11 Temmuz 2019 Perşembe
Kânun ve Hukuk
7 Temmuz 2019 Pazar
Bir Nesneleştirme ve Anlamsızlaştırma Ameliyesi Olarak Modern-Bilim
5 Temmuz 2019 Cuma
Üstünlük Üzerine
“Ey
insanlar!, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve ‘birbirinizi
tanımanız ve tanışmanız’ için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık.
Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe
değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucûrat 13).
Üstünlük,
insanın değerlendirmesine göre belirlenebilecek bir şey değildir. Çünkü her insan
farklı bir üstünlük değerlendirmesi yapabilir. Meselâ zorba, vicdansız,
merhâmetsiz biri, vicdan ve merhâmet sâhibi birinden üstün görülebilir. Kötü
bir düşünce, iyi bir düşünceden üstün görülebilir. Modern insan bu bağlamda en
iyi örnektir. Zîrâ modern insan “şirâzesi kaymış” olan insandır ve bu yüzden de
ölçüyü şaşırmıştır. Öyle ki, üstünlük ölçüsünü şaşırmış olduğundan ve dolayısı
ile nefsine-çıkarına körü-körüne bağlandığından, Firavun’u aratmayan kişileri “tertemiz
insan”lardan, şeytâni ideolojileri de Allah’ın dîninden üstün görmektedir.
Kendisini zaafa uğratmış, fakirleştirmiş, tutsak etmiş ve kuşatarak hapsetmiş
kişileri üstün görmekte ve onları körü-körüne izlemektedir. Bu kişilerden ve
ideolojilerden (yâni dinlerden) biri gündemden düştüğünde, bu sefer de yenisini
ve benzerini üstün görerek izlemeye başlar. Bunlar; parti lîderleri, cemaat
hocaları-şeyhleri, popüler kültürün (spor, müzik vs.) önde gelen kişileri gibi,
sıradan insanlardır. Üstünlük ölçüsünü şaşırmış olanlar, bu kişileri sanki “ulaşılmaz
üstünlükte kişiler” olarak görmekte ve olmadık özellikler vererek onları insan-üstüleştirmekte,
böylece şirk koşmaktadırlar.
İnsanlar,
kendisini sömürenleri üstün kişiler, kendilerini sömüren sistem ve devletleri
de üstün sistemler ve devletler olarak görüyor. Çünkü sömürü uzayınca,
sömürülen sömüreni “üstün” görmeye başlar. İşte üstün olanı “En Üstün Olan”
belirlemediğinde, insan böyle sapıtır ve şeytanın yaptığı hatâya düşer. Zîrâ
şeytan, hiç-bir delil yokken, ateşi topraktan üstün görmüştü:
“Andolsun,
biz sizi yarattık, sonra size sûret (biçim-şekil) verdik, sonra meleklere:
Âdem’e secde edin dedik. Onlar da İblis’in dışında secde ettiler; o, secde
edenlerden olmadı. (Allah) dedi: Sana emrettiğimde, seni secde etmekten
alıkoyan neydi?. (İblis) dedi ki: “Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten
yarattın, onu ise çamurdan yarattın”. (Allah:) Öyleyse oradan in, orada
büyüklenmen senin (hakkın) olmaz. Hemen çık. Gerçekten sen, küçük
düşenlerdensin” (A’raf 11-13).
Âyette
gördüğümüz gibi, şeytan diyor ki: “Ben ondan üstünüm. Çünkü beni ateşten,
onu topraktan yarattın”. Demek istiyor ki, ateş topraktan üstündür.
İyi de neye göre?. Ateşin topraktan üstün olduğunu gösteren sâik (sebep)
nedir?. Ateş topraktan neden üstün olsun ki?. Ateşin üstüne toprağı attın mı
ateş-mateş kalmaz, söner gider. Yada ateş toprağı yakarak yok edebilir belki. İşte
şeytan böyle bir üstünlük telâkkisiyle Allah’ın “secde et” emrine karşı
çıkmıştı. Böylece “küçük düşenler”den oldu. Âdem ise, şeytandan “secde etmekle”
üstün oldu. O hâlde bu, “secde edenler, secde etmeyenlerden üstündür” anlamına
gelir.
Aynı
şekilde; “insan şeytanları” da: “Ben diğer ırklardan üstünüm, çünkü ben mâvi
gözlüğüm, sarı saçlıyım, uzun boyluyum; yada: Kara-kaşlı, kara-gözlüyüm, kaslı
bir yapım var, hızlı koşabiliyorum, iyi yüzebiliyorum vs. vs. diyerek beş para
etmez laflar ediyorlar. Sarı-saçın siyah-saçtan üstün olduğunun delîli nedir
ki?. 0 grubu kanın AB grubu kandan üstün olduğunun delîli nedir?.
Kafa-yapılarından “brakisefal kafa-yapısı”nın, “dolikosefal
kafa-yapısı”ndan üstün olduğunun delîli nedir?. Elmacık kemikleri çıkık olsa ne
olur çıkık olmasa ne olur?. Yada çene yapılarının farklı olması neden üstünlük
yada düşmanlık nedeni olsun?. Bir milletin özelliklerinin bir diğer
kavmin/ırkın özelliklerden daha üstün olduğunun delîli nedir ki?.
Sakınmayan
ve sorumluluk bilincine sâhip olmayan (takvâ) kişiler için Kur’ân’ın
emirleri-nehiyleri bir-şey ifâde etmez. Bu nedenle Allah, mü’minlerin çok fazla
niteliksiz-takvâsız olanlarını değil, takvâlı olanlarını adam yerine koyar ve
takvâlı olanların, kendilerinden kat-kat çok olan takvâsızlardan bile üstün
olduğunu bildirir. Çünkü üstün olanlar takvâlı olanlardır. Savaşta bile takvâlı
olduklarından yâni sorumluluk bilincine sâhip olduklarından dolayı takvâ
onlarda bir direnç oluşturur ve sayıca üstün olanları, takvâca üstün olanların
alt edebileceği söylenir:
“Ey
Peygamber!, mü’minleri savaşa karşı hazırlayıp-teşvik et. Eğer içinizde
sabreden yirmi (kişi) bulunursa, iki yüz (kişiyi) mağlûb edebilirler. Ve eğer
içinizden yüz (sabırlı kişi) bulunursa, kâfirlerden binini yener. Çünkü onlar
(gerçeği) kavramayan bir topluluktur”
(Enfâl 65).
Tüm
zamanlardaki takvâsızlarda olduğu gibi, zamânımızdaki takvâsızlar da “güçlü
olanın” peşine düşüyorlar. Takvâlı olan ise “zavallı” olarak görülüyor. Takvâlı
olup sakınan insanlar değil de, her türlü şerefsizliği yapanlar ve bir-şekilde
gücü ellerine geçirenler üstün tutuluyor ve üstün kabûl ediliyor. Hâlbuki
âyette de söylendiği gibi, üstün olanlar “takvâlı olanlar”dır. Bu nedenle Allah
takvâlı olandan yanadır.
“Hiç
bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” denir. O hâlde bilenler bilmeyenlerden
üstündür. Bahsedilen “bilenler” ise “vahiy-merkezli bilenler”dir. Kendini
bilenler câhillerden yâni “kendini bilmezler”den üstündür. Allah’tan başka ilah
tanımayan, Allah’ın hükümlerinden başka hükümlere boyun eğmeyenler; birilerinde
-hâşâ- Allah gibi güç vehmedenler ve onların çıkardıkları kânunlara göre yaşayanlardan
üstündürler. Allah’ın yanında olanlar ve Allah kimin yanındaysa onlar
üstündürler. Allah ise elbette mü’minlerden yanadır.
Modern
Dünyâ’da tüketimi en üst seviyede gerçekleştiren kişiler, “en üstün kişiler”
olarak kabûl ediliyor. Batı için en üstün değer “birey”dir. Batı’ya göre
insan-birey demek “uygarlık” demektir. Bu nedenle batı, insana yapılan
saldırıyı, uygarlığına yapılmış bir saldırı gibi görmektedir. Hâlbuki batı, tüm
değerlere saldırarak medeniyeti parçalayıp yıkmaya çalışır.
Modernizm,
ticâretin tarıma olan üstünlüğüdür. Modernizm, “yeni olan”ı “eski olan”a ne
olursa-olsun üstün tutar. Hâlbuki nice şâheser yapılar vardır ki modern mîmâri
bu tarz yapılar yapabilmekten çok uzaktır. Modernizm “eski olan”dan,
doğal-normâl-fıtrî olandan nefret eder ve mekanik olanı üstün tutar.
Teslimiyetten
(îman) doğan basit araçlar, teknolojinin üstün(!) araçlarını alt edebilir.
Bunun en iyi örneği, Firavun’un sihirbazlarının üstün teknolojik araçlarının,
Hz. Mûsâ’nın “âsâ”sı tarafından yok edilmesidir. O hâlde yed-i beyzâsı olan âsâ
sâhibi biri, nice sahte güçleri yenebilir.
Erkek
kadından bir derece üstündür: “Erkekler, kadınlardan bir derece daha
üstündürler (azîzun)” (Bakara 228). Bu sebeple erkekler kadınlar
üzerinde yöneticidirler:
“Allah’ın,
bâzısını bâzısına üstün kılması ve onların kendi mallarından
harcaması nedeniyle erkekler,
kadınlar üzerinde sorumlu yöneticidir..” (Nîsâ 34).
Erkeğin kadına, kadının da erkeğe olan
üstünlükleri vardır. O yüzden:
“Allah’ın
kendisiyle kiminizi kiminize göre üstün kıldığı şeyi temenni etmeyin. Erkeklere
kazandıklarından pay (olduğu gibi), kadınlara da kazandıklarından pay vardır.
Allah’tan onun fazlını (ihsânını) isteyin. Gerçekten, Allah her-şeyi bilendir” (Nîsâ 32).
Hiç-bir
soy diğerinden üstün değildir. Zâten soy diye bir şey yoktur. Tüm insanların
soyları aynı kişiye, Hz. Âdem’e çıkar. Soy yoktur fakat kavimler vardır ve
hangi kavim takvâlı olur da Allah’ın emrine göre amel-eylemde bulunursa o
toplum diğer toplumlara üstün olur (Bakara 122).
Peygamberimiz,
üstünlük hakkında takvâyı öne çıkarır ve şöyle der:
“Allah indinde en şerefliniz takvâca
en ileri olanınızdır. Arabın Arap olmayan (acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur.
Arap olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur. Siyah derili olanın beyaz derili
üzerine bir üstünlüğü yoktur, beyazın da siyah derili üzerine bir üstünlüğü
yoktur. Üstünlük sâdece takvâ iledir” (Cem’u’l-Fevâid, 1/510, hadis no: 3632).
“Bir kimseyi ameli geri bırakmışsa,
nesebi, soyu onu kurtaramaz, yükseltemez, ilerletemez” (İbn Mâce, Mukaddime 17,
hadis no: 225).
“Aziz ve Celil olan Allah sizden
câhiliyye devrinin kabalığını ve babalarla (atalarla) övünmeyi gidermiştir.
Mü’min olan, takvâ sâhibidir. Kâfir olan ise şakîdir. Siz, Âdem'in çocuklarısınız. Âdem de topraktan
yaratılmıştır. Bâzı adamlar, (kâfir olarak ölen) kavimleriyle övünmeyi
terk-etsinler. Çünkü onlar cehennemin kömüründen bir kömürdürler, yahut onlar, Allah indinde burnu
ile pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha aşağıdırlar” (Ebû Dâvud, Edeb 120,
hadis no: 5116).
“Bilmişlik”,
“yaşanmışlık”tan üstün değildir. “Yapanlar”, “bilenler”den üstündür. “Bilerek
yapanlar” ise en üstünüdür. En zayıf amel-eylem, en üstün sözden üstündür.
Vahiy
akıldan üstündür, çünkü vahiy “akıl-üstü”dür. Aksi-hâlde akıl, “vahiyden üstün”
yada “vahiy ile aynı üstünlükte” olsaydı, akıl bir vahiy meydana getirebilirdi.
Yâni insanlar, akıllarını kullanarak gerçek bir peygamber olabilirdi ve hak bir
din kurabilir ve vahiy-merkezli bir kitaba sâhip olabilirdi. Allah katında
üstün olanlar “takvâca üstün olanlar”dır, “akılca üstün olanlar” değil.
Gerekli
yere bir çivi çakmak, bir milyon kitabın bilgisine sâhip olmaktan üstündür.
Hedef, anlamak değil, yapmaktır. Derinlemesine anlamadan “yapmak”, derin bir
şekilde anlayarak “yapmamak”tan kat-kat üstündür.
Her
bilenin üstünde bir bilen vardır. Bilmenin kendisi bir üstünlük olduğundan,
bilenler arasında olacak olan bir üstünlük yarışı üstün bir davranış olmaz.
Allah için
verilen söz, kredi kartından üstündür. Modern dünyâda, imzâlanan senet, yada
“kart geçmek”, verilen söz Allah adına olsa da, Allah’ı şâhit tutarak söz vermekten
daha üstün duruma gelmiştir. Hâlbuki verilen söz “îman” içeren bir söz ise, bu,
kredi-kartından, çekten, senetten çok daha sağlamdır. Modern zamanlarda “üstün”
kabûl edilen insan, “sözüne sâdık olan” değil, “kredi-kartı limiti yüksek olan
insan”dır. Eğer kredi-kartı limitiniz yeterliyse yada sınırsızsa “üstün insan”
oluyorsunuz. Hâlbuki üstünlük sâdece takvâdadır. Takvâlı olmak ise, kredi-kartı
limitinin yüksek olması ile değil, sadâkat ile kazanılır. Sadâkatin ilk
göstergesi de “doğru sözlü olmak” ve “sözünü tutmak”tır. Zîrâ verilen söz
“Allah adına” verilmiş olduğundan, îmânın verdiği söz çok sağlam olur ve bu
sözden hiç kimse dönemez. Kredi-kartı, çek ve senetlere bir-sürü hîle
karıştırılır ama bir mü’minin Allah adına verdiği söze hiç-bir zaman hîle
karıştırılamaz. Peygamberler sözü tutmada örnek şahsiyetlerdir. Onlar söze sadık
kalmada zirve şahsiyetlerdir. Sözünü tutanlar, tutmayanlardan üstündür. O hâlde
söz, kredi kartından üstündür.
“Kitap yüklenmiş eşekler” mi üstündür; “Kitab’ı yüklenmemiş eşekler”
mi?. Kitabı yüklenmek yâni Kitab’ı hayâta hâkim kılmaya çalışmak en üstünüdür.
Ey
müslümanlar!, samîmice cevap verin; Devletlerin yasaları mı daha üstündür;
yoksa Kur’ân’ın yâni Allah’ın yasaları mı?.
İnanılan
her-şey “din”dir. İşte bu dinlerin en üstünü ve tek “hak” olanı, Allah’ın dîni
olan İslâm’dır. Çünkü sâdece hak din olan İslâm, insanları hem Dünyâ’da hem de
âhirette gerçek kurtuluşa götürebilir.
Modernlerin
zannettiği gibi....
Özel
hastânelerde doğanlar, devlet hastânelerinde doğanlardan, hastânede doğanlar ise
evde doğanlardan üstün değildir.
Zengin
olanlar, fakir olanlardan -eğer takvâca bir üstünlük söz-konusu değilse- üstün
değildirler.
Kreşe ve
ana-okuluna giden çocuklar
gitmeyenlerden üstün değildirler. Belki de gitmeyenler daha üstündür.
Özel
okulda okuyanlar, devlet okulunda okuyanlara göre üstün değildirler. Yurt
dışında okuyanlar da yurt içinde okuyanlardan üstün değildirler. Üstünlük samîmiyette,
ciddiyette ve gayrettedir.
İmkânı
olanlar, imkânı yetersiz olanlardan üstün değildirler.
Zengin
bir âilede doğanlar, fakir âilede doğanlardan ille de üstün değildir.
Güzel-yakışıklı
bir eş ile evlenenler, çirkin (yada güzel olmayan) olanlarla evlenenlerden
üstün değildirler. Yakışıklı ve güzel olanlar çirkin olanlardan üstün değildirler.
Evi
olanlar olmayanlardan, arabası olanlar olmayanlardan, çok iyi bir işi olanlar
olmayanlardan üstün değildirler.
Çok
çocuğu olanlar, olmayanlardan; kalabalık âilesi olanlar, çekirdek âileden,
malı-mülkü çok olanlar, olmayanlardan üstün değildirler.
Uzun
boylu olanlar, olmayanlardan; fizîken güçlü olanlar, olmayanlardan; destekçisi
olanlar, olmayanlardan; parası olanlar, olmayanlardan; makâmı-titri olanlar,
olmayanlardan ve cumhurbaşkanı, çobanlardan üstün değildir.
Uzun
yaşayanlar, kısa ömürlülerden; cenâzesinde bulunanların sayısı çok olanlar, az
olanlardan; mezarları gösterişli olanlar, olmayanlardan üstün değildir.
İmaj,
îmandan üstün değildir.
Gerçek
üstünlük ve kimin kimden daha üstün olduğu gerçek anlamda ancak âhirette belli
olacaktır. Bu bağlamda....
“Üstte”
olmak, “üstün olmak” anlamına gelmez.
Cennetlikler
cehennemliklerden üstündürler.
Doğala-normâle-fıtrata
uygun davranış gösterenler, aksi davranış gösterenlerden üstündür.
Birlik
olanlar, olmayanlardan üstündür.
Îman
edenler, îman etmeyenlerden üstündür: “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer
(gerçekten) îman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz” (Âl-i İmran 139).
Allah
için mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler, etmeyenlerden üstündür. Allah
yolunda cihad edenler, oturanlardan üstündür:
“Mü’minlerden, özür olmaksızın oturanlar ile, Allah
yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah,
mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün
kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) vaâdetmiştir; ancak Allah, cihad
edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır” (Nîsâ 95).
Allah, âhiret,
Kitap ve Peygamber merkezli olanlar;
lâik-seküler-demokrat-kapitâlist-liberâl-emperyâl-konformist-modernist merkezli
olanlardan üstündür.
Süper
îman, “süper-men”den üstündür.
Modern
zamanlarda “sözün gücü”nün üstünlüğü kaybolmaya yüz tutmuş ve “gücün sözü” ise üstün
tutularak aşırı değer kazanmıştır. Mü’minlerin görevi bunu tersine çevirerek “sözün
gücü”nü “gücün sözü”nün üstüne çıkartmaktır. Yada şöyle de diyebiliriz: “Sahte
güç” sâhibi olanların sözünü değil, Gerçek Güç Sâhibi Olan’ın sözünü üstün
tutup Dünyâ’ya hâkim kılmak için çabalamalıyız.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Mayıs
2018
3 Temmuz 2019 Çarşamba
Zaman ve Mekân
“O, biri diğeriyle ‘tam
bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahmân (olan Allah)ın
yaratmasında hiç-bir ‘çelişki ve uygunsuzluk’ (tefâvüt) göremezsin. İşte
gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor
musun?” (Mülk 3).
Kâinât, âyetin de dediği
gibi “muhteşem düzenlilikte ve güzellikte olan bir mekân”dır. Bu kâinât mekânı
nereden geldi, nasıl ortaya çıktı, niçin çıktı, neyin üzerinde duruyor, ne
zamana kadar duracak vs. gibi sorular, “insanı tatmin edecek cevapların bulunamayacağı”
sorulardır. Zîrâ insanın bir şeyi idrâk edebilmesi için onu kuşatabilmesi yâni sınırlarını
görebilmesi gerekir. Oysa kâinâtın sınırını göremiyoruz. Tabi, sınırsız olan
tek varlık Allah olduğundan dolayı, her-şeyin bir sınırı olmak zorundadır.
Zâten ancak fâni olanın sınırı olur ki fâni olan “sınırı olan” demektir. O
hâlde kâinât mekânı da sınırı olan bir yerdir. Tabi her sınırı olanın mâhiyetini
de tam olarak bileceğiz gibi bir durum da yoktur. Aslında insan, hiç-bir şeyi
mutlak anlamda idrâk edemez, çünkü onu mutlak anlamda kuşatamaz. Meselâ basit
bir nesneyi bile tüm boyutlarıyla yâni üç boyutlu olarak tek bakışta göremeyiz.
Bir nesneye baktığımızda o nesnesinin arka yada yan yüzlerini tek bakışta aynı-anda
göremeyiz. Küçük bir nesne için bile böyleyse, çok büyük olduğu apaçık belli olan
kâinât mekânı için söylenecek şeyler tahminden öteye gitmeyecektir. Biz onun
hakkında ancak görüp hissettiğimiz ve Allah’ın bildirdiği kadarını bilebiliriz.
Mekân, aslında “maddenin
bulunduğu yer”dir. Madde olmasa belki mekân da olmayacak yada kalmayacaktır. Kâinattaki
tüm maddeyi kozmik bir süpürgeyle süpürsek, belki de ortada mekân diye bir şey
de kalmayacaktır. Aristoteles, “hiç-bir cismin bulunmadığı yerde zaman ve uzay
da bulunmaz” der. Biz, maddenin bulunduğu yere ve ortama “mekân” diyoruz. Tabi kâinâta
dışarıdan bakamadığımız için maddenin nerede bulunduğunu anlayamıyoruz ve
bilemiyoruz. Bu nedenle de mekânı madde bağlamında anlamlandırıyoruz. Zâten
zaman da öyledir. Mekânın orijinâl bir varlığı yoktur, maddeye ve maddenin
hareketine bağlı olarak -görece- ve yanılsama olarak bir mekân vardır. Kâinâtı
kozmik bir süpürgeyle süpürdüğünüzde geriye maddesizlik anlamında “yokluk”
kalır. Geriye “mekân” zannettiğimiz ve aslında bir şey olmayan şey kalır. O şey
aslında hiç-bir şey değildir. Tabi bu durumda zamânın da mutlak bir varlığı
olmadığı ortaya çıkar.
Zamânın da aslî bir varlığı
yoktur. Zaman, maddenin hareketinin bir sonucudur. Bir maddeyi bir yerden alıp
başka bir yere koyduğunuzda yâni hareket ettirdiğinizde zaman başlar ve sürer
gider. Zamânın izâfi olması, daha doğrusu izâfi sanılmasının nedeni budur.
Maddenin çeşitli hareketleri zamânı da algılayış olarak farklı kılar. Tabi bu
bir yanılsamadır. Yâni bir kişiye belli bir zaman süreci çok kısa yada uzun
gelmiş olabilir ama saat bildiğimiz saattir. Yâni gerçek anlamda kişiye göre
değişmez, izâfi değildir. Değişen şey kişinin algısıdır. Kişinin o günkü yada o
anki algısına göre zaman yavaş yada hızlı gibi akar gibi olur.
Zamânın mutlak ve bağımsız
bir varlığı yoktur. Çünkü “hakîki” bir varlığı yoktur. Madde ile kâimdir
zaman. Evrendeki maddeyi/hareketi bir-anda durdursak, yada maddeyi kozmik bir
süpürgeyle süpürsek ve ortada hareket yada madde kalmasa zaman da kalmaz/olmaz.
Süpürülme işleminden sonra görülen/kalan şeyin (mekân) ne olduğunu her-hâlde
Allah’tan başka kimse bilemez. Mekâna (hâşâ, “post vahdet-i vücûd”çuluk yapıp)
“Allah” demeyeceksek, mekân da yok olucudur. Belki de bu yok-oluş süpürülmeyle
birlikte gerçekleşir. Geriye ne kalacağını ancak O bilir. Bir de “saf-zaman”
denen bir zaman da var mıdır?.. o da ayrı bir düşüncenin konusudur. Gerçi bu
saf-zaman ben vâr-olduğum müddetçe; hareket vâr-olduğu müddetçe
görülemeyecek/bilinemeyecek/idrâk edilemeyecektir. Bu yüzden bizi çok da
ilgilendirmiyor. İdrâk edemeyiz çünkü.
Zaman, maddenin hareketine
göre anlamlandırılır. Çok yoğun bir gün geçirdiğimizde o günün çabuk geçtiğini
zannederiz. Sevinçle geçen zaman çabuk, acıyla geçen zaman yavaş geçmiş gibi
olur.
Zamânı hızlandıran şey
sıcaklıktır. Sıcaklığı arttıran şey ise harekettir. Hareket hızlandıkça
sıcaklık artar. Bir şey ne kadar hareketli olursa sıcaklık da oranda artar.
Sıcaklık artınca da o şeyin zamânı hızlanmış, ömrü ise kısalmış olur. Eşyânın
ömrünü kısaltan şey sıcaklıktır, ısıdır. Elektrikli ev âletlerini bozan şey
ısıdır. Isına-ısına bozulur. Yoksa hiç çalışmasa, hiç ısınmayacağı için
bozulmazdı. Elektrik ile verilen güç bir hareket ve dolayısı ile ısı açığa
çıkartır. Eşyâ, ısıya çok uzun süre direnç gösteremez ve atomik yapısı bozulur.
Atomik yapısı bozulunca fizîki yapısı da bozulmaya başlar. Allah’ın sünnetullah
denen tabiat kânunlarından, gözlemlenebilen ve doğruluğu en kesin olan,
Termodinamiğin İkinci Yasası olan Entropi Kânunu, bir şeyin ısınması, o şeyin zamanla
bozulup kullanışsız hâle geleceğini söyler. Isı, eşyânın zamanla kullanışsız
hâle gelmesine neden olur. Varlığın hayâtiyetini sürdüren ısı, aynı-zamanda
onun ölümüne de neden olan şeydir.
Kışın bir mekânın ısınması,
bir enerjiyle o mekândaki atomların hareketlerinin hızlanmasıyla olur. Bir enerji
kaynağı ile güç verildiğinde o mekândaki atomların titreşimleri arttırılmış olacak
ve atomların hareketi fazlalaşacaktır. Fazlalaşan hareket bir ısı oluşturacak
ve mekân ısınacaktır.
Hızlı yaşamak “sıcak yaşamak”
demektir. Hızlı ve sıcak olan şeyin hareketi fazla olduğundan dolayı ömrü de
kısa olur. “Hızlı yaşa genç öl” sözü buradan gelir. Zâten bir şeyin zamânını
yavaşlattığınızda o şeyin hareketi ve ısısı azalacağından dolayı ömrü uzar.
Mesela bir yiyecek, buzdolabına yada derin dondurucuya konduğunda, soğuk
ortamda kaldığından dolayı o şeyin atomlarının titreşimleri azalacak ve
dolayısı ile hareketi azalacaktır. Hareketi azalınca da zamânı yavaşlayacak ve ömrü
uzayacaktır. Yiyeceklerin dolapta uzun süre kalabilmesinin nedeni budur. Biz onları
dolaba koymakla sıcaktan yâni aşırı hızdan ve ısıdan korumuş oluruz. Hızlarını,
ısılarını ve dolayısı ile zamanlarını yavaşlatmış olduğumuz için hemen
bozulmuyorlar.
Bir şeyin ısısı, hareketi ve
zamânı ne kadar artarsa ömrü de o kadar kısalır, ne kadar yavaşlarsa ömrü de o
kadar uzar. Yâni bir şeyin ömrünü belirleyen şey harekettir. Ölüm hâli ise mutlak
bir hareketsizlik durumu olduğundan, artık mevtâ (ölü) için bir zamandan
bahsedilemez. Kişinin “hareketi” bittiği için zamânı da bitmiştir. Zaman-dışı
olmuştur o kişi artık. Zâten diğer âleme de “bu zamandan” çıkabildiği için
gitmiştir. Diğer âleme gidebilmenin yolu bu âlemdeki zamandan (ve mekândan)
sıyrılmakla mümkündür. Ölen kişi artık bilinen zamanla kayıtlı değildir çünkü.
Her-şey anlamını “hareket”
ile bulur. Meselâ târih, insanın/toplumun hareket etmesinin bir sonucudur.
Zaman ve mekân da maddenin hareket etmesinin bir sonucudur.
Ali Şeriati: “Zaman,
mekândan îbârettir” der. Augustinus: “Zaman, pek bir boyutu olmayan “şimdi” ile, artık vârolmayan “geçmiş” ve daha vârolmamış olan “gelecek” arasında bulunan,
dolayısıyla da ancak hatırlama (geçmiş)
ve bekleme (geleceği) biçiminde
vârolabilen bir şeydir” der. Kindi; mekân ve hareketin izâfi olduğunu, zamânın cisim
ve hareketten ayrı düşünülemeyeceğini söylemiştir.
Yaratıldığı ilk andan bêri kâinât
normâl-doğal akışına ve deverânına devâm eder. Onun döngüsünde ve düzeninde bir
değişiklik olmaz. Çünkü o tam da Allah’ın emrettiği, hükmettiği ve düzenlediği
gibi hareket eder. Sünnetullaha uyar. Tabi kâinât materyâli bunu bilinçsiz-şuursuz
bir şekilde yapar. Dünyâ’nın iklimi, bitki örtüsü de yine aynıdır.
Aslında modern zamanlara kadar
yada moderniteyi başlatan ve sürdüren üç ana etken olan barut, elektrik ve motorun
ortaya çıkışına kadar Dünyâ’da tüm bitki örtüsü, hayvanlar ve insanın bizzat
maddî ve rûhî varlığı da doğal, normâl ve fıtrata uygun olarak hareketini devâm
ettiriyordu. Nefisler yine devredeydi ama onun bile azgınlıkta genelde bir sınırı
vardı. Zîrâ doğal bir döngüden, işleyişten, ilerlemeden, üretimden, ilişkilerden
vs. kopulmuyordu. Dünyâ’nın her yerinde genelde böyleydi. Fakat ne zaman ki
hayat-şekli moderniteyle birlikte değişmeye başladı, işte o zaman insan da
değişmeye başladı. Çünkü mekân değişmeye başladı. Bu değişme doğal, normâl ve
fıtrî olmayan bir değişmeydi. Mekân değiştiği için zaman değişmeye başladı.
Yoksa zamânın değişecek bir durumu yoktur. O hâlde değişen şey, maddenin a-normâl
değişimi sonucunda mekânın değişmesidir. Demek ki mekân değişince bir “değişim”
oluyor ve hattâ değişimler mekânın değişimiyle başlıyor. Mekân doğal, normâl ve
fıtrata uygun olarak değişince bu değişim, insanı olumsuz etkilemiyor ve zâten insanlar
ve de hayvanlar bu değişimin çok da farkında olmuyorlar. Mekânın doğal değişiminden
dolayı insanın (ve diğer canlıların) yaşam-şeklinde bir değişiklik olmuyor. Doğala,
normâle ve fıtrata aykırı olmayınca harekette ve hızda a-normâl bir değişiklik
olmuyor. Mekân yavaş değiştiği için insanlar bu değişimden olumsuz etkilenmiyor
ve değişen mekân onları sarsmıyor, yoldan çıkarmıyor.
Moderniteyle birlikte ise,
madde çok hızlı bir şekilde değişmeye başladı. Öyle ki artık bu hızlı değişimin
tâkibi bile yapılamıyor. Maddenin değişimi “mekânın değişimi” olduğu için, mekân
çok çabuk değişmiş oluyor. “Dünyâ çok değişti” denilen şey aslında mekânın çok
farklılaşmasıdır. Mekânın farklılaşması hareketlerin ve davranışların da değişmesine
sebep oluyor. Hareketler mekâna göre değişiyor. İnsanlar yeni hareketler ve
davranışlar kazanıyor yeni mekânlarda. Mekân insanların davranışlarını şekillendiriyor.
Hani sık-sık, “bu zamanda
olacak şey değil” diye söylenen söz var ya, aslında o sözle, “bu mekânda olacak
şey değil” denmek isteniyor. Yoksa zamanda bir değişme yoktur. O sâdece, bir
yanılsama olarak insana daha farklı akıyor gibi geliyor. “Bu zamanda olmaz”
dediğinizde, “bu mekânda yapılamaz” demiş olursunuz. Çünkü bir şeyin
yapılabilmesi için mekânın uygun olması gerekir. Meselâ “kaymak gibi” asfalt bir
yolda at ile yolculuk yapmak çok da olacak şey değildir. “Bu zamanda at ile
yolculuk mu yapılır” sözü, “bu mekânda (yolda) at ile yolculuk yapılmaz”
anlamındadır.
Mekânın doğal, normâl ve
fıtrî olana göre çok aşırı ve hızlı değişmesi, modernitenin bir projesidir ki bu,
küresel tâğutlara Şeytan’ın yaptığı telkinin bir sonucudur. Moderniteyi ve
modern-beşerî sistemleri ayakta tutan şey, mekânın bu çok farklı ve hızlı değişimidir.
Modernite mekânı hızla değiştirdiği için, insan da hızla mekâna uymaya başlıyor,
mekâna göre konumlanıyor ve hattâ tasavvuru, düşüncesi, söylemi ve amel-eylemi mekâna
göre belirleniyor. Böylece artık yaratılışına uygun davranış gösteremiyor. Zîrâ
o davranışı sergileyebilecek bir ortamı-mekânı kalmamıştır. Yaratıcının
emrettiğini yapacak, Kur’ân’a ve Sünnet’e uyacak bir alanı-mekânı kalmamıştır
modern insanın ve müslümanın. Zîrâ modernite, mekânı hızla değiştirip dönüştürmekle
şeytânî düzen ve günah işleme dışında insana başka bir hareket alanı bırakmıyor.
Modern dünyâda, aynen
göklerde olduğu gibi sünnetullaha, vahye ve Peygamber’e uyacak bir yaşam-şekli
belirlenemiyor. Zîrâ ortam müsâit değil, mekân müsâit değil. Mekân tam da Şeytan’ın
isteğine göre düzenlenmiş durumdadır. Böyle olunca da Şeytan’ın her emri
dinleniyor ve Şeytan’a göre hareket ediliyor. Şeytan târihte hiç olmadığı kadar
güçlü bir iktidârı moderniteyle ve modern mekân ile birlikte kurmuştur.
Yüksek bir tepeye çıkıp
şöyle kenti (şehri değil) seyrettiğinizde ne görüyorsunuz?. Nasıl bir manzara
var?. İç-açıcı bir manzara görebiliyor musunuz?. Seküler-modern-konformist-kapitâlist-liberâl
ideolojileri kana-kana içmiş birisi için belki de olağan-üstü bir manzaradır görülen
şey. Peki müslümanlar yada İslâm için de öyle midir?. Yâni doğala, normâle ve fıtrata
uygun mudur görülen resim?.
Görülen manzara aşağı-yukarı
şu şekildedir: Çeşitli yükseklikteki, bir katında 2,3,4,5,6, dâire olan,
4-5-6-7-8-10-15-20-30-40..katlı binâlar ve 50 ile 200 metre-kare büyüklüğündeki
dâirlerden (ev değil, dâire) meydana gelmiş, apartman aralarında, asfalt yollar
ve küçük çapta parklar olan, aşırı gürültülü, kalabalık, puslu, soğuk ama
ışıltılı, modernizme alıştırılmış kişiler tarafından orada yaşamanın bir
ayrıcalık olduğu zannedilen bir mekân. Uzaktan bakınca pek belli olmayan;
huzursuzluklar, asık suratlar, bozuk psikolojiler, bunalımlar, hastalıklar,
harcanan hayatlar, açlık, sefâlet, suç, ayıp, günah ve türlü çirkeflikler, o
mekâna daha yakından bakınca ve içine girince çok net bir şekilde
görülebiliyor.
Bu kentler kimin için
iyidir?. Bence can-alıcı soru budur. Çok az olumlu yanları olmasına karşın
bir-çok olumsuz durumları olan bu kentlerden memnun olanların çok büyük
çoğunluğu, İslâm/fıtrat-merkezli yaşamayan ve bu düşünce içinde olmayan veyâ bu
konuda bilgisi olmadığından dolayı, ama kentin o bir-kaç özelliğinden dolayı
orada bulunmak zorunda kalan insanlardır. Allah insanlardan yeryüzünü “îmar”
etmelerini ister fakat istenen bu îmar-şekli, mevcut modern mîmârinin yaptığı şekilde
değildir. Kemal Sayar bu konuda şunları söyler:
“Çağdaş
insan, tabiatı, kendisinden yararlandığı ama kendisine karşı ayrıca sorumlu da
olduğu bir eş gibi değil, bir fâhişe gibi görmektedir: Kendisine karşı hiç-bir
yükümlülük ve sorumluluk duygusu beslenmeyen bir fâhişe. İnsan ve tabiat
arasında bozulan denge aslında insanla Tanrı arasında bozulan âhengin bir yansımasıdır”.
“O, iş-başına geçti mi (yada
sırtını çevirip gitti mi) yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli
helâk etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).
Mekânın değişmesi, insanın
değişmesidir. Zaman ve mekân, kendi mantık türünü de üretir. Ne kadar çok insan
varsa o insanların bulunduğu mekân da o kadar çok ve hızlı bir şekilde değişir.
Çok farklı ve birbirine aykırı düşünceler ve amel-eylemler ortaya çıkar. Bunun
farkında olan modernler, çeşitli şeytânî projelerle köyden kente göçü
başlatmışlar ve insanları kente yığmışlardır. Bu, modern üretimin çoğalmasını
ve değişmesini de yanında getirmiştir. Sonuçta mekân değişmiştir. Mekân değişince
düşünce ve amel-eylem şekli de değişmiştir ama bu değişim Yaratıcı’nın
belirlediği ve emrettiği istikâmette değil, Şeytan’ı râzı edecek istikâmette
olan bir değişim olmuştur. Çünkü değişen mekânda Allah’ın istediği ve emrettiği
şekilde yaşayacak bir alan yoktur. Mevcut mekân ona müsâit değildir. Zîrâ İslâm’ı
“hakkıyla yaşayacak” bir alan kalmamıştır. Oysa mekânın daha yavaş ve az değiştiği
köyler yada kırsal alanlar İslâm’ı hakkıyla yaşamak için daha müsâittir ve bu
türlü bir yaşam böyle yerlerde daha mümkündür. “Bu zamanda namaz, oruç, infâk,
muhabbet, sohbet, dostluk, yardımlaşma, vs. olmaz” demek, “hızla değişmiş olan modern
kent mekânında bu şeyleri yapacak bir alanın yâni mekânın olmadığını söylemek”
demektir. Oysa daha az ve yavaş değişen kırsal kesimde bunlar daha kolay
yapılabiliyor. Aynı çağda yaşanılmasına rağmen kent mekânında yapılamayan şeyler
köy mekânında yapılabiliyor. Tabi artık köyler de modern anlamda değişmeye başladığı
ve kapitâlist kuşatmaya alındığı için bunları köylerde de yapmak zorlaşmıştır.
Kentte müthiş bir
kuşatılmışlık vardır. Lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik-emperyâl bir
kuşatma. Bu kuşatma, kısmen yada kişisel çabaya göre büyük oranda “kentten köye
geri dönüş” ile kaldırılabilir. Zîrâ liberâl-kapitâlist kuşatıcı sistemler,
kent-merkezli sistemlerdir. Kentlere yığılan insanlar üzerinden işleyen bir
sistemdir modernizm.
Mekânın değişmesiyle
düşünceler, davranışlar da değişiyor. Zaman değişiyor. Zaman, mekâna göre
belirleniyor. Yatma-kalkma, edip-eyleme zamanları mekâna göre şekilleniyor. Ama
en üzücü olan da, müslümanların da vahiy ve sünnet yerine mekâna ve dolayısı
ile de zamâna uyuyor olmasıdır. İslâm-merkezli bir hayat yaşamak “Şeytan’a göre”
değişmiş olan kent mekânlarında pek mümkün olmuyor. Zâten hükümler de mekâna
göre düzenleniyor. Çünkü yeni mekân yeni modern-beşerî yasalar istiyor. Bu yasalar
tabî ki Allah’a göre değil, nefse ve aşırılığa göre düzenleniyor.
Modernite, Dünyâ’nın çok
hızlı ve farklı bir şekilde değişmesidir. Mekânın değişmesi zamânın, düşüncenin,
davranışların ve sonuçta da her-şeyin değişmesine neden oluyor. İnsanlar
dinlerini bile mekâna göre yorumlayıp düzenliyorlar. Ruhlar mekâna göre
değişiyor böylelikle. Fakat bu değişim doğal, normâl ve fıtrata uygun olan bir
değişim değildir. Allah’ın istediği gibi bir değişim değildir. Böyle olunca da
bu değişim insanlara ve diğer canlılar olan hayvan ve bitkilere de zarar
veriyor. Mekânın modern değişimi hayvanlara ve bitkilere olması gereken alanı
bırakmıyor. Zâten moderniteye uymayan yada uyamayan insanlara da alan
bırakmıyor. Yaşlı insanların özellikle yaz günlerinde kentlerden köylere
kaçmasının bir nedeni de budur. Yaşlı insanlar, çocukluklarındaki mekân ile
modern mekânlar arasındaki aşırı ve hızlı değişimden memnun değiller ve
rahatsızlar. Çünkü bu değişime ayak uyduramıyorlar yada ayak uydurmakta
zorlanıyorlar. Zîrâ bu değişim doğal ve normâl bir değişim değildir.
Evet; “zaman değişti” demek “mekân
değişti” demektir. “Bu zamanda olmaz” demek, “bu mekânda yapıl(a)maz” demektir.
Mekânın değişimi başta insan olmak üzere canlı-cansız her-şeyin değişmesidir. Tasavvurların,
düşüncelerin, davranışların, yaşamların, yiyecek, içecek, giyeceklerin,
evlerin, yolların ve işlerin değişmesidir. Âilenin, çocuğun, ana-babanın, eşin-dostun
değişmesidir. Mekânın değişimi, rûhun da etkilenmesi nedeniyle huzûrun kötü yönde
değişmesi ve bozulması demektir.
Evi-mekânı dar olanın, gönlü
de dar olur doğal olarak. Peygamber bu nedenle “evlerinizi geniş yapın”
demiştir. Mekân imkândır. Mekânı olmayan fikirler buharlaşır ve yok olup
giderler.
İslâm, mevcut zaman ve
mekâna göre değerlendirmeye alınıyor. Bunun nedeni, gelinen zamânı ve ortaya
çıkan mekânı “mutlak” kabûl etmekten kaynaklanıyor. Zaman ve mekân doğala,
fıtrata ve normâle yâni İslâm’a uygun olarak değiştirilmesi gerekiyorsa
değiştirilir. Modern zaman ve mekân değiştirilemez şeyler değildir. Modern
zaman ve mekân, “mutlak”, en iyi”, “en ileri” ve “en üstün” olarak kabûl
edildiği için, mevcut zamân, mekân ve buna bağlı olarak ortaya konan her-şey,
eskinin iptal edilmesine ve görmezden gelinmesine neden oluyor. Zîrâ “ilerleme”
miti bağlamında modern olan “ileri” olarak görülür ve kabûl edilirken, eski,
“ilkel” olarak görülüp kabûl edilmiyor. Bu, dînin modern olana göre
değerlendirilmesine neden oluyor.
Vahyin anlamı, zaman, mekân
ve coğrafyaya göre değişmez, fakat zaman, mekân ve coğrafyaya göre insanların
anlayışları ve amel-eylemleri değişir. İslâm dîni ve Kur’ân, klâsik veyâ
modern, hiç-bir zamanda ve mekânda sınırlandırılamaz. İslâm’ın mesajı tüm
zamanlar ve mekânlar için net ve kesindir. Fakat müslümanların çoğu bu mesajı,
“zamânın, dolayısı ile mekânın telâkkisi”ne uyarlamaya çalışıyor. Çünkü bu daha
kolay ve risksiz geliyor. Oysa İslâm’ın zıddı, tüm zamanlarda ve mekânlarda
uygulanan beşerî sistemler ve yönetimlerdir.
Allah zamandan ve mekândan
münezzehtir; fakat yasaları ve sanatı ile her yerde hazır ve nâzırdır. Göklerde
olduğu gibi yeryüzünde de işte bu sanat ve yasalar hâkim olmalıdır. İslâmî
olmayan bir ülkede-Dünyâ’da, insanlar her mekânda ve her alanda farklı rôllere
bürünürler. Lâiklik budur. İslâm’da ise, insanlar nerede olursa-olsun, aynı ve
benzer hâl ve tavırlarda olurlar.
Müslümanlar, Dünyâ’yı öz
hâline çevirip kutsallığını açığa çıkarmakla mükelleftirler. Bu, hem insanın
aslına uygun olarak değiştirilmesi, hem de mekânın İslâm’a uygun olarak inşâ
edilmesiyle olabilir ancak. Bu, “mekânın doğal değişimi” olacaktır. Zîrâ Allah,
özünde bu şekilde yaratmıştır insanı ve Dünyâ’yı.
Mevcut zaman ve mekân,
“insan” ve “müslüman” olarak kalmanın neredeyse imkânsız olduğu bir zaman ve mekândır.
Bu “seküler mekân” insanı aslâ tatmin etmez, etmiyor da. Zîrâ İslâm, kendisini
hâkim kılacak bir mekân arar. İşte ancak o mekânda hayat doğru bir şekilde
anlamlandırılabilir ve yaşanabilir.
Varlığı Allah ile anlamayı
ve açıklamayı zûl görenlere, varlığı anlamlandırmak için ne “zaman” yeter ne de
“mekân”. Bu nedenle de “milyarlarca yıl”dan ve “sonsuz evrenler”den bahsedip
dururlar. Fakat bu da tatmin etmez. Çünkü, “kâlpler ancak Allah’ın zikri ile
tatmin bulur” (Ra’d 28). Kâlpler ancak, Allah’ın hakkıyla zikredilebileceği
mekânlarda huzûr bulur.
Mekke’de olmazdı. Zîrâ Mekke
mekânı uygun değildi. Şirk ve küfür alabildiğine yaygındı. Her yer putlarla
doluydu. Bu nedenle Medîne’ye hicret edildi. Orada mekân daha uygundu ve belli
bir süre sonra İslâm’a tam uygun bir mekân hâline getirildi. İslâm orada
hakkıyla yaşandı ve güçlendi. Müslümanlar belli bir güce ulaşıldığında tekrar
Mekke’ye geldiler ve Meke’yi fethettiler. Fetih’ten sonra Mekke’de İslâm’a göre
olmayan mekân değiştirildi ve İslâm’a uygun hâle getirildi. Meselâ içi putlarla
dolu olan Kâbe putlardan temizlendi ve İslâm’a tam uygun bir mekân hâline
geldi. Dünyâ’yı İslâm’a uygun bir mekân hâline getirmek, tüm zamanlardaki ve
mekânlardaki müslümanların görevidir.
“Bu zamanda olmaz” derken
söylenmek istenen zaman “modern zaman”dır yâni “modern mekân”dır. Peki “modern
zamanda olmaz” demek “modern-öncesi zamanda olurdu” demek midir?. Modern-öncesi
zamanda olursa o hâlde modern zamanda da olur. Mesele, modern zamanda yâni modern
mekânda daha zor olacak olmasıdır. Fakat bu “aslâ olmaz” demek değildir. Çünkü
daha önce olmuştur ve bir kere olduysa yine olur. Sosyoloji kuralıdır; “bir
kere olan, bir kere de daha olabilir”. Yâni modern-öncesi zamanda ve mekânda
olan şey, modern zamanda yâni modern mekânda da olur. Lâkin, “İslâm’ı Dünyâ’ya
hâkim kılmak” düşüncesi modern zamanda yâni modern mekânda başlatılabilir ama bu
modern mekânda, hem “hakkıyla” yapılamaz hem de tamamlanamaz. Hakkıyla olması ve
tamamlanması için zamânın yâni mekânın da İslâm’a göre değişmesi gerekir.
Bir şey,
mekân ve zamanda yer-sâhibi kılınmadan zâhir hâle getirilemez. İslâm’ın
hakkıyla yaşanması ve görünmesi için de mekâna ihtiyaç vardır. “Dünyâ’da mekân,
âhirette îman” denmesi bu nedenledir. Mekân yoksa pek imkân da bulunmaz. Lâkin
bu mekân “modern mekân” değildir.
Zamânın değişimi aslında
mekânın değişimi, mekânın değişimi ise aslında insanın değişimidir. Suçu zamâna
yüklemek yanlıştır. Suç mekândadır. Fakat şu da var ki, mekân da kendi başına
şuurlu bir şey değildir. O-hâlde asıl suçlu olan, mekânı İslâm’a aykırı bir
şekle sokan “modern insan”dır. Zîrâ değişen, dönüşen ve dönüştüren unsur insandır.
O-hâlde değişim de insanın değişimi ile başlayacak ve bunu, mekânın ve dolayısı
ile zamânın değişimi izleyecektir.
Her ne kadar “yerimiz yâni
mekanımız dar” bahanesine sığınmak istemesek de, an îtibâriyle mevcut modern
mekân gerçekten de dar ve bize uygun değildir. Hareket alanımız daraldıkça
daralmıştır. Allah’ın mekânımızı genişletmesinin yolu; bizim gönüllerimizin,
kâlplerimizin, aklımızın ve amellerimizin genişlemesine bağlıdır. Bunu
yapabilmek için tabî ki de Allah’ın yardımına muhtâcız. Bu yardım için de
Allah’ın dilemesi yâni bizi buna lâyık bulması gerekir. Fakat maalesef şu-anda
müslümanlar böyle bir nîmete lâyık değildirler. O hâlde bu yardımı hakketmek
için ilk önce Allah’ın rızâsını kazanmamız şarttır.
İslâm medeniyeti, Dünyâ
mekânını İslâm’a göre düzenlemiştir. Hâlâ ayakta kalan yapıların izlerinden
bunu görebiliyoruz. Müslümanlar, Dünyâ mekânını İslâm’a yâni doğala, normâle ve
fıtrata uygun olarak îmâr etmiştir. Zîrâ İslâm ancak böyle bir mekânda hakkıyla
yaşanabilir.
Dünyâ âhiretin tarlasıdır.
Dünyâ’nız nasıl olursa âhiretiniz de öyle olur. Dünyâ yâni mekân ve dolayısı
ile zaman cennete göre düzenlendiğinde Dünyâ “cennet” gibi olup cennet gibi
huzûr verirken, cehenneme göre düzenlendiğinde ise, Dünyâ kısa yada uzun vâdede
cehennem gibi olup sonsuz azaplar verir. Üstelik âhirette de elîm bir azapla
karşılaşılır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Mart 2018