“Yüzlerinizi doğuya ve
batıya çevirmeniz ‘iyilik’ değildir. Ama iyilik, Allah’a, âhiret gününe,
meleklere, Kitab’a ve peygamberlere îman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu
yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere
(özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve
ahidleştiklerinde ahidlerine vefâ gösterenler ile; zorda, hastalıkta ve savaşın
kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar,
doğru olanlardır ve müttakî (takvâ sâhibi) olanlar da bunlardır” (Bakara 177).
“De ki: Davranış
(ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?. Onların,
dünyâ-hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş
yapmakta sanıyorlar” (Kehf 103-104).
“De ki: ‘Hak geldi, bâtıl
yok oldu. Hiç şüphesiz bâtıl yok olucudur” (İsrâ 81).
Bir
şey doğru ise “her zaman” doğrudur, “bâzen doğru” olan doğru değildir.
Bir şey “doğru” olabilir ama “iyi” olmayabilir. Örneğin,
“yağmur duâsı”na çıkan insanların doğal bir fenomen olan yağmuru bu yolla
yağdıramayacakları nesnel olarak bilinir; ancak yağmur duâsına çıkmak
insanların içinde bulundukları sıkıntılara daha iyi dayanmalarını sağlayabilir.
Bu durumda açıkça yanlış olan bir inanç sistemi, toplumsal bir yarara sâhip
olabilir. Vilfredo Pareto, bir kuramın deneysel doğruluğu ile toplumsal
yararının farklı şeyler olduğunu ve bu nedenle bir öğretinin deneysel açıdan
reddedilebileceğini ancak toplumsal yararı açısından kabûl edilebileceğini yada
bunun tersinin olabileceğinin altını çizer.
Bir şeyin doğru ve iyi
olmasından ziyâde, “hak” ve “hakîkat” olması önemlidir. Müslümanlar da dâhil insanlık
büyük bir yanlışın içinde olabilirler. Batı 400-500 yıldır, müslümanlar ise
150-200 yıldır “iyi”yi bıraktı, “doğru”nun peşine düştü ama sonuçta “iyi” oldu
mu?. Hayır olmadı. Olmadığını başımız kaldırıp baktığımızda çok net olarak
görebiliyoruz. İnsanlar “doğru”nun peşine düştüler ve “iyi” olanı bıraktılar.
Peki “doğruyu öğrendiler de ne oldu?. Baktığımızda görülen şey, kâlplerin
bomboş olduğudur. Oysa eskiden hak ile hurâfe karışıktı ama “iyi”lik vardı.
Peki “doğru” olan sonuçta ortaya bir iyilik çıkardı mı?. Meselâ Türkiye’de ve
de müslüman coğrafyasında 30 senedir “Kur’ân’ı anlayarak okuma” çalışmaları
yapılıyor fakat müslümanlar iyiliğe ve hakka ulaşamadılar ve tam-aksine bir laytlaşma
ve laçkalaşma var. Oysa eskiden “anlamadan” okuma yapanlar daha samîmi ve ciddî
idi, daha mutlu, huzurlu ve “iyi” idi.
Kur’ân’ı anlayarak okumak “doğru”
olandır fakat, “yüzünden anlamadan okumak” gibi “iyi” sonuç vermedi-vermiyor. Anlamadan
yapılan okumalar “iyi” sonuç verirken, “anlayarak” yapılan okumalar “iyi” sonuç
vermiyor. Çünkü ortada “iyi”ye yönelik bir gidişat yok. Anlamadan okuyanlar
kendilerini daha iyi hissediyor. Kur’ân’ı mezarda arapçasından okumak “doğru”
değil ama “iyi”. Çünkü iyi sonuç veriyor. En azından kişiye huzur veriyor. Tabi
bu yapılan şey “iyi” olsa da hakka ve hakîkate ulaştırmıyor. Zâten “doğru”nun
peşine düşmemizin sebebi bu değil miydi?. “Doğru”yu bulup da “iyi”ye ve hakka
ulaşmayacak mıydık?. Peki neden ulaşamadık ve ulaşamıyoruz?. En kötüsü de artık
böyle bir derdimiz de kalmadı. Kur’ân’ı mezarlıkta arapçasından anlamadan
okumayı bırakanlar; evde, işte, vakıfta, dernekte Türkçe’sinden ve anlayarak
okuyunca ne yaptılar ki?.
Yine meselâ, şimdiki lâik-demokratik
imamların arkasında namaz kılmamak “doğru”dur ama “iyi”midir?. Bir bakalım
kendimize… Sisteme uymamak için câmiye gitmiyoruz yada resmî bir imamın
arkasında namaz kılmıyoruz. Fakat câmiye giderken ve câmide namaz kılarken mi daha
“iyi” idik yoksa şimdi mi?.
Tabî ki asıl önemlisi “hakk”ın
yolunda olmaktır.
Önemli olan “doğru”ya ulaştıktan
sonra hakka da ulaşabilmektir. Yoksa “doğru” zannedilen şey insanları uçuruma
da götürebilir. Çünkü “doğru” olan şey “iyi”ye ulaştırmıyor, hakkı açığa
çıkarmıyor, ortaya koymuyor ve hakkı hayâta hâkim kılmıyor. Kılması gerekirken
kılmıyor. Çünkü hedefi yitirdik. Bunu “doğru”ya ulaşınca gördük-görüyoruz.
Doğru bilgi iyiye ve hakka niye ulaştıramıyor?. Belki de bilginin doğasında
vardır bu. Hakka ve hakîkate ulaşmak için sâdece doğru bilgiyle değil, doğru
amelle de yürümek gerekiyor. Böyle olmayınca “doğru” ile “yanlış” arasında fark
kalmıyor. Sonuçta da “iyi”ye ulaşılamıyor. İyiye ve hakka yönlendirmeyen doğru,
ile “iyi”ye ulaştıran yanlış aynı sonucu veriyor.
Doğrunun peşinde gitmek müslümanları hakka,
dolayısı ile de huzûra ulaştırmadı. İlkeli, dürüst, temiz örnek insanlar ortaya
çıkmadı. Oysa 1.200 yıl boyunca İslâm’ı-Kur’ân’ı anlamadan okuyanlar ve yaşayanlar
böyle değildi. Onlar “doğru”yu bilmemelerine ve anlamalarına rağmen “yaşıyorlardı”
çünkü. Doğruyu yaşıyorlardı ve iyi oluyordu. Fakat modern müslümanlar doğruyu
bilmelerine ve anlamalarına rağmen doğruyu yaşamadıkları için “iyi” olmuyor ve
hattâ kötülük artıyor.
Öncekiler “iyi”ye
ulaşmışlardı ama onlar da hakka ulaşamamışlardı. Çünkü hakka ancak “doğru” ve
“iyi” ile birlikte ulaşılabilir. Biz “iyi” iken doğruyu, “doğru” iken “iyi”yi
unuttuk. “Doğru” olan ile “iyi” olan birleşince “hak” ve “hakîkat” ortaya çıkar.
Bu da düşünce ve amelin birlikte olmasıdır. Bu konu çok önemli, çünkü bu konuda
büyük bir yanlış var. İnsanlar “doğru”yu sâdece öğrendiklerinde ve bildiklerinde
“iş bitiyor” zannettikleri için hayatlarında lakaytça davranıyorlar. İşin ciddîyeti
azalıyor çünkü. Bir şeyi bildikten sonra o şeyi yapmamak ciddiyeti azaltıyor. Sonuçta
da ortaya iyilik ve hak çıkmıyor.
Kur’ân’ı Arapça’sından
anlamadan okuyup da “hakka ulaşamamak”la, anlayarak okuyup da hakka ulaşamamak
arasında fark yok. Zîrâ netîcede İslâm adına iki hâlde de bir şey yapılmıyor.
Pratik yoksa “doğru”, “iyi” ve “hak” ortaya çıkmıyor. Doğru bilgi çoğaldıkça
hak ve hakîkat gizleniyor sanki, iyilik gizleniyor. Baktığımızda bir değişiklik
yok.
Sürekli “doğru”dan
bahsetmekle doğru olan şey hayatta tezâhür etmiyor ki. “Doğru”yu konuşmaktan
ziyâde “doğruyu yapmak” önemlidir. Sanki eskiden anlamadan okumalar yapınca ve
doğruyu bilmeyince müslümanlar zulme uğruyordu da şimdi zulümden mi kurtuldular?.
Madden yada rûhen yaşanan çöküntülere bakınca bunu söylemek imkânsız. “Doğru”nun
peşine düşeli insanlar daha mı mutsuz oldu ne!. Hâlbuki “iyi”nin peşindeyken
daha mutlu-huzurluydular. Fakat asıl önemli olan hakka ulaşmaktır ki hak, “doğru”nun
ve “iyi”nin birlikteliğidir. Buna ise “bilmek” ve “yapmak”la ulaşılır. İşte o
zaman ancak insanlar bilgili-bilinçli ve “haddini bilen” insanlar olarak hem
Dünyâ’da hem de âhirette “iyi”liğe kavuşurlar.
Lâkin bu işte bir yanlışlık
var… Doğru olan çok da “doğru” değil. Bir keresinde hurdacılık yapan bir
tanıdığım, Ağustos sıcağında 6-
“Doğru”yu biliyorum ama işe
yaramıyor, “iyi”nin peşinden giderken acaba daha mı “iyi”ydi?. Adam târikatçı,
bir-çok hurâfe inancına sâhip, yanlış bir inanışı ve amel-eylemi var ama sonucu
“iyi” oluyor. Bâtıl dediğimiz hurâfe içerikli din, hakka ulaştırmasa da “iyi”ye
ulaştırıyor. Ben ise “doğru yol”u biliyorum ve “yanlış”tan uzaklaşıyorum ama
sonucu “iyi” olmuyor. Çünkü sonuç bâriz bir şekilde ortada. Ee; ne olacak şimdi?.
“Doğru”nun peşinden gide-gide uçuruma mı yuvarlanacağız?. O hâlde bâtılın
peşinden gide-gide uçuruma yuvarlanmak daha iyi. Zîrâ en azından Dünyâ’da
“iyi”ye ulaştırıyor.
Doğrunun peşinden gitmek
kolay değil. Çünkü “doğru”nun peşinden gitmek sâdece onu “bilmek” demek değil, “doğruyu
uygulamak” ve onu hayâta hâkim kılmaktır. Şeytan ve tâğutların her taraftan sımsıkı
bir şekilde kuşattığı bir dünyâda kolay mı bu.. Fakat sünnetullah gereği, Allah
doğruyu bilip de uygulamayanları cezâlandırır. Bu cezâ ilk başta “bâtılın
peşine düşme cezâsı”dır.
Evet; bu işte bir yanlışlık
var… Çünkü, sonuç ortada. İyi mi oldu sanki. İyi mi olduğu kötü mü olduğu,
insanların ahlâkî durumlarına bakarak görülebilir. Benim Kur’ân’dan hiç haberim
yokken fakat hurâfe dîni üzereyken bir keresinde basit bir küfür etmiştim.
Bunun öyle bir sıkıntısını yaşadım ki, Allah affetsin diye 3 gün oruç tutmuştum.
Bunu bana yaptıran neydi ve “doğru” olanı bulduğum bugün niye bir yanlışıma bu
kadar yanmıyorum?. Demek ki o zaman Allah’a daha çok güveniyordum ve daha çok
korkuyordum. Ee; şimdi ne oldu?. Çünkü ben şahsen hâlimi hiç beğenmiyorum. Geçen
gün hiç tanımadığım biri bana dedi ki; “sen çok ön-yargılı bir adamsın”. Düşündüm
de, doğru söylüyor. Ön-yargılıyım ve örnek bir müslüman-mü’min olmaktan çok-çok
uzağım. İnsanlar benden kaçıyor. Oysa “doğru”yu buldum ve sürekli olarak
“doğru”yu konuşuyorum ve yazıyorum. Peki buldum da ne oldu?. “Doğru”yu buldum
ama “iyi”yi kaybettim, hakkı kaybettim, birilerinin söylediğine göre yüzümde nûr
kalmadı. O hâlde bu işte çok büyük bir yanlışlık olmalı.
“Doğru”nun peşinden gidenler
ahlâksızlaştı, üstelik “iyi”leri de ahlâksızlaştırıyorlar. “İyi”nin peşinde
gidenler de artık “iyi” değil. Hakka ulaşmak düşüncesi çok zayıfladı. Böyle
olunca da hak uzaklaştıkça uzaklaşıyor, Bu durumdan kurtulmak lâzım. Bunun yolu
herhâlde Kur’ân’a yâni “doğru”ya devâm etmekle fakat ibâdetlere daha fazla
ağırlık vermekle olur. Çünkü insanın hâlini “Kur’ân’ı anlayarak okumak”
değiştirmiyor, “çok ibâdet yapmak” değiştiriyor. Bunu biliyorum. Belki de daha
fazla oruç, daha fazla namaz, Kur’ân’ı arapçasından daha fazla okumak, hattâ
tesbihatlar yapmak belki de. Tanıdığım biri vardı. Sürekli tespih çekiyor, ağzı
devamlı kıpırdıyor, öyle huzurluydu ki. Fakat bâtıl denen yolun üyesiydi. Ama
mutlu ve huzurlu. Dedim “dümeni yerinde gâliba”. Meğerse adamın 20 yaşındaki
kızı trafik kazasında ölmüş yenilerde. “Biz Allah’tan geldik, Allah’a döneceğiz;
veren de O, alan da O” diyordu.
Bakın Kur’ân dersi verenlere,
sürekli olarak “Kur’ân’ı anlayarak okuyun” diyenlere. “Sistem”in adamı olmuşlar.
Hâlbuki daha önce bu gayri İslâmî sisteme karşıydılar. Hakkı ve hakîkati savunuyorlardı.
Şimdi ise bir zamanlar “küfür” dedikleri demokrasiyi savunuyorlar, üstelik
Kur’ân’ın apaçık emirlerini ve mesajlarını da değiştiriyorlar aşırı yorum
yaparak. Eee, tabi; ne de olsa artık Kur’ân’ı anlayarak okuyorlar ve biliyorlar
ya, “doğru”nun peşindeler ya, diğerleri câhil ve müşrik ya. Peki sen nesin?.
Hadi söylemeyeyim ne olduğunu.. Kur’ân
Kur’ân diye-diye Kur’ân’ın 1.400 yıllık anlamını değiştirip
farklılaştırıyorlar. Sisteme uygun hâle getiriyorlar. Sen kimsin be adam!. Bu
Kur’ân senin babanın malı mı?. Şunu bil ki, “anlayarak uygulamamak”, “anlamadan
uygulamamak”tan daha “doğru” da değil, daha “iyi” de değil. Zîrâ hakka
ulaşamamışsın, bâtılın kucağına düşmüşsün demektir.
Biz son 200-250 yıldır “doğru”
ve “yanlış”a göre bir düşünme sürecine girdik ama iyiliğe ve hakka ulaşamadık,
ulaşamıyoruz. Zihniyetimiz değişti, kriterlerimiz değişti. Biz 1.200 yıl
boyunca müslümanlar olarak “helâl ve haram”, “günah ve sevap” merkezli bir
düşünme ve yapıp-etme yolundaydık. Şimdiyse “yapmamak” için her-şeyi yapıyoruz.
“Doğru”yu da yapmamak için kullanıyoruz.
Tekrar bâtıla ve hurâfelere
dönelim demiyorum tabî ki. Fakat bize şimdiki gibi davranmak ne kazandırdı?, onu
sorguluyorum. Şimdi bana sorsanız görüşüm aynı; “bâtıla ve hurâfelere yanaşmak
bile tehlikelidir” diyorum. Fakat yanlıştan vazgeçtik de hakka-hakîkate mi
ulaştık?. Hayır, ulaşmadık.
Tabi hiç-bir somut sonucu
olmazsa da bu bir tepkidir. Lâkin hep böyle olmaz. Bir getirisi olması lâzım bu
tepkinin, eleştirinin, îtirâzın ve isyânın. Fakat şu-an îtibârıyla bir îtirâzı
ve itaatsizliği göstermekten başka görünen bir şey yok. Değişen yine bir şey
yok.
Belki de an îtibârıyla
yapacak başka bir şey yoktur. O hâlde bir de iç-âlemimizde olumlu yada olumsuz
bir değişme oluyor mu yâni “doğru”ya yönelince “iyi”ye de yönelmiş olduk mu? ona
bakmamız lâzım.
Maalesef yönetim aynı bâtıl
yönetim, “doğru”nun içinde hakka yönelik bir fark ortaya koyamamışız. Şeytan ve
tâğutlar yine bildiğini yapıyor. Böyle olunca da bizim “doğru” istikâmetinde
gittiğimiz yol anlamını kaybediyor ve toplumda yankı bulmuyor gibi oluyor. O şekilde
hissettiriyor en azından. Bâtıla karşı sözlü-yazılı tepkimizi koymuş oluyoruz,
bu da “iyi” bir şey tabi.
Sorun şu ki; hedefimiz hak
ve hakîkat olmasına ve yanlıştan “doğru”ya ve oradan da “iyi”ye ve hakka
gitmemiz gerekirken, yanlıştan dönüyoruz ve doğruya giriyoruz ama orada donup kalıyoruz.
Böyle olunca da hak ve hakîkat ortaya çıkmıyor ve hayâta hâkim olmuyor.
Şu da var ki, sürekli olarak
“aklı kullanmak ve mantıklı düşünmek” insanları ve de müslümanları yoldan
çıkardı. Çünkü kâlpler bomboş kaldı. Biz “doğru”nun yolunda giderken kâlbimiz
karardı.
Önceden “yanlış”tan “iyi”liye
doğru giderken şimdi ise “doğru”dan “kötü”ye doğru yol alıyoruz. Sonuçta
değişen bir şey olmadı, olmuyor. İyi yönde değişen bir şey olmuyor. Hattâ belki
de kişisel anlamda kötü yönde değişen şeyler oldu-oluyor. Çünkü “doğru”yu bulmadan
önce daha “iyi”ydik, daha kararlı, daha îmanlı, daha tâvizsiz, daha merhâmetli
ve vicdanlı, daha özverili ve daha..daha.
O hâlde “yanlış yoldan ‘iyi’ye
gitmek”, “doğru yoldan ‘kötü”ye gitmek”ten aslında bir tık daha iyidir. Fakat
hedefimiz “iyi” değildir. Hedefimiz “doğru” da değildir. Yada bunlar “ara
hedef”tir. Asıl hedef, “doğru”dan “iyi”ye ve oradan da hakka ve hakîkate gitmek
ve hem Dünyâ’da hem de âhirette iyiliğe ulaşmak olmalıdır. Müslümanlar ve de
tüm insanlar moderniteyle birlikte yanlıştan yada “iyi” den ayrılıp “doğru”ya
yöneldi ama sonuçta “iyi”ye ve “hakka-hakîkat”e ulaşamadı.
Bu bir süreçtir tabî ki. Bu
süreç şu şekilde işler: Bâtıldan ve hurâfelerden ayrılıp, “doğru”ya, “iyi”ye ve
nihâyet hak ve hakîkate ulaşmak. Şu da bilinmelidir ki, bu hedefe oturulup
durulan yerde ulaşılamıyor, ulaşılamaz da..
“Hayır!, biz hakkı
bâtılın üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın
ki, o, yok olup gitmiştir. (Allah’a karşı) nitelendire-geldiklerinizden dolayı
eyvahlar size” (Enbiyâ 18).
Yanlış ile varılan “iyi”lik
ile “doğru” ile varılan pasiflik ve kötülük aynı sonucu verdi. Zîrâ hakka ve
hakîkate ulaşamadık. İfrattan sonra tefrit yoluna girdik. Hak ve Hakîkat ile
bir sentez yapmazsak daha çok acılar çekeriz ve çok bunalımlar yaşarız.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Şubat 2019