27 Haziran 2019 Perşembe

Îdâm Sehpâsında İki İnsan: Seyyid Kutub ve Mahmud Muhammed Taha




“Mü’minlerden öyle erkek-adamlar vardır ki- Allah ile yaptıkları ahide sadâkat gösterdiler; böylece onlardan kimi adağını gerçekleştirdi, kimi beklemektedir. Onlar hiç-bir değiştirme ile (sözlerini) değiştirmediler” (Ahzâb 23).

“….Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

İnsanlık-târihi aynı-zamanda vahyin de târihidir. İnsanın olduğu yerde mutlakâ bir peygamber ve vahiy de vardır. Zîrâ bilinç ve irâde sâhibi bir varlık hiç-bir zaman vahiysiz ve rehbersiz bırakılmamıştır ve bırakılamaz. Yine, insanlık-târihi, “vahye îman edip inanan ve vahiy-merkezli bir hayâtı şiâr edinenler” ile, “vahye inansa bile -onu sindiremediği için- onda “açık” arayan yada onu tamâmen inkâr edenlerin mücâdelesinin târihidir. Vahyi inkâr edenler aynı-zamanda vahyin indiği kişi olan Peygamber’i de inkâr ederler ki, aslında bunlar -modern zamanlara kadar- “Allah’ı kabûl eden” kişilerdir.

Allah’ı, kendi zamânından önce yaşayan peygamberleri ve ona gelen vahiyleri kabûl eden ve hattâ o vahiy üzre olduğunu söyleyenlerin büyük çoğunluğu, tüm zamanlarda, kendi çağlarında yaşayan ve peygamber olarak görevlendirilen insanlara karşı çıkmışlar, onlara gelen vahyi kabul etmemişlerdir. Onlara karşı her türlü mücâdeleyi de vermişlerdir. Sorun aslında âlemlerin Rabbi olan Allah’ın varlığının kabûlü değildi. Zâten modern zamanlara kadar Allah’ı ve âhireti inkâr edenler çok az sayıda olmuşlar ve küçük istisnâlar olmuşlardır. Peki Allah’ı kabûl ettiği hâlde kendilerine gönderilen peygamberleri ve vahiyleri neden kabûl etmiyorlardı?. Çünkü biliyorlardı ki peygamberler ve onlara gönderilen vahiy, kendilerinin çok yanlış bir yolda oldukları anlamına geliyordu. Yoksa Allah niçin peygamber ve vahiy göndersindi ki?. Demek ki bir yere peygamber ve vahiy gönderiliyorsa, orada küfür, şirk ve zulüm hayâta hâkim olmaya başlamıştır, mazlumlar feryât ve figân etmektedir ve Dünyâ’da bunu düzeltip önleyebilecek bir devlet yada toplum bulunmamaktadır. Allah vahiy ve peygamber göndererek oradaki insanları (ve artık son Peygamber ve vahiy ile birlikte de vahyin ilk mekânı ve zamânı üzerinden tüm zamanlarda ve mekânlarda Dünyâ’nın tümünü) vahiy-merkezli bir yola sokmak istemiştir. O hâlde vahye o ilk muhâtap olanların kendilerini değiştirmeleri gerekiyordu.

Peygamber’i ve vahyi inkâr eden kâfir ve müşrikler, aslında kendi mevcut sosyâl, ekonomik, kültürel ve siyâsi düzenlerinin değişmesine karşıydılar. Çünkü onlar da biliyorlardı ki hem kendilerine gönderilen peygamberler toplumun en temiz ve dürüst kişileridir hem de indirilen vahiyler de hakkı ve hakikâti söylemektedir. Fakat peygamberlerin ve vahyin söylediği şey, mevcut zamandaki ve mekândaki durumun hakka ver hakîkate uymadığı, bu yüzden de küfür, şirk ve dolayısı ile zulmün ortaya çıkmış olduğu idi. İşte Allah bunun değişmesini istiyordu. Bu ise, Peygamber’in gönderildiği kavmin yada toplumun sosyâl, kültürel, ekonomik ve siyâsi olarak büyük ölçüde değişmesini gerektiriyordu. Bu değişim; hakkı, hakîkati ve adâleti getirecekti. Bu, toplumun büyük kesimi için tabî ki olumlu bir şeydi. Fakat toplumun önde gelenleri ve mevcut sistem üzerinden zenginleşmiş olanlar ve çıkar elde edenler buna hemen îtirâz ettiler. Bu kişiler târih boyunca peygamberlerin deli, yalancı yada meczup olduğunu, vahyin de “eskilerin masalları” olduğunu söylemişlerdir. Yâni Peygamber’e indirilen vahiyler, “eskide kalmış ve hükmünü yitirmiş efsânelerden ibârettir” sözünü söylemişlerdir. Bu, tüm zamanlarda ve mekânlardaki kâfir, müşrik ve zâlimlerin klâsik sözleridir. Bu söylem aslında modern çağda da benzer şekilde söylenmeye devâm etmektedir.

Hâbil ile Kâbil’den bêri süren mücâhede ve mücâdele şudur: İnsanlar kendilerine gönderilen vahye tam olarak uyacaklar ve peygamberlerin sünnetlerini yâni vahyin pratik uygulamaları olan “güzel örneklik”lerini adım-adım izleyip de “cenneti hak edecek” bir hayat mı yaşayacaklar; yoksa; Allah’ı, âhireti, peygamberi ve vahyi kabûl ettiği hâlde, konjonktürün (mevcut zaman ve durum), târihin, coğrafyanın, toplumun ve benliğin ağır kuşatması ve baskısı nedeniyle dik duruşunu kaybedip de vahyi, ya direkt olarak yada aşırı yoruma boğarak değiştirecek ve konjonktüre yâni zamânın beşerî rûhuna uygun hâle getirip hükümsüz mü bırakacaktır?. Yâni insanlar vahyi mi merkeze alacak, yoksa mevcut zamânı mı merkeze alacaktır?. Hangisini merkeze alacak ve hangisine göre inanıp yaşayacaktır?. Allah’ın istediği hangisidir?. İşte bu yazıda 20. yüzyılda yaşamış ve îdâm edilmiş iki kişi üzerinden bunun cevâbını vermeye çalışıyoruz..

1-Seyyid Kutub: (Tam adı: Sayyid Qutb Ibrahim Husayn Shadhili). Mısırlı yazar, müfessir ve düşünce adamı.
Doğum târihi ve yeri: 9 Ekim 1906, Muşa, Mısır.

2-Mahmud Muhammed Taha: Müslüman düşünür ve yazar.
Doğum târihi ve yeri: 1909, Rufaa, Sudan

Kutub, vahiy-merkezli bir hayat ve “vahyin hâkimiyetinde olan bir Dünyâ hedefi” için çalışmıştır. Taha ise, moderniteyi merkeze alan düşüncesiyle vahyi aşırı yoruma boğmuş ve de daha da önemlisi, vahyin yarısını içeren Medenî âyetleri “târihsel” olduğu gerekçesiyle hükümsüz kılıp güyâ iptâl etmiştir. Vahyin pratik örnekliğinin gösterildiği Medîne yerine, şeytanın vahiylerini hayat düsturu yapmış olan tâğutların ortaya koyduğu moderniteyi dinleştirmeye çalışmıştır.

Kutub, tüm hayâtını “Allah’ın vahyini hayâta hâkim kılmak düşüncesi ve çabası”na adaması nedeniyle îdâm edilmişken, Taha ise, bir fitne ve ifsâd hareketi olarak, “dîni kâlplere ve vicdanlara hapsederek moderniteyi müslüman coğrafyaya hâkim kılmak düşüncesi ve çabası içerisinde olması ve bu uğurda İslâm’ı ifsâd etmeye çalışması nedeniyle îdâm edilmiştir. “Dinden çıkmak” iddiasıyla suçlanıp îdâm edilmiştir. İkisi de “din” nedeniyle îdâm edilmiştir. Fakat Kutub, “dîni, hayâtın tam ortasında hâkim kılma çabası” nedeniyle îdâm edilmişken, Taha ise, “dînin yerine moderniteyi hayâta hâkim kılma çabası nedeniyle” îdâm edilmiştir. Şimdi bu ikisi bir olur mu:

“Kim çarçabuk olanı (geçici Dünyâ arzularını) isterse, orada istediğimiz kimseye dilediğimizi çabuklaştırırız, sonra ona cehennemi (yurt) kılarız; ona, kınanmış ve kovulmuş olarak gider. Kim âhireti ister ve bir mü’min olarak ciddî bir çaba göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası şükre şâyandır” (İsrâ 18-19).

“Allah, kimin göğsünü İslâm’a açmışsa, artık o, Rabbinden bir nûr üzerinedir, (öyle) değil mi?. Fakat Allah’ın zikrinden (yana) kâlpleri katılaşmış olanların vay hâline!. İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler” (Zümer 22).

Kutub, “Kur’ân’ın tamâmının” ve peygamber örnekliğine göre bir İslâmî hayat önerirken ve böylece İslâm’ı hayâta hâkim kılmaya çalışırken; Taha, aslında nüzûl sürecinin ikinci bölümü olan Medenî âyetleri -hiçbir dayanağı olmadığı hâlde- birinci bölüme alıp, Mekkî âyetleri de ikinci bölüme alarak sözde “ikinci mesaj” olan Mekkî âyetlerin Medenî âyetleri nesh ettiğini yada Medenî âyetlerin kendi târihsel şartları ve bağlamında indiğini ve ancak o zaman uygulandığını, günümüzde ise bu âyetlerin bir hükmünün kalmadığını, ama metin olarak okunmaya devâm edilebileceğini önerirken, müslümanların savunma ve sabır durumunda oldukları ilk inşâ dönemindeki Mekkî âyetlerin ise evrensel olduğunu söyler. Üstelik İslâm’ın, tam da modernitenin ve tâğutların arzu ettikleri gibi, “sürekli savunma durumunda kalmak” anlamına gelen Mekkî âyetlerden müteşekkil olduğunu, tüm zamanlarda ve mekânlarda da müslümanların Mekkî âyetlerle İslâm’ı düşünmesini ve yaşa(ma)masını ister. Bunun nedeni, modernitenin güyâ Medenî âyetlere gerek bırakmaması ve hattâ Medenî âyetleri geçersiz kılmasıdır.

Kutub, asılsız rivâyetleri, hurâfeleri, bâtınîliği ve tasavvufun hurâfelerini eleştirir ve reddederken, Taha, -tüm nesihçiler ve târihselciler gibi- İslâm’ı tasavvuf-merkezli olarak benimsediğinden dolayı, anlamsız, bağlamsız ve alâkasız bâtınî-tasavvufî yorumlarla ifsâd eder ve anlamından saptırır. Kanımca Taha, İslâm’ı, ya tasavvuf ve bâtınîliğin zihnini dumura uğratmasından dolayı, yada batı’nın ve modernitenin, nefsini kışkırttığı için yanlış anlamış ve yanlış ve hattâ sapıkça anlatmıştır.

Kutub, hem lâik-seküler demokrasiyi hem de komünizmi ve sosyâlizmi reddeder ve İslâm’ın sosyâl adâlet yönünü öne çıkarır. Zîrâ tüm zamanlarda adâletsizlik ve zulüm sosyâl eşitsizlikten kaynaklanmaktadır. Taha ise, “İslâm demokratik ve sosyalisttir” der. Hattâ şûrâyı, “demokrasiye bir geçiş aşaması” olarak görürken, varılacak olan zirveyi de “komünizm” olarak görür. Zîrâ dediğimiz gibi Taha, bir sapma olarak, İslâm’ı zamânının telâkkisi olan modernite bağlamında anlamak ve yaşamak ister. Boğmak istediği gerçek şudur ki, İslâm’ın yönetim-şekli “şûrâ”dır ve İslâm ağır sosyâl yönü olan bir dindir. Taha, şûrâ için, “demokrasiye geçilme aşamasıdır” der ama aslında demokrasi, “şûrânın kanserleşmiş ve ölüme mahkûm olmuş hastalıklı şekli”nden başka bir şey değildir.

Taha, sosyâlizmi ve hattâ komünizmi savunur ve ilginç bir biçimde, kapitâlizmin sosyâlizme ve komünizme geçiş aşaması olduğunu söyler. Böylece kapitâlizmi de meşrûlaştırır. Çünkü moderniteye meftûndur ve modernitenin ortaya koyduğu hemen hiç-bir şeye gerçek anlamda îtirâzı yoktur. Modernizmi bir “kazanım” olarak görür. Kutub ise kapitâlizmi “şeytanın en son fitnesi” olarak görür. Taha, İslâm’ın asıl hedefinin komünizm olduğunu söylediği için kapitâlist bir uygulama dediği zekâtı inkâr eder ve tüm Medenî âyetler gibi zekât âyetlerini de “geçici âyetler” olarak görür. Oysa zekât, müslümanların “tüm zamanlarda ve mekânlardaki sigortası”dır.

Seyyid Kutub, kapitâlist-liberâl bir fitne olan bireyciliği ve bireyselliği inkâr ederek “ümmet bilinci”ni savunurken, Taha, İslâm’ın en nihâyetindeki hedefinin bireycilik olduğunu söyler. Taha, “İslâm’ın kemâli, insanların birey olarak her-şeyden özgür olabilmesidir” der. Öyle ki bu özgürlük, “dinden özgürlük”e kadar gider. Zîrâ başörtüsü, zekât, devlet ve moderniteye aykırı olan tüm İslâmî uygulamaları “özgürleşme” bağlamında iptâl etmeye çalışır.

İslâm’da aslolan özgürlük değil kulluktur. Kişinin düşünme, beğenme ve seçme gibi insânî ve kişisel alanda bir hürriyeti vardır fakat bu, lâik-seküler-demokratik-kapitâlist-liberâl-hümanist sistemin “başta Allah olmak üzere her-şeyden bağımsız olması” demek olan “özgürlük”le alâkası yoktur. Hattâ İslâm, bu özgürlüğü kaldırmış ve yerine “kulluk”u getirmiştir.

Kutub gerçekçidir ve yapılması gerekeni net olarak ortaya koyar ve bunun için çabalar. Taha ise gerçekçi değildir ve zâten gerçek-dışı fikirlerle ortaya fitne attığı için îdâm edilmiştir. Kutub ise gerçekçi ve İslâm-merkezli fikirlerle topulumu uyardığı için îdâm edilmiştir. İkisi arasında dağlar kadar fark vardır.

İslâm, tüm zamânlarda ve mekânlarda İslâm’ı merkeze almayan sosyâl ve kültürel hayâta, ekonomik modele ve siyâsete bir îtirâz olarak gelmiştir. Yâni yozlaşmış ve ifsâd olmuş hayâtı gerekirse Dünyâ’nın altını üstüne getirerek düzeltmeyi hedefler. Seyyid Kutub da bunu söyler ve Dünyâ’nın İslâm-merkezli olarak yeniden inşâ edilmesini savunur ki zâten zamânının lîderleriyle aykırı düşmesinin ve hapsedilip en sonunda da îdâm edilmesinin nedeni budur. Kendisine yöneltilen teklifi hayâtı pahasına reddetmişti. Nasır yönetimi  Seyyid Kutub’un, dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Abdül Nasır’dan özür dilemesi hâlinde serbest bırakılacağı vaâd edilmişti. Bu haberi Seyyid Kutub’a ileten kardeşi Hamide Kutub’un aldığı cevap aynen şöyleydi: “Eğer âdil bir yargılama ile îdâma mahkûm edilmiş isem affedilmem zâten haksızlık olur. Ama bâtıl kânunlarla zâlim bir karâra kurban gidiyorsam, zulme uğruyorum ve bu karârı verenler zâlimdirler demektir. Benim inancım, zâlimlerden af ve merhâmet dilememe müsâde etmez”.

Taha ise, İslâm’ı arkaya atarak çok etkilendiği ve meftûn olduğu modernitenin hayâta hâkim olmasını istemiş ve Kur’ân’ın Medenî âyetlerinin modernite uğruna iptâl edilerek İslâm’ın moderniteye yâni modern ideolojilere ve sisteme uydurulması için çabalamıştı. Zâten asılma nedeni de, bu uğurda yaptığı, İslâm’a açıkça aykırı olan görüşleri nedeniyleydi.

Kur’ân tüm zamanlar ve mekânlar için “tamamlanmış” bir kitaptır. Kutub da bunu söyler ve Kur’ân’a göre hayâtın bir süreç içinde inşâ edilmesini hedefler. Taha ise Kur’ân’ı “evrilen bir kitap” olarak görür ki bu, önceleri Kur’ân’ın “ilkel” olduğu ve -hâşâ- moderniteyle birlikte ilkellikten kurtulduğu anlamına gelir. Taha’ya göre “evrilen Kur’ân!” nihâyet modernite ile birlikte zirvesine ulaşmıştır. “Kur’ân’dan başka bir Kur’ân’a geçiş”ten bahseder ve tam-özgür bireylerin yaşadığı sosyâlizm ve demokrasiyle insanların hedefe ulaşacağını söyler.

Seyyid Kutub, Kur’ân’dan ve pak sünnet kaynaklarından hareketle İslâm’ı aslî safiyetiyle anlayıp idrâk etmek cehdini ortaya koyar ve şöyle der: “Sünnet, İslâm Dîni’nin tartışılmaz bir kaynağıdır. Yalnızca Allah’a kulluk, ‘Lâ ilâhe illallah’ta ifâdesini bulan İslâm akîdesinin birinci rüknünün ilk kısmını, bu kulluğun keyfiyetini Allah Resûlü’nden öğrenmek ise bu rüknün ikinci kısmını teşkil eder”. Nîsâ 59’u açıklarken de şunları söyler:

“Büyük-küçük, önemli-önemsiz her hususta egemenlik, insan hayâtında yalnızca Allah’a âittir. Allah, Kur’ân’ında tesbit etmiş olduğu bir şeriat koymuştur. O şeriatla da onu insanlara açıklayan bir Resûl göndermiştir. Bu Resûl hevâdan konuşmaz. Bundan dolayı onun sünneti de Allah’ın Şeriatındandır”.

Taha ise Kur’ân’ın çok büyük bir bölümünü “geçici” gördüğü gibi sünneti de “geçici” olarak görür ve şöyle der: “Her birey Allah’ın inâyeti doğrultusunda ve ‘kendisini insan sürüsünün diğer bireylerinden ayıran kendi bireyselliğine ulaşana dek’ sünnete riâyet ederek gelişebilir”.

Kutub, “medeniyet sâdece İslâm’dır ve İslâm’dan başka medeniyeti hiç-bir şey sağlayamaz” derken, Taha, İslâm medeniyetini yok saydığı ve moderniteye meftûn olduğu için İslâm toplumunu da önemsiz sayarak bireye-bireyciliğe sık-sık atıf yapar ve İslâm’ın ana amacının “bireycilik” olduğunu söyler. Oysa Kur’ân tüm zamanlar için şöyle der:

“Sizden; hayra çağıran, iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır” (Âl-i İmran 104).

Taha’nın derdi İslâm’ı moderniteye uygun olarak aşırı şekilde yorumlamak, bu yoruma bağlı olarak Kur’ân’ın en az yarısını hükümsüz bırakmak ve iptâl etmek, böylece moderniteyle sorunu olmayan “yeni bir din” ortaya çıkarmak iken, Kutub’un hedefi, İslâm’ı aynen Peygamberimiz gibi “güzel bir örneklik” ve pratik ile gösterildiği gibi yeniden hayâta hâkim kılmaktır.

Servet-siyâset ve şehvet-şöhret insanları ayartır. Kışkırtılmışlığın zirvesi olan modern uygarlık ise bunu katlayarak yapar. İşte insanlar ve modern müslümanlar da bu ayartmalara yoğun bir şekilde mâruz kaldıklarından dolayı, yeterli bir dik duruşa sâhip ol(a)mayanlar zamanla tâvizler vermeye başlarlar ve tâviz bir kere verildiğinde yerinde durmayacağı ve arkası geleceği için artık sürekli yeni tâvizler vermek zorunda kalınır. Bu tâvizleri verenler bir zaman sonra da verdikleri tâvizleri “din” yaparlar ve o tâvizlere göre yaşarlar. Artık bu “tâviz dîni”ne göre düşünür, söyler ve amelde ve eylemde bulunurlar. Bu durum yavaş-yavaş geliştiği için sapma fark edilemez. Zâten şeytan onlara gittikleri bu nefse uygun yolu sevdirmiştir. Allah bu kişilere şöyle seslenir:

“Allah’a verdikleri sözü, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozanlar, Allah’ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi kesip-koparanlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar; işte onlar, lânet onlar içindir ve yurdun kötü olanı da onlar içindir” (Ra’d 25).

İslâm’a göre tüm zamanlarda ve mekânlarda bir mesele hakkında yapılması istenen şey Kur’ân’a ve Sünnete başvurmaktır:

“Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslîmiyetle teslîm olmadıkça îman etmiş olmazlar” (Nîsâ 65).

Seyyid Kutub, Kur’ân ve Sünnet-merkezli İslâm’ı hayâta hâkim kılmak uğrunda kendisini adadığı için îdâm edilerek “şehit” olmuş örnek bir mü’min iken; Taha ise, modernitenin sahte ışıltısı ile dumura uğramış zihninin sonucunda yaptığı söylemler ve eylemleri nedeniyle “hak olarak” îdâm edilmiş ve “pisi-pisine gitmiş” bir zavallıdır.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ocak 2019



Devamını Oku »

26 Haziran 2019 Çarşamba

Târihselcilik ve “Peygamber Yokmuş” Gibi Davranmak



“Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar” (Nîsâ 65).

Târihselcilik, “Kur’ân’ın belli bir târihî dönemde indiği, indiği târihe hitâp ettiği, indiği zamâna uygun bir metin olduğu, bu nedenle de bu metnin yâni Kur’ân âyetlerinin tamâmının tüm zamanlar ve mekânlar için geçerli olamayacağı, Kur’ân’da sâdece ahlâkî yada Mekkî sûreler ve âyetlerin “evrensel” olabileceği, diğer âyetlerin -ki özellikle Medenî sûre ve âyetlerin- ise hükmünün nesh edildiğini ve indiği târihle ve Mekke ve çevresindeki Arapları kapsadığı, bu yüzden de 1.400 yıl önceki hükümlerin çağımızda bir uygulama alanı olmadığından dolayı artık nesh olduğu ve geçersizleşerek hükmünü yitirdiğini” düşünmek ve söylemektir. Buna göre Kur’ân’ın hükümleri ve emirleri, indiği târihte okunup anlaşılacak ve sâdece mânâsı (lafzı değil) çağa uygun olarak yeniden yoruma tâbi tutulup günümüze taşınabilecektir.

Kur’ân’ın âyetleri nesh edildiğinde yada târihe hapsedildiğinde, aslında sünnet de târihe âit kılınıp hapsedilmiş olur. Târihselciler, “âlemlere rahmet” ve “muhteşem bir ahlâka sâhip” olan Peygamber’in ve sahabenin müthiş ve destansı mücâhede ve mücâdelesini de târihe hapsedip hükümsüzleştirirler. Oysa Kur’ân böyle yapmaz ve peygamberlerin şirke, küfre ve zulme karşı mücâdelelerini kıssalar şeklinde sûrelerine alıp anlatır. Târihselciler böyle yapmakla zımnen hem Allah’ın hükümlerini hem de Peygamber’in örnekliğini takmadıklarını söylemiş olurlar. Abdulaziz Kıranşal, târihselciliği tanıtırken şunları söyler:

“Târihselci anlayışa izâfe edilen görüşler şöyle özetlenebilir: Peygamberlerin belli bir zaman-diliminde, belli bir yöreye gönderildiği inkâr edilemez bir gerçektir. Bu nedenle peygamberlerin getirdiği mesajları kendi dönemlerinin zaman ve şartları içinde değerlendirmek gerekir. Bir sonraki gelen peygamber bile bir önceki peygamberin getirdiği emirleri belli bir revizyona tâbi tutmuştur. Öte yandan Hz. Muhammed ‘son peygamber’ olarak bütün insanlığa gönderilmiştir ve fakat sonuçta o da mesajını belli bir zaman-diliminde, belli bir topluma tebliğ etmiştir. Bu tebliğin üzerinden tam on dört asır geçmiştir. On dört asır önceki toplumsal normlar ve ihtiyaçların bugünün dünyâsından farklı olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. O hâlde on dört asır öncesinin târihselliğinde belli bir topluma uygun şekilde vâz edilen hükümlerle bugünkü hayâtı düzenlemek mümkün değildir.

Târihselci yaklaşıma göre inanç ve ahlâkla ilgili temel mesajlar hâriç Kur’ân’ın tümü nâzil olduğu dönemin târihselliğine âittir. Kur’ân insanların kıyâmete kadar karşılaşacakları tüm tikel sorunları çözmek gibi bir hedef gözetmemiştir (Öztürk, 2008: 11). Milâdi yedinci yüzyılın Arap toplumunda zuhûr eden sorunları çözmek için indirilen ve dolayısıyla kendi döneminin şartlarını gözeten şer’î hükümlerin günümüzdeki problemleri çözmesi düşünülemez. Fazlur Rahman’ın bakış-açısına göre Kur’ân’ı bir ‘hukuk kodu’ olarak değil, bir ‘ahlâk kitabı’ olarak görmek gerekir. En büyük hatâ, Kur’ân’ın bir hukuk kitabı olarak görülmesidir. Oysa Kur’ân emirlerindeki asıl maksat, hukûkî değil, ahlâkîdir (Fazlur Rahman, çev. 1997: 74). Fazlur Rahman’ın bu görüşü Muhammed Taha’nın ‘İslâm’ın İkinci Mesajı’ nazariyesiyle birebir örtüşmektedir. Çünkü Taha’nın söz-konusu nazariyesinin temel içermesi, İslâm’ın aslî/ana mesajının Mekke dönemine âit inanç, ahlâk ve adâlet unsurlarından müteşekkil olduğudur”.

Târihselcilerin baş-tâcı ettikleri bu düşünce tam da küresel tâğutların ve dolayısıyla modernitenin istediği ve beklediği sözleri içerir ve onların ekmeğini yağ-bal içinde bırakır. Üstelik “sâdece ahlâkî âyetler bağlayıcıdır” diyenlerin ahlâksızca işler yapan siyâsilere nasıl da ahlâksızca yalakalıklar yaptıkları çok net olarak görülmektedir. Bilmiyorlar ki İslâm’ın bahsettiği ahlâk, Peygamber’in “güzel örneklik” olarak, şirke, küfre ve dolayısı ile zulme karşı tevhid-merkezli ortaya koyduğu çabadır ki bu ancak “Kur’ân bütünlüğünde” yapılabilir. İşte bunun mücâdelesini vermekten korkanlar “târihselcilik sapıklığı”na sığınmaktadırlar ve hadsizce Allah’ın âyetlerini 1.400 yıl öncesine hapsetmeye kalkarlar ve günümüzde ise geçersiz olduğunu söylerler. Târihselcilerin; küfrün, şirkin ve zulmün bayraktarlığını yapanları bir-kez olsun adamakıllı bir eleştiriye tâbi tuttukları vâki değildir. Buna rağmen kalkıp bir de ahlâkilikten bahsedebiliyorlar. Onlar aslında Mekkî âyetlerin de hepsini kabûl etmiyorlar ve zâten Kur’ân’ın da ancak 5-10 sayfası kadar bir bölümünü -sözde- kabûl ediyorlar. Çünkü Peygamberimiz, Mekke müşriklerinin şirk-merkezli tekliflerine karşı onlarla hiç-bir ittifâkın içine girmemiş ve onların bâtıl bir dîne inandıklarından dolayı küfür ve şirk içinde bulunduğunu çok net bir şekilde söylemişti. Târihselciler bu “Mekkî örneklik”i de gösterebilecek cesârete sâhip değildirler ki zâten saplandıkları sapıklık batağında debelenmelerinin nedeni de budur. 

Târihselcilik de modern bir akımdır ve moderni meşrûlaştırmak için geleneği yada daha önemlisi sünneti târihe hapsetmek ameliyesidir. Tabi asılsız rivâyetleri, hurâfeleri ve uydurma sözleri-hadisleri târihte bırakmanın faydası vardır fakat târihselciler bunun yerine, Kur’ân’ın büyük bir bölümünü de târihe hapsederler ve de daha da önemlisi, Peygamber örnekliğini yok sayarlar. Peygamber’in güzel örnekliği (Ahzâb 21) tüm zamanlar ve mekânlar için bir örnek olmasına rağmen onu da “târihe âit” kılarlar ve o güzel örnekliği boğarlar. Yâni yaptıkları şey aslında vahyin hem teorisini hem de pratiğini târihe hapsetmektir. Geriye de savunmacı bir İslâm anlayışını yansıtan aşırı yoruma tâbi tutulmuş bâzı Mekkî âyetler kalır ki onları da yorumlayarak moderniteye uydurmak aşırı yorumlanıldığında zor olamaz. Tabi târihselciler geleneği ve sözde târihe âit olması gereken âyetleri ve sünneti modernistler gibi direkt olarak yok say(a)mazlar. Onu târihe hapsederek etkisiz bırakırlar. Târihe hapsettikleri âyetlerin ve Peygamber örnekliğinin teberrüken okunmasına karşı çıkmazlar ki zâten amaçları da budur. Zîrâ 1.400 yıl önce inen âyetlerin çoğu ve vahyin pratik örnekliğini hükümsüz görürler. Ergün Yıldırım, modernite ve târihselcilik hakkında şunları söyler:

“İslâm dünyâsında târihselcilik, modernistlerle gelenekçilerin çatışmasından yükselen bir ara-yaklaşım. İkiyüz yıllık modernleşme sorunumuzun bir parçası olarak doğar. Bu îtibarla ‘batı târihselciliği’nden epeyce farklıdır. Modernistler, İslâmiyet’i modernliğin parametrelerini ön-koşul kabûl ederek yorumluyor. Modernlerin meta-fiziği, âdetâ modernliğin prensipleridir. Değişmez, öz ve cevher kabûl edilen prensipler. İlginç bir biçimde cevher düşüncesiyle birleşen bu modernlik algısı, ciddî anlamda pozitivist bir karakter taşır ve aslında târihselcilik yaklaşımıyla da çatışır. Modernistler, İslâm’ın ilk doğuş ve târihsel mîrâsına moderniteyle bakarlar. İslâm’ın bütün zamanlarına modern bilincin mutlaklığıyla nazar ederler. Modernlik, cevher olduğu kadar, insanlığın evrim sonucu elde ettiği son hakîkattir!. Hakîkatin son hâli!. İnsanlığın bulduğu son değişmez paradigma.

İslâmiyet, modernliğin hakîkat kabûlleriyle tartılmaya başlanır. Bu çerçevede modernlikle çelişki arz eden İslâmî pratikler ve görüşler hesâba çekilir. Elbette rasyonâlizm, pozitivizm ve târihselcilik gibi modern yöntemler burada devreye girer. Bu yöntemlerle sâdece İslâm’ın târihsel ve kültürel mîrâsı okunmaz, aynı-zamanda İslâm meta-fiziği veyâ ilâhiyatı da buna dâhil edilir. Dolayısıyla bu yöntemlerle uzlaşmayan ve çelişik gözüken taraflar ‘târihselcilik’ bağlamında dışlanır. Yâni ‘bunlar târihseldir, geçmişte kaldı’ denir. Olumsuzlama tutumuyla İslâm’ın hakîkatine meydan okunur. Arkasından da hermenötik aracılığıyla da modern bilince göre yeni yorumlar yapılır.

19. Yüzyılda müslüman aydınların ekseriyetle uzlaştıkları ‘müslüman kalarak modernleşmek’ tezi yerine, ‘müslümanlıkla modernleşmek’ yaklaşımını benimsiyorlar. Modernliğe uymayan ve onunla çatışan müslümanlık ise târihsellikle açıklanır ve ilerlemenin gerisinde kalan bir olgu olarak değerlendirilir. Türkiye târihselciliği, gelenekçiliğin açmazlarından ve modernliğin umutlarından besleniyor. Geleneği temelde olumsuzlar ve anti-tez olur. Bunun yerine modernliği tez olarak inşâ eder. Bundan dolayı da Türkiye’deki pozitivistlerle anlaşır ve gerektiğinde onları ‘kurtarıcı’ olarak göreve çağırır”.

Târihselcilere göre ilk tâlimatlar yâni Mekkî âyetler ve açıklamalar genellikle çoğulcu, hoşgörülü ve pasifisttir. İslâm’ın gerçekliğini yansıtır. Bu nedenle de “İslâm’ın evrensel âyetleri Mekkî âyetlerdir” derler. Bu âyetler örnek olarak şöyledir:

“Öyleyse sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklere aldırış etme” (Hicr 94).

“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücâdele et. Şüphesiz senin Rabbin yolundan sapanı bilendir ve hidâyete ereni de bilendir” (Nâhl 125).

“Sizi en iyi Rabbiniz bilir; dilerse size merhâmet eder, dilerse sizi azablandırır. Biz seni onların üzerine bir vekil olarak göndermedik” (İsrâ 54).

“Kötülüğü en güzel olanla uzaklaştır; biz, onların nitelendire-geldiklerini en iyi bileniz” (Mü’min’un 96).

“O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayâtı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır” (Mülk 2).

“Onların demelerine karşı sen sabret ve onlardan güzel bir ayrılma tarzıyla (düşünce ve eylem bakımından köklü bir tutum) ile kopup-ayrıl” (Müzzemmil 10).

“Sonra îman edenlerden, sabrı birbirlerine tavsiye edenlerden, merhâmeti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak” (Beled 17).

“De ki: Ey kâfirler!. Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dîniniz size, benim dînim bana” (Kâfirûn Sûresi).

Târihselciler bu gibi âyetleri çok öne çıkarırlar. Bu âyetler tabî ki Kur’ân’ın âyetleridir ve değerlidir. Fakat târihselciler sâdece, İslâmî mücâdelenin ilk başlarında inen îman-dâvet-tebliğ-sabır içeren âyetlerin evrensel ve bağlayıcı olduğunu, daha sonra inen ve pratikliği bâriz olan Medenî âyetlerin ise târihsel olduğunu söylerler. 

Târihselcilerin savundukları şey aslında bir çeşit hristiyanlıktır. Tahrif olmuş Hristiyanlıkta “bir yanağına vurana diğer yanağını da çevirmek” vardır. Oysa İslâm’da yanağınıza bir tokat vurulduğunda bunun “kısas”ı vardır. Bu kısas Mekke’de olmuyorsa Medîne’de olur.

Modernite, kendisinin aslında tek rakibi olan İslâm’ın yayılıp da siyâsî olarak hâkim duruma gelmesinden ürküntü duyar. İşte bu nedenle bunun önüne geçmek için her-şeyi yapar. Târihselciler ise Medîne’yi yâni sünneti, pratikliği ve İslâm toplumunu-devletini-medeniyetini inkâr ederek ve de dışlayarak modernlerin arzularına çanak tutarlar. Târihselcilik, “İslâm’ı konjonktürel görmek” anlamına gelir. Bu, onu kendi dönemine hapsetmeyi ve zamânın konjonktürüne uymayı da yanında getirir.

Târihselcileri ürküten ve çok korkutan konulardan biri de müslümanların bâtıla karşı örnek bir İslâmî toplum olması ve devlet kurmasıdır. Modernite bunu aslâ istemediğinden dolayı, modernitenin ağır kuşatması altında ona boyun büküp râm olmuş olan târihselciler de “İslâm’da devlet” konusuna korkuyla bakarlar. Bu nedenle de “İslâm Devleti” yerine absürd bir söylem kullanarak “Adâlet Devleti”nden bahsedenlere bakıldığında bunlar ya modernisttir yada târihselcidir. Bunlar İslâm devleti olmadan adâlet devleti olamayacağını ya bilmezler yada kabûl etmek istemezler. Adâlet ancak Allah’tan gelir. Bu nedenle adâlet sâdece İslâm-merkezli olarak sağlanabilir. Mahmud Muhammed Taha, İslâm devletini inkâr ederken şöyle der:

“Bugün bizim amacımız hem maddî ilerlemeye hem de uygarlığa bir kerede ve aynı-anda erişmektir. Bu görüşe göre, özetle, İslâm’ın bir devlet modeli yoktur; Hilafet târih içerisinde oluşmuş bir kurumdur; dînî bir delile dayanmaz ve müslümanlar akıl, bilim, tecrübe vs. aracılığıyla târihin farklı dönemlerinde farklı siyâsi rejimleri benimseyip uygulayabilirler. Bu, yerine göre demokrasi de olabilir, bolşevizm de olabilir, daha başka bir şey de olabilir”.

Taha’ya göre müslümanlar her türlü beşeri rejimi hayatlarına karıştırabilirler ama bir tek İslâm’ı sosyâl, kültürel, ekonomik ve siyâsî alana karıştıramazlar. İşte şirk, küfür ve dolayısı ile zulmün başladığı yer burasıdır. Böyle bir sözü söyleyenleri ve benimseyenleri İslâm’dan saymak da doğru değildir. Bu kişiler eğer “câhil” değillerse, İslâm’ın hâinleridirler. 

Târihselcilik, “İslâm’ı ahlâka hapsetmek” demektir. Oysa İslâm’da ahlâk hesâba katılmadan hiç-bir şey yapılamaz ama İslâm, doğu öğretileri gibi salt bir “ahlâk dîni” değildir. Târihselciler; “Peygamber şöyle demiştir: ‘Ben en yüksek ahlâkî değerlerin mükemmelleştirilmesi için gönderildim’. Bu sözünden sanki yalnızca en yüksek ahlâkî değerlerin mükemmelleştirilmesi için gönderildiği sonucu çıkmaktadır” derler. Fakat ahlâkilik öyle oturulup durulan yada bâtıl sisteme entegre olarak erişilecek bir şey değildir ki!. Peygamberimiz aynı-zamanda hayâtı boyunca 70’e yakın gazve, seriye ve savaş organize etmiş ve bunların 27’sinde de başkomutanlık yapmıştır. Ahlâkilik sâdece savunma durumunda ve ezik kalmak demek değildir. Fakat târihselciler Medenî âyetlerin pratikliğini inkâr ettikleri için bunu sorun etmezler.   

Târihselcilere göre tek mutlak gerçek bireysel ahlâkîliktir. Üstelik şirkin küfrün ve zulmün altında ahlâkîliği en ideâl seviyede gerçekleştirebileceklerini sanmaktadırlar. Bireyin ve de toplumun, modernitenin yayılmasıyla birlikte nasıl da ahlâksızlaştığı apaçık ortada olmasına rağmen bunu söylemek ahmaklıktan başka bir şeyle açıklanamaz. Târihselciler, hem batı modernitesine adapte olmuş olduklarından dolayı hem de modernitenin bireyciliğini benimsemiş olduklarından dolayı “bireyciliği” savunurlar ve İslâm’ın da bireyciliği yada bireyselliği istediğini ve hedeflediğini güyâ kanıtlamak için şu âyetleri kullanırlar:

“De ki: O, her-şeyin Rabbi iken, ben Allah’tan başka bir Rab mi arayayım?. Hiç-bir nefis, kendisinden başkasının aleyhine (günah) kazanmaz. Hiç-bir günahkâr (suçlu) bir başkasının günahını (suçunu) yüklenmez. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. O, size hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri haber verecektir” (En-âm 164).

“Artık kim zerre ağırlığınca hayır işlerse onu görür. Artık kim zerre ağırlığınca bir şer (kötülük) işlerse onu görür” (Zilzâl 7-8).

“Onun söylemekte olduğuna biz mîrasçı olacağız; o bize, ‘yapayalnız tek başına’ gelecektir” (Meryem 80).

“Göklerde ve yerde olan (herkesin ve her-şeyin) tümü Rahmân (olan Allah)a, yalnızca kul olarak gelecektir. Andolsun, onların tümünü kuşatmış ve onları sayı olarak saymış bulunmaktadır. Ve onların hepsi, kıyâmet günü O’na, ‘yapayalnız, tek başlarına’ geleceklerdir” (Meryem 93-95).

“Andolsun, sizi ilk defâ yarattığımız gibi (bugün de) ‘teker-teker, yapayalnız ve yalın (bir tarzda)’ bize geldiniz ve size lûtfettiklerimizi arkanızda bıraktınız. İçinizden, gerçekten ortaklar olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda görmüyoruz. Andolsun, aranızdaki (bağlar) parçalanıp-koparılmıştır ve haklarında zanlar besledikleriniz sizlerden uzaklaşmıştır” (En-âm 94).

Tabi İslâm’ın toplumsal ve kurumsal özelliklerini târihe hapsedince, en sonunda şu sözü söylemekten çekinmeyeceklerdir: “İslâm, özünde, kelimenin gerçek anlamıyla bir din değil, akîdesi yalnızca bilimsel evreye geçiş için kullanılan bir bilimdir”.

Aslında târihselciler, akla ve aklın (aslında nefsin) ortaya çıkardığı uygarlığa yâni moderniteye uymadığı için İslâm’ın pratik sonuçları olan özellikle Medenî âyetleri inkâr ederler ve İslâm’ın sâdece Mekkî âyetleri ile yetinilmesini ve bununla avunulmasını isterler. Bir yazıda târihselcilik hakkında hristiyanlık üzerinden şunlar söylenir:

“Târihselcilik ile, ‘müslüman modernistler’in kimileri ‘siyâset terminolojisi’ kimileri ‘hermenötik’ alanında daha öne çıkmış olsalar da, bu gruba mensup isimlerin pek çoğunun anlayış olarak ‘târihselciliği’ benimsediği ve savunduğu bilinmektedir. Mâlûm olduğu üzere, (sosyâl ve beşerî bilimler alanlarında) bu yaklaşım, esâsen, batı’ya özgüdür ve ilâhiyat çevrelerinde ilk olarak İncil’in yorumlanması alanında kullanılmıştır. Bunun gerekçesi bellidir ve basittir: İncil ile çağdaşlaşma sürecinde ‘bilimsel’ olarak doğruluğunun kanıtlandığı düşünülen hususlar arasında kâbil-i telif olmayan bir zıtlık vardır ve bunun ‘yorumlama’ yoluyla giderilmesi gerekmektedir!. İşte ‘târihselcilik’ burada işlevdir.

Peki, bu yöntem bir başka ‘kutsal metin’ olan Kur’ân için de uygulanabilir mi?. ‘Müslüman modernistler’ içerisinde yer alan bir kesim, bunun mümkün olduğunu, Kur’ân’ın da benzer şekilde yorumlanması gerektiğini söylemektedirler”.

Târihselcilik ve târihselciler tasavvufla bağlantılıdır. Çünkü hükümler bağlayıcı sayılmayınca ve sâdece ahlâkîlikten bahsedilince, tasavvuf da -sözde- “gönül dîni” olduğundan dolayı ona sıcak bakılır. Tabî ki ahlâk olmayınca yâni fıtrata uygun olmayınca hiç-bir şey de doğru ve düzgün olmaz. Fakat tasavvuf, tam da sömürgecilerin ve işgâlcilerin ekmeğine yağ sürecek bir düşüncedir. Böyle olunca da bireysel bir mânevî düşünce benimsenir ve Dünyâ’da hâkimiyeti kimin elinde tuttuğu da önemini kaybeder. Fakat şu da bilinmelidir ki, İslâm bunu değiştirmeye gelmiştir ve “göklerde sâdece Allah hâkim olduğu gibi yeryüzünde de sâdece Allah hâkim olmalıdır” düşüncesi İslâm’ın temelidir. 

Târihselcilikte İslâm “gönül ve ahlâk dîni”dir. Pratikte gösterilmesi gereken de budur. Tabi bunu söyleyebilmek için İslâm’ın “zâhirî şeriatı” yerine “bâtınî şeriatı” öne çıkarılır ki aslında İslâm’ın bâtınî bir şeriatı yoktur. Bâtınî şeriat tabî ki de tasavvuftur. Buna göre târihselciler sünneti, “tasavvufî hâl” olarak göstermeye çalışırlar. Mahmud Muhammed Taha, gnostik düşünce geleneğindeki “kâmil insan” telâkkisine paralel olarak, bu vasıftaki insanın derin hakîkatlere ulaştığı için şer’î mükellefiyetlerden bağımsız olduğu fikrini savunmuştur. Böylece şeriatı ilgâ ve iptâl etmiştir. Çünkü onun için aslolan, mârifet yâni derin hakîkati kavramaktır. Oysa şeriat ve hukuk “hakîkat” değil, sûrettir. İşte Kur’ân ve Sünnet bütünlüğünden kopmak adamı böyle sapık düşüncelere ve yollara sürükler ve sapıklık bataklığında bırakır.

Fazlur Rahman’a göre de Kur’ân bir “hukuk normu” olmaktan çok “ahlakî bir rehber”dir. Diğer bir deyişle Kur’ân bir “kânun kitabı” değildir. Çünkü Kur’ân kendisini insanlara bir “rehber” olarak tanımlar. Ayrıca Kur’ân insanların kendi emirlerine göre yaşamasını ister; ancak bu emirler umûmiyetle ahlâkî içeriklidir. Bu sözler İslâm’ a ve Kur’ân’a atılmış iftirâlardır. Çünkü Kur’ân’da, 250’nin üzerinde savaş âyeti vardır. Sosyâl, ekonomik ve siyâsî mesajları vardır. Küfre, şirke, zulme ve cehâlete savaş açmıştır ve tâğutlarla her türlü mücâdeleyi vermiştir ve Kur’ân ve İslâm târihi de bunun şâhididir.   

Târihselciler pratik örnekliği inkâr edip yok saydıkları için, genellikle Medenî âyetlerde açığa çıkan emirleri ve nehiyleri de takmazlar ve târihe hapsederler. Meselâ başörtüsü-tesettür, çok-eşlilik, zekât gibi emirleri târihseldir diyerek iptâl etmeye çalışırlar. Târihselciler bu konularla ilgili hükümleri İslâm’ın aslından görmez. Zîrâ özellikle Medîne’de inen hükümleri bağlayıcı görmezler. Kur’ân’ın Medîne döneminde inen ve mesajını oluşturan ahkâm âyetlerinin yirminci yüzyıldaki insanların pratik yaşantılarını düzenlemeye elverişli olmadığını söylerler. Dînin muâmelat ve ukûbatla ilgili hükümlerinin modern dünyâda reel ve aktüel bir karşılığının bulunmadığını söyleyebilme cesâretini ve sapıklığın gösterirler. Fakat iş lâik-seküler-demokratik ideolojilere gelince onlar için ortada bir sorun yoktur. Zîrâ moderniteye yaptıkları bir eleştirileri yoktur. Seküler-beşerî ideolojilerle de sorunları yoktur. Çünkü târihselciler (ve de modernistler), İslâm ile demokrasi ve sosyâlizm gibi çağdaş düşünce kuramları arasında özdeşlik düzeyinde ilişkiler kurabilmekte, hattâ demokrasiyi dînin temel bir unsuru sayabilmektedirler.

“Bugün size dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nîmetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçip-beğendim” (Mâide 3).

Medîne’de nazil olmuş bir âyette böyle denilmektedir. “Din tamamlanmıştır ve işte budur!” denilmesine rağmen daha sonraki 1.400 yıl boyunca milyonlarca kişi ahkâm kesmiştir ve kesmektedir.

Mekke ve Medîne namaz ve zekât gibidir. Biri insan”ı ve mâneviyi, diğeri insanlar”ı ve maddiyatı temsil etmektedir. Bu nedenle birbirlerinden ayrılmaları mümkün değildir.  Mekke ve Medîne, madde ve mâna bütünlüğüdür.

Taha, Kur’ân’ın Medîne döneminde sunduğu ahkâm ağırlıklı mesajın aslında ibtidâî-ilkel bir mesaj olduğunu söyler. Zîrâ Taha’ya göre din, tıpkı hayâtın balçık ve sudan evrimleşmesi gibi bir evrim geçirmiştir. Din olgusu uzun târihsel süreçte çok-tanrılı dinlerden tek-tanrılı dinlere evrilmiştir. Tek-tanrılı dinler de kendi içlerinde evrimleşmiştir. Daha açıkçası Allah’a teslîmiyet inancına dayanan üç semâvi din aslında kemâl noktasına doğru bir evrimin ifâdesidir. Tabi bu evrim kemâl noktasına, Taha’ya göre demokrasi ve sosyalizm-komünizm ile ulaşacaktır. Modernlere ve bâzı diğer târihselcilere göre ise modernite ile zâten en kemâl noktaya ulaşılmıştır. Sanki -hâşâ- Allah’ın da murâdı, “İslâm’ın moderniteye ve lâik-seküler demokrasiye ulaşmasıdır” gibi düşünce ortaya koymaktadırlar. Taha, tam ters olarak, Mekkî âyetleri -ilk inen sûreler ve âyetler olmasına rağmen- “İslâm’ın ikinci mesajı”, Medenî âyetleri ise “ilk mesajlar” olarak gösterir ve böylece sözde ikinci mesajın yâni Mekkî âyetlerin, ilk mesajı yâni Medenî âyetleri nesh ederek hükümsüz bıraktığı”nı söylemekle sapıkça ve dangalakça bir görüş ortaya koyar. Sonuçta artık ortada uygulanabilecek İslâmî bir pratik kalmayacak, uygulanacak şey ise demokrasi ve komünizm olacaktır. İşte sapıtmak ve küfre düşmek böyle bir şeydir. Absürdce sapıkça düşüncelerin, akîdenin konusu olması böyle olur.

Taha’nın din anlayışında İslâm’ın birinci mesajı şeriat ve şer’î ahkâma karşılık gelir. İkinci mesaj ise îman ve ahlâk ilkelerini muhtevî olan sâbit-değişmez dîne tekâbül eder. Tabi bu düşüncede Kur’ân kıssaları da târihselliğe hapsedilmekten kurtulamaz. Oysa Allah, kıssaları, kendi târihlerinden alıp da vahyin nâzil olduğu 1.400 yıl önceki gündeme taşımıştır ve zımnen onların târihte kalmadığı söylemiştir. Bir yazıda bu konuda şular söylenir:

“Târihselcilerin ‘müslüman modernistler’in çoğu, Kur’ân kıssalarının bizzat vukû bulmuş hâdiseler olmadığı, bilakis ‘öğüt almak’ amacıyla Kur’ân’da yer alan anlatılardan ibâret olduğu tezini savunmaktadırlar. Burada dikkat edilmesi gereken husus, bu hususun da yine ‘modern’ etki ile îzah edilebileceğidir; zîrâ bir batı’lı-modern yaklaşım olarak ‘rasyonâlizm’in (yâhut ‘pozitivizm’in) müslüman dünyâsına ithâl olunduğu dönemden bu yana benzer tezleri savunanlar hep olmuştur. Buradaki mantık, kimi zaman ‘Kur’ân’da akla-bilime aykırılık yoktur’ şeklindeki ifâdesini modern postülaya, kimi zaman da ‘hayatta en hakikî mürşit ilimdir’ şeklinde ifâdesini bulan ‘bilimci’ anlayışa dayanmaktadır. İlk yaklaşım, gerçeğe tekâbül etmemekle birlikte, çoğunlukla, müslümanlar arasında moderniteye karşı geliştirilen ‘apolojetik’ tavrın tezâhürü olarak görülebilecek iken, ikincisi sâfi mânâda ‘modern’ bir anlayışın ürünü olarak değerlendirilebilir. Târihselciler arasında, kıssaların vâkîliğini kabûl etmeyenlerin genellikle ilk gruba mensup olduğu söylenebilir. İkinci gruba ise daha çok, ‘seküler’ (yâhut ‘batı’cı’) yaklaşıma sâhip olanlar girmektedir.

Buradaki soru şudur: Böyle bir sözü, ‘İslâmcı’ anlayışa sâhip bir ağızdan duymak neredeyse imkânsız iken, bir târihselci nasıl olup da bu türden bir cümleyi rahatlıkla kurabilmektedir?. Cevap bizce şudur: Târihselciler, siyâsi-ideolojik alanda, genel olarak (örneğin İslâmcılar gibi) net bir duruş-tutum sâhibi değildirler. O yüzden ‘ideolojik tutum’ sâhibi olmayı önemsememekte, o yüzden örneğin ‘demokrasi’, ‘özgürlük’, ‘eşitlik’ vb. kavramlara eleştirel bakamamaktadırlar. Bu, esâsen, onların modernite bağlamında takınmış oldukları ‘bağdaştırmacı’ tutumla ilişkilidir. O yüzden Fazlur Rahman, Muhammed Arkoun, Hamid Ebu Zeyd, Hasan Hanefi, Abid el-Cabiri gibi isimler, hem müslüman dünyâsında küresel iktidârın doğrudan veyâ dolaylı vesâyetiyle tahakkümlerini sürdüren çevrelerle uğraşmamakta, hem de küresel hegemonyaya karşı bir tutum takınarak politik-ideolojik bir mücâdelenin içinde (genellikle) yer almamaktadırlar. Yâni târihselcilik, bu özelliği nedeniyle, esâsen, mevcut iktidarlar tarafından ‘tehdit’ olarak görülmeyen bir anlayıştır. Hattâ bir zihinsel tutum olarak, modernitenin müslüman dünyâsında yaygınlaşması için batı tarafından bilinçli bir şekilde desteklenmektedir.

Bu noktada, meşhûr oryantalistlerden Hamilton A. R. Gibb’in ‘İslâm’da Modern Eğilimler’ adlı kitabında ‘müslüman modernistler’ için sarf etmiş olduğu sözleri hatırlamak yararlı olacaktır. Gibb, kitabında, batı düşüncesinin müslüman dünyâsında bir geleceğinin olabilmesinin şartı olarak, müslüman modernist anlayışın yaygınlaşmasını göstermektedir. Gerekçesi de, bu kesimin modernite ile İslâm arasında özde bir bağdaşmazlık olmadığı tezini savunmasıdır!. Gibb, eğer bu tez müslüman dünyâsında kabûl görürse, gelenekçi ve fundamentâlist (siz ona ‘İslâmcı’ da diyebilirsiniz!) tezlerin zaman içerisinde zevâl bulacağını da sözlerine eklemektedir”.

Taha, “İslâm geleneğinde din ile şeriat özdeş kabûl edilmiştir. Oysa şeriat dînin kendisi olmadığı gibi onun aslî bir unsuru da değildir. Ayrıca sâbit değil, değişkendir” der. Zâten bu, târihselcilerin ortak görüşü yada sapkınlığıdır. Târihselcilere göre Kur’ân “bütünsel olarak” târih-üstü değil târihsel ve konjonktüreldir. Tüm zamanlar için insanlara rehberlik etme vasfını hâiz değildir. Çünkü İslâm şeriatına temel teşkil eden ve hemen tamâmıyla Medîne döneminde nâzil olan ahkâm âyetlerindeki normatif içerik o dönemin târihsel ve toplumsal şartlarıyla koşullu bir geçerliliğe sâhiptir; dolayısıyla bugünün dünyâsında tatbike elverişli değildir. Buna mukâbil Kur’ân’ın Mekke döneminde nâzil olan ve tevhid inancı ile temel ahlâkî ilkeleri ortaya koyan âyetlerdeki mânâ ve muhtevâ sâbittir, târih-üstüdür. Dolayısıyla İslâm’ın asıl mesajı ikinci(!) mesaj olan Mekkî âyetlerdir. Bu mesaj değişim ve dönüşüme açık değildir.

Târihselcilere göre “evrensel” olan “târihsel” olanı nesh ettiği için, güyâ artık târihsel olan âyetler de hükmünü yitirmiş oluyor. “Peki onun yerine ne konulacak” diye sorulduğunda, tabi ki modern ideolojiler ve sistemleri dile getiriyorlar. Zâten bunu o modern sistemlerin psikolojik baskısı ve yada bir görevlendirmesiyle söylüyorlar.

Medenî âyetleri inkâr eden Taha, bu âyetler hakkında şunları söyler:

“Şeriat, vahiy ve Peygamber aracılığıyla toplumun somut sorunlarını sabit din (ed-dîn) açısından çözer. Fakat şeriatın çözüm kâbiliyeti, bütün zamanlar için nihâi, ebedî ve evrensel ölçekte çözmekten öte, zamâna ve mekâna, toplumsal yapıya, insanların etnik, antropolojik, demografik, sosyolojik yapısına bağlı olma gibi bir keyfiyete sâhiptir. Bu noktada denebilir ki Allah’a ubûdiyet din’dir; fakat bunun menâsiki-ritüelleri şeriattır. Mîrâsı âdil şekilde paylaştırmak din’dir; fakat bunun hangi oranlarda paylaştırılacağı şeriattır. Adam öldürmenin, hırsızlığın, zinânın günah olarak nitelendirilmesi dindir; fakat bu günahlara-suçlara hangi cezâların terettüp ettiği şeriattır”.

İyi de örnek verilen bu cezâlar niçin ebedî olan Kur’ân’a girmiştir ki?. Yine, Peygamber’in vahyin doğrultusundaki uygulamaları ve örnekliği Kur’ân’da övülmüştür?. Bunu hiç kimse anlamamış ve sorgulamış da bir tek târihselciler mi anlıyor ve sorguluyor?.
Taha diyor ki: “Mekke döneminde vahyedilen inanç ve ahlâk hükümleri illete, dolayısıyla zamâna, mekâna ve belli bir târihselliğe bağlı değildir. Medîne dönemine âit hükümler ise illete bağlıdır; zaman, mekân ve târihsel olguyla koşulludur”. İyi de Mekkî âyetler niye “târihsel” olmuyor?. Aynı târihlerde gelen âyetlerin bir kısmı târihsel oluyorken diğerleri niye târihsel olmuyor?. Hattâ “evrensel” diyerek kabûl ettikleri Mekkî âyetler aslında daha da târihseldir. Zîrâ daha önce inmiştir. Bu ayırımı neye dayanarak yapıyorsunuz be ahmaklar!?. Deliliniz nedir?. Kur’ân’da “Medenî âyetleri kafanıza takmayın” şeklinde âyetler mi var?.  Ölçünüz nedir?, dayanağınız nedir?. Tabi ki de keyiflerine ve nefislerine dayanıyorlar ve modernitenin ağır kuşatması, baskısı ve ışıltısı altında yelkenleri suya indirerek tâvizler vermeye başlıyorlar. Tabi bir kere verilen tâvizlerin sonu gelmiyor ve verilen tâvizlerden yeni bir din doğuyor. Artık tâvizcilerin yeni dinleri “târihselcilik” gibi sapık ve bâtıl dinler oluyor.

Târihselcilerin “târihsel” dedikleri âyetler, “moderniteye uymayan âyetler”dir. Bu nedenle İslâm’ı, moderniteye, tâğutlara, şeytana, şirke, küfre, zulme ve adâletsizliğe karışmayan sözde ahlâkî bir dîne çevirmeye çalışıyorlar. Böylece moderniteyle arada sorun kalmayacaktır. Çünkü indirgedikleri ahlâkîlik de aslında “ahlâkîlik” değil “etik” denilen “sözde dürüstlük”tür. Garaudy de Kur’ân hakkında ağır bir zanda bulunarak ve târihselcilerin düştüklerin aynı küfre düşerek şunları söyler:

“Kur’ân her-şeyden önce dînî-ahlâkî bir çağrıdır. Bu düşünce temelinde ilâhî hitâb kesinlikle hukûkî bir kânun metni değildir. Kur’ân bir hukuk kitabı olsaydı, toplumun anayasasından iktisâdî düzenine kadar sosyâl hayâtın tüm alanlarıyla ilgili yasal düzenlemelerde bulunmuş olması gerekirdi. Oysa Kur’ân, târihin her döneminde toplumun ihtiyaçlarına uygun düzenlemelerin yapılabilmesi için temel ahlâkî değer ve prensipleri sunuyor, ama herhangi bir kânun teklifinde bulunmuyor. Bilinen anlamda siyâsetle ilgili olarak da sâdece ‘şûrâdan söz ediliyor; fakat şeklinin nasıl olacağı husûsu inananlara bırakılıyor. Ekonomi için bir başka kelime, ribâ kullanılıyor, ama onun da nizâmî tanımı yapılmıyor. Dolayısıyla hep ahlâkî düsturlar veriliyor”.

İşte bizim “Peygamber’i yok saymak” dediğimiz şey budur. İslâm’ı sâdece Kur’ân’a indirgeyenler ve Peygamber’i yok sayanlar aslında İslâm’ın pratikliğini ve uygulanan güzel örnekliği yâni sünneti yok sayıyorlar. Böylece Peygamber’in 23 yıllık yaşanmış örnekliğini göremiyorlar. Oysa 23 yıllık Peygamber örnekliğinde benzer uygulamalar vardır ve bunlar Allah’ın ve vahyin kontrôlünde yapılmıştır. Yâni Garaudy’nin, “Kur’ân bir model vermez” demesi bomboş bir laftır ve bir zırvalıktır. O modelin nasıl olacağını Peygamber göstermiştir. Peygamber’in örnekliği budur zâten. Peygamberler bu yüzden vardır. 23 yıllık süreçte Peygamber’in yaptığı uygulamalar sâdece “ahlâkilik örneği” değil, “ahlâkî bir uygulama örneği”dir ki Kur’ân’ın “güzel örnek” dediği şey budur. Kur’ân bu uygulamalara “güzel örnek” dediği ve Ahzâb 21. âyetinde yer verdiği için de bağlayıcıdır. Artık müslümanlar bu uygulamalara bakarak, Kur’ân’a ve sünnete aykırı olmayacak güncel uygulamalar yapabilirler. Aksi-hâlde uyacakları şey İslâm değil, modern-beşerî sapık ideolojiler ve sistemler olacaktır ki zâten târihselcileri yönlendiren de budur. Târihselcilerin Peygamber’i ve onun pratik örnekliği olan sünnetini göz-ardı ettikleri hattâ inkâr ettikleri için İslâm’da “nasıl olması” gerektiğinin belirtilmediği zannediliyor. Mesele budur. Garaudy’ye göre Kur’ân’da ahlâk hukuktan, sevgi ve merhâmet ise kânundan üstün tutulur. Şöyle der:

“Örneğin Mâide 45. âyette: ‘Biz Tevrat’ta onlar için şöyle bir hüküm-kural vâz etmiştik. Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralamalarda misliyle mukâbele (kısas) vardır’ denilmiş; fakat âyet, ‘Kim kısas hakkından vazgeçerse, bu vazgeçiş-affediş onun için bir kefâret olur’ ifâdesiyle sona erdirilmiştir. Kezâ Şûrâ 40. âyette suç-cezâ dengesinden söz edildikten sonra, ‘kim kötülüğü affeder ve yapıcı bir şekilde davranırsa (ıslah) onun ödülü Allah katındadır…’ buyurularak af ve merhâmetin her hâlükârda çok büyük bir fazîlet olduğu belirtilmiştir. Kânunla müeyyide uygulamak elbette bir sosyâl gerekliliktir; lâkin yürekteki aşk ve sevgiyle affetmek de beşerî ilişki düzeyinde mânevî-ahlâkî bir zarûrettir”.

Ey târihselciler!, -Allah korusun- en sevdiğiniz kişilere tecâvüz edilip katledilse ona “kânun” ile mi yoksa “sevgi” ile mi muâmele ederdiniz?. Sevgi ile muâmele edildiğinin bir örneği mi var ki.. O hâlde neden dînin yarısını sanki yokmuş gibi gösteriyorsunuz?.. Allah’ın irâdesi sâdece kâlplerde değil, hayâtın her alanında sosyâl, kültürel, ekonomik ve siyâsî alanlarda da geçerli olmalıdır.

Tabî ki uydurma hadis ve rivâyetlerle yeni ve de târihsel kânun ve kurallar da ortaya çıkarılmıştır fakat bizim ilk baştaki sorumluluğumuz, güzel örnekliğimiz olan Peygamberimiz’dir. O tüm alanlarda ve hem Mekke de hem de Medîne’de güzel örnekliğini sergilemiştir. Bu örneklik göz-ardı edildiğinde İslâm ve müslümanlık olmaz.

Değişmeyen ve değişmeyecek olan şey, tüm zamanlarda ve mekânlarda “hükmün Allah tarafından verilmesi”dir. Allah bir zaman için verdiği hükmün şeklini, diğer zamanlarda ve mekânlarda bir cezâ olarak yada farklı bir gerekçeyle değiştirebilmektedir. Fakat “hükmün Allah’a âit olması” gerçeği hiç-bir zaman değişmez ki zâten aslâ değişmeyecek olan şey de budur.

İşte her-şeyin mâliki olan Allah, hem Kur’ân’da hükümler belirlemiş hem de bir “örneklik” olarak Peygamber tarafından hükümlerin uygulaması gösterilmiştir. Bu uygulama Kur’ân’a geçtiği için bu güzel örneklik tüm zamanlarda ve mekânlarda bağlayıcıdır, geçerlidir. Allah, Peygamber göndererek bir hayat-tarzı belirliyor ve örneklik ortaya koyuyor. Bu örneklikte sâdece ahlâki davranışlar değil, hayâtın her alanını kapsayan örnekliklerdir. Peygamberler zâten bu nedenle vardır. Peygamber yokmuş gibi davranmakla ve Peygamber’i hesâba katmamakla İslâm doğru olarak anlaşılamaz ve anlaşılamayınca da yanlış yollara girilir. Târihselciler şöyle der:

“Muayyen bir târihsel ortamda illete bağlı olarak vâz edilmiş bir hükmün tüm zamanlar ve durumlar için geçerli olduğu söylenemez. Daha açıkçası, sırf Kur’ân metninde yazılı olduğu gerekçesiyle, şer’î bir hükmü lafzen ve/veyâ aynen uygulama iddiâsında bulunmak, Allah’ın ezelî ve değişmez kânunu olan şeriatı (ed-dîn) belli bir hukûkî düzenlemenin milâdî 7. asrın Hicaz bölgesine mahsus uygulama biçimiyle özdeşleştirmekten başka bir şey değildir. Kuşkusuz, sâbitlerin yanı-sıra değişken hükümler de Kur’ân’a âittir; ancak bu ikisini birbirine karıştırmak, diğer bir deyişle, günümüz insanına milâdi 7. asrın Arap yarım-adasındaki yaşam-biçimiyle ilgili bir hukûkî düzenlemeyi empoze etmeye kalkışmak Kur’ân’a ve İslâm’a karşı işlenmiş bir cinâyettir”.

Bu hezeyan dolu sözleri söyleyen kâfir sapıklar, sıra 2.500 yıl önce ortaya çıkan şeytan-işi pislik bir ideoloji olan demokrasiye gelince, ona sanki Allah’ın en önemli emriymiş sarılıyorlar. İyi de demokrasi niye “târihsel” değil?. Beşeri ideolojiler ve sistemler niçin târihsel olmuyor?. Başta demokrasi olmak üzere, lâiklik, cumhuriyet, kapitâlizm, liberâlizm, modernite, parlamenter yönetim, komünizm, sosyâlizm vs. tüm izmler de târihseldir. Bunlar târihsel değilse İslâm’ın 1.400 yıl önceki hârika uygulamaları niye târihsel olsun ki?. Bu uygulamalarda bir kötülük mü oldu?. Yâni Peygamber kötü bir yönetim mi gösterdi?. Sünnetullah denilen Allah’ın yasalarında bir değişme olmayacağına göre ve sünnetullah aynen devâm ettiğine göre uygulamalar niçin Peygamber’in sünnetine göre olmasın?. Neden Allah’ın âyetlerini iptâl ediyor yada değiştiriyorsunuz da beşerî ideolojileri ve sistemleri İslâm’a ve Kur’ân bütünlüğüne göre değiştirmeyi düşünmüyorsunuz?. Zîrâ beşerî sistemler apaçık bir şekilde görülüyor ki sorunlara çâre olamıyor ve sorunları gün geçtikçe daha da derinleştiriyor. Sanki modern dünyâ “çok adâletli bir dünyâ” imiş gibi beşerî ideolojileri gözü kapalı savunmak ve baş-tâcı etmek nasıl bir ahmaklıktır?. İşte burada devreye, şeytan, tâğutlar, nefs, beşeri ideolojilerin baskısı, kuşatması, ışıltısı ve ayartması giriyor. Beşerî olan modern ideolojilerin her biri de târihseldir ve târihin belli sosyâl, kültürel, ekonomik ve siyâsî ortamında ortaya çıkan bu teoriler de târihsel ise, o hâlde insanlar hayatlarını neye göre belirleyecektir?. Allah’ın emri yerine beşerî ideolojilere göre ortaya konan sistemlerde insanların büyük çoğunluğu perişân bir şekilde maddî yada mânevî olarak çeşitli hastalıklara müptelâ olacaklardır.

Taha’ya göre, “Kur’ân’ın Mekke dönemini İslâm’ın “ikinci” mesajı, Medîne dönemini de İslâm’ın “birinci” mesajı olarak adlandırır. Mekke döneminde zorlamalardan ziyâde iknâ âyetleri hâkimdir. Mekke döneminin mesajı “iman”dır. Ancak insanların henüz bu mesajı kâmil şekliyle anlayabilecek olgunluğa erişmemiş olması nedeniyle mesaj nitelik değiştirmiştir. Taha’ya göre, “Mekkî âyetler aslî bir emri ifâde ederken, Medenî âyetler tâlî/fer’î emri bildirir. Aslî emrin (tam) yerine getirilemeyeceği anlaşılınca bunun yerine geçici bir hüküm ikâme edilmiştir. Aslî ve nihâi emir, onu yerine getirmeye yönelik koşullar yada bireysel ve toplumsal kapasiteler yeterince olgunlaştığında yeniden geçerli olacaktır”.

1.400 yıl boyunca -bâzı sapıklar hâriç- müslümanların İslâm’ı-Kur’ân’ı anlayamamaları ve Peygamber örnekliğini de yanlış yaptıkları fakat “modern zamanlardaki müslümanların(!) işi hemen çözdükleri” gibi bir saçmalık kabûl edildiğinde, 1.400 yıllık boşa yaşanmış bir zamandan bahsetmek gerekir. Oysa 1.400 yıllık İslâm târihinin son 200 yıllık modernite kısmını ayırdığımızda, müslümanlar hiç-bir zaman modern müslümanlar gibi batı ve modernite karşısında böylesine aşağılık kompleksine kapılmamış ve bir ezikliğe düşmemişlerdir. Zâten bu tür yorumlar ve saçmalıklar da bu ezikliğin ve kompleksin bir sonucudur. Dik duramamak ve eziklik adamı böyle sapıklıklara düşürür ve bâtılın sözcülüğünü yaptırır. Bakın çok bilmiş ahmak Taha ne diyor:

“Cihat, kölelik, özel mülkiyet, kadın-erkek eşitsizliği, çok-eşlilik, boşanma, örtünme, haremlik-selamlık uygulaması gibi konularda getirilen hükümlerin ve kısıtlamaların insanların kendilerine tanınan özgürlüğü henüz anlayamamasından kaynaklanır. İnsanlar özgürlüklerinin değerini anlayabilecekleri ve sınırları aşmayacakları bir akıl seviyesine ulaştıklarında özgürlükleri üzerindeki kısıtlamalar kalkacaktır”.

1.400 yıl boyunca medeniyete zirve yaptırmış müslümanlar akledememişler de târihselciler akletmiş.. Bilmiyorlar ki müslümanlar akıllarını en doğru ve ideâl bir şekilde kullanmışlar ama hiç-bir zaman akıllarını ilahlaştırmamışlar ve bâtıl karşısında böylesi ezik ve rezil bir duruma düşmemişlerdir. Târihselciler düşüncelerinin bir kompleksin ve ezikliğin sonucunda oluştuğunun farkında değiller. Abdulaziz Kıranşal, bu bağlamda şunları söyler:

“Taha’yı böyle söylemeye sevk eden faktör İslâm’ın ahlâkî özünün, derûnî-mânevî yönünün yitirilmiş olmasıdır. Modern dönemde müslümanların İslâm temelinde çok ciddî bir ihyâya ihtiyaçları vardır. Aslında bu ihyâ talebi, son iki yüzyıldan beridir İslâm dünyâsında sıkça seslendirilen bir taleptir. İslâm dünyâsında ihyâ, ıslah ve tecdit taleplerinin geniş ölçekte seslendirildiği dönem 18 ve 19. yüzyıllara rastlar. Çünkü bu yüzyıllar İslâm dünyasının batı karşısında çok-yönlü bir mağlûbiyetin ağır travmalarını yaşadığı yüzyıllardır. Aslında daha önceki zamanlarda da tecdid ve yenilikten bahsedilmiştir. Bu zamanlara baktığımızda en yoğun olarak, müslümanların siyâsî olarak zayıfladığı dönemleri görürüz. Böyle dönemlerde İslâm’ın temel konuları gündem yapılmış ve bâtıl lehine değiştirilmeye çalışılmıştır.

19. yüzyılda ıslah ve tecdit çağrısının yaygınlaşması, İslâm dünyâsının bu yüzyıldaki durumuyla ilgili bir olgudur. Bütün bir İslâm âleminin târihteki en kötü yüzyıllarından birisi ve belki de birincisi olan 19. yüzyılda ıslah ve tecdit çağrılarının yaygınlık kazandığı coğrafyaların başında Hint alt kıtası ve Mısır gelir. Seyyid Ahmed Han (ö. 1898) ve tâkipçilerinin ‘modernist’ olarak nitelendirilen görüş ve düşünceleri aslında bir dînî ıslah ve tecdit projesi olarak okunabilir. Ama son dönem İslâm dünyâsında ümmet-merkezli asıl ihyâ ve tecdit çağrısı Mısır kaynaklıdır denebilir. Zîrâ Mısır’da Cemâleddîn Efgânî’nin (ö. 1897) çabalarıyla varlık kazanan ihya-tecdit eksenli düşünce Muhammed Abduh (ö. 1905) ve Reşid Rıza (ö. 1935) tarafından geliştirildi. İslâm’ın temel meselelerini sosyâl reformcu bir kimlikle okumaya çalışan ve bu çerçevede fikrî tecdit ile iyi yetişmiş insan unsuruna dayanan bir rönesans ideâlinin peşinde koşan Abduh’a göre İslâm âlemindeki çok boyutlu inhitat-inkırâz bâdiresini aşmak için dînî tefekkürde yenilik şarttır.

Aslolan ‘İslâm’ı çağa taşımak’ olunca, ister-istemez Kur’ân’ın ahkâmla ilgili âyetleri modern akıl ve anlayışın kabûl edebileceği şekilde te’vil edilir. Böylece İslâm çağın idrâkine sunulmuş olur. Ayrıca modern dönemin cumhuriyet, demokrasi, meclis, seçim, insan hakları gibi modern kavram ve kuramlara da Kur’ân’dan karşılıklar bulunmaya çalışılır. Sözgelimi demokrasi kavramının şûrâ ile irtibâtı kurulur”.

Târihselciler (ve de modernistler) sürekli olarak “İslâm’da zorlama yoktur” muhabbeti yaparlar. Zîrâ moderniteyi en çok rahatsız eden şey, İslâm’ın hâkim olmasıdır ki bunu engellemek için yaptıkları şey, “İslâm’ın bir zorbalık dîni” olduğunu söylemektir.

Târihselcilere göre Hz. Peygamber’in risâleti milâdi yedinci yüzyılı çevreleyen târihsellik içinde tatbik mevkiine konulmuştur. Dolayısıyla risâlet çerçevesinde vâz edilen teşrî hükümler o dönemin târihsel ve toplumsal koşulları içinde geçerlidir. Hâliyle Hz. Peygamber’in sünnetini modern dünyâya taşımak Muhammedî risâlet mesajıyla mümkün değildir. Çünkü bu mesaj, Kur’ân’ın aslî ve nihâi emirlerinin o günkü insanların imkân ve kapasitelerine uygun seviyeye indirildiği bir mesaj niteliğindedir. Bu sebeple, risâlet Kur’ân’daki mânâ ve mesajın tam anlamıyla açıklanması değildir.

Peygamber örnekliği ki o “güzel örneklik”tir (Ahzâb 21), uygulanmadığında güzelliğini kaybeder. Peygamber örnekliği hesâba katılmayınca insana nefsinin fısıltılarını din yapmak kalır.  

Bizim âhirette sorgulanacağımız kitap, Kur’ân’ın tamâmıdır, sâdece bir kısmı değildir. Fakat sorgu; “Kur’ân’ı, modernizme uydurup-uyduramadığımız şeklinde de değildir. Sorgu, “Kur’ân’ı hayatta hâkim kılıp-kılamadığımız ve onu hakkıyla yaşayıp-yaşamadığımız” şeklinde olacaktır. Târihselcilerin bu anlamda çok derin yanılgıları vardır ve hattâ şirke düşen sözler de söylerler. İlhâmi Güler, şöyle diyerek şirke düşer meselâ:

“Kur’ân bütünüyle ‘ölçü’ değildir, örnektir. Örneği kavrayan, Allah’ın karakterini ve insanlardan ne istediğini anlayan mü’min, Allah gibi sorun çözer, kitap yazar, hüküm koyar”.

Hâlbuki Kur’ân şu âyetlerle bu düşünceyi yerin dibine geçirir:

“Hüküm vermek yalnızca Allah’a âittir” (Yûsuf 40).

“Yalnız Allah’ın hükmüne dâvet edildiğiniz zaman kabûl etmiyorsunuz. Fakat şirk unsuru olan başka hükümler bahis konusu olunca kabûl ediyorsunuz. Oysa ki hüküm yalnız her-şeye gücü yeten Allah’ındır” (Mü’min 12).

“Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyân ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır” (Ahzâb 36).

Târihselciler âyetlerin varlık nedeni için sürekli olarak o zamanki târihsel süreci dikkate alıyorlar. Fakat zaman akmaya, târih de değişmeye devâm ediyor ve aynı yada benzer sorunlar günümüzde de açığa çıkıyor. Bundan 100 yada 200 yıl sonra yaşayanlar müslümanlar, günümüzde vardığımız yargıları “târihsel” diyerek iptâl etmeyecekler midir?. Eğer edeceklerse o hâlde “insanlar hiç-bir zaman doğru bir bilgiye ve uygulama tarzına ulaşamayacaklar” demektir. Çünkü bunun için bir ölçüleri olmayacaktır. Zîrâ hem Kur’ân bütünlüğü iptâl edilip hükümsüzleştirilmiş hem de Peygamberimiz’in “güzel örneklik” denen vahyin pratik uygulaması olan sünneti iptâl edilip târihe hapsedilerek hükümsüz bırakılmış olacaktır. İşte tahrifat ve tahribat böyle başlıyor. Kur’ân bütünlüğüne ve sahih sünnete yapılacak aşırı yorum ve bunun sonucunda ortaya çıkan hükümsüz kılma ameliyeleri birer fitne ve ifsâd hareketi olarak küfürdür, şirktir, zulümdür ve kendini bilmezliktir.

Târihselciler kendilerini “modern peygamberler” zannetmektedirler ve önceki şeriatı kaldırıp eskisiyle meczedilmiş yeni bir şeriat ortaya koymakla görevli olduklarını sanıyorlar. Belki de bu görev onlara direkt yada dolaylı ve psikolojik olarak verilmiş yada dikte edilmiştir.

Peygamber mânâyı lafza dökmek için değil, lafzı mânâlandırmak ve ete-kemiğe büründürmek için gönderilmiştir. Bu, Kur’ân’ın tamâmı için geçerlidir.

“…Bugün size dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nîmetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçip-beğendim…” (Mâide 3) âyeti, Kur’ân’ın sâdece bâzı bölümlerini (Mekkî) değil, tüm zamanlar ve mekânlar için tamâmını kapsar.

Târihselciler açıkça Kur’ân’ın özellikle hüküm içeren, pratik uygulaması gösterilen ve güzel bir örneği sunulan âyetlerinin günümüzde güyâ uygulanamayacağı(!) için iptâl edildiğini söyleyerek hükümsüz bırakırlar. Oysa Kur’ân böylelerini şu apaçık âyeti ile uyarıp korkutur ve söylemlerini boşa çıkarır:

“..Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ocak 2019



















Devamını Oku »