapan tâğutların, “önde gelenler”in ve kendilerini “özel” görenlerin kânunlarıdır. İnsanlık târihi, “beşerî kânunlar karşısında, Allah’ın hukûkunu hâkim kılma” savaşıdır.

Hukuk yâni haklar, Allah-merkezlidir. Zîrâ hakkı hakkıyla ancak Allah sağlayabilir ki bunu Dünyâ’da tezâhür ettirmenin yolu da, Allah’ın indirdiği vahiylere ve gönderdiği peygamberlere uymaktan geçer. Aksi-hâlde, sürekli değişen ve birilerinin ihtiyaçlarına göre şekillenip yenilenen kânun ve kurallarla kuşatılmak ve dolayısı ile büyük çoğunluk için  “zor bir hayat” yaşamak kaçınılmazdır. Çünkü kânunları yapanlar, kânunları kendilerine zarar verecek şekilde yap(a)mazlar. Her zaman kendi çıkarlarını düşünerek kânun ve kurallar çıkarırlar ki bunları zâten apaçık görüp duruyoruz. Öyle ki insanlar da artık buna alışmış olmalı ki, kânunları çıkartanlar içinden nefsini-kendisini en az düşünen kişiyi başa getirmeyi hedeflemeye başlar. Oysa bunların hiç-birinde huzûra ve rahata kavuşamaz. Bunun açık bir örneği de yoktur.

“O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahmân (olan Allah)’ın yaratmasında hiç-bir çelişki ve uygunsuzluk (tefâvüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?. Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umûdunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk 3-4).

Göklerde muhteşem bir âhenk ve düzen vardır ki bu düzen, mükemmelliğini Allah’ın hukûkuna uymakla sürdürür. Allah’a göre işleyen (sünnetullah) bir sistemde herhangi bir uygunsuzluğun ve uyumsuzluğun görülmesi ve olması düşünülemez. İşte Allah, imtihan gereği olarak, irâde verdiği insanların da, aynen göklerin uyduğu gibi ilâhi hukûka uymasını ve Dünyâ’da da bir düzene ve huzûra kavuşulmasını ister ki; zulmün, acının, feryâdın yok olmasının, hakkın gelip bâtılın darmadağın olmasının başka da bir yolu yoktur.

Peki insanlar Allah’ın hukûkunu neden tercih etmezler?. Ya cehâletten yada Allah’ın hukûkunun, kişilerin nefislerini sınırlandıracak olmasındandır. Allah’ın hukûku, bâzı sınırlar koyar ki, bu, rahmetin bir gereğidir. Bu hukûka karşı çıkanlar, tek ki nefisleri sınırlanmasın ve hazları kaybolmasın da, “varsın Allah’ın hukûkuyla değil de beşerin kânunları, kuralları ve yasalarıyla hüküm sürülsün” düşüncesindedirler.  

Şirk, “Allah’ın hukûku yâni kânunları yerine, beşerî kânunların ve kuralların hâkim olması” durumudur. O hâlde beşerî kânunların ve kânun koyucuların hâkimiyetinin devâm etmesinin nedeni, insanların nefisleridir. İşte değişmesi gereken şey, insanların bu nefisleridir. Dünyevîlikten kurtulup da uhrevî bir şekle bürünmeyen nefisler oldukça değişen hiç-bir şey olmayacaktır

  Adâlet ancak Allah’ın hukûku ile sağlanabilir. Adâlet hem insanlık hem de diğer bütün mahlûkat için olmazsa-olmaz şartlardan biri olarak görülmelidir. Aslında tüm kâinat adâlet üzere ayakta durur. Adâlet bozulduğu anda kaos başlar. Adâleti sağlayabilecek olan hukuk İslâm-merkezli olmadığında, Dünyâ’nın çeşitli yerlerinde adâlet, “söylem olarak” aynı şeyi dile getirmesine rağmen, pratikte hiç de dile getirdikleri gibi olmaz. Çünkü adâlet, söylem ile değil, amel-eylem ile, uygulama ile alâkalıdır ve eğer uygulama yoksa adâlet de yoktur. Adâlet, “Yegâne Adâlet Sâhibi”nin sözü bir kenara atılarak beşer tarafından düzenlendiği için her zaman bir adâletsizlik vardır Dünyâ’da. Sözde adâletin sağlanması için çıkarılan kânunlar birilerinin “ekmeğine yağ sürmek” için düzenlenmektedir. Çıkarılan kânunlar masa-başında üretilmiş kânunlar oldukları için pratikte hep sorun yaşanır ve adâlet bir türlü görünür olamaz. Adâlet nereden gelirse-gelsin aslında İslâm’dan yada İslâmî fıtrattan neşet etmesi kaçınılmazdır. Hukuk ve adâlet sistemi, Kur’ân’ın ön-gördüğü hukuk ve adâlet sisteminden kopuk ve farklı olmamalıdır. Çünkü adâleti ancak Allah belirlediğinde o şey âdil olur.

Hukuk, “Allah ile alâkalı olan”, “Allah-merkezli olan” demektir. Zâten Dünyâ’da düzen ve nizam ancak Allah’ın hukûku ve adâletiyle sağlanabilir. Kendisine itaat edilmesini, kendisinden korkulmasını istismâr etmeyecek tek varlık Allah’tır. Bu nedenle de Allah’a sonsuz bir güven duyulur. Oysa insanlar, kendilerine karşı olacak bir teveccühü mutlakâ istismâr ederler. Zâten bu nedenle beşerî kânunlarla değil de Allah’ın kânunları yâni hukûku ile hayat düzenlenmelidir.

Hukuk ve kânun aynı değildir. Çünkü kânun ve kural beşerî olandır ve bu nedenle bu kânun ve kurallarda mutlakâ hukuksuzluk olur. Hattâ apaçık olan kânun ve kurallar bile askıya alınabilir yada çiğnenebilir. Oysa Allah’ın kânunları ve hukûku apaçıktır ve değişmezdir. Bu nedenle de ona uymamak Dünyâ’da rezilliği getireceği gibi, âhirette de ebedî azâbı getirir. Zîrâ Allah’tan başkalarının kânunlarıyla ve kurallarıyla hükmetmek şirktir. Şirk ise affedilmez tek günahtır.

“Hukuk önünde eşit olmak”la “kânun karşısında eşit olmak” aynı şey değildir. Kânun karşısında eşit olmak sürdürülebilir değildir. O yüzden de “kânun” karşısında eşit olunmaz. Eşitliği ancak Allah’ın hukûku sağlayabilir ki adâlet ve kıst ile olacak olan eşitlikten, nefsinin kölesi olmuş olanlardan başka herkes memnun olur.

Tüm beşerî sistemlerin kânunlarında “boşluk” varken, bir tek Kur’ân’ın kânunlarında “boşluk” yoktur. Çünkü Kur’ân’ın kânunları hukuktur ki bu hukuk, Allah’ın vahiyle gönderdikleri mutlak hükümlerdir.

Allah’ın kânunları olan hukuk, hayâtın tüm alanlarını kapsar ve kuşatır. Seküler-lâik ülkelerin kânunları “hukûkî” değil, “siyâsî”dir. Siyâsete göre değişir. Kânunlar “suyun başını tutmuş” olanların keyiflerine ve çıkarlarına göre sürekli değiştirilir. Bu durum “mutlu azınlıklar”ı daha da mutlu ederken, halkın geneli ya zor bir hayat yaşar yada onursuz bir hayâta mecbûr kalır.

Türkler müslüman olduktan sonra kânunlarını İslâm’a ve töreye göre “ikili hukuk” şeklinde icrâ etmişlerdir. Zamanla töre, İslâm hukûkunun yâni şeriatın önüne geçmiştir. Fakat bilinsin ki, “şirk” budur. İslâm yetersiz bir din ve hukuk sistemi değildir ki “biraz ordan biraz da burdan” düşüncesini onaylasın. Şirk, hukûka karşı kânun çıkarmaktır. Şirk, “kânuna karşı kânun’dur. Buna “dîne karşı din” de denebilir.  

Allah’ın hukûkuna karşı olan tüm kânunlar ve kurallar şirktir. Bütün Dünyâ eksiksiz bir-araya gelip Allah’ın kânunlarına aykırı bir kânun ortaya koysa, o kânun yine de küfürdür, şirktir. O kânunu koyanlar da müşrik, kâfir, fâsık, zâlim ve câhiliyedir. Çünkü mutlakâ sınırlı akıllarıyla ve çıkarlarını düşünerek kural çıkaracaklardır. Allah ise “mülkün tek Sâhibi” ve “âlemlerin tek Rabbi” olduğundan dolayı, -hâşâ- çıkarını düşünmesi söz-konusu değildir. Tam-aksine O, mü’min kullarının çıkarını düşünerek hukuk belirler.

Allah’ın hukûkuna karşı hukuk ortaya koymak tüm zamanlarda farklı yollarla olmuştur. Bu, günümüzde demokrasi denen “şeytan-işi pislik” olan ideoloji ile yapılmaktadır. Demokrasi, İslâmî/fıtrî kânunların iptâli; şeytânî/tâğûtî/nefsî arzuların ikâmesidir. Demokrasilerde çıkarılan kânunlar her zaman zenginlerin lehine, fakirlerin ise aleyhinedir.

Demokrasi % 49’a karşı % 51’i için bölücüdür ve daha başta tevhide aykırıdır. Tevhide aykırı olduğu için İslâm’a aykırıdır, İslâm’ın özüne aykırıdır. Fırkalara ayrılmanın başladığı yer tüm insanlık târihinde budur. Kur’ân, Enbiyâ 159, Rûm 32, Mü’minûn 53-54’te “sakın fırkalaşmayın, yoksa perişân olursunuz” der. Demokrasi, fırkalaşmanın modern adıdır. Karşıdaki %49 size ânında düşman olur. Kur’ân buna müşriklik der: “Gönülden katıksız bağlılar” olarak, O’na yönelin ve O’ndan korkup-sakının, dosdoğru namazı kılın ve müşriklerden olmayın. Onlardan ki, dinlerini parçalayıp hizipler/fırkalar hâline geldiler. Her hizip kendi elindekiyle sevinip övünür” (Rûm 31-32).

Demokrasilere anayasa dayanmaz. İslâm’da, şûrâ’da ise anayasa değişmez. Çünkü Allah’ın kânunlarında değişiklik olmaz. Anayasa Kur’ân’dır.

Demokrasinin ibâdeti olan oy kullanmak; “ben Allah’ın kânunlarını değil, beşerin, keyfine göre çıkardığı kânunları istiyorum” demektir ki bu şirktir ve kişiyi şirke düşürür.

Kur’ân’da demokrasiye işâret eden âyet yoktur ama anti-demokrasiye işâret eden âyetler bir hayli çoktur:

“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-âm 116). 

 “Hüküm vermek yalnızca Allah’a âittir” (Yûsuf 40).

“İyi biliniz ki yaratma ve emir O’nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir” (A’raf 54).

“İhtilâfa düştüğünüz her meselede hüküm verecek olan Allah’tır” (Şûrâ 10)

“Yalnız Allah’ın hükmüne dâvet edildiğiniz zaman kabûl etmiyorsunuz. Fakat şirk unsuru olan başka hükümler bahis konusu olunca kabûl ediyorsunuz. Oysaki hüküm yalnız her-şeye gücü yeten Allah’ındır” (Mü’min 12).

Kânunları tek bir kişinin belirlemesi “yanlış” görülürken, tek-tek kişilerden oluşan çoğunluğun belirlemesi neden “doğru” görülüyor?. Kendi içtihadlarını yap(a)mayanlar, mecbûren başkalarının içtihadlarını kânun yaparlar. İlginç olan ise; yaptıkları o kânunlara bir-zaman sonra taparcasına inanmalarıdır. Bilinsin ki, kimin kânunlarına göre hareket ediyorsanız, onun dînindensiniz. Türkiye’de Allah’ın kânunlarına göre hareket etmek kânûnen yasak ve suçtur. (Anayasanın 24. maddesi). Fakat Atatürk kânunlarına göre hareket etmek şarttır. Bu durumda Türkiye’nin ilahı kimdir?. Modern hayâta uymamak, seküler kânunlara göre suç olsa da, İslâm’a göre günah değildir.

Kur’ân’ın; etimolojik değerlendirilmesine, kelimelerinin-kavramlarının didiklenmesine, te’viline-yorumuna gerek bırakmayacak şekilde, “işlendiğinde affedilmeyecek tek günah” olan apaçık hükmü şudur: “Allah’tan başkalarının hüküm (kânun-yasa) koyması şirktir”.

Mecliste kânun çıkaran vekiller, “aleyhlerine olacak bir kânun” çıkarırlar mı?. Tabî ki de çıkarmazlar. O hâlde çıkarılan kânunlar, “vekillerin lehlerine” olan kânunlardır. Ne ilginçtir ki, müslümanlar da, biz zamanlar “küfür” dedikleri demokrasiyi şiddetle savunuyorlar. Hattâ Peygamber’in sözlerine uymayı “şirk” olarak görürlerken, meclisin sözlerini benimsiyorlar. Allah’ın seçtiği (Peygamber) konuşunca şirk oluyor, insanın seçtikleri (meclis) konuşunca kânun oluyor.

“Hukûkunuzu nereden alıyorsanız, dîninizi de oradan alıyorsunuz” demektir.

“Şüphesiz Allah, emânetleri ehline (sâhiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adâletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir” (Nîsâ 58).

Bu âyetin tezâhür etmesi için muhakkak Allah’ın hukûku hâkim olmalıdır.

Kur’ân okumak demek, “modern kânunlara karşı gelmek”, “modern kânunları çiğnemek” demektir. Sâdece Allah’a ibâdet etmek, “sâdece O’nun kânunlarıyla hareket etmek” demektir. “Hükmün sâdece Allah’a âit olması” budur.

Ancak 2 maddeden oluşacak bir anayasa zulmü ber-tarâf edip adâleti-hukûku sağlayabilir: 1-Anayasa Kur’ân’dır. 2-Kur’ân’ın uygulaması Peygamber örnekliğine (sünnet) göre olur.

Ey Dünyâ’yı değiştirmeyi düşünenler ve hukûku hâkim kılmak isteyenler!. Bilin ki, yaşadığınız ülkenin/Dünyâ’nın kânunlarına ters hareket etmeden yâni “suç işlemeden” o değişimi gerçekleştiremezsiniz.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ocak 2018




Devamını Oku »

7 Temmuz 2019 Pazar

Bir Nesneleştirme ve Anlamsızlaştırma Ameliyesi Olarak Modern-Bilim





“Göklerin ve yerin gizemleri Allah’a âittir. (Göklerin ve yerin uçsuz-bucaksız derinliklerini bilmek Allah’a mahsustur). Saat, (Dünyâ’nın sonu) bir göz-kırpması kadar veyâ daha kısadır. Allah her-şeye Gücü Yeten’dir” (Nâhl 77).

“Onların çoğunluğu zandan (kuruntu) başkasına uymaz. Gerçekten zan ise, haktan hiç-bir şeyi sağlayamaz. Şüphesiz Allah, onların işlemekte olduklarını bilendir” (Yûnus 36).

Son 200-250 yıldır Dünyâ’ya hükmeden modernite bir-çok yıkımı da yanında getirmiştir. Fakat kanımca yaptığı en büyük yıkım “anlamsızlık” ve “anlamsızlaştırma”dır ki zâten bundan sonra başka bir şey yapmazsa da her-şey ifsâd olmaya yüz tutacaktır ve öyle de olmuştur. Modernite bir anlamsızlık uygarlığıdır. Zîrâ Allah’sızdır. Allah’sızlık, yanında mecbûren anlamsızlığı da getirir. Modernite anlamdan kopuk olduğu için bir “maddiyat uygarlığı”dır. Maddiyatta “kendiliğinden bir anlam” yoktur. O anlamı ona insan yükler ama anlamı yükleyecek olan insan da anlam ile dolu olmalıdır. İnsanın anlam ile dolu olması için de, “Allah’lı” olması şarttır. Zîrâ anlam, Allah’tan gelmektedir. Yoksa anlam, beynin körü-körüne işleyişinin bir sonucu değildir.

İşte modernite, Allah’tan kopunca anlamdan da kopmuş oldu. Anlamdan kopunca ise maddeye yöneldi ve maddeye kilitlendi. Hattâ maddeyi ilahlaştırdı. İnsanı ilahlaştırması, insanın maddî yanı-yönü nedeniyledir. Çünkü maddî yanı en güzel ve işlevsel olan madde insandır. Modernite insanı ilahlaştırınca onu gerçek anlamından  saptırmış ve insana sûni bir değer yüklemiştir. Fakat sûni değerin ezelî ve ebedî bir kaynağı olmadığı için modernitenin insana yüklediği değerlilik herkes için ve tüm zamanlar için değildir. İnsan kendini ilahlaştırınca, kendi değerini de Allah’tan bağımsız olarak kendi yüklemek istemiş, bunu da hümanizm gibi düşüncelerle yapmaya çalışmıştır. Fakat insanın çok derin özellikleri, arzuları ve anlamları da vardır ki insanın yüklediği sûni değerler bunu karşılayamadığı için, rûhunun ihtiyaçlarından mahrûm bırakılan insan ifsâd olmuştur. Modernitenin Allah’tan, dolayısı ile de anlamdan kopmasının en ağır bedelini doğal olarak insan ödemiştir ve ödemektedir.
  
Modernite her-şeyi Allah’tan ve dolayısı ile anlamdan koparmak için en uygun araç olarak modern-bilim ve teknolojiyi kullanmıştır ki onun da arkasında matematik vardır. Matematik anlamsızlaştırma ve insanı nesneleştirme ameliyesi için çok uygun bir araçtır. Zîrâ matematik anlamsız bir çalışma alanıdır. Onun bir derinliği yoktur. Zâten estetik de değildir. Anlam, bir şeye estetik katar. Matematik estetikten yoksun olduğu için üzerinde yorum yapmaya elverişli değildir. Zîrâ hiç esnemez. Oysa insanın ayırıcı özelliği yorum yapabilmesidir. İnsan, yorum yaparak anlamlandırma yapar.

İnsanın anlamlandırma yeteneğinin kaynağı, insana has olan rûh nedeniyledir. Rûhu olmayanlar anlamlandırma yapamazlar. Ruhsuz davranan yâni Allah’ı hesâba katmadan bir hayat yaşayan insanlar da anlamlandırma yapma yeteneğinden yoksundurlar. Maddenin anlamlandırma yapabilecek rûhu yoktur. Modern-bilim, Allah’tan sözde bağımsızlaşarak insanı anlamdan koparmıştır ve ruhsuzlaştırmıştır, nesneleştirmiştir. Onu maddeye indirgemiştir. Artık modern insan “maddelerden bir madde” olmuştur. Zâten bu nedenle modernite, insanı matematiğe kilitlemek ister. Çünkü modern insan ile matematik ruhsuzluk bakımından da anlamsızlık bakımından da benzerdir. Matematik-merkezli modern-bilim, her-şeyi anlamsızlaştıran bir çalışma alanıdır. Zîrâ modern-bilim, çalışmasının merkezine matematiği koymuştur ki zâten matematikte bir anlam aramak abestir.

Ruhsuz matematik; 1 ile 50 sayıları arasındaki, “1,2,3,4,5,6,” rakamlarıyla, “8,14,21,28,34,41” rakamlarını 1 ile 50 sayıları arasındaki “farksız rakam-grupları” olarak gösterir. Hâlbuki ilk gruptaki rakamlarla diğer gruptaki rakamlar çok farklıdır. İkinci gruptaki rakamlar meselâ 1 ile 50 sayıları arasındaki sıradan rakamlardır ve bu ikinci gruptaki rakamların 1’den 50’ye kadar sayıların olduğu kapalı bir torbadan 6 rakam çekmek kaydıyla teker-teker çekilmesi hâlinde 8,14,21,28,34,41 rakamlarının çıkması olasıdır. Belli bir olasılık sonunda mutlakâ çıkar. Fakat ilk gruptaki rakamların ikinci gruptaki rakamlara göre iki farklı özelliği vardır. İlki; “bu rakamların arada boşluk olmayacak şekilde arka-arkaya gelmesi”yken; ikincisi; “bu rakamların ilk sayı olan 1’den başlayarak arka-arkaya gelmesi”dir. İşte bu yüzden ilk gruptaki bu rakamların 1’den 50’ye kadar sayıların olduğu kapalı bir torbadan 6 rakam çekmek kaydıyla teker-teker çekilmesi hâlinde çıkması imkânsızdır. Bu rakamlar sonsuz zamanlar ve sonsuz denemeler olsa bile 1,2,3,4,5,6 şeklinde sıralı olarak çıkmaz. Ama ruhsuz-klâsik matematik, iki gruptaki rakamların da çıkma olasılığını aynı görür. Çünkü ilk gruptaki rakamların düzenini-farklılığını-özelliğini-kompleksliğini-mükemmelliğini-anlamlılığını vs. göremez ve anlayamaz. Bunu anlayacak bakış-açısı/felsefesi olmadığı/oluşmadığı için oradaki anlamlılığı fark edemez.

Modern-bilim, bir “anlamsızlaştırma ameliyesi”dir. Zîrâ modern-bilim parçalayıcıdır. Parçalanan şey anlamsızlaşır. Bir şeyi aşırı araştırıp incelemek, onu aşırı parçalamak demektir ki, aşırı parçalanan şey anlamsızlaşır ve değersiz bir nesne hâline gelir. Modern-bilim bir parçalama ameliyesidir. Parça bütünden koptuğunda anlamsızlaşır. Çünkü anlam bütünlükte gizlidir ve zâten “anlam” da Bütün Olan’dan gelir.

Modern-bilim anlamsızlaştırmayı ve nesneleştirmeyi dîne açtığı ve sürdürdüğü savaş ile yapar. Modern-bilim, dîne savaş açtığı ve onu karaladığı ölçüde yıkılmaktan korunabilir. Modern-bilim dînin yerine ikâme edilmiş ve “din” yapılmıştır. Modern-bilim bir din’dir. Zâten modernite hakîkati modern-bilim ile perdeliyor. Modern-bilimin hakîkate ulaşmak gibi bir derdi yoktur. Onun derdi, seküler paradigmanın yalakalığını yapmaktan başkası değildir. Şeytan modernite ve modern-bilim ile “insanı yoldan çıkarmak için” verdiği sözü tutmanın peşindedir. Böylece güyâ insana karşı üstünlüğünü kanıtlamış olacaktır.

Modern-bilim, modern teoriler ve modern hayat-tarzı, bir “anlamsızlaştırma ameliyesi”dir. Modern-bilim; bir dönem tartışmasız kabûl edilen bir önermenin, bir sonraki dönemde tartışmasız reddedilmesidir. Bu hep böyledir ve zâten modern-bilim de, “yanlışlanabilirlik” kuralıyla bunu söylediğinden dolayı modern-bilimin yarısı filmdir. Modern bilim-adamlarının çoğu, her-şeyi lâboratuarda inceleyip deneyimleyebileceğini zanneden, hayattan soyutlanmış ahmaklardır.

Modern-bilim, “bilim için bilim”dir. Hâlbuki bilim, başta insan olmak üzere yaratılmış her-şey ve de Allah rızâsı için, “mânevi olan için” olmalıdır. O hâlde “bilim” ile “modern bilim”i ayırmak gerekir.

Modernizm, bir “anlamsızlaştırma ve nesneleştirme uygarlığı”dır. Abdurrahman Arslan:

“21. yüzyılın hâkim kültürünün özelliği, her-şeyin içini boşaltmaktır. Her-şeyi anlamsızlaştırıyor, yerine göreceliliği koyuyor. Bize, ‘hakîkati aramayın, hakîkat yoktur’ diyor. ‘Hiç-bir şey mutlak olarak doğru değildir. Doğru olan şey biraz sonra yanlış olabilir. Onu o-anda doğru olarak kabûl edin’ diyor. Böyle bir kültürle karşı-karşıyayız” der.

Modern-bilim, insanı yok sayıyor ve insanı iptâl etmenin peşindedir. Modern-bilim, yapay zekâ ile donatılmış makineleri insanların yerine geçirme ve üstüne çıkarma uğraşısı içindedir. Bu, ağır bir anlamsızlaştırma ve nesneleştirme ameliyesidir. İnsan olmadığında bir şeyin olup-olmaması arasında fark olmaz. Kant: “İnsan olmadan tüm yaratılış boş ve anlamsızdır” der.

Modern-bilim, anlamı dışlayarak kendisini “tek”leştirmek yâni “mutlak doğru ve mutlak ilah” yapmak istiyor. İstiyor ki herkes dînleri ve inançları bıraksın da bilime inansın. Aslında bunu isteyen, ilk başta şeytan, sonra da küresel ve yerel tâğutlardır. Fakat anlamın olmadığı yerde hiç-bir şeyin doğruluğundan, hattâ varlığından bile bahsetmek abes olacaktır. Kapitâlizmle süper-uyum içinde olan anlamsız bilimin yapabileceği tek bir şey vardır; insanı anlamsızlaştırmak ve bu sûretle tüketmek. Bunun istisnâsı: “Îman eden ve sâlih amel işleyen mü’min insan”dır.

Materyâlist bilim, evreni ve insan hayâtını anlamsız gösterme telâşındadır. Bu yüzden evrene parçacı bir yaklaşımla yaklaşırlar. Çünkü tamamlanamamış parça hâldeki bir yapı eksik olduğundan dolayı aynı-zamanda anlamsızdır da. Oysa kâinâtta doğal hâlde eksik bir yapı yoktur ve hiç-bir zaman da olmamıştır. Bu varlığa (kâinâta) anlam verilmediği bir “an” olmamıştır. Kâinât hiç-bir zaman anlamsız olmamıştır.

Kâinât süper anlamlı bir yapıdır. Bu, onun kompleksliğinde açıkça görülür. “İndirgenemez komplekslik”te olmayan hiç-bir şey yoktur kâinâtta. Böyle bir âlemde her-şeyin en doğrusunu “sâdece Allah” bilir. Hiç-bir şey için belli bir sınırdan -ki bu atom sınırıdır- aşağısı için tahminlerin ötesinde konuşulamaz. Çünkü daha atomun temel parçacığı olan elektron bile “belirsizlik ilkesi” nedeniyle gözlemlenemez. Bu yüzden de gerçek ve mutlak-doğru bir tespit yapılamaz. “Mary’nin Odası” deneyinde olduğu gibi, gözlemlenemeyen tüm varlık için kesin-bilgiye ulaşılamaz. Bilim-teknoloji ne kadar gelişirse-gelişsin fark etmez. Zâten araştırma derinleştikçe araştırılan şey anlamsızlaşır. Aşırı incelemede, incelediğiniz şey “o” olmaktan çıkar. Artık varsayımları inceliyorsunuzdur ve bulduğunuz yada daha doğrusu “kabûl ettiğiniz” matematiksel sonuçlara “teori” diyorsunuzdur.

Modern-bilim ve astronomi açısından Güneş’in doğuşunda hiç-bir anlam yoktur. Anlamlı bir şey değildir o. Suların muhteşem ve âhenkli akışlarında, kuşların ötmesi ve uçmasında, dağların ihtişâmında, denizlerin uçsuz-bucaksızlığında, balta girmemiş ormanlarda, bir otun bile bitmediği çöllerde, karlı dağlarda, bulutlarla-sislerle kaplı dağlarda, gökteki yıldızlarda, Ay-ışığında beliren yakamozlarda, hayvanların davranışlarında, daha yeni doğmuş bir bebekte, bir annenin ve babanın ana-babasına ve çocuklarına bakışlarında, birbirini seven bir erkek ve kızın birbirlerine bakarken gözlerinde oluşan parlamada, oğlunu-kızını evlendiren annenin gözyaşlarında, babanın hüznünde, bir anne-babanın torununu gezdirişinde, onunla oynamasında, insanın anne-babasını yada sevdiklerini ölüm nedeniyle kaybetmesinde, bir şâirin duygulu bir şiir yazmasında ve söylemesinde, hârika bir resimde, melodide, müzikte, adâletsizliğe karşı bir ses, bir eleştiri, bir isyân yükseltmekte, bir açı doyurmada, bir susuzu suvarmada, bir çıplağı giydirmede, bir insanı cehâletten kurtarmada, îmâna ermede ve o îman ile coşku içinde yaşamada hiç-bir anlamın olmadığı söyler modern-bilim. Böylece anlamsızlığın girdabında battıkça batar.

Modern-bilim anlamsızlık ile kuşatılmış olduğundan dolayı, Dünyâ’da ölümsüzlüğü arar ve bunun için çalışılmasını, tüm insanların buna kilitlenmesini ve bu minvâlde paylaşımlarda bulunmasını ister. Çünkü buna mecburdur. Zîrâ modern-bilime göre hiç-bir şeyin anlamı yoktur. Âhiret yoktur ve ölümle her-şey sona erer ve insan sonsuz karanlığa gömülür. O hâlde Dünyâ’da ölümsüzlüğü ve sonsuz hazzı yakalamak modern-bilim ve onun tâbileri için olmazsa-olmaz bir hedeftir. Ölümü yenmenin ve sonsuz hazzın hedefindedirler. Oysa o kaçtıkları şey tüm her-şey için “kaçınılmaz son”dur:

“De ki: Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşâhede edilebileni de bilen (Allah)a döndürüleceksiniz; O da size yaptıklarınızı haber verecektir” (Cum’a 8).

“Her nerede olursanız (olun), ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile...” (Nîsâ 78).

“Her nefis ölümü tadıcıdır; sonra bize döndürüleceksiniz” (Ankebût 57).

Anlamlı yaşamak, sınırlı yaşamaktır. Sınırsız yaşam-biçimi, mutlakâ anlamsızlaşmayı da yanında getirir.

Dînin meşrûiyetini bilime bağlamak, “dîni, bilimin nesnesi kılmak”tır.

Bir şey bir şeye uyarsa, uyan şey uyulan şeyin nesnesi olur. Bu bağlamda din için, “akla ve bilime uygun” demek yanlıştır; “akılla anlaşılabilir” demek gerekir. Zîrâ din, aklın üstündedir. Dîni “çağa uygun olarak” yorumladığınızda, artık “çağ” özne, “din” ise nesne olur. Oysa din çağa değil; çağ dîne uymalıdır. Müslümanların görevi dîni çağa değil, çağı dîne uydurmak ve dîni çağa hâkim kılmaktır.

Mevcut Dünyâ modern-bilimin büyük katkısıyla “anlamsız” bir Dünyâ hâline gelmiştir. Mü’min kişi, modernite ve modern-bilim tarafından nesneleştirilmeyi kabûl etmez. Mü’minin bu anlamsız Dünyâ’ya anlam katma zorunluluğu vardır. Gerekirse bunu, “Dünyâ’nın altını üstüne getirerek” yapar.

Allah anlamsız bir şey yapmaz. Bu nedenle de anlamsız bir şey emretmez. O hâlde insanların anlamsızlıklardan uzak durması gerekir. Zîrâ insan, varlığı anlamlandırmak için vardır ve bir “nesneleştirme ve anlamsızlaştırma çağı” olan modern zamanlarda bunu yapmakla mükellef olanlar ilk başta “sâlih ameli şiâr edinmiş” mü’minlerdir. 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ocak 2019

Devamını Oku »

5 Temmuz 2019 Cuma

Üstünlük Üzerine


“Ey insanlar!, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve ‘birbirinizi tanımanız ve tanışmanız’ için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucûrat 13).

 

Üstünlük, insanın değerlendirmesine göre belirlenebilecek bir şey değildir. Çünkü her insan farklı bir üstünlük değerlendirmesi yapabilir. Meselâ zorba, vicdansız, merhâmetsiz biri, vicdan ve merhâmet sâhibi birinden üstün görülebilir. Kötü bir düşünce, iyi bir düşünceden üstün görülebilir. Modern insan bu bağlamda en iyi örnektir. Zîrâ modern insan “şirâzesi kaymış” olan insandır ve bu yüzden de ölçüyü şaşırmıştır. Öyle ki, üstünlük ölçüsünü şaşırmış olduğundan ve dolayısı ile nefsine-çıkarına körü-körüne bağlandığından, Firavun’u aratmayan kişileri “tertemiz insan”lardan, şeytâni ideolojileri de Allah’ın dîninden üstün görmektedir. Kendisini zaafa uğratmış, fakirleştirmiş, tutsak etmiş ve kuşatarak hapsetmiş kişileri üstün görmekte ve onları körü-körüne izlemektedir. Bu kişilerden ve ideolojilerden (yâni dinlerden) biri gündemden düştüğünde, bu sefer de yenisini ve benzerini üstün görerek izlemeye başlar. Bunlar; parti lîderleri, cemaat hocaları-şeyhleri, popüler kültürün (spor, müzik vs.) önde gelen kişileri gibi, sıradan insanlardır. Üstünlük ölçüsünü şaşırmış olanlar, bu kişileri sanki “ulaşılmaz üstünlükte kişiler” olarak görmekte ve olmadık özellikler vererek onları insan-üstüleştirmekte, böylece şirk koşmaktadırlar.

 

İnsanlar, kendisini sömürenleri üstün kişiler, kendilerini sömüren sistem ve devletleri de üstün sistemler ve devletler olarak görüyor. Çünkü sömürü uzayınca, sömürülen sömüreni “üstün” görmeye başlar. İşte üstün olanı “En Üstün Olan” belirlemediğinde, insan böyle sapıtır ve şeytanın yaptığı hatâya düşer. Zîrâ şeytan, hiç-bir delil yokken, ateşi topraktan üstün görmüştü:

 

“Andolsun, biz sizi yarattık, sonra size sûret (biçim-şekil) verdik, sonra meleklere: Âdem’e secde edin dedik. Onlar da İblis’in dışında secde ettiler; o, secde edenlerden olmadı. (Allah) dedi: Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan neydi?. (İblis) dedi ki: “Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın”. (Allah:) Öyleyse oradan in, orada büyüklenmen senin (hakkın) olmaz. Hemen çık. Gerçekten sen, küçük düşenlerdensin” (A’raf 11-13).

 

Âyette gördüğümüz gibi, şeytan diyor ki: “Ben ondan üstünüm. Çünkü beni ateşten, onu topraktan yarattın”. Demek istiyor ki, ateş topraktan üstündür. İyi de neye göre?. Ateşin topraktan üstün olduğunu gösteren sâik (sebep) nedir?. Ateş topraktan neden üstün olsun ki?. Ateşin üstüne toprağı attın mı ateş-mateş kalmaz, söner gider. Yada ateş toprağı yakarak yok edebilir belki. İşte şeytan böyle bir üstünlük telâkkisiyle Allah’ın “secde et” emrine karşı çıkmıştı. Böylece “küçük düşenler”den oldu. Âdem ise, şeytandan “secde etmekle” üstün oldu. O hâlde bu, “secde edenler, secde etmeyenlerden üstündür” anlamına gelir.

 

Aynı şekilde; “insan şeytanları” da: “Ben diğer ırklardan üstünüm, çünkü ben mâvi gözlüğüm, sarı saçlıyım, uzun boyluyum; yada: Kara-kaşlı, kara-gözlüyüm, kaslı bir yapım var, hızlı koşabiliyorum, iyi yüzebiliyorum vs. vs. diyerek beş para etmez laflar ediyorlar. Sarı-saçın siyah-saçtan üstün olduğunun delîli nedir ki?. 0 grubu kanın AB grubu kandan üstün olduğunun delîli nedir?. Kafa-yapılarındanbrakisefal kafa-yapısı”nın, “dolikosefal kafa-yapısı”ndan üstün olduğunun delîli nedir?. Elmacık kemikleri çıkık olsa ne olur çıkık olmasa ne olur?. Yada çene yapılarının farklı olması neden üstünlük yada düşmanlık nedeni olsun?. Bir milletin özelliklerinin bir diğer kavmin/ırkın özelliklerden daha üstün olduğunun delîli nedir ki?.

 

Sakınmayan ve sorumluluk bilincine sâhip olmayan (takvâ) kişiler için Kur’ân’ın emirleri-nehiyleri bir-şey ifâde etmez. Bu nedenle Allah, mü’minlerin çok fazla niteliksiz-takvâsız olanlarını değil, takvâlı olanlarını adam yerine koyar ve takvâlı olanların, kendilerinden kat-kat çok olan takvâsızlardan bile üstün olduğunu bildirir. Çünkü üstün olanlar takvâlı olanlardır. Savaşta bile takvâlı olduklarından yâni sorumluluk bilincine sâhip olduklarından dolayı takvâ onlarda bir direnç oluşturur ve sayıca üstün olanları, takvâca üstün olanların alt edebileceği söylenir:

 

“Ey Peygamber!, mü’minleri savaşa karşı hazırlayıp-teşvik et. Eğer içinizde sabreden yirmi (kişi) bulunursa, iki yüz (kişiyi) mağlûb edebilirler. Ve eğer içinizden yüz (sabırlı kişi) bulunursa, kâfirlerden binini yener. Çünkü onlar (gerçeği) kavramayan bir topluluktur” (Enfâl 65).

 

Tüm zamanlardaki takvâsızlarda olduğu gibi, zamânımızdaki takvâsızlar da “güçlü olanın” peşine düşüyorlar. Takvâlı olan ise “zavallı” olarak görülüyor. Takvâlı olup sakınan insanlar değil de, her türlü şerefsizliği yapanlar ve bir-şekilde gücü ellerine geçirenler üstün tutuluyor ve üstün kabûl ediliyor. Hâlbuki âyette de söylendiği gibi, üstün olanlar “takvâlı olanlar”dır. Bu nedenle Allah takvâlı olandan yanadır.

 

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” denir. O hâlde bilenler bilmeyenlerden üstündür. Bahsedilen “bilenler” ise “vahiy-merkezli bilenler”dir. Kendini bilenler câhillerden yâni “kendini bilmezler”den üstündür. Allah’tan başka ilah tanımayan, Allah’ın hükümlerinden başka hükümlere boyun eğmeyenler; birilerinde -hâşâ- Allah gibi güç vehmedenler ve onların çıkardıkları kânunlara göre yaşayanlardan üstündürler. Allah’ın yanında olanlar ve Allah kimin yanındaysa onlar üstündürler. Allah ise elbette mü’minlerden yanadır.

 

Modern Dünyâ’da tüketimi en üst seviyede gerçekleştiren kişiler, “en üstün kişiler” olarak kabûl ediliyor. Batı için en üstün değer “birey”dir. Batı’ya göre insan-birey demek “uygarlık” demektir. Bu nedenle batı, insana yapılan saldırıyı, uygarlığına yapılmış bir saldırı gibi görmektedir. Hâlbuki batı, tüm değerlere saldırarak medeniyeti parçalayıp yıkmaya çalışır.

 

Modernizm, ticâretin tarıma olan üstünlüğüdür. Modernizm, “yeni olan”ı “eski olan”a ne olursa-olsun üstün tutar. Hâlbuki nice şâheser yapılar vardır ki modern mîmâri bu tarz yapılar yapabilmekten çok uzaktır. Modernizm “eski olan”dan, doğal-normâl-fıtrî olandan nefret eder ve mekanik olanı üstün tutar.

 

Teslimiyetten (îman) doğan basit araçlar, teknolojinin üstün(!) araçlarını alt edebilir. Bunun en iyi örneği, Firavun’un sihirbazlarının üstün teknolojik araçlarının, Hz. Mûsâ’nın “âsâ”sı tarafından yok edilmesidir. O hâlde yed-i beyzâsı olan âsâ sâhibi biri, nice sahte güçleri yenebilir.  

   

Erkek kadından bir derece üstündür: “Erkekler, kadınlardan bir derece daha üstündürler (azîzun) (Bakara 228). Bu sebeple erkekler kadınlar üzerinde yöneticidirler:

 

“Allah’ın, bâzısını bâzısına üstün kılması ve onların kendi mallarından harcaması nedeniyle erkekler, kadınlar üzerinde sorumlu yöneticidir..” (Nîsâ 34).

 

Erkeğin kadına, kadının da erkeğe olan üstünlükleri vardır. O yüzden:

 

“Allah’ın kendisiyle kiminizi kiminize göre üstün kıldığı şeyi temenni etmeyin. Erkeklere kazandıklarından pay (olduğu gibi), kadınlara da kazandıklarından pay vardır. Allah’tan onun fazlını (ihsânını) isteyin. Gerçekten, Allah her-şeyi bilendir” (Nîsâ 32).

 

Hiç-bir soy diğerinden üstün değildir. Zâten soy diye bir şey yoktur. Tüm insanların soyları aynı kişiye, Hz. Âdem’e çıkar. Soy yoktur fakat kavimler vardır ve hangi kavim takvâlı olur da Allah’ın emrine göre amel-eylemde bulunursa o toplum diğer toplumlara üstün olur (Bakara 122).

 

Peygamberimiz, üstünlük hakkında takvâyı öne çıkarır ve şöyle der:

 

“Allah indinde en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır. Arabın Arap olmayan (acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur.                         Siyah derili olanın beyaz derili üzerine bir üstünlüğü yoktur, beyazın da siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sâdece takvâ iledir” (Cem’u’l-Fevâid, 1/510, hadis                                       no: 3632).

 

“Bir kimseyi ameli geri bırakmışsa, nesebi, soyu onu kurtaramaz, yükseltemez, ilerletemez” (İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 225).

 

“Aziz ve Celil olan Allah sizden câhiliyye devrinin kabalığını ve babalarla (atalarla) övünmeyi gidermiştir. Mü’min olan, takvâ sâhibidir. Kâfir olan ise şakîdir. Siz, Âdem'in                      çocuklarısınız. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Bâzı adamlar, (kâfir olarak ölen) kavimleriyle övünmeyi terk-etsinler. Çünkü onlar cehennemin kömüründen bir kömürdürler,                   yahut onlar, Allah indinde burnu ile pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha aşağıdırlar” (Ebû Dâvud, Edeb 120, hadis no: 5116).

 

“Bilmişlik”, “yaşanmışlık”tan üstün değildir. “Yapanlar”, “bilenler”den üstündür. “Bilerek yapanlar” ise en üstünüdür. En zayıf amel-eylem, en üstün sözden üstündür.

 

Vahiy akıldan üstündür, çünkü vahiy “akıl-üstü”dür. Aksi-hâlde akıl, “vahiyden üstün” yada “vahiy ile aynı üstünlükte” olsaydı, akıl bir vahiy meydana getirebilirdi. Yâni insanlar, akıllarını kullanarak gerçek bir peygamber olabilirdi ve hak bir din kurabilir ve vahiy-merkezli bir kitaba sâhip olabilirdi. Allah katında üstün olanlar “takvâca üstün olanlar”dır, “akılca üstün olanlar” değil.

 

Gerekli yere bir çivi çakmak, bir milyon kitabın bilgisine sâhip olmaktan üstündür. Hedef, anlamak değil, yapmaktır. Derinlemesine anlamadan “yapmak”, derin bir şekilde anlayarak “yapmamak”tan kat-kat üstündür.

 

Her bilenin üstünde bir bilen vardır. Bilmenin kendisi bir üstünlük olduğundan, bilenler arasında olacak olan bir üstünlük yarışı üstün bir davranış olmaz.

 

Allah için verilen söz, kredi kartından üstündür. Modern dünyâda, imzâlanan senet, yada “kart geçmek”, verilen söz Allah adına olsa da, Allah’ı şâhit tutarak söz vermekten daha üstün duruma gelmiştir. Hâlbuki verilen söz “îman” içeren bir söz ise, bu, kredi-kartından, çekten, senetten çok daha sağlamdır. Modern zamanlarda “üstün” kabûl edilen insan, “sözüne sâdık olan” değil, “kredi-kartı limiti yüksek olan insan”dır. Eğer kredi-kartı limitiniz yeterliyse yada sınırsızsa “üstün insan” oluyorsunuz. Hâlbuki üstünlük sâdece takvâdadır. Takvâlı olmak ise, kredi-kartı limitinin yüksek olması ile değil, sadâkat ile kazanılır. Sadâkatin ilk göstergesi de “doğru sözlü olmak” ve “sözünü tutmak”tır. Zîrâ verilen söz “Allah adına” verilmiş olduğundan, îmânın verdiği söz çok sağlam olur ve bu sözden hiç kimse dönemez. Kredi-kartı, çek ve senetlere bir-sürü hîle karıştırılır ama bir mü’minin Allah adına verdiği söze hiç-bir zaman hîle karıştırılamaz. Peygamberler sözü tutmada örnek şahsiyetlerdir. Onlar söze sadık kalmada zirve şahsiyetlerdir. Sözünü tutanlar, tutmayanlardan üstündür. O hâlde söz, kredi kartından üstündür.

 

“Kitap yüklenmiş eşekler” mi üstündür; “Kitab’ı yüklenmemiş eşekler” mi?. Kitabı yüklenmek yâni Kitab’ı hayâta hâkim kılmaya çalışmak en üstünüdür.

 

Ey müslümanlar!, samîmice cevap verin; Devletlerin yasaları mı daha üstündür; yoksa Kur’ân’ın yâni Allah’ın yasaları mı?.

 

İnanılan her-şey “din”dir. İşte bu dinlerin en üstünü ve tek “hak” olanı, Allah’ın dîni olan İslâm’dır. Çünkü sâdece hak din olan İslâm, insanları hem Dünyâ’da hem de âhirette gerçek kurtuluşa götürebilir.

 

Modernlerin zannettiği gibi....

 

Özel hastânelerde doğanlar, devlet hastânelerinde doğanlardan, hastânede doğanlar ise evde doğanlardan üstün değildir.

 

Zengin olanlar, fakir olanlardan -eğer takvâca bir üstünlük söz-konusu değilse- üstün değildirler.

 

Kreşe ve ana-okuluna  giden çocuklar gitmeyenlerden üstün değildirler. Belki de gitmeyenler daha üstündür.

 

Özel okulda okuyanlar, devlet okulunda okuyanlara göre üstün değildirler. Yurt dışında okuyanlar da yurt içinde okuyanlardan üstün değildirler. Üstünlük samîmiyette, ciddiyette ve gayrettedir.

 

İmkânı olanlar, imkânı yetersiz olanlardan üstün değildirler.

 

Zengin bir âilede doğanlar, fakir âilede doğanlardan ille de üstün değildir.

 

Güzel-yakışıklı bir eş ile evlenenler, çirkin (yada güzel olmayan) olanlarla evlenenlerden üstün değildirler. Yakışıklı ve güzel olanlar çirkin olanlardan üstün değildirler.

 

Evi olanlar olmayanlardan, arabası olanlar olmayanlardan, çok iyi bir işi olanlar olmayanlardan üstün değildirler.

 

Çok çocuğu olanlar, olmayanlardan; kalabalık âilesi olanlar, çekirdek âileden, malı-mülkü çok olanlar, olmayanlardan üstün değildirler.

 

Uzun boylu olanlar, olmayanlardan; fizîken güçlü olanlar, olmayanlardan; destekçisi olanlar, olmayanlardan; parası olanlar, olmayanlardan; makâmı-titri olanlar, olmayanlardan ve cumhurbaşkanı, çobanlardan üstün değildir.

 

Uzun yaşayanlar, kısa ömürlülerden; cenâzesinde bulunanların sayısı çok olanlar, az olanlardan; mezarları gösterişli olanlar, olmayanlardan üstün değildir.

 

İmaj, îmandan üstün değildir.

 

Gerçek üstünlük ve kimin kimden daha üstün olduğu gerçek anlamda ancak âhirette belli olacaktır. Bu bağlamda....

 

“Üstte” olmak, “üstün olmak” anlamına gelmez.

 

Cennetlikler cehennemliklerden üstündürler.

 

Doğala-normâle-fıtrata uygun davranış gösterenler, aksi davranış gösterenlerden üstündür.

 

Birlik olanlar, olmayanlardan üstündür.

 

Îman edenler, îman etmeyenlerden üstündür: “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) îman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz” (Âl-i İmran 139).

 

Allah için mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler, etmeyenlerden üstündür. Allah yolunda cihad edenler, oturanlardan üstündür:

 

“Mü’minlerden, özür olmaksızın oturanlar ile, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) vaâdetmiştir; ancak Allah, cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır” (Nîsâ 95).

 

Allah, âhiret, Kitap ve Peygamber merkezli olanlar; lâik-seküler-demokrat-kapitâlist-liberâl-emperyâl-konformist-modernist merkezli olanlardan üstündür.

 

Süper îman, “süper-men”den üstündür.

 

Modern zamanlarda “sözün gücü”nün üstünlüğü kaybolmaya yüz tutmuş ve “gücün sözü” ise üstün tutularak aşırı değer kazanmıştır. Mü’minlerin görevi bunu tersine çevirerek “sözün gücü”nü “gücün sözü”nün üstüne çıkartmaktır. Yada şöyle de diyebiliriz: “Sahte güç” sâhibi olanların sözünü değil, Gerçek Güç Sâhibi Olan’ın sözünü üstün tutup Dünyâ’ya hâkim kılmak için çabalamalıyız.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2018

 

 

 

Devamını Oku »

3 Temmuz 2019 Çarşamba

Zaman ve Mekân


“O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahmân (olan Allah)ın yaratmasında hiç-bir ‘çelişki ve uygunsuzluk’ (tefâvüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?” (Mülk 3).

 

Kâinât, âyetin de dediği gibi “muhteşem düzenlilikte ve güzellikte olan bir mekân”dır. Bu kâinât mekânı nereden geldi, nasıl ortaya çıktı, niçin çıktı, neyin üzerinde duruyor, ne zamana kadar duracak vs. gibi sorular, “insanı tatmin edecek cevapların bulunamayacağı” sorulardır. Zîrâ insanın bir şeyi idrâk edebilmesi için onu kuşatabilmesi yâni sınırlarını görebilmesi gerekir. Oysa kâinâtın sınırını göremiyoruz. Tabi, sınırsız olan tek varlık Allah olduğundan dolayı, her-şeyin bir sınırı olmak zorundadır. Zâten ancak fâni olanın sınırı olur ki fâni olan “sınırı olan” demektir. O hâlde kâinât mekânı da sınırı olan bir yerdir. Tabi her sınırı olanın mâhiyetini de tam olarak bileceğiz gibi bir durum da yoktur. Aslında insan, hiç-bir şeyi mutlak anlamda idrâk edemez, çünkü onu mutlak anlamda kuşatamaz. Meselâ basit bir nesneyi bile tüm boyutlarıyla yâni üç boyutlu olarak tek bakışta göremeyiz. Bir nesneye baktığımızda o nesnesinin arka yada yan yüzlerini tek bakışta aynı-anda göremeyiz. Küçük bir nesne için bile böyleyse, çok büyük olduğu apaçık belli olan kâinât mekânı için söylenecek şeyler tahminden öteye gitmeyecektir. Biz onun hakkında ancak görüp hissettiğimiz ve Allah’ın bildirdiği kadarını bilebiliriz.

 

Mekân, aslında “maddenin bulunduğu yer”dir. Madde olmasa belki mekân da olmayacak yada kalmayacaktır. Kâinattaki tüm maddeyi kozmik bir süpürgeyle süpürsek, belki de ortada mekân diye bir şey de kalmayacaktır. Aristoteles, “hiç-bir cismin bulunmadığı yerde zaman ve uzay da bulunmaz” der. Biz, maddenin bulunduğu yere ve ortama “mekân” diyoruz. Tabi kâinâta dışarıdan bakamadığımız için maddenin nerede bulunduğunu anlayamıyoruz ve bilemiyoruz. Bu nedenle de mekânı madde bağlamında anlamlandırıyoruz. Zâten zaman da öyledir. Mekânın orijinâl bir varlığı yoktur, maddeye ve maddenin hareketine bağlı olarak -görece- ve yanılsama olarak bir mekân vardır. Kâinâtı kozmik bir süpürgeyle süpürdüğünüzde geriye maddesizlik anlamında “yokluk” kalır. Geriye “mekân” zannettiğimiz ve aslında bir şey olmayan şey kalır. O şey aslında hiç-bir şey değildir. Tabi bu durumda zamânın da mutlak bir varlığı olmadığı ortaya çıkar.

 

Zamânın da aslî bir varlığı yoktur. Zaman, maddenin hareketinin bir sonucudur. Bir maddeyi bir yerden alıp başka bir yere koyduğunuzda yâni hareket ettirdiğinizde zaman başlar ve sürer gider. Zamânın izâfi olması, daha doğrusu izâfi sanılmasının nedeni budur. Maddenin çeşitli hareketleri zamânı da algılayış olarak farklı kılar. Tabi bu bir yanılsamadır. Yâni bir kişiye belli bir zaman süreci çok kısa yada uzun gelmiş olabilir ama saat bildiğimiz saattir. Yâni gerçek anlamda kişiye göre değişmez, izâfi değildir. Değişen şey kişinin algısıdır. Kişinin o günkü yada o anki algısına göre zaman yavaş yada hızlı gibi akar gibi olur.

 

Zamânın mutlak ve bağımsız bir varlığı yoktur. Çünkü “hakîki” bir varlığı yoktur. Madde ile kâimdir zaman. Evrendeki maddeyi/hareketi bir-anda durdursak, yada maddeyi kozmik bir süpürgeyle süpürsek ve ortada hareket yada madde kalmasa zaman da kalmaz/olmaz. Süpürülme işleminden sonra görülen/kalan şeyin (mekân) ne olduğunu her-hâlde Allah’tan başka kimse bilemez. Mekâna (hâşâ, “post vahdet-i vücûd”çuluk yapıp) “Allah” demeyeceksek, mekân da yok olucudur. Belki de bu yok-oluş süpürülmeyle birlikte gerçekleşir. Geriye ne kalacağını ancak O bilir. Bir de “saf-zaman” denen bir zaman da var mıdır?.. o da ayrı bir düşüncenin konusudur. Gerçi bu saf-zaman ben vâr-olduğum müddetçe; hareket vâr-olduğu müddetçe görülemeyecek/bilinemeyecek/idrâk edilemeyecektir. Bu yüzden bizi çok da ilgilendirmiyor. İdrâk edemeyiz çünkü.

 

Zaman, maddenin hareketine göre anlamlandırılır. Çok yoğun bir gün geçirdiğimizde o günün çabuk geçtiğini zannederiz. Sevinçle geçen zaman çabuk, acıyla geçen zaman yavaş geçmiş gibi olur.

 

Zamânı hızlandıran şey sıcaklıktır. Sıcaklığı arttıran şey ise harekettir. Hareket hızlandıkça sıcaklık artar. Bir şey ne kadar hareketli olursa sıcaklık da oranda artar. Sıcaklık artınca da o şeyin zamânı hızlanmış, ömrü ise kısalmış olur. Eşyânın ömrünü kısaltan şey sıcaklıktır, ısıdır. Elektrikli ev âletlerini bozan şey ısıdır. Isına-ısına bozulur. Yoksa hiç çalışmasa, hiç ısınmayacağı için bozulmazdı. Elektrik ile verilen güç bir hareket ve dolayısı ile ısı açığa çıkartır. Eşyâ, ısıya çok uzun süre direnç gösteremez ve atomik yapısı bozulur. Atomik yapısı bozulunca fizîki yapısı da bozulmaya başlar. Allah’ın sünnetullah denen tabiat kânunlarından, gözlemlenebilen ve doğruluğu en kesin olan, Termodinamiğin İkinci Yasası olan Entropi Kânunu, bir şeyin ısınması, o şeyin zamanla bozulup kullanışsız hâle geleceğini söyler. Isı, eşyânın zamanla kullanışsız hâle gelmesine neden olur. Varlığın hayâtiyetini sürdüren ısı, aynı-zamanda onun ölümüne de neden olan şeydir.

 

Kışın bir mekânın ısınması, bir enerjiyle o mekândaki atomların hareketlerinin hızlanmasıyla olur. Bir enerji kaynağı ile güç verildiğinde o mekândaki atomların titreşimleri arttırılmış olacak ve atomların hareketi fazlalaşacaktır. Fazlalaşan hareket bir ısı oluşturacak ve mekân ısınacaktır.

 

Hızlı yaşamak “sıcak yaşamak” demektir. Hızlı ve sıcak olan şeyin hareketi fazla olduğundan dolayı ömrü de kısa olur. “Hızlı yaşa genç öl” sözü buradan gelir. Zâten bir şeyin zamânını yavaşlattığınızda o şeyin hareketi ve ısısı azalacağından dolayı ömrü uzar. Mesela bir yiyecek, buzdolabına yada derin dondurucuya konduğunda, soğuk ortamda kaldığından dolayı o şeyin atomlarının titreşimleri azalacak ve dolayısı ile hareketi azalacaktır. Hareketi azalınca da zamânı yavaşlayacak ve ömrü uzayacaktır. Yiyeceklerin dolapta uzun süre kalabilmesinin nedeni budur. Biz onları dolaba koymakla sıcaktan yâni aşırı hızdan ve ısıdan korumuş oluruz. Hızlarını, ısılarını ve dolayısı ile zamanlarını yavaşlatmış olduğumuz için hemen bozulmuyorlar.

 

Bir şeyin ısısı, hareketi ve zamânı ne kadar artarsa ömrü de o kadar kısalır, ne kadar yavaşlarsa ömrü de o kadar uzar. Yâni bir şeyin ömrünü belirleyen şey harekettir. Ölüm hâli ise mutlak bir hareketsizlik durumu olduğundan, artık mevtâ (ölü) için bir zamandan bahsedilemez. Kişinin “hareketi” bittiği için zamânı da bitmiştir. Zaman-dışı olmuştur o kişi artık. Zâten diğer âleme de “bu zamandan” çıkabildiği için gitmiştir. Diğer âleme gidebilmenin yolu bu âlemdeki zamandan (ve mekândan) sıyrılmakla mümkündür. Ölen kişi artık bilinen zamanla kayıtlı değildir çünkü.

 

Her-şey anlamını “hareket” ile bulur. Meselâ târih, insanın/toplumun hareket etmesinin bir sonucudur. Zaman ve mekân da maddenin hareket etmesinin bir sonucudur.

 

Ali Şeriati: “Zaman, mekândan îbârettir” der. Augustinus: “Zaman, pek bir boyutu olmayan “şimdi” ile, artık vârolmayan “geçmiş” ve daha vârolmamış olan “gelecek” arasında bulunan, dolayısıyla da ancak hatırlama (geçmiş) ve bekleme (geleceği) biçiminde vârolabilen bir şeydir” der. Kindi; mekân ve hareketin izâfi olduğunu, zamânın cisim ve hareketten ayrı düşünülemeyeceğini söylemiştir.

 

Yaratıldığı ilk andan bêri kâinât normâl-doğal akışına ve deverânına devâm eder. Onun döngüsünde ve düzeninde bir değişiklik olmaz. Çünkü o tam da Allah’ın emrettiği, hükmettiği ve düzenlediği gibi hareket eder. Sünnetullaha uyar. Tabi kâinât materyâli bunu bilinçsiz-şuursuz bir şekilde yapar. Dünyâ’nın iklimi, bitki örtüsü de yine aynıdır.

 

Aslında modern zamanlara kadar yada moderniteyi başlatan ve sürdüren üç ana etken olan barut, elektrik ve motorun ortaya çıkışına kadar Dünyâ’da tüm bitki örtüsü, hayvanlar ve insanın bizzat maddî ve rûhî varlığı da doğal, normâl ve fıtrata uygun olarak hareketini devâm ettiriyordu. Nefisler yine devredeydi ama onun bile azgınlıkta genelde bir sınırı vardı. Zîrâ doğal bir döngüden, işleyişten, ilerlemeden, üretimden, ilişkilerden vs. kopulmuyordu. Dünyâ’nın her yerinde genelde böyleydi. Fakat ne zaman ki hayat-şekli moderniteyle birlikte değişmeye başladı, işte o zaman insan da değişmeye başladı. Çünkü mekân değişmeye başladı. Bu değişme doğal, normâl ve fıtrî olmayan bir değişmeydi. Mekân değiştiği için zaman değişmeye başladı. Yoksa zamânın değişecek bir durumu yoktur. O hâlde değişen şey, maddenin a-normâl değişimi sonucunda mekânın değişmesidir. Demek ki mekân değişince bir “değişim” oluyor ve hattâ değişimler mekânın değişimiyle başlıyor. Mekân doğal, normâl ve fıtrata uygun olarak değişince bu değişim, insanı olumsuz etkilemiyor ve zâten insanlar ve de hayvanlar bu değişimin çok da farkında olmuyorlar. Mekânın doğal değişiminden dolayı insanın (ve diğer canlıların) yaşam-şeklinde bir değişiklik olmuyor. Doğala, normâle ve fıtrata aykırı olmayınca harekette ve hızda a-normâl bir değişiklik olmuyor. Mekân yavaş değiştiği için insanlar bu değişimden olumsuz etkilenmiyor ve değişen mekân onları sarsmıyor, yoldan çıkarmıyor.

 

Moderniteyle birlikte ise, madde çok hızlı bir şekilde değişmeye başladı. Öyle ki artık bu hızlı değişimin tâkibi bile yapılamıyor. Maddenin değişimi “mekânın değişimi” olduğu için, mekân çok çabuk değişmiş oluyor. “Dünyâ çok değişti” denilen şey aslında mekânın çok farklılaşmasıdır. Mekânın farklılaşması hareketlerin ve davranışların da değişmesine sebep oluyor. Hareketler mekâna göre değişiyor. İnsanlar yeni hareketler ve davranışlar kazanıyor yeni mekânlarda. Mekân insanların davranışlarını şekillendiriyor.

 

Hani sık-sık, “bu zamanda olacak şey değil” diye söylenen söz var ya, aslında o sözle, “bu mekânda olacak şey değil” denmek isteniyor. Yoksa zamanda bir değişme yoktur. O sâdece, bir yanılsama olarak insana daha farklı akıyor gibi geliyor. “Bu zamanda olmaz” dediğinizde, “bu mekânda yapılamaz” demiş olursunuz. Çünkü bir şeyin yapılabilmesi için mekânın uygun olması gerekir. Meselâ “kaymak gibi” asfalt bir yolda at ile yolculuk yapmak çok da olacak şey değildir. “Bu zamanda at ile yolculuk mu yapılır” sözü, “bu mekânda (yolda) at ile yolculuk yapılmaz” anlamındadır.

 

Mekânın doğal, normâl ve fıtrî olana göre çok aşırı ve hızlı değişmesi, modernitenin bir projesidir ki bu, küresel tâğutlara Şeytan’ın yaptığı telkinin bir sonucudur. Moderniteyi ve modern-beşerî sistemleri ayakta tutan şey, mekânın bu çok farklı ve hızlı değişimidir. Modernite mekânı hızla değiştirdiği için, insan da hızla mekâna uymaya başlıyor, mekâna göre konumlanıyor ve hattâ tasavvuru, düşüncesi, söylemi ve amel-eylemi mekâna göre belirleniyor. Böylece artık yaratılışına uygun davranış gösteremiyor. Zîrâ o davranışı sergileyebilecek bir ortamı-mekânı kalmamıştır. Yaratıcının emrettiğini yapacak, Kur’ân’a ve Sünnet’e uyacak bir alanı-mekânı kalmamıştır modern insanın ve müslümanın. Zîrâ modernite, mekânı hızla değiştirip dönüştürmekle şeytânî düzen ve günah işleme dışında insana başka bir hareket alanı bırakmıyor.

 

Modern dünyâda, aynen göklerde olduğu gibi sünnetullaha, vahye ve Peygamber’e uyacak bir yaşam-şekli belirlenemiyor. Zîrâ ortam müsâit değil, mekân müsâit değil. Mekân tam da Şeytan’ın isteğine göre düzenlenmiş durumdadır. Böyle olunca da Şeytan’ın her emri dinleniyor ve Şeytan’a göre hareket ediliyor. Şeytan târihte hiç olmadığı kadar güçlü bir iktidârı moderniteyle ve modern mekân ile birlikte kurmuştur.

 

Yüksek bir tepeye çıkıp şöyle kenti (şehri değil) seyrettiğinizde ne görüyorsunuz?. Nasıl bir manzara var?. İç-açıcı bir manzara görebiliyor musunuz?. Seküler-modern-konformist-kapitâlist-liberâl ideolojileri kana-kana içmiş birisi için belki de olağan-üstü bir manzaradır görülen şey. Peki müslümanlar yada İslâm için de öyle midir?. Yâni doğala, normâle ve fıtrata uygun mudur görülen resim?.

 

Görülen manzara aşağı-yukarı şu şekildedir: Çeşitli yükseklikteki, bir katında 2,3,4,5,6, dâire olan, 4-5-6-7-8-10-15-20-30-40..katlı binâlar ve 50 ile 200 metre-kare büyüklüğündeki dâirlerden (ev değil, dâire) meydana gelmiş, apartman aralarında, asfalt yollar ve küçük çapta parklar olan, aşırı gürültülü, kalabalık, puslu, soğuk ama ışıltılı, modernizme alıştırılmış kişiler tarafından orada yaşamanın bir ayrıcalık olduğu zannedilen bir mekân. Uzaktan bakınca pek belli olmayan; huzursuzluklar, asık suratlar, bozuk psikolojiler, bunalımlar, hastalıklar, harcanan hayatlar, açlık, sefâlet, suç, ayıp, günah ve türlü çirkeflikler, o mekâna daha yakından bakınca ve içine girince çok net bir şekilde görülebiliyor.

 

Bu kentler kimin için iyidir?. Bence can-alıcı soru budur. Çok az olumlu yanları olmasına karşın bir-çok olumsuz durumları olan bu kentlerden memnun olanların çok büyük çoğunluğu, İslâm/fıtrat-merkezli yaşamayan ve bu düşünce içinde olmayan veyâ bu konuda bilgisi olmadığından dolayı, ama kentin o bir-kaç özelliğinden dolayı orada bulunmak zorunda kalan insanlardır. Allah insanlardan yeryüzünü “îmar” etmelerini ister fakat istenen bu îmar-şekli, mevcut modern mîmârinin yaptığı şekilde değildir. Kemal Sayar bu konuda şunları söyler:

 

“Çağdaş insan, tabiatı, kendisinden yararlandığı ama kendisine karşı ayrıca sorumlu da olduğu bir eş gibi değil, bir fâhişe gibi görmektedir: Kendisine karşı hiç-bir yükümlülük ve sorumluluk duygusu beslenmeyen bir fâhişe. İnsan ve tabiat arasında bozulan denge aslında insanla Tanrı arasında bozulan âhengin bir yansımasıdır”.

 

“O, iş-başına geçti mi (yada sırtını çevirip gitti mi) yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).

 

Mekânın değişmesi, insanın değişmesidir. Zaman ve mekân, kendi mantık türünü de üretir. Ne kadar çok insan varsa o insanların bulunduğu mekân da o kadar çok ve hızlı bir şekilde değişir. Çok farklı ve birbirine aykırı düşünceler ve amel-eylemler ortaya çıkar. Bunun farkında olan modernler, çeşitli şeytânî projelerle köyden kente göçü başlatmışlar ve insanları kente yığmışlardır. Bu, modern üretimin çoğalmasını ve değişmesini de yanında getirmiştir. Sonuçta mekân değişmiştir. Mekân değişince düşünce ve amel-eylem şekli de değişmiştir ama bu değişim Yaratıcı’nın belirlediği ve emrettiği istikâmette değil, Şeytan’ı râzı edecek istikâmette olan bir değişim olmuştur. Çünkü değişen mekânda Allah’ın istediği ve emrettiği şekilde yaşayacak bir alan yoktur. Mevcut mekân ona müsâit değildir. Zîrâ İslâm’ı “hakkıyla yaşayacak” bir alan kalmamıştır. Oysa mekânın daha yavaş ve az değiştiği köyler yada kırsal alanlar İslâm’ı hakkıyla yaşamak için daha müsâittir ve bu türlü bir yaşam böyle yerlerde daha mümkündür. “Bu zamanda namaz, oruç, infâk, muhabbet, sohbet, dostluk, yardımlaşma, vs. olmaz” demek, “hızla değişmiş olan modern kent mekânında bu şeyleri yapacak bir alanın yâni mekânın olmadığını söylemek” demektir. Oysa daha az ve yavaş değişen kırsal kesimde bunlar daha kolay yapılabiliyor. Aynı çağda yaşanılmasına rağmen kent mekânında yapılamayan şeyler köy mekânında yapılabiliyor. Tabi artık köyler de modern anlamda değişmeye başladığı ve kapitâlist kuşatmaya alındığı için bunları köylerde de yapmak zorlaşmıştır.

 

Kentte müthiş bir kuşatılmışlık vardır. Lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik-emperyâl bir kuşatma. Bu kuşatma, kısmen yada kişisel çabaya göre büyük oranda “kentten köye geri dönüş” ile kaldırılabilir. Zîrâ liberâl-kapitâlist kuşatıcı sistemler, kent-merkezli sistemlerdir. Kentlere yığılan insanlar üzerinden işleyen bir sistemdir modernizm.

 

Mekânın değişmesiyle düşünceler, davranışlar da değişiyor. Zaman değişiyor. Zaman, mekâna göre belirleniyor. Yatma-kalkma, edip-eyleme zamanları mekâna göre şekilleniyor. Ama en üzücü olan da, müslümanların da vahiy ve sünnet yerine mekâna ve dolayısı ile de zamâna uyuyor olmasıdır. İslâm-merkezli bir hayat yaşamak “Şeytan’a göre” değişmiş olan kent mekânlarında pek mümkün olmuyor. Zâten hükümler de mekâna göre düzenleniyor. Çünkü yeni mekân yeni modern-beşerî yasalar istiyor. Bu yasalar tabî ki Allah’a göre değil, nefse ve aşırılığa göre düzenleniyor.

 

Modernite, Dünyâ’nın çok hızlı ve farklı bir şekilde değişmesidir. Mekânın değişmesi zamânın, düşüncenin, davranışların ve sonuçta da her-şeyin değişmesine neden oluyor. İnsanlar dinlerini bile mekâna göre yorumlayıp düzenliyorlar. Ruhlar mekâna göre değişiyor böylelikle. Fakat bu değişim doğal, normâl ve fıtrata uygun olan bir değişim değildir. Allah’ın istediği gibi bir değişim değildir. Böyle olunca da bu değişim insanlara ve diğer canlılar olan hayvan ve bitkilere de zarar veriyor. Mekânın modern değişimi hayvanlara ve bitkilere olması gereken alanı bırakmıyor. Zâten moderniteye uymayan yada uyamayan insanlara da alan bırakmıyor. Yaşlı insanların özellikle yaz günlerinde kentlerden köylere kaçmasının bir nedeni de budur. Yaşlı insanlar, çocukluklarındaki mekân ile modern mekânlar arasındaki aşırı ve hızlı değişimden memnun değiller ve rahatsızlar. Çünkü bu değişime ayak uyduramıyorlar yada ayak uydurmakta zorlanıyorlar. Zîrâ bu değişim doğal ve normâl bir değişim değildir.

 

Evet; “zaman değişti” demek “mekân değişti” demektir. “Bu zamanda olmaz” demek, “bu mekânda yapıl(a)maz” demektir. Mekânın değişimi başta insan olmak üzere canlı-cansız her-şeyin değişmesidir. Tasavvurların, düşüncelerin, davranışların, yaşamların, yiyecek, içecek, giyeceklerin, evlerin, yolların ve işlerin değişmesidir. Âilenin, çocuğun, ana-babanın, eşin-dostun değişmesidir. Mekânın değişimi, rûhun da etkilenmesi nedeniyle huzûrun kötü yönde değişmesi ve bozulması demektir.

 

Evi-mekânı dar olanın, gönlü de dar olur doğal olarak. Peygamber bu nedenle “evlerinizi geniş yapın” demiştir. Mekân imkândır. Mekânı olmayan fikirler buharlaşır ve yok olup giderler.

 

İslâm, mevcut zaman ve mekâna göre değerlendirmeye alınıyor. Bunun nedeni, gelinen zamânı ve ortaya çıkan mekânı “mutlak” kabûl etmekten kaynaklanıyor. Zaman ve mekân doğala, fıtrata ve normâle yâni İslâm’a uygun olarak değiştirilmesi gerekiyorsa değiştirilir. Modern zaman ve mekân değiştirilemez şeyler değildir. Modern zaman ve mekân, “mutlak”, en iyi”, “en ileri” ve “en üstün” olarak kabûl edildiği için, mevcut zamân, mekân ve buna bağlı olarak ortaya konan her-şey, eskinin iptal edilmesine ve görmezden gelinmesine neden oluyor. Zîrâ “ilerleme” miti bağlamında modern olan “ileri” olarak görülür ve kabûl edilirken, eski, “ilkel” olarak görülüp kabûl edilmiyor. Bu, dînin modern olana göre değerlendirilmesine neden oluyor.

 

Vahyin anlamı, zaman, mekân ve coğrafyaya göre değişmez, fakat zaman, mekân ve coğrafyaya göre insanların anlayışları ve amel-eylemleri değişir. İslâm dîni ve Kur’ân, klâsik veyâ modern, hiç-bir zamanda ve mekânda sınırlandırılamaz. İslâm’ın mesajı tüm zamanlar ve mekânlar için net ve kesindir. Fakat müslümanların çoğu bu mesajı, “zamânın, dolayısı ile mekânın telâkkisi”ne uyarlamaya çalışıyor. Çünkü bu daha kolay ve risksiz geliyor. Oysa İslâm’ın zıddı, tüm zamanlarda ve mekânlarda uygulanan beşerî sistemler ve yönetimlerdir.

 

Allah zamandan ve mekândan münezzehtir; fakat yasaları ve sanatı ile her yerde hazır ve nâzırdır. Göklerde olduğu gibi yeryüzünde de işte bu sanat ve yasalar hâkim olmalıdır. İslâmî olmayan bir ülkede-Dünyâ’da, insanlar her mekânda ve her alanda farklı rôllere bürünürler. Lâiklik budur. İslâm’da ise, insanlar nerede olursa-olsun, aynı ve benzer hâl ve tavırlarda olurlar.

 

Müslümanlar, Dünyâ’yı öz hâline çevirip kutsallığını açığa çıkarmakla mükelleftirler. Bu, hem insanın aslına uygun olarak değiştirilmesi, hem de mekânın İslâm’a uygun olarak inşâ edilmesiyle olabilir ancak. Bu, “mekânın doğal değişimi” olacaktır. Zîrâ Allah, özünde bu şekilde yaratmıştır insanı ve Dünyâ’yı.

 

Mevcut zaman ve mekân, “insan” ve “müslüman” olarak kalmanın neredeyse imkânsız olduğu bir zaman ve mekândır. Bu “seküler mekân” insanı aslâ tatmin etmez, etmiyor da. Zîrâ İslâm, kendisini hâkim kılacak bir mekân arar. İşte ancak o mekânda hayat doğru bir şekilde anlamlandırılabilir ve yaşanabilir.

 

Varlığı Allah ile anlamayı ve açıklamayı zûl görenlere, varlığı anlamlandırmak için ne “zaman” yeter ne de “mekân”. Bu nedenle de “milyarlarca yıl”dan ve “sonsuz evrenler”den bahsedip dururlar. Fakat bu da tatmin etmez. Çünkü, “kâlpler ancak Allah’ın zikri ile tatmin bulur” (Ra’d 28). Kâlpler ancak, Allah’ın hakkıyla zikredilebileceği mekânlarda huzûr bulur.

 

Mekke’de olmazdı. Zîrâ Mekke mekânı uygun değildi. Şirk ve küfür alabildiğine yaygındı. Her yer putlarla doluydu. Bu nedenle Medîne’ye hicret edildi. Orada mekân daha uygundu ve belli bir süre sonra İslâm’a tam uygun bir mekân hâline getirildi. İslâm orada hakkıyla yaşandı ve güçlendi. Müslümanlar belli bir güce ulaşıldığında tekrar Mekke’ye geldiler ve Meke’yi fethettiler. Fetih’ten sonra Mekke’de İslâm’a göre olmayan mekân değiştirildi ve İslâm’a uygun hâle getirildi. Meselâ içi putlarla dolu olan Kâbe putlardan temizlendi ve İslâm’a tam uygun bir mekân hâline geldi. Dünyâ’yı İslâm’a uygun bir mekân hâline getirmek, tüm zamanlardaki ve mekânlardaki müslümanların görevidir.

 

“Bu zamanda olmaz” derken söylenmek istenen zaman “modern zaman”dır yâni “modern mekân”dır. Peki “modern zamanda olmaz” demek “modern-öncesi zamanda olurdu” demek midir?. Modern-öncesi zamanda olursa o hâlde modern zamanda da olur. Mesele, modern zamanda yâni modern mekânda daha zor olacak olmasıdır. Fakat bu “aslâ olmaz” demek değildir. Çünkü daha önce olmuştur ve bir kere olduysa yine olur. Sosyoloji kuralıdır; “bir kere olan, bir kere de daha olabilir”. Yâni modern-öncesi zamanda ve mekânda olan şey, modern zamanda yâni modern mekânda da olur. Lâkin, “İslâm’ı Dünyâ’ya hâkim kılmak” düşüncesi modern zamanda yâni modern mekânda başlatılabilir ama bu modern mekânda, hem “hakkıyla” yapılamaz hem de tamamlanamaz. Hakkıyla olması ve tamamlanması için zamânın yâni mekânın da İslâm’a göre değişmesi gerekir.

 

Bir şey, mekân ve zamanda yer-sâhibi kılınmadan zâhir hâle getirilemez. İslâm’ın hakkıyla yaşanması ve görünmesi için de mekâna ihtiyaç vardır. “Dünyâ’da mekân, âhirette îman” denmesi bu nedenledir. Mekân yoksa pek imkân da bulunmaz. Lâkin bu mekân “modern mekân” değildir.

 

Zamânın değişimi aslında mekânın değişimi, mekânın değişimi ise aslında insanın değişimidir. Suçu zamâna yüklemek yanlıştır. Suç mekândadır. Fakat şu da var ki, mekân da kendi başına şuurlu bir şey değildir. O-hâlde asıl suçlu olan, mekânı İslâm’a aykırı bir şekle sokan “modern insan”dır. Zîrâ değişen, dönüşen ve dönüştüren unsur insandır. O-hâlde değişim de insanın değişimi ile başlayacak ve bunu, mekânın ve dolayısı ile zamânın değişimi izleyecektir.

 

Her ne kadar “yerimiz yâni mekanımız dar” bahanesine sığınmak istemesek de, an îtibâriyle mevcut modern mekân gerçekten de dar ve bize uygun değildir. Hareket alanımız daraldıkça daralmıştır. Allah’ın mekânımızı genişletmesinin yolu; bizim gönüllerimizin, kâlplerimizin, aklımızın ve amellerimizin genişlemesine bağlıdır. Bunu yapabilmek için tabî ki de Allah’ın yardımına muhtâcız. Bu yardım için de Allah’ın dilemesi yâni bizi buna lâyık bulması gerekir. Fakat maalesef şu-anda müslümanlar böyle bir nîmete lâyık değildirler. O hâlde bu yardımı hakketmek için ilk önce Allah’ın rızâsını kazanmamız şarttır.     

 

İslâm medeniyeti, Dünyâ mekânını İslâm’a göre düzenlemiştir. Hâlâ ayakta kalan yapıların izlerinden bunu görebiliyoruz. Müslümanlar, Dünyâ mekânını İslâm’a yâni doğala, normâle ve fıtrata uygun olarak îmâr etmiştir. Zîrâ İslâm ancak böyle bir mekânda hakkıyla yaşanabilir.

 

Dünyâ âhiretin tarlasıdır. Dünyâ’nız nasıl olursa âhiretiniz de öyle olur. Dünyâ yâni mekân ve dolayısı ile zaman cennete göre düzenlendiğinde Dünyâ “cennet” gibi olup cennet gibi huzûr verirken, cehenneme göre düzenlendiğinde ise, Dünyâ kısa yada uzun vâdede cehennem gibi olup sonsuz azaplar verir. Üstelik âhirette de elîm bir azapla karşılaşılır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mart 2018

 

 

Devamını Oku »