26 Aralık 2019 Perşembe

Ruhsata Göre Yaşamak, Azîmete Göre Yaşamak





“Ey oğlum!; namazı dosdoğru kıl, ma’rufu emret, münkerden sakındır ve sana isâbet eden (musîbetler)e karşı sabret. Çünkü bunlar, azmedilmesi gereken işlerdendir” (Lokmân 17).

İslâm’da bir emrin gereği, “ruhsat”a veyâ “azîmet”e göre yapılabilir. Hayâtın bâtıla meylettiği ve yaslandığı zamanlarda yapılması gereken şey, “ruhsat”a göre değil “azîmet”e göre amel-eylemde bulunmaya insanları teşvik etmek, fakat “ruhsat”la amel edenleri de mâkûl ve mâzur görmektir. Bu, ibâdetten cihada kadar tüm alanlarda böyle olmalıdır. Meselâ bir kadının “âdet” hâlindeyken namaz kılmasına ve oruç tutmasına ara vermesi bir “ezâ” durumu olduğu için “ruhsat” olarak kabûl edilebilir. Fakat “azîmet”e göre bunları yapmasında bir beis yoktur ve yapması daha iyidir. İbâdete ara veren hanım, “ruhsat”ı kullanmış olur sâdece. Bu durumdan dolayı kınanamaz tabî ki.

Mü’minler ruhsattan ziyâde azîmeti tercih ederler. Özellikle İslâm’ın ilk yıllarında azîmete göre yaşanmıştır ve günümüzde de “İslâm’ı hayâta yeniden hâkim kılma” sürecinde de ruhsattan ziyâde azîmete göre yaşanılması şarttır. İslâmî bir toplumun ve devletin özellikle ilk yıllarının azîmetle geçmesi gerekir.

Doğada azîmete göre hareket etmek hâkimdir. Hayatta kalmak ve nesillerini bir sonraki zamâna aktarmak için çırpınan hayvanlar ve hattâ bitkiler vardır. Meselâ akıntıya karşı yüzen somon, inci kefali ve alabalıklar vardır. Bu balıkların yaptıkları, “azimetle yapılan bir iş”tir. Çünkü çoğu balık bu işi başaramaz ve avcılara yem olur. Bunu başaranlar çok azdır ve söz-konusu balıklar bunu başarmak için aşırı çaba harcamak zorunda kalırlar yâni azîmetle iş yaparlar. İşte en azından İslâm’ın ilk zamânlarında, bu balıkların yaptıkları gibi “akıntıya karşı yüzmek” şeklinde azîmetle iş yapmak şarttır. Öyle ki bu azîmet, akıntıya galebe çalacak oranda çaba gerektirir. İlk zamanda biraz daha fazla gösterilmesi gereken azîmetle iş yapmak, sonraki zamanlarda da devâm edecektir tabi. Belli bir noktadan sonra ise, insanları çok da zorlamamak için ruhsatlar daha fazla kullanılabilir. Fakat bu, azîmetin eden bırakılacağı anlamına gelmez. Zîrâ imtihan devâm etmektedir ve şeytanın “son saat”e kadar süresi vardır. 

Müslümanlıkla mü’minliği bir noktadan sonra ayırmak gerekir:

“Bedeviler, ‘îman ettik’ dediler. De ki: Siz îman etmediniz; ancak İslâm (müslüman veyâ teslim) olduk deyin. Îman henüz kâlplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç-bir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Hucurât 14).

Mü’min olmakla müslüman olmak arasında fark vardır. Her mü’min aynı-zamanda müslümandır fakat her müslüman aynı-zamanda “mü’min” değildir, olmayabilir. Müslüman, Allah’a ve O’nun peygamberlerine, peygamberleriyle gönderdiği tüm hükümlerine inanan yada bunu kabûl eden kişidir. Aslında “inanma” ile “kabûl etmek” arasında fark vardır. İnanmak kâlp ile ilgiliyken, kabûl etmek kâlpten ziyâde zihin ile, kültür ile, alışkanlık ile alâkalıdır. Yâni “kabûl eden” kişi, kabûl edebileceği, kendine göre daha uygun bir şey ile karşılaşsa onu kabûl etmeye başlayabilir. Çıkar ile ilişkilidir bu. Bu anlamda “müslüman”dan kastımız, “çıkarına göre hareket eden müslüman”dır. Îman ise; eğer münâfıklık yapılmayacaksa, kâlbinin onayından sonra olur.

Müslümanlığın tezâhürü kâlpte her zaman görülmeyebilir fakat îmânın tezâhürü dış âlemde görünmek zorundadır. Zîrâ îman sâdece kâlpte kalabilecek-durabilecek bir şey değildir. Hattâ îman, kâlbe hapsedilirse zamanla değeri azalır, samîmiyeti kaybolur. Îmânın ispâtı, eylem ile olur. Îmânın sağlaması eylem ile yapılır ancak. Îman ettiği hâlde namaz kılmamak, oruç tutmamak, hacca gitmemek, okumamak, çalışmamak, zekat vermemek, savaşmamak olmaz, olamaz. Îman, eylemden bağımsız olamaz çünkü. Îman, azîmet ister ve azîmete yönlendirir. O hâlde îmandan kaynaklanan azîmet, kendini illâ ki eylemde göstermek zorundadır. Bu zorunluluk îmânın içinde mündemiçtir. Eğer îman varsa, mutlakâ eylemin zorlaması da vardır ki kişi bu zorlamaya çok fazla karşı koyamaz. Hayâtı pahasına da olsa o eylemi ortaya koyar. Eğer “eylemsiz de îman olur” deniliyorsa, buna îman değil, “inanç” denebilir ancak ki bu da, “mevcut ve iktidarda olan inanca psikolojik ve kültürel bir katılım” olur ancak. O hâlde güçlü inanç sürekli olarak “ruhsat” ararken, îman, azîmetle iş yapmayı kolayca kabûl edebilir.

Kur’ân’da azîmetli davranılması gerektiğinde böyle davranmayanların örneği ve azîmetli davrananların örnekleri vardır. Meselâ azîmetli davran(a)mayanlara örnek şu âyettir:

“Dediler ki: Ey Mûsâ!; biz, onlar durduğu sürece hiç-bir zaman oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin git, ikiniz savaşın. Biz burada duracağız” (Mâide 24).

Bu âyette azîmetli davranılması gerekmesine rağmen azîmetle davran(a)mama örneği vardır. Yoksa bu âyette “ruhsata göre davranmak” durumu yoktur. İsrâiloğulları burada azîmete göre davran(a)mamıştır. Oysa olağan-üstü bir durumla yâni mucize ile Hz. Mûsâ İsrâiloğullarını zâlim Firavun’un esâretinden ve zulmünde kurtarmıştı ve onlara Allah’ın apaçık âyetlerini getirmişti. Buna rağmen, tüm bu olanlardan sonra îmânı kâlplerine yerleştirmeleri ve azîmetle davranarak Allah’ın yolunda olup çaba harcamaları gerekirken, -görece- biraz güçlü bir toplum karşısında gevşeklik göstererek peygamberlerinin emirlerine uymamışlardır.

Târih hakka ve bâtıla yapılan dâvetin târihidir. Fakat bu iki dâvette bir fark vardır. Bâtılın dâveti Dünyâ ile sınırlı olduğundan aslında dâvet, maddeye yapılmaktadır. Bâtılın dâvetinin başarılı(!) olmasının nedeni ise, dâvetin maddeye ve dolayısı ile Dünyâ’ya meyyâl olan nefse uygun olmasındandır. Nefse uygun olan şeye icâbet de hem kolay, hem çabuk hem de çok olur. Oysa İslâm’ın dâveti, kâlplerin şifâsı ve huzûrundan başka; zorluğa, sorumluluğa, vazgeçmeye, canlarla ve mallarla bu uğurda cihad etmeye dayandığı için, kendilerini İslâm’a adayacak insan sayısı tüm zamanlarda az olmuştur-olacaktır. Çünkü İslâm sâdece iç-âlemi inşâ eden bir “gönül dîni” olmadığından ve dış-âlemin de İslâmlaştırılmasını hedefleyip emrettiğinden ve de bâtılı savunanların Dünyâ’nın İslâm-merkezli olmasını kabul etmemesinden dolayı bir çatışmanın, bir savaşın olması kaçınılmazdır. Bu da insanların, icâbında her-şeylerini ortaya koyarak kendilerini adamalarını gerektirmektedir. İşte bundan dolayı târih boyunca hakkın dâvetine uyan ve hakkın tarafında olanlar az, bâtılın dâvetine uyarak bâtılın tarafında olanlar ise çok olmuştur. Fakat Allah katında ölçü azlık-çokluk değildir. Allah itaate, kâlplere, samîmiyete, gayrete, ehliyet ve liyâkate bakar:

“Talût, orduyla birlikte ayrıldığında dedi ki: ‘Doğrusu Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim ondan içerse, artık o benden değildir ve kim de -eliyle bir avuç alanlar hâriç- onu tadmazsa bendendir’. Küçük bir bölümü hâriç (hepsi sudan) içti. O, kendisiyle berâber îman edenlerle (ırmağı) geçince onlar (geride kalanlar): ‘Bugün bizim Calût’a ve ordusuna karşı (koyacak) gücümüz yok’ dediler. (O zaman) Muhakkak Allah’a kavuşacaklarını umanlar (şöyle) dediler: Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah’ın izniyle gâlib gelmiştir; Allah sabredenlerle berâberdir” (Bakara 249).

Sâdece Allah’a teslim olanlar ve bu teslîmiyetleri kayıtsız-şartsız olanlar Allah’tan başkalarından korkmazlar ve teslîmiyetlerini en zorlu durumda bile göstererek azîmetli davranabilirler. Bu zor durum teslim olanların îmanlarını, teslîmiyetlerini ve azimlerini arttırır. Çünkü îman teslîmiyeti arttırırken, teslîmiyet de îmânı arttırır ve azîmet ortaya çıkar:

“Mü’minler (düşman) birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: ‘Bu, Allah’ın ve Resûlü’nün bize vâdettiği şeydir; Allah ve Resûlü doğru söylemiştir’. Ve (bu,) yalnızca onların îmanlarını ve teslîmiyetlerini arttırdı” (Ahzâb 22).

Bâzı durumlar vardır ki, insanın gücü, tahammülü yetersiz kalır ve azîmetle davranmaya dermânı ve dirâyeti yetmez. Hâlbuki kişi ilk başta kâlbinde azîmetle davranmaya niyet etmiş olabilir fakat kişinin maddî, psikolojik ve mânevî durumu buna belli bir noktadan sonra izin vermeyebilir. Azîmetle davranmaya tahammül edemeyince ruhsat kullanabilir. İslâm buna cevaz vermiştir. Bu durumun en güzel örneği Ammar bin Yasir’in yaşadığı örnektir:

“Bir defâsında Peygamber efendimiz, Ammâr’ı ağlarken görür: ‘Ne oldu, niçin ağlıyorsun?’ diye sorduğunda Ammâr, zâlimlerin vücûdunu ateşle dağladıklarını anlatır. Allah Resûlü, Ammâr’ın gözyaşlarını siler, onu teselli eder. Başka bir gün mübarek elini Ammâr’ın ateşte dağlanan başına koyar ve şöyle buyurur: Ey ateş!, İbrâhim’e serin ve selâmetli olduğun gibi Ammâr’a da serin ve selâmetli ol.

Kureyş’in, Ammâr b. Yâsir’i rahat bırakacağı yoktur. Başını suya sokup nefessiz bırakır ve bağırırlar: ‘Muhammed’i terk edinceye, Lat ve Uzza’ya tapıncaya kadar bu durumdan kurtulamayacaksın’. Ammâr ölmek üzeredir. Kızgın kumlar, demir zırhlar, açlık, susuzluk, dayak ve kırbaçlar, nihâyet nefesini kesen kuyular nedeniyle artık tahammül edecek gücü kalmamıştır. Tam boğulup öleceği sırada müşriklerin istediği sözler çıkar ağzından. Mekkeliler yakasını bırakır, dağılıp giderler başından.

Şehrin sokaklarında kara bir haber yayılır; ‘Ammâr dinden dönmüş, yeniden putperest olmuş’ diye. Allah Resûlü buna ihtimâl bile vermez; ‘Ammâr tepeden-tırnağa îmanla doludur’ buyurur. Sevgili Efendimiz, Ammâr’ı görünce çok duygulanır. Üstü-başı toz-toprak içinde, hıçkıra-hıçkıra ağlamaktadır. ‘O sözleri söylerken kâlbin nasıldı’ diye sorar Ammâr’a. Çilekeş müslüman, ‘yüreğim îmanla doluydu Ya Resûlallah’ deyince, Muhammed aleyhisselam onu teselli eder: ‘Bir daha sana böyle yaparlarsa kurtulmak için yine aynı sözleri söyle’. Ammâr’ın hüznüne yer-gök ortak olur. Âlemlerin Rabbi âyetleriyle kuluna rahmet indirir, teselli verir:

“Kim îmanından sonra Allah’a (karşı) inkâra sapıp da, -kâlbi îmanla tatmin bulmuş olduğu hâlde baskı altında zorlanan hâriç- inkâra göğüs açarsa, işte onların üstünde Allah'tan bir gazab vardır ve büyük azab onlarındır” (Nâhl 106).

Allah böyle durumlarda ruhsat kullanmaya izin vermiştir. Bu noktada bir sorun yoktur. Ammar bin Yasir, İslâm’ın samîmi mü’minlerinden biridir.

Tabi benzer bir durumla karşılaşmasına rağmen azîmete göre davrananlar da olmuştur. Bunun örneği de Zeyd b. Desinne’dir:

“Lihyân-oğulları, İslâmiyet’i kendilerine öğretmeleri için Hz. Peygamber’den muâllim istemişlerdi. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s), Ashâb-ı Suffe’den yedi kişiyi görevlendirdi. Ancak bu sahabîler, Reci Suyu’nun başına vardıklarında, kendilerini dâvet eden Lihyân-oğulları tarafından ihânete uğradılar. Zeyd b. Desinne ve arkadaşı Hubeyb hâriç, diğerleri hemen orada şehit edilmişti. Lihyân-oğulları bu iki sahâbîyi esir edip Mekke’lilere sattılar. Mekkeli müşrikler bu iki sahabîyi îdâm etmeye karar vermişlerdi. Son dakîkalarını yaşadığını anlayan Zeyd, iki rekât namaz kılmak için kıyâma kalktı. Böylece o; İslâm’da ilk defâ, îdâmdan önce namaz kılma âdetini ortaya koymuştur.

  Orada toplanan seyircilerin huzûrunda Ebu Süfyan, ona: ‘Doğru söyle ey Zeyd!; şimdi Muhammed’i bulup da senin yerine o’nu öldürmemizi, senin de sağ-sâlim olarak âilene dönmeni istemez misin?’ deyince; Zeyd; ‘vallâhi ben, âilem içinde sağ-salim oturup da Resûlullâh’ın, değil sizin yanınızda, şimdi bulunduğu yerde bile ayağına bir diken batıp incinmesine râzı olmam’ diye karşılık vermiştir. Bu sözleri duyan Ebu Süfyan: ‘Ben insanlar içinde Muhammed’in ashâbının, Muhammed’i sevdiği kadar, hiç-bir kimsenin bir başkasını sevdiğini görmedim’ diyerek hayâl kırıklığına uğradığını dile getirmişti.

Bu konuşmalardan sonra müşriklerin karârı iyice kesinleşti. Safvan bin Umeyye, âzatlı kölesi Nistas’a işâret ederek, Hz. Zeyd’i öldürmesini istedi. Nistas mızrağını Hz. Zeyd’in göğsüne saplayarak sırtından çıkardı. Böylece, Peygamber âşığı Hz. Zeyd, cennetteki makâmına yükseldi”.

Kur’ân’da, açlık durumlarında da ruhsata göre davranılabileceği ve yenmesi haram olan şeylerin, belli ölçüde yenebileceği ruhsatı verilmiştir:

“O, size ancak ölüyü, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilmiş olan (hayvan)ı haram kıldı. Fakat kim mecbur kalırsa, saldırmamak ve sınırı aşmamak üzere (yiyebilir). Çünkü gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir” (Nâhl 115).

Kör, topal ve hasta olanlar, isterse ruhsata göre davranıp ağır sorumluluklardan ve savaştan uzak kalabilirler. Fakat Peygamberimiz, savaşa giderken âmâ olan Abdullah bin Ümmü Mektum’u Medîne’de yerine 4-5 kere vekil bırakmıştır. Çünkü İslâm’a göre hem “ıskarta adam” yoktur hem de şu dâr-ı Dünyâ’da azîmete göre yaşamak, âhirette sonsuz nîmet diyârı olan cenneti kazanmak için daha iyi ve daha garantili bir yoldur.

Maalesef günümüzde modernitenin ve post-modernitenin bâriz ve azgın kuşatması, insanları ve müslümanları gevşetmiş, gazlarını almış, sivri yerlerini törpülemiştir. Artık müslümanlar âhiret-merkezli değil, Dünyâ-merkezli bir tasavvur, düşünme ve amel-eylem şeklinde hayatlarını yaşamaktadırlar. İslâm’ı yeryüzünde hâkim kılma umdesi artık gözden düşmüş, hattâ bu umde kişinin; aşırı, gerici, yobaz ve terörist gibi yaftalanmasına sebep olmaktadır. İslâm kâlplere, vicdanlara, zihinlere ve dört duvar arasına hapsedilmiştir. Îmanlar zayıflamış, kâlpler kararmıştır. Bu nedenle artık azîmetle iş yapacak adam bulmak çok zor olduğu gibi, azîmetle iş yapmaktan bahsetmek de karşılık bulmamakta ve hattâ bu çokları tarafından “aşırılık” olarak görülmektedir. Modern müslümanlar ruhsata göre yaşamanın yoluna düşmüşlerdir. Ruhsat bulmadıklarında güvendikleri birileri gerekli bir ruhsat uyduruvermektedir. Tabi ruhsat kullanma İslâm’ın izin verdiği ölçüde haklarıdır fakat aradıkları ruhsatı İslâm’da bulamadıklarında “moderniteye uygun yeni ruhsatlar” da türetmişlerdir ve hızla türetmeye devâm etmektedirler.

“İslâm’ın Dünyâ’ya hâkimiyeti”, “Allah’ın sözünün Dünyâ’ya hâkim olması” umdesi göz-ardı edilince ve bu artık “kötü” görülmeye başlanınca müslümanlar da azîmete göre yaşamayı nefret edici bulmakta ve azîmete göre değil de ruhsata göre yaşamak istemektedirler. Lâkin modern hayat, İslâm’ın ruhsata göre yaşamasına da müsâit değildir ve ruhsata göre yaşamaya da izin vermiyor ki!. Ruhsata göre yaşamak için bir alan yok. Zâten bu nedenle “modern ruhsatlar” üretiyorlar ve bu yüzden ultra-modern ruhsatlar ortaya çıkmaktadır. Bu ruhsatlar tabî ki de İslâm’a uygun olarak değil, moderniteye uygun olarak çıkarılmaktadır. Zîrâ artık, Kur’ân da modern-merkezli yorumlanmaktadır. Böyle olunca da moderniteye tam uygun yeni ruhsatları çıkarmak zor olmamaktadır. Modern insanlar-müslümanlar, azîmete göre yapmamak-yaşamamak için ellerinden geleni hattâ daha da fazlasını yapmaktadırlar.  

Akıntıya karşı kürek çekmek, “İslâm’ı hayâta yeniden hâkim kılma yolu”nda yapılması olmazsa-olmaz bir çabadır. Çünkü sırf “inandım” demekle olacak iş değildir bu (Ankebût 2). Uydurma ruhsatlara göre; “lâilâheillallah” dedikten sonra cenneti garantilediğini sananlar, azîmete göre iş yapmayı düşünemezler bile.

Şirkin, küfrün ve de doğal olarak zulmün ayyuka çıktığı ve Dünyâ’yı ifsâd ettiği modern zamanlarda, “emr-i bil-mâruf nehy-i ani’l-münker” yâni “iyiliği emr ve kötülüğü men etmeyi” hakkıyla yapacak ve ruhsatı kabûl ettikten sonra azîmete göre yaşayacak mü’min bir toplum ortaya çıkana kadar şeytan Dünyâ’da iktidârını azimle sürdürmeye devâm edecektir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2019

Devamını Oku »

25 Aralık 2019 Çarşamba

Kur’ân’ı Aşağılık Kompleksi İle Yorumlamak




“Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) îman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz” (Âl-i İmran 139).

Târih boyunca müslümanlar ilk defâ modernite ile birlikte, düşmanları karşısında aşağılık kompleksine kapılmaktadırlar. Çünkü gevşemişler ve îmanları azalmıştır. Böyle olunca da beşerî güce meftûn ve râm olmaya başlamışlardır. Artık düşünceleri, sözleri, yorumları da bu minvâlde olmaktadır. Hâlbuki modern hayat, İslâm karşısında oluşan bir kompleksin sonucudur. Haçlı Seferleri batı insanında bir kompleks oluşturmuştur. İslâm ve doğu medeniyeti karşısındaki eziklik duygusu ve kompleks onları bir şekilde müslümanlar ve doğu’lular gibi olmaya zorlamıştır. Fakat onlar bunu çalışarak ve didinerek değil, çalarak ve sömürerek başlatmışlardır. Kızılderililere yaptıkları zulüm herkesçe mâlûmdur.  

Batı karşısında kendilerini ezik gören kompleksli müslümanlar sürekli olarak “Kur’ân’ı anlamak”tan bahsediyorlar ve buna yoğunlaşıyorlar. Peki bunların derdi Kur’ân’ı gerçekten anlamak mıdır yoksa Kur’ân’ı moderniteye uygun şekilde anlamak ve uydurmak mı?. Çünkü moderne uymayan ve onunla çelişen hiç-bir yorumu kabûl etmedikleri gibi bunu yobazca buluyorlar ve “gerilik” olarak görüyorlar. Zîrâ târihlerinden utanıyorlar. Peygamber’in ortaya koyduğu “güzel örneklik” olan Sünnet’i konuşmaktan ve model almaktan çekiniyorlar. Kompleksleri buna engel oluyor. 

Modern müslümanlar, moderne uymadığı için Kur’ân’ın apaçık âyetleri için bile bir anlama sorunundan bahsediyorlar, anlama sorunu olduğunu söylüyorlar ve bu nedenle de Kur’ân’a işkence ederek âyetler hakkında moderne uygun yorumlar yapıyorlar. Oysa Kur’ân’a muhâlefet eden müşriklerin bir-çok îtirâzına ve mü’minlerin bir-çok hedefine yer verilen ilâhi vahyin sözlü kaynağında, “bu anlaşılmaz bir mesajdır” şeklinde ne düşmanlardan ne de dostlardan bir serzeniş gelmemiştir. Bu da göstermektedir ki, indiği dönemdeki muhâtapları için Kur’ân’ın mesajının anlaşılma sorunu olmamıştır. Günümüzde de asıl sorun, bize göre anlaşılıp-anlaşılmama değil, pazarlıksız bir şekilde vahye teslim olup yaşamaya gayret edip-etmeme noktasında ortaya çıkmaktadır. Vahyi olduğu gibi okuyup idrâk ettikten sonra Peygamber örnekliğine göre hakkıyla yaşamak modern hayat tarzında hem pek mümkün olmadığı için hem de bu tür bir yaşam, aşağılık kompleksinden dolayı eziklik, yobazlık ve gericilik olarak görüldüğü için, o anlam sorunu bir türlü bitmiyor ve sürekli olarak moderniteyi besleyecek kompleksli yorumlar yapılıyor.

Kur’ân’ı inceden-inceye idrâk etmek için belli bir süre gerekiyorsa da, onun genel mesajını anlamak için çok da gayret etmeye gerek yoktur. Çünkü Kur’ân’ın mesajı apaçıktır. Kur’ân’ı anlamaktan ziyâde, onu okumak ve ondan anlaşılanları kabûl edip hayâta yansıtabilmek önemlidir. Yoksa anlamak konusunda Mekke müşrikleri hepimizden üstündüler. Zâten anladıkları için kabûl etmediler. Kur’ân’ı ancak samîmi-ciddî bir şekilde Allah için ve arınmak için okuyanlar idrâk eder ve hayatlarında uygulayabilir. Zâten ancak bunlar hidâyete er(iş)ebilir. Yoksa Kur’ân’ı her okuyan hidâyete erişemez.

Bir yazıda aşağılık kompleksinin belirtileri için şunlar söylenir:

“En çok göze çarpan detay kendini ispât etme çabasıdır. Kişiler kendilerini sürekli hem başkalarına hem de kendilerine ispât etme çabası içindedirler. Kendinde olduğunu düşündüğü yetersizliği telâfi etmek için olağan-üstü çaba harcarlar. Bunu yaşayan kişiler gerçekte bir yanılgının içindedirler. Bu konudaki yeteneklerinin farkında değildirler. Kendilerini sürekli olarak diğer insanlarla mukâyese ederler. Bunun sonucunda kişi kendini daha değersiz, yeteneksiz ve daha aşağı seviyede hisseder. Bu duygular sanal yaşanan bir durum olarak kabûl edilir, bu düşünceler gerçek değildir”.

Batı karşısında duyulan aşağılık kompleksi, Kur’ân’ı, onda olmayan şeyleri sanki varmış gibi moderne uygun yorumlamakla sonuçlanıyor. “Kur’ân’ı sıkıştırmak” denebilecek olan bu tutumda, Kur’ân’ın dedikleri değil, Kur’ân’a zorla söylettirilen şeyler önem kazanır. Kur’ân’a kendisinde olmayan şeyi zorla söylettirmek, modernite karşısında duyulan aşağılık kompleksinden kaynaklanmaktadır.

Modernizmin tetkiki, yeterince modern olmayan toplumlarda aşağılık kompleksi oluşturuyor. Müslümanların batı karşısındaki derin kompleksinin nedeni, İslâm Medeniyeti’nin câhili ve dolayısıyla inkârcısı olmalarıdır. Zîrâ İslâm Medeniyeti yanında batı’nın uygarlığı barbarlık gibi kalır. Batı’nın ortaya koyduğu şey “medeniyet” değil, “uygarlık”tır. İkisini ayırmak gerekir. Dinden, dolayısı ile merhâmet, vicdan, adâlet ve tevhidten kopuk olunca medeniyet değil “uygarlık” oluyor.

Kur’ân’ı komplekssiz olarak yorumlamak, o ne diyorsa onu söylemek, onu Peygamber’in yorumladığı ve uyguladığı gibi yorumlamak ve de uygulamaktır. Çünkü Kur’ân’ın gerçek yorumu budur. Kur’ân’ın gerçek yorumu ve yaşam-tarzı, “güzel örnekliğimiz” olan Peygamberimiz’in yorumladığı ve yaşadığı gibidir.

Kur’ân’ı yorumlamada ortaya çıkan kompleks, batı karşısında duyulan komplekstir. Oysa batı, mevcut durumunu, doğu’nun medeniyeti karşısında duyduğu eziklikten dolayı değiştirmek istemiş fakat bunu gayri meşrû yollarla sağlamıştır yada en azından böyle başlatmıştır. Yâni batı zâten bir kompleksin sonucudur ki bu kompleks aslında onlarda hâlen de vardır. Fakat bunu kendilerine has bir kibirle kapatmak istemektedirler.

Târihselcilik de modernistlik de kompleksten kaynaklanır. “Aman ha, mevcut dünyânın temel değerlerine aykırı düşmeyelim” endişesidir bu. Bu endişe ve kompleks onların Kur’ân’ı olduğu gibi kabûl edip yaşamalarına engel olur. Oysa Kur’ân’ın ne dediği bellidir ve Peygamber’in ne dediği ve daha önemlisi ne yaptığı bellidir. Örneklik ortaya konmuştur. Bu örnekliğe sonradan eklemeler yapılmış ve uydurmalar karıştırılmış olsa da bir şeyin teorisiyle pratiği arasında çelişki olmayacağından dolayı Peygamber örnekliğini Kur’ân süzgeciyle uydurmalardan arındırıp ortaya çıkarabiliriz. İşte ortaya konulacak olan bu örneklik komplekssiz bir Kur’ân okuma, yorumlama ve uygulama örnekliğidir. Zâten Peygamberimiz de bir-kaç defâ Mekke’li kodamanlara meyledecek olduğunda Allah tarafından uyarılmıştır. Çünkü Kur’ân kişinin ancak Allah karşısında boyun büküp kul olmasını ister ve başkaları karşısında bir mü’minin ezik olması yada komplekse kapılmasını yasaklar.

Her ne kadar geleneğin çatılacak çok tarafları olmasına rağmen, modernlerin geleneğe çatmaktan başka bir şey yapamıyor oluşu, tâğutlar, modern ideolojiler ve sistemler karşısında gelinen noktada kendilerini aşağı bir durumda görerek komplekse kapılmış olmalarından dolayıdır. Batı karşısında geri kalmanın suçlusu olarak geleneği görmekteler ve batı’ya göre geri(!) kalmışlığın ezikliğini ve kompleksini yaşamaktadırlar. Oysa üstünlük modernleşmede değil, takvâdadır. Îman edenler üstündür, modern anlamda ve madden gelişmiş olanlar değil. Îman edenler ve takvâda üstün olanlar Allah’tan başkaları karşısında boyun bükmezler ve başkaları karşısında komplekse kapılmazlar.

İşin gribi şudur ki, müslümanlarda oluşmuş olan bu kompleks aslında, komplekse neden olan şey karşısında ezikliği kabûl etmektir. Şöyle ki, İslâm’ın istediği dünyâ ve hayat ile mevcut modern dünyâ arasında bâriz bir fark vardır. Fakat insanlar ideâl olandan ziyâde mevcut olandan daha çok etkilendiklerinden dolayı, arada bâriz bir fark olunca bir ezikliğe kapılıyorlar ve bu da onlarda bir kompleks ortaya çıkarıyor. Böylece Kur’ân’ı da bu komplekse göre yorumlamaya başlıyorlar. Artık yapılan her yorum mevcut dünyâyı onaylamakta ve moderniteyi desteklemekte, Kur’ân’ın saf yorumunu ve Peygamber örnekliğini ise kösteklemektedir. Hattâ Kur’ân’ın apaçık âyetleri bile mevcut duruma aykırı olduğu için o âyetler, Kur’ân’ı sıkıştırarak ve ona işkence ederek aşırı zorlamayla moderniteye uydurulmaya çalışılmaktadır. Zîrâ aradaki çelişki çok belli ve büyüktür. Yapılan yorumlar ilk başta absürd olsa da moderne uyma hevesi ve kompleksten dolayı göz-ardı edilmekte, daha sonra da o yoruma ve düşünceye alışılmakta ve inanılıp savunulmaktadır. Zâten modern ideolojileri, sistemi, ekonomiyi, siyâseti vs. bu kompleksten dolayı desteklemektedirler. Oysa Kur’ân modern ideolojileri şirk ve küfür olarak görmektedir. Demek ki Kur’ân’ın kompleksli yorumları modernitenin baskısı sonucunda moderniteye uydurulan yorumlardır.

Sonuçta gelinen yer, “Kur’ân’ın insanı ve Dünyâ’yı belirlemesi ve düzenlemesi” değil, “mevcut modern dünyânın ve modern insanın, dîni ve Kur’ân’ı belirlemesi” durumudur ki bu, oluşan kompleksle yapılmaktadır. Fakat şu da var ki, Kur’ân’ın aşırı zorlayarak moderne uydurulduğu zannedilse ve bir-çokları bunu kabûl etse de, Peygamber örnekliği yâni vahyin doğrultusunda ideâl yaşanmışlık örneği değiştirilemez. Yaşanmışlığın yorumu olmaz çünkü. İşte zâten bu nedenle modernite karşısında aşağılık kompleksine kapılmış olanlar geleneğe çatmak bağlamında Sünnet’i yâni “güzel örnekliği” yâni Ahzâb 21. âyeti inkâr etmek zorunda kalıyorlar. Çünkü Kur’ân’ın ideal bir yorumlama ve yaşanma şekli vardır ortada. Modernite karşısında duyulan aşağılık kompleksi edeniyle Tevbe Sûresi’nin son iki âyeti birileri tarafından açıkça, diğerleri tarafından da gizlice inkâr edilmektedir.

Mü’minler Mekke’de bir komplekse kapılmayarak ve bir eziklik yaşamayarak dik durmuşlar ve Allah onlara Medîne’yi açmıştı. Sonra ise devlet ve medeniyet oradan başladı. Yâni Mekke’de de kompleks yoktu mü’minlerde. Çünkü îmanları sağlamdı. Îman azaldıkça kompleks artar ve eziklik başlar. Böylece mevcuda sığınma ihtiyâcı doğar. Fakat îman arttıkça zâlime karşı kerim öfke, âhirete îmandan kaynaklanan cesâret, Allah’ın her-an kendilerinden yana olduğunu bilmiş olmanın verdiği dik duruş ve direniş azmi, Peygamber’e olan güven ve vahyin kazandırmış olduğu ferâset, mü’minlerin komplekse kapılmalarını önlemiş ve onları dik ve diri tutmuştur. Azimle-gayretle çalışmanın olmazsa-olmaz koşulu budur. İşte onları zafere ulaştıran da bu olmuştur. Lâkin modern müslümanlar yenilgi ve maddiyat karşısında kolayca çözülüvermişlerdir. Zâten daha önce içten-içe yıkılmış ve dizlerinin bağı gevşemişti. Kâlpler de gevşeyince şeytana, nefse ve tâğuta uydular. Böylece müslümanlar mevcudu izleme kolaylığına kapıldılar. Çünkü sarp yokuşa göğüs gerecek dirâyetleri yok. Zîrâ aşağılık kompleksi buna engel oluyor. Vicdânını tokatlamak ve kendini avutmak için de Kur’ân’ı moderniteye yâni komplekslerine göre yorumlamaya başlıyorlar. Olan şey budur.

Kur’ân’ın aşağılık kompleksiyle yorumlamak, Kur’ân’ı Peygamber ve sahabenin yaptığı gibi yalın bir şekilde okuyup yorumlamaktan ve de yaşamaktan kaçmanın bir sonucudur.

Aşağılık kompleksi vahyin apaçık âyetlerini moderne uymadığı için yorumlamaya ve moderniteye uydurmaya zorlar. Sonunda apaçık hükümler bile aşağılık kompleksiyle yorumlanarak değiştirilmeye, başkalaştırılmaya, tam aksi savunulmaya, Peygamber-Sünnet göz-ardı yada inkâr edilmeye ve târihe hapsedilmeye, âyetler bir-iki derken neredeyse tümden inkâr edilmeye ve târihe hapsedilmeye yada moderniteye kurbân edilmeye başlamıştır. En sonunda da gayb ve nihâyet Allah da -hâşâ- yorumlanmaya ve inkâr edilmeye başlanır. Deizm ve Ateizmin artmasının nedeni budur. Netsizlik ve aşağılık kompleksi buna neden olmaktadır. Netîcede geriye kompleks sâhibi modern insan için akıl ilah olmaya, modern ideolojiler din olmaya ve ideologlar da peygamber olmaya başlar. İşte cehennemi harlayacak olan da bu gidişattır. İnsanlar böylece taşlarla aynı seviyeye iner ve cehennemde buluşurlar:

  “Ey îman edenler!; kendinizi ve yakınlarınızı ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır; üzerinde oldukça sert (iri cüsseli), güçlü melekler vardır. Allah kendilerine neyi emretmişse ona isyân etmezler ve emredildiklerini yerine getirirler” (Tahrîm 6).

Mü’minlerin kompleksleri değil, îmanları vardır. O îman mü’minlere Allah’tan başka hiç-bir şey karşısında eğilmemeyi öğretir ve sağlar. Zâten şirk, “Allah’tan başkalarının önünde eğilmek”tir ki bunun nedeni aşağılık kompleksidir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Aralık 2019






Devamını Oku »

16 Aralık 2019 Pazartesi

Hristiyanlaşma Temâyülü

 

“Andolsun, insanlar içinde, mü’minlere en şiddetli düşman olarak yahudileri ve müşrikleri bulursun. Onlardan, îman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da: ‘Nasarayız’ (Hristiyanlarız) diyenleri bulursun. Bu, onlardan (bir-takım) papaz ve râhiplerin olması ve onların gerçekte büyüklük taslamamaları nedeniyledir. Elçiye indirileni dinlediklerinde hakkı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşlarla dolup taştığını görürsün. Derler ki: Rabbimiz inandık; öyleyse bizi şâhidlerle birlikte yaz” (Mâide 82-83).

 

Âyette bahsedilen Nasara, “doğu hristiyanları”dır. Bir yazıda bu konuda şunlar söylenir:

 

“Nasara, ‘Nasrânî’ kelimesinin çokluk şeklidir. ‘Hristiyanlar’ demektir. Kur’ân-ı Kerim’de hristiyanları ifâde için kullanılmıştır. Nasârâ ehi-i kitabdır. Kendilerine, Hz. Îsâ vâsıtasıyla İncil verilmiştir. Hristiyanlık, coğrâfî bölge olarak Orta Doğu’da ortaya çıkan bir din olmasına rağmen batı’da, özellikle Roma İmparatorluğu sahasında yayılan bir dindir. Ortodoks kabûl edilen hristiyanlığın batı’daki hâkimiyetine karşılık, çeşitli konsillerdeki fikirleri sebebiyle reddedilen ve râfizî sayılan monofizit kiliseler şarkta barınabilmişlerdir. Rum kelimesinin ‘garp hristiyanları’na tekabül etmesine karşılık, Nasârâ daha ziyâde şarkta, İslâm hâkimiyetindeki hristiyanlar için kullanılmaktadır”.

 

Hristiyanlık iki çeşittir. Biri “yahudi-hristiyanlık”tır ki, mensupları 140-150 yılına kadar Hz. Îsâ’nın öğretisini büyük ölçüde aslına uygun olarak taşımışlar ve tebliğ-dâvetini yapmışlardır. İkincisi ise “Helenistik-hristiyanlık”tır ki bu, Roma putperestliği içinde karşı-karşıya kalınan baskı ve kuşatmanın sonucunda verilen tâvizlerle başkalaşmış olan hristiyanlıktır. Bu hristiyanlık, düşüncede Yunan, siyâsette Roma’yı benimsemiş ve de bunu hâlen sürdürmektedir:

 

“Yahudi-hristiyanlık ile ‘Helenistik-hristiyanlık’ mücâdelesi, 70 yılında Roma’nın Kudüs’ü alması ve yahudilerin dağılmasıyla, ‘doğu hristiyanlığı’ (nasara) denilen hristiyanlık 140-150 yılına kadar olan hâkimiyetini kaybetmiş ve hâkimiyet bu târihten îtibâren Roma’nın himâyesindeki ‘helenistik hristiyanlığa’ geçmiştir ki, bu hristiyanlık, Paul’ün, Roma putperestliği lehine verdiği tâvizlerin ve Roma’yı memnun edecek şekilde, Roma putperestliği ile meczedilmiş yeni bir hristiyanlıktır. İşte bundan sonra hristiyanlık; küfür, şirk ve de zulmün aracı olmuş, Rönesans ile birlikte de bunlar katlanmıştır. Yoksa ‘doğu hristiyanlığı’nda bu türlü bir küfre, şirke ve zulme düşme durumu olmazdı.  Maurıce Bucaılle, bu konuda şunları söyler:

 

Hristiyanlığın en çok münâkaşa edilen simâsı olan, Hz. Îsâ’nın düşüncesi yönünden ve onun akrabaları ile Kudüs’te Yâkub’un çevresinde kalan havârileri tarafından ‘hâin’ telâkki edilen Paul, -Hz. Îsâ’nın, insanları etrafında topladığı hususların zarârına olarak- kendi öğretilerini yaymak amacıyla bir başka Hristiyanlık kurmuştur. Hz. Îsâ’yı hayâtında tanımayan bu adam, görev yetkisinin meşrûluğunu, dirilen Hz. Îsâ’nın, Şam yolunda kendisine görünmesi iddiâsına dayandırmıştır.

 

İki cemaat arasında yoğun bir mücâdele döneminde ortaya çıkan -M.P. Kannengiesser’in nitelendirmesiyle- bu ‘mücâdele eserleri’, Hz. Îsâ hakkında yazılan bir-çok eserden su yüzünde kalanlar olup, nihâi olarak baskın çıkan Paul tarzındaki hristiyanlık, ‘kanon’ denilen resmî metinler külliyatını teşkil ettiğinde, kilise tarafından seçilen çizgiye uymayan bütün öbür belgeleri, asıl hristiyanlığa aykırı sayacak ve onları dışarıda bırakacaktır.

 

Etkin bir topluluk olarak kaybolan yahudi-hristiyanlardan yine de ‘yahudilik taraftarları’ lâkâbıyla bahsedildiğine rastlanmaktadır. Kardinal Daniélou, onların sonunu şöylece anlatıyor: ‘Yahudi bağlarından yavaş-yavaş kurtulan ‘büyük kilise’den kopmuş olan yahudi-hristiyanlar, batı’da çabucak eriyeceklerdir. Fakat 3. yüzyıldan 4. yüzyıla kadar onların izleri doğu’da, özellikle Filistin, Arabistan, Ürdün, Suriye ve Mezopotamya’dan tâkip edilebilir. Bunların bir kısmı, bir ölçüde vârisleri olan İslâm tarafından eritilecekler; öbürleri ise, sâmi kültür temellerini koruyarak büyük kilise’nin geleneğine (Ortodoks yoluna) katılacaklardır. Nitekim bu sâmi özelliklerin bir kısmı Habeşistan ve Kalde Kiliselerinde hâlâ devâm etmektedir”.

 

Demek ki hristiyanlaşma temâyülü, aslında “Roma’lılaşma ve Yunan’lılaşma (helenizm) temâyülü”dür ki zâten mevcut seküler batı (Avro-Amerika) düşüncede Yunan, siyâsette ve sosyâl hayatta ise Roma’yı sıkı-sıkıya tâkip etmektedir. Yâni “putperest bir hristiyanlık dîni” Dünyâ’ya hâkim olmuş durumdadır.

 

Hristiyanlığı “tevhid dîni” olmaktan çıkarıp “teslis dîni” hâline getirenlerin başında Pavlus gelmektedir. Pavlus başlangıçta Îsâ Mesih’in mesajına karşı olduğu, Hristiyanları cezâlandırmaya çalıştığı hâlde daha sonra tam bir dönüş yapmış ve önceki suçlarını affettirmek istercesine Îsâ’yı ilâhlık mertebesine çıkarmıştır.

 

Hristiyanlık tevhidî bir dindir ve tek Allah’a inanır. Hristiyanlar ilk başta tevhid üzereydiler fakat daha sonra batı’ya doğru yayılıp putperest Roma İmparatorluğu ile tanıştılar. Tevhid dîni “yayılmacı” bir olduğu için hristiyanlar da dînlerini Roma’ya da yaymaya çalıştılar. Fakat putperest devlet buna karşı direnince ve hattâ zamanla hristiyanlar baskılanınca bu baskıya dayanamayıp bâzı tâvizler verdiler. Zâten Roma da hristiyanlığı, bu tâvizler sonrasında “devlet dîni” olarak kabûl etti. Fakat tevhid dîninin en büyük düşmanı “tâviz”dir. Allah’ın dîninde tâviz olmaz. Zîrâ Allah’ın hükmü, insanların hükmü karşısında geri çekilmeye uğratılamaz. Hristiyanlık tâvizlerin ve de tahriflerin sonucunda Roma’da devlet dîni olunca, tevhîdî temeline rağmen “hak” özelliğini kaybetti. Şu kesin bir şeydir ki, bir kazan bala bir damla zehir karıştığında o balın tamâmı zehir olur.

 

İşte hem tâvizler hem de daha sonraları Roma uygarlığının da etkisiyle ve de Konsillerde kabûl edilen İnciller ve dînî düşünce, hristiyanlar arasında anlaşmazlığa neden oldu ve ayrılıklar baş-gösterdi. İşte başta Ariusçuluk olmak üzere, Hz. Îsâ’nın -hâşâ- “Allah’ın oğlu(!)” olduğunu kabûl etmeyenler ve o’nu sâdece bir peygamber olarak kabûl edenler ve de bâzı diğer farklar nedeniyle ayrıldılar. Zâten aforoz edilmişlerdi. Arius, Îsâ’nın bütün varlıklardan önce yaratıldığını, dolayısıyla ezelî olmadığını yâni Tanrı olmadığını ileri sürdüğü için İznik Konsili’nde (325) aforoz edilmiştir. Bu kişiler “doğu hristiyanlığı” denilen kesimi oluşturur. Zâten Peygamberimiz zamânında Habeşistan (Etiyopya) hükümdârı olan Necâşi de bir “doğu hristiyanı”ydı ve tevhide yakındı. Nasturiler de buna dâhil edilebilir. Rivâyetlere göre Varaka bin Nevfel de bir Nasturi râhibiydi ve tek-tanrıcıydı. Âyettin bahsettiği “dost hristiyanlar” bunlardır.

 

Bugünkü Hristiyanlık, Hz. Îsâ’nın da tanıyamayacağı kadar değişmiş, âdetâ putperest bir hâl almıştır. Diğer bir ifâde ile Hristiyanlık putperest Roma İmparatorluğu’nu Hristiyanlaştırmaya çalışırken, gerçekte putperest Roma, Hristiyanlığı paganlaştırmıştır.

 

Günümüzde batı dünyâsına hâkim olan Hristiyanlık, doğu’yu da Hristiyanlaştırma amacındadır ve bu sebepledir ki Asya kıtası ile Dünyâ’nın diğer yörelerinde de yayılma gayreti ve faaliyeti içindedir. Bunu Katolik Hristiyanlığın rûhâni lîderi Papa Jean Paul II, 1999 yılında yaptığı Noel konuşmasında: ‘Birinci bin yılda Avrupa’yı, İkinci bin yılda Afrika ve Amerika kıtasını Hristiyanlaştırdık. Üçüncü bin yılda ise hedefimiz Asya’dır” diyerek ifâde etmiştir.

 

Müslümanların ve diğer insanların resmen olmasa da düşüncede ve eylemde meylettiği hristiyanlaşma ise genelde “batı hristiyanlığı” özelde ise Avro-Amerikan hristiyanlığıdır. Tabi bu hristiyanlar arasında da tevhide dönük düşünceleri ve inançları olanlar olabilir. Fakat açıkça görünen şey, Avro-Amerikan hristiyanlığının ve hristiyanlarının dinlerinden pratikte vazgeçtiği ve çok az bir kesimin de onu sâdece kâlplerinde-vicdanlarında hissettiğidir. İşte; 200-250 yıl önce başlayan ama genelde 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra, özelde ise Dünyâ’nın tek kutuplu kalmasıyla berâber 90’lı yıllarla birlikte, ama en çok da milenyumdan sonra, müslümanlar da dâhil insanların meylettiği ve “Hristiyanlaşma Temâyülü” dediğimiz hristiyanlaşma (yada modernite), batı Avro-Amerikan hristiyanlığıdır. Bu hristiyanlık aslında “modernite” şeklinde görünmektedir ki “batı hristiyanlığı” denilince akla gelen şey “modernite”dir.

 

Hristiyanlık “yahudiliğin bir güncelleştirilmesi” olduğundan dolayı, ilk başta “yahudileşme temâyülü”ne sapanlar hemen ardından da “hristiyanlaşma temayülü”ne gireceklerdir ki İslâm coğrafyasının başından geçen ve geçmekte olan süreç budur. Yahudileşme temâyülüyle afallayan müslüman coğrafya, 90’lı yıllardan sonra Dünyâ’nın tek-kutup olmasıyla birlikte hristiyanlaşma temâyülüne girmiş ve “adı müslüman”, “yaşayışı hristiyan” bir durumu ortaya çıkmıştır ki zâten Peygamberimiz de buna karşı insanları uyarmıştı:

 

“Ebu Hureyre anlatıyor: Resûlullah as. buyurdular ki: ‘Sizler, kendinizden önce gelen ümmetlerin sünnetine kulacı-kulacına, arşını-arşınına ve karışı-karışına muhakkak tıpa-tıp uyacaksınız. Hattâ onlar, daracık bir keler deliğine girseler, oraya siz de gireceksiniz’. Oradakiler, ‘Ey Allah’ın Resûlü!. (Onlar) yahudiler ve hristiyanlar mı?’ diye sordular. Aleyhissalâtu vesselâm: ‘Bunlar değilse kimler olur?’ buyurdular” (Kütüb-ü Sitte 7162).

 

Bu süreç “klâsik zamanlarda, müslümanların zenginleşmeyle birlikte maddeye yönelerek sarsıntıya uğraması ve yahudiler gibi Dünyâ’ya meyletmesiyle başlamış, modern zamanlarda ise hristiyan batı’nın, Rönesans ve Aydınlanma süreciyle dinden soğuması, Protestanlaşması, lâikleşmesi, Fransız ve Sanâyi Devrimleri ile birlikte liberâl-kapitâlist yola girmesi, daha sonra demokratikleşmesi ve nihâyet de kapitâlist-liberâl-seküler-beşerî ve post-modern politikaları dinleştirerek dinden kopması yada dîni kâlplere ve vicdanlara hapsetmesi” sürecidir. İşte müslümanların da izlediği yol budur ve bu yolu izleyerek batı’nın peşinden adım-adım gidiyorlar ve de bunu benimsemeye başladılar.

 

Aslında moderniteye gelinceye kadar müslümanlar ekonomik ve siyâsi güçlerini de korudukları için yahudileşme ve de hristiyanlaşma temâyülü belirgin ve bâriz değildi. Hattâ hristiyanlaşma temâyülü pek de yoktu. Bu temâyül, modernite ile başladı ve genelde 2. Dünyâ Savaşı’ndan, özeldeyse 90’lı yıllar ve milenyum ile bu temâyül yükseldi  ve zirveye ulaştı. Artık müslüman coğrafya adım-adım “batı hristiyanlığı”nı yâni moderniteyi tâkip etmektedir. Öyle ki bu sıkı tâkip, müslümanların tasavvur, düşünce, söz ve amel-eylem potansiyelini baltalamaktadır. İslâm’ı merkeze aldığını söyleyen müslümanlar bile bunu batı paradigmasına uygun yapmaktadırlar.     

 

Müslümanların dînî-dünyevi çalışmaları da artık “batı paradigmasının düşüncelerine, ideolojilerine ve yapısına bir meşrûiyet kazandırma çalışmaları”na döndü. Bu şeytâni paradigmanın üretmiş olduğu lânet ideolojilere Kur’ân’dan bir dayanak bulma yarışı var. İslâm ve Kur’ân modern-bilimin nesnesi hâline getiriliyor. İslâm ve Kur’ân, “şeytanın-tâğutların sosyâl hayâtına ve siyâsetine cevap yetiştirme yada onay verme dîni” değildir. O, kendi sosyâl alanını, siyâsetini kültürünü düşüncesini vs. kurar. Onun bir devlet-medeniyet potansiyeli vardır ve bu potansiyel yeniden açığa çıkarılıp hayâta hâkim olmayı beklemektedir. İslâm dînini ve Kur’ân’ı bu lânet paradigmanın nesnesi ve mühürdârı hâline getirmek ağır bir haysiyetsizlik, samîmiyetsizlik ve şerefsizliktir. Eğer bu şeytâni paradigmaya karşı İslâmî bir paradigma geliştiremiyorsanız, yada en azından eleştirip îtirâz etmiyorsanız çekilin ve defolun gidin yoldan, parazit yapmayın. İslâm’ı, Kur’ân’ı, Sünneti maskaraya çevirmeyin. Onu şamar-oğlanı yapmayın. İslâm hayattan koparılıp sâdece zihinsel orgazmların bir nesnesi hâline getiriliyor. İslâm salt bir inanç-sistemi değildir sâdece. Hayâtın her alanı için söyleyecek sözü olan, bir bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet potansiyelidir. Hem de bu, adâlet/hak/hakîkat-merkezli olan bir sistemdir. Çıkar ve nefis-merkezli bir sistem değildir modern paradigma gibi.

     

Düşünce ve söylem şu: “Batı’da var bizde de olmalı” yada “batı’da yok ki, bizde niye olsun”.. Sanki Dünyâ’yı ve insanı batı yarattı. Batı’nın ortaya koyduğundan başka bir alternatif yok mu ve müslümanlar bunu niye konuşmuyorlar?. Başka yol da vardır ve bu, “İslâm ve İslâm Medeniyeti” yoludur. Zâten doğala-normâle-fıtrata uygun olan tek yol da bu yoldur. Müslümanlarda son 150 yıldır gündemde olan; bilgi-kalkınma-teknoloji-ilerleme gibi söylemler, hristiyan batı-dünyâsı bunlara sâhip olduğu içindir. Yoksa İslâm’da bunlar öncel konular değildir. Fakat “bir sapma olarak” hristiyanlaşma-modernleşme temâyülü tüm Dünyâ’da baskın çıkmıştır ve müslümanlar da dâhil tüm Dünyâ buna meyletmiştir ve meyletmektedir. Temâyül bu şekildedir.  

 

Aytunç Altındal, müslümanların hristiyanlaşması bağlamında şunları söyler:

 

“Hıristiyan âleminde ‘invisible church’ dediğimiz ‘göze gözükmeyen’ yâni somut ve mevcut bir dünyâ olarak görmediğiniz bir kilise var. Nedir bu?ç Protestanlar tarafından kurulmuş olan bu kilise der ki: ‘şahısların Müslümanlıktan Hristiyanlığa geçmesi gerekmez. Oldukları yerde, oldukları gibi kalsınlar ama bizim istediğimiz gibi düşünsünler. Yâni müslüman, müslüman gibi düşünemesin, hristiyan gibi düşünsün ama müslüman gibi yaşadığına inansın. Bu çok mühim bir olaydır. Dolayısıyla da bunun adına ‘invisible church’ (görünmeyen kilise) denir. Bugün Türkiye’de, bir-çok müslüman, maalesef müslüman gibi düşündüğünü zannederek gerçekte hristiyanların kendilerinden istenildiği gibi düşünüp ‘müslümanlığımı yerine getiriyorum’ inancı içindedirler”.

 

Protestanlık yoluyla tahrif olmuş hristiyanlığı vicdanlara gömen batı’da, kiliseler “nikâh sarayı”na dönmüştür. Dünyâ’daki sözde çözülemeyen ve tartışılıp duran dîni sorunların çoğu hristiyan dîninden ve modernitenin ortaya çıkardığı sapkınlıklardan kaynaklanır. İslâm’ın sorunları değildir o sorunlar. İslâm “tüm sapkınlıklara cevap üretmeye gelmiş bir din” değil, o “sapkınlıkları ortadan kaldırmak için gelmiş bir din”dir.

 

Hristiyanlıkta “sünnet” düşüncesi yoktur yada kaybolmuştur. Hz. Îsâ’nın örnek davranışlarını tâkip etme düşüncesi yoktur hristiyanlarda. Çünkü bu, “moderniteye ağır bir darbe indirmek” anlamına gelir. Hristiyanlık (Nasara değil) Roma’dan bêri “otoritenin dînini ve sünnetini” yol edinmiştir ve tüm Dünyâ’ya da bunu dayatmaktadır. Hristiyanlaşma yâni modernleşme temâyülüne kapılmış olan müslümanlar da bunu tekrâr etmektedir. Hristiyan dîninin yozlaşması, Luther’ci “sünnet düşmanlığı”yla başlamıştır. İslâm Dîni sapasağlam ilk günkü gibi ortada durmasına rağmen müslümanların yozlaşması da yine “sünnet düşmanlığı” ile oluyor. Güzel örneklik olan Peygamberimiz’i örnek almayan müslümanlar, hristiyanlaşma temâyülüyle birlikte moderniteyi “sünnet” edinmiş durumdadırlar. 

 

Kapitâlizm, “hristiyanlığın kapitâlizme karşı sesini kısma” sürecidir. Şimdi de “kapitâlizme karşı İslâm’ın sesini kısma” süreci işliyor. Bu da hem şeytânî ideolojiler ve sistemlerle, hem de Sünnet’i yok saymakla yada takmamakla yapılıyor. Yâni pratikten, amel-eylemden vazgeçilmiştir. Zîrâ modernite sıkı-sıkıya tâkip edilmektedir. Müslümanlar Kur’ân’ı okuyorlar ama amel ve eylemleri Sünnet’e göre değil, lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-bireyci-demokratik-modern-konformist-emperyâl batı’nın, hristiyan batı’nın işleyişine yâni sünnetine göredir. Kimin sünnetine göre davranıyorsanız, onun dînindensiniz demektir ki müslümanlar, hristiyan modern batı’nın dînine, hristiyanlaşma temâyülüyle birlikte adapte olmuşlardır ve olmaktadırlar. 

 

Hristiyan batı’nın tüm putperestlik uygulamalarını müslümanlar da şiâr edinmiş durumdadırlar. Dîni “zamânın rûhuna uygun hâle getirmek” düşüncesi tüm insanlığı sardığı gibi müslümanları da sarmıştır. Oysa “zamânı dînin rûhuna uygun hâle getirmek” gerekir ki İslâm zâten bunun için gönderilmiş ve peygamberler de bunun mücâdelesini vermişlerdir. İşte müslümanlar ve insanlık, peygamberlerin sünnetinden mahrumdur ki bu mahrûmiyet nice mâsumiyetlerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

 

İnsanlar; toplumsal, ekonomik, siyâsî ve ilmî güçlerini kaybettiklerinde yada bu özellikleri zayıfladığında ve kendilerini yetersiz gördüklerinde -görece- kendilerinden üstün gördükleri kişileri taklit etmeye başlarlar ki “hristiyanlaşma temâyülü”nün başlangıcı böyle olmuştur. Bu temâyül, müslüman toplumun sâdece siyâsî-ekonomik-kültürel alanında değil, dînî alanında da böyle olmuştur.

 

Ilımlı İslâm, batı İslâm’ı, Protestan İslâm, Amerikan İslâm’ı vs. gibi klişelerle müslümanlar hristiyanlaşmaya yâni moderniteye meyletmektedirler. Oysa daha önce bu süreçten geçen hristiyanlar, bunun bedelini maddî açıdan olmasa da mânevî açıdan ağır bir şekilde ödemektedirler ve bunun psikolojik baskısını azaltmak için de bu bedeli tüm Dünyâ ile paylaşmak istemektedirler. Yapmak yerine yıkmanın peşinde olmalarının bir nedeni de budur. Kendilerine verileni bırakmanın bedelini ağır bir şekilde ödemektedirler. Oysa daha önce bu konuda Allah’a söz vermişlerdi:

 

“Ve: ‘Biz hristiyanlarız’ diyenlerden kesin söz (mîsak) almıştık. Sonunda onlar kendilerine hatırlatılan şeyden (yararlanıp) pay almayı unuttular. Böylece biz de, kıyâmete kadar aralarında kin ve düşmanlık saldık. Allah, yapa-geldikleri şeyi onlara haber verecektir” (Mâide 14).

 

“Sağ yanağınıza bir tokat atana öbür yanağınızı da çevirin” (Matta: 5/39).

 

“Ama ben size diyorum ki, düşmanlarınızı sevin, size zulmedenler için duâ edin” (Matta: 5/44).

 

İncil’deki bu âyetler, modern müslümanların ve hristiyanlaşma temâyülündeki kişilerin, kendileri dışındaki müslümanlara verdikleri direktiflerdir. Oysa İslâm’da “kısasa kısas” vardır ve zulme karşı tâviz verilmez. Bu yüzden İslâm’ın düşmanları korku içinde olurlar. 

 

Müslümanların ve de diğer Dünyâ insanlarının hristiyanlaşma temâyülü, en çok da siyâsi alanda kendini göstermektedir. Dinden kopuk ve bağımsız bir siyâsete sâhip olan modernite, siyâseti dinden bağımsız olarak belirleyince ve hayâta Allah’ı karıştırmayınca hem siyâset bozulmuş, hem de sosyâl, ekonomik ve kültürel alanlarda krizlerin yaşanmasına neden olmuştur. Cumhuriyet, demokrasi, kapitâlizm, liberâlizm vs. gibi din-dışı ideolojiler ve sistemler, küresel ve yerel tâğutları “Dünyâ’nın efendisi” ve yöneticisi kılarken, Dünyâ’nın genelini ise “modern köleler” hâline getirmiştir. Yâni, aslında bir hayrı olmadığı gibi Dünyâ’yı, “şerrin merkezi” hâline getirmiştir. Küçük bir azınlık mutlu(!) olurken, Dünyâ’nın çoğunluğu maddî zorluklar; açlık, susuzluk, evsizlik, çıplaklık, savaş ve ölüm içinde kıvranırken, bir diğer bölümü de mânevi açlık ve ölümlerle muzdarip olmaktadır.

 

Peki insanlar niçin çok az sayıdaki “şeytanın uşakları” olan tâğutlara bir şey diyememektedirler?. Çünkü hristiyanlaşma temâyülüne girmişlerdir ve buna göre düşünmekte ve davranmaktadırlar. İncil’in tahrif edilen bölümlerinde buna çanak tutan yönler vardır:

 

“Herkes, altında yaşadığı yönetime itaat etsin. Çünkü Tanrı’dan kaynaklanmayan hiç-bir yönetim yoktur. Vâr olan tüm yönetimler Tanrı tarafından têsis edilmiştir. O yüzden yönetime karşı direnen, Tanrı buyruğuna karşı gelmiş olur ve yargılanmalıdır” (Pavlus, Romalılara Mektup 13:1-2)

 

Batı hristiyanlığı yada modernite, kendisini “din” edinmeyenlerle savaşmakta, onları yok etmek istemektedir. Tâ ki onlar gibi olana kadar, yâni onların dinlerine girene kadar:

 

“Sen onların dinlerine uymadıkça, yahudi ve hristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olmazlar. De ki: ‘Şüphesiz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği) yoludur’. Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevâ (istek ve arzu)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı” (Bakara 120).

 

Batı; “Hristiyan dîni”nden vazgeçti fakat, “Hristiyan kîni”ni sürdürüyor. Üstelik bu kîni tüm Dünyâ’ya yaymak ve kabûl ettirmek istiyor. Bu kin aslında dîne ve Allah’a olan kindir. Peygamberlere duydukları kindir. Tabi batı’da da bu durumdan şikâyetçi olan bir-çok insan vardır ve bu durumun değişmesini istemektedirler. O yüzden onları ayırmak ve temize çıkarmak gerekir. Çünkü Allah bu ayırımı yapar:

 

“Onların hepsi bir değildir. Kitap Ehli’nden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah’ın âyetlerini okuyarak secdeye kapanırlar” (Âl-i İmran 113).

 

“Şüphesiz, îman edenler(le) yahudiler, hristiyanlar ve sâbîler(den kim) Allah’a ve âhiret gününe îman eder ve sâlih amellerde bulunursa, artık onların Allah katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır” (Bakara 62).

 

Hristiyanların hepsinin aynı olmadığını ve Hz. Îsâ’ya uyanların da olduğunu gösteren bir âyet de şudur:

 

“Hani Allah, Îsâ’ya demişti: Ey Îsâ, doğrusu senin hayâtına Ben son vereceğim, seni Kendime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları kıyâmete kadar inkâra sapanların üstüne geçireceğim. Sonra dönüşünüz yalnızca Banadır, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyde aranızda Ben hükmedeceğim” (Âl-i İmran 55).

 

Roma Devleti, hristiyanlar çoğalıp etki göstermeye başladığında onlarla bir uzlaşmaya gitmenin yararını ve zorunluluğunu gördü. Yapılan konsüllerde, “kadim putperest Roma aklı” ağır bastı. Sonuçta hristiyanlar işbirliğine gitmek ve hristiyanlığı Roma putperestliği ile meczedip karıştırarak “hayattan kopuk bir din” şeklinde güncellenmesine  râzı oldular. Kiliselerin özerk bir yapı olarak ortaya çıkması bundan sonra başladı. Zâten bu duruma karşı çıkanlar için de manastırlara kapanmaktan başka çâre kalmadı.    

 

Tüm bunların sonucunda hristiyanlık, “şeriatsız bir din” hâline geldi ve günümüze kadar öyle kaldı. Hristiyanlık o günden bêridir bir “îtikad, ahlâk, duâ, hoşgörü ve sevgi dîni”ne dönüştü. Hâlbuki hristiyanlığın bir Peygamber’i olduğu için bir şeriatı ve sünneti de vardı. İşte Roma’nın himâyesine giren hristiyanlar, böylelikle hristiyanlığı “Peygambersiz bir dîn”e çevirdiler. Bu bağlamda Hz. Îsâ’nın -hâşâ- “Allah’ın oğlu” olduğu küfrü de dinleştirildi. Hz. Îsâ, “Allah’ın kulu ve resûlü” olmaktan, “Allah’ın oğlu” olmaya çevrilince hristiyanlar “peygambersiz” kaldılar.

 

İşte; modernitenin ağır kuşatması ve baskısı karşısında ilmî, siyâsi, ekonomik ve kültürel alanda direnemeyen müslümanlar, ezikliğin suçunu târihlerinde ve dinlerinde görmeye başladılar. Zâten oryantâlistler de buna çanak tuttu. Böylece kendi târihlerini kötülemeye başladılar. Bu uğurda “sâdece Kur’ân” söylemiyle Peygamber’i ve dolayısı ile Sünnet’i inkâr ve iptâl etme yoluna girdiler. Batı’yı taklit edince, Yunan düşüncesi, Roma siyâseti ve hristiyan kültürünü de taklit etmek zorunda kaldılar. Sonuçta hristiyanların ulaştığı âkıbete düştüler. Artık İslâm da, “peygambersiz” ve dolayısı ile “pratiksiz” bir din olma yoluna girdi. Bakıldığında İslâm, modern müslümanlar tarafından “sevgi, barış, kardeşlik ve hoşgörü dîni”ne döndürülmeye başlamıştır. Kamusal alanda işlevsiz durumdadır. Müslümanlar İslâm’ı, “bireysel inanç, ahlâk, ibâdet ve düşünce dîni”ne döndürmede hızla yol almaktadır. Öyle ki, artık “İslâm’ın sosyâl, kültürel, ekonomik ve siyâsi hayâta da hâkim olması” gerektiğinin söylemi bile yapılamıyor. Bu söylemde bulunanlar “câhil, yobaz, aşırı ve terörist olarak” görülüyor, şiddet yanlısı îlan ediliyor ve hattâ kovuşturmaya uğruyor. Zîrâ ağır bir hristiyanlaşma temâyülü” baş-göstermiştir.     

 

Ortaçağda Yunan düşüncesi (Aristo) ve aklıyla “İncil’e bakarak” şirk koşan hristiyanlık, modern zamanda da yine Yunan ve Roma merkezli olarak, “tabiata bakarak” şirk koşmaktadır. İki dönemde de aslında aklı ön-plâna çıkarmıştır. Modernite, sâdece bir kısım insanların değil, moderniteye îman etmiş olan tüm insanların aklını putlaştıran seküler bir ideolojidir.   

 

Hristiyanlıkta haftada bir kiliseye gitmek “dindarlık” için yeterli görülür. İslâm da bu hâle getirilmek isteniyor ve bir kenarda-köşede haftada bir yada iki kere bir araya gelerek bir şeyler konuşmak “müslüman ve dindar olmak” için yeter zannediliyor. Oysa İslâm, bilmekten çok “yapmak” ile ilgilidir. Mü’minlerin görevi, Hayâtın tüm alanında İslâm’a göre edip-eylemektir. Zâten “bilmek”, “yapmak”la tamamlanır. Aksi-hâlde bilmek eksik kalır ve bilgi bir türlü bilince dönemez ve kişi de cehâletten tam anlamıyla arınamaz.  

 

“Sezar’ın hakkını Sezara, Allah’ın ahlâkını Allah’a verin” sözüyle ifâdesini bulan düşünce, “hristiyanlaşmış müslümanların da düşüncesi olmaya başlamıştır. Oysa İslâm’da lâiklik yoktur ve söz-konusu olamaz. Zîrâ İslâm’da din ve devlet ayırımı yoktur.

 

Müslümanların hedefi, hristiyan-dünyâ gibi olmak değildir, olmamalıdır. İslâm’ın her alanda kendine has bir potansiyeli vardır ve bu, “Dünyâ’yı yıkma merkezli” değil “yapma merkezli”dir. Bu zâten 1.000 yıl boyunca da görülmüştür. Tabi Dünyâ cennet de değildir. Dünyâ bir imtihan alnıdır ve bu imtihan ancak İslâm’ın hâkimiyetindeyken verilebilir ve sınavdan yüz-akıyla çıkılabilir. Tabi bunu bedelleri vardır. Zâten sorun da özellikle müslümanların bu bedeli ödemek istemeyişleri yada bedeli göze alamayışları nedeniyle sürmektedir. Zîrâ ağır bir hristiyanlaşma temâyülü ve modernite baskısı vardır. Bu baskı, dînin kâlplere-vicdanlara-zihinlere hapsedilmesine sebep olmakta ve hayatta amel-eylem şeklinde gözükmesini engellemektedir. Temâyülün en önemli görünümü, “îman ile amelin ayrılması” (lâik) noktasındadır. Maalesef müslümanların her biri birer Luther olmuş, îman ve amel arasını açmakla uğraşmaktadır.

 

Yapılması gereken şey ise bellidir. Allah bize bir “kurtuluş reçetesi” (Kur’ân) göndermiş ve uygulamasının nasıl olacağını gösteren örnek insanı da göndererek İslâmî hareket metodunu tüm zamanlar ve mekânlar için ortaya koymuştur. Geriye, müslümanların tüm gayri İslâmî temâyüllerden vazgeçip, samîmi, ciddî ve dirâyetli bir İslâmî sürece girmesi ve İslâmî yönde bir değişim-dönüşümü gerçekleştirmesi olacaktır. Zâten âhirette de insanları kurtaracak olan şey budur.

 

İzzeti İslâm-dışında aramak mü’minlere yakışmaz. Zîrâ izzet ve şeref için Allah yeter:

 

“Kim izzeti istiyorsa, artık bütün izzet Allah’ındır. Güzel söz O’na yükselir, sâlih amel de onu yükseltir. Kötülükleri tasarlayıp düzenleyenler ise; onlar için şiddetli bir azab vardır. Onların tasarladıkları boşa çıkıp bozulur” (Fâtır 10).

 

İnsanların ve müslümanların İslâm’dan başka çâresi de, kurtuluş reçetesi de yoktur. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2019

 

Devamını Oku »

14 Aralık 2019 Cumartesi

İndirilmiş Din, Uydurulmuş Din ve Modernize Edilmiş Din




 “Allah’tan başka bir hakem mi arayayım?. Oysa O, size Kitab’ı açıklanmış olarak indirmiştir. Kendilerine Kitap verdiklerimiz, bunun gerçekten Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilmektedirler. Şu hâlde, sakın kuşkuya kapılanlardan olma!” (En-âm 114).

“Kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça-parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır” (Rûm 32).

“Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri görmedin mi?. Bunlar, tâğut’un önünde muhâkeme olmayı istemektedirler; oysa onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister” (Nîsâ 60).

İnsanlık târihi, indirilmiş, uydurulmuş ve modernize edilmiş dînin ve bunların aralarındaki mücâdelenin târihidir. Tâ Hâbil ile Kâbil’in mücâdelesiyle başlamış olan bir süreçtir bu. Niceleri uydurulmuş dîne göre mücâdele ederken -ki aslında tüm zamanlarda uydurulmuş din, “modernize edilmiş din”dir- çok az sayıdaki  kişiler ise “indirilmiş din” olan Allah’ın vahiylerine göre olan din ile mücâdelesini sürdürmüştür. Tabî Allah, indirdiği dînin ve bu dîne göre yaşayanların tarafındadır. İndirilmiş dîne göre olmayan tüm dinler bâtılı merkeze alan “şirk-küfür-zulüm dinleri”dir. O hâlde târih ve de imtihan, hak-bâtıl mücâdelesinin ve dâvâsının târihi ve imtihanıdır.      

1- İndirilmiş Din

  İndirilmiş din, “vahyedilmiş din”dir ve peygamberlere gönderilen kitapları ve Kur’ân’ı meydana getiren âyetlerden oluşur. İndirilmiş din, “Allah’ın dîni”dir. Tüm peygamberlerin uyduğu din, “indirilmiş din”dir. Peygamberimiz, kendisine inen vahiyleri ilk önce kendisi idrâk ederek uygulamaya başlamış, sonra da en yakınlarından başlayarak halka duyurmuş ve bu âyetlere göre bir idrâk etme, duruş, davranış, eleştiri, îtirâz yâni mücâhede ve mücâdele başlatmıştır. O hâlde indirilmiş din yâni İslâm, Peygamber’in vahiy-merkezli okuma, anlama, tebliğ, dâvet çalışması ve bu merkezde amel-eylem ortaya koymasıdır. Demek ki İslâm, Allah’ın dîninin göklerde hâkim olduğu gibi, hem insanın iç-âleminde, hem de yeryüzünde hâkim kılınması süreci ve hedefidir.

Yalnız şu da var ki; “indirilmiş din” sözü, “modern müslümanlar” tarafından -sözde- “sâdece Kur’ân”ı kabûl edip, Sünnet, hadis, rivâyet ve 1.400 yıllık İslâm târihini “tümden” yok saymak” anlamına gelmiştir yada getirilmiştir. Şu da unutulmamalıdır ki, Peygamber’in vefâtından sonra ortaya konan tüm rivâyet, yorum, yazı, kitap, kişi, târikat, mezhep ve cemaatler olmamış olsaydı bile İslâm dînine bir halel gelmez ve din yine aynı şekilde hakkın, hakîkatin ve adâletin sözcülüğünü ve mücâdelesini yapan bir din olurdu. Yâni onda bir eksiklik olmazdı. Zîrâ İslâm, 23 yıllık bir sürecin sonunda tamamlanmış ve en güzel uygulaması da yapılmıştır.

Tabi 1.400 yıl boyunca müslümanların içinde, hem uydurmalar ve hurâfeler ortaya atanlar olmuş, hem de Kitab’ın ve Sünnet’in ne olduğunu hakkıyla ortaya koyarak halka anlatanlar bulunmuştur. Ancak Dünyâ’nın formatı ve insanın nefsi, uydurmaların ve hurâfelerin çok daha fazla olmasına neden olmuştur-oluyor. Böylece, “indirilmiş din” denilen İslâm’a aykırı bir-çok din-dışı zırvalık ortaya çıkmıştır.

İndirilmiş din yeni bilinip tanınan bir din değildir. İslâm târihi boyunca hurâfelerle mücâdele etmiş tevhid-erleri her dönemde bulunmuş ve hakkı-hakîkati savunmuştur. O hâlde 1.400 yıllık İslâm târihini tümden geçersiz saymak yanlıştır. Nice tevhid-erinin gayretleri boşa çıkarılamaz ve onlardan öğrenilecek bir-çok şey de vardır. Aksi-hâlde İslâm, hiç-bir zaman hakkıyla bilinemeyecek bir din oludu. Zîrâ bizden 100-200 yıl sonra yaşayacak olanlar da, bizim hakkıyla ortaya koymuş olduğumuz dîni ve gayreti inkâr ederler ve bu sefer de 1.400 yıllık târihi değil, 1.500-1.600 yıllık târihi tümden inkâr etmeye başlarlar.

“İndirilmiş din nedir?” diye sorulduğunda, ne 1.400 yıl boyunca her söylenmiş ve yazılmış olan şeylerin tümünü din olarak kabûl etmek, ne de “sâdece Kur’ân” akla gelmelidir. Bunlar birbirlerinin ifrat ve tefritidirler. Zâten ikisi de sonuçta “İslâm’ı hayatta görünür kılmak adına bir şey yapmamak” noktasında birleşmektedirler. Aslında İslâm için, “indirilmiş din” söylemine gerek yoktur. Zîrâ İslâm, “indirilmiş olan” yâni “Allah’tan gelen”dir. O hâlde “İslâm” demek yeterlidir.

İslâm şudur: “İlmi ve kudreti sonsuz-sınırsız, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın; “meleklerin pâdişahı” olan Cebrâil aracılığı ile, içinde “sonsuz nûr” bulunan ve insanların iç-âlemlerini inşâ ettikten sonra yeryüzünü yâni dış-âlemi de inşâ ederek hayâta hâkim olacak “kesin doğru olan” vahiylerin, “âlemlere rahmet” Hz. Muhammed’e indirilmesi ve bu vahiylerin “Kur’ân” olarak 23 yılda toplanması, Peygamber ve onunla birlikte olanlar tarafından Kur’ân’ın hayâta yansıtılarak hâkim kılınmasıdır. İslâm, 23 yıl boyunca Peygamberimiz’e inen vahiyler ve o’nun vahiy-merkezli örnek mücâdelesidir.

Modern müslümanların dillerine doladıkları ve özellikle vurguladıkları “indirilen din” dedikleri ise; “Peygamber’in mücâdelesini ya tümden yada büyük oranda görmezden gelmek ve “sâdece Kur’ân” diyerek, güyâ “Kur’ân’a göre bir din inancına sâhip olmak”tır. Yâni söyleyip durdukları “indirilmiş din”, “bütünsel bir İslâm” değildir. “İndirilmiş din”, “amel-eylemden kopuk ve sâdece beyin fırtınalarının yapıldığı, zihinlere ve vicdanlara hapsedilen din”dir. Zîrâ bu söylemde bulunanlar, “sâdece klâsik yada modern din-adamlarını” eleştirip îtirâz ederken, şirki ve küfrü, dolayısıyla da zulmü bâriz bir şekilde açığa çıkaran siyâsilere bir şey dememekte yada çıkarlarını kaybetmekten ve korkmalarından dolayı bir şey diyememektedirler. Hattâ tam tersine onlara duâ edip destek olmaktadırlar. Aslında böyle yapmakla dîni hayattan koparmakta ve dîni mânâya indirgemektedirler. Oysa İslâm, sâdece iç-âlemleri inşâ etmek için değil, bundan başka; sosyâl, kültürel, ekonomik ve siyâsî hayâtı da inşâ etmek ve hayâtı İslâm ile şekillendirmek hedefi olan bir dindir.  

Bu nedenle şurası çok iyi bilinmelidir ki, Peygamber’in hayâtını ve 23 yıllık mücâdelesini bilmeden, “Kur’ân’a göre yaşamak” ancak sözde kalacaktır. Zâten “sâdece Kur’ân” yada “indirilmiş din” diyenlere baktığımızda, Peygamber’in o örnek yaşamından ve mücâdelesinden hiç bahsetmediklerini ve modernizm-merkezli bir din düşüncesi ortaya koyduklarını görürsünüz. Hattâ bu uğurda nice âyetleri moderniteye uydurmak için yoğun beyin fırtınaları estirilmektedir. Tabi bu, İslâm’ı hayattan koparmadan olmaz. Çünkü pratik hayat, “düşüncenin sağlamasının yapılmasıdır” ki, modern yorumlar Peygamber’in örnek yaşamına yâni pratiğe çoğunlukla aykırıdır. 

İndirilen din İslâm’dır ve o ilk indiği günkü gibi Kur’ân’da bulunmaktadır. Kur’ân aynen inişi tamamlandığı gün gibi eksiksiz ve fazlasız olarak elimizdedir. Peygamber’in o örnek yaşamı ve mücâdelesi ise, maalesef içine bir-çok uydurma rivâyetler ve hurâfeler karışmış olarak siyer ve hadis kitaplarında bulunmaktadır. Öyleyse bizim ilk başta yapacağımız şey, bilgi ve bilincimizi Kur’ân ile oluşturmak, Kur’ân’a âşinâ olmak, onunla iç-âlemimizi inşâ etmektir. Daha sonra ise, Peygamber’in “güzel örneklik” denilen Sünnet’ini ve hikmeti de hesâba katarak dış-âlemi de inşâ etmek ve Peygamber ve onunla birlikte olanların yaptığı gibi “örnek İslâmî Hareket Metodu” yâni Sünnet ile İslâm’ı hayâta hâkim kılmaktır. Zîrâ bilgi ve bilincin kaynağı Kur’ân iken, amel ve eylemin göstergesi ve kaynağı, Kur’ân’ın “güzel örneklik” dediği “Sünnet”tir. Zîrâ Kur’ân ne yapılacağını tam olarak söyler ama nasıl yapılacağını, “örnek insan(lar)ın yâni Peygamber ve onunla birlikte olanların üzerinden göstermek ister. Çünkü pratikliğin gereği budur. O hâlde, “indirilmiş din” denilen İslâm, Peygamberimiz’e 23 yıl boyunca gelen ve Kur’ân’da toplanan vahiyler ve Peygamberimiz’in de 23 yıl boyunca bu âyetlere göre amel-eylemde bulunması”dır ki Kur’ân buna “güzel örneklik” der:   

“And olsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek (Sünnet) vardır” (Ahzâb 21).

Evet “indirilmiş din” olan yâni “Allah’ın indiği din” İslâm, sâdece lafta kalacak bir din değildir. İslâm; “kâlplerde, vicdanlarda, zihinlerde ve dillerde dolaşıp kalacak bir din değil, iç-âlemlerin Kur’ân ile inşâsından sonra dış-âlemin de Kur’ân ile inşâ edilip hayâta hâkim kılınması gereken bir din”dir. Bilgi ve bilinç Kur’ân ile oluşturulduktan başka, hayâtın tüm alanı; toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyâsî alan da Kur’ân ile inşâ olmalıdır. Zâten şirk, küfür ve dolayısıyla zulüm ancak bu şekilde ortadan kalkar ve tevhid hâkim olur. İndirilmiş dîn olan İslâm’ın sözü (Kur’ân) de pratiği (Sünnet) de bunu söyler ve gösterir. Bu da, mevcut seküler sisteme eleştiri, îtirâz ve nihâyet isyânı yanında getirir. Zîrâ İslâm; şirki, küfrü ve zulmü kaldırıp, hakkı-hakîkati ve adâleti Dünyâ’ya yerleştirmek için indirilmiştir. Gerekirse bunu Dünyâ’nın “altını üstüne getirerek” yapar. Kıssalardan ve Peygamberlerin örnekliklerinden apaçık görülen budur:

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

 “Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara va’detmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

“Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyân ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır” (Ahzâb 36).

2-Uydurulmuş Din

Uydurulmuş din, “Peygamberimiz’e 23 yıl boyunca inen vahiylerden ve Peygamberimiz’in o âyetlere göre belirlediği İslâmî hareket metodunu, gerek eski inançlarından kopamamış olarak İslâm’a girenlerin, gerekse de çıkarlarını din yapanların, Kur’ân’ı ve sahih Sünnet’i yetersiz görerek; isrâiliyattan, eski şirk inançlarından, Arap âdetlerinden, dîne yeni katılanların getirdikleri eski inanç ve uygulamalardan, gayri İslâmî yaşam-şekillerinden ve şeytanın ve nefsin fısıldamalarından kaynaklanan uydurma rivâyetler ve hurâfeler ortaya atmak ve zamanla bunları dîne katmak”tır.

Bu uydurmalar ve hurâfeler, çeşitli yorumlarla ve siyâsilerin destekleriyle, mezhep, târikat ve cemaatlerce kolayca Peygamber’e isnât edilmiş, uydurma silsilelerle ve aktarımlarla insanlara din olarak anlatılmıştır. Bu anlatılanları insanlar çok kolay benimsemiştir. Zîrâ bu uydurmalar ve hurâfeler, bir vazgeçiş, bir iç ve dış devrim, bir mücâhede ve mücâdele, bir dik duruş, tâvizsizlik, gayret, azim, fedâkârlık ve “canlarla ve mallarla Allah yolunda olmak ve ölmek” demek olan İslâm’ın istediği bir hayâtı değil; kafa ve beden konforunu bozmayacak, kolayca dinlenip uygulanacak, içselleştirilmemiş ve şekilci bir din anlatısıdır. Bu uydurulmuş dinde; bir kelimeyi bir-kaç yüz kere tekrâr etmekle, belli gün ve gecelerde bir-kaç saatliğine câmide yada belli bir yerde bulunmakla, kılı-tüyü öpmekle, bir-kaç rekât namazla, bir-kaç gün oruç tutmakla ve kurban kesmekle vs. günahlardan kurtulup ak-pak olunur(!). Böylece Peygamber ve sahabenin ve sonra da nicelerinin mallarını ve canlarını ortaya koyarak cihad etmeleri, günlerini ve gecelerini ilme, ibâdete ve tebliğ-dâvete harcamak gereksiz hâle gelir. Zîrâ nefislerini ilah edinmiş olan kişiler, halkı bu boş inançlarla ve hurâfelerle kandırmakta, halk da hem cehâletten hem de işlerine geldiği için bunlara kolayca inanmaktadır. Çünkü “uydurulmuş din”de malların ve canların ortaya konulmasına, şirki, küfrü ve zulmü bayraklaştırmış olanlara bir şey denilmesine ve onlara karşı çıkılmasına gerek yoktur. Yine, bir İslâm kardeşliği kurularak paylaşmanın, özverinin, yardımlaşmanın yapılmasına gerek yoktur. Bunlardan söz bile edilmez. O yüzden “uydurulmuş dîne” göre yaşayanlar şu âyetlerden bi-haberdirler ve onları duyunca afallayıp kalmaktadırlar:

“Kendilerinden önce o yurdu (Medîne’yi) hazırlayıp îmânı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar felâh (kurtuluş) bulanlardır” (Haşr 9).

“Sevdiğiniz şeylerden infâk edinceye kadar aslâ iyiliğe eremezsiniz. Her ne infâk ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir” (Âl-i İmran 92).

“Ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler” (İnsan 9).

“Uydurulmuş din”, “Kur’ân’ı derinlemesine okuyup idrâk etmeden, Peygamber’in ve sahabenin örnek hayâtını ve mücâdelesini öğrenip ona göre bir hayat-tarzı belirlemeden, uydurma rivâyetlere ve hurâfelere göre bir din anlayışı oluşturmaktır” ki, bu din anlayışı, zamânın siyâsî akımlarının işlerine geldiği için destekledikleri ve mezhep ve târikatlar ile kurumlaşıp resmîleşen dindir. “Uydurulmuş din”in müntesipleri bu yüzden muhâfazakârlığı bayraklaştırırlar ve mevcudu korumak isterler. İslâm ise “devrimci bir din”dir. Muhâfazakârların bu kadar destek görmesinin nedeni, vahiy-merkezli dîni değil, “uydurulmuş dîn”i temsil etmesindendir. “Uydurulmuş din”, Allah’ın indirdiği ve Peygamber’in uyguladığı din” değil, “birilerinin uydurduğu ve insanlara ‘din’ diye yutturduğu din”dir ki bu din hâlen yürürlüktedir ve uydurmalar sürmektedir.

Hz. Osman’ın hilâfetinin ikinci yarısından sonra başlayan adâletsizlik ve çatışmalar, dîni yozlaştırmaya başlamış ve din, “birilerinin” çıkarına uygun olarak uydurmaların karıştırılmasına mâruz kalmıştır. Zâten din, asıllığını-özünü, adâletin kaybolup zulmün açığa çıkmaya başladığı zamanlarda kaybetmeye başlar. Bir din aslını kaybedince ayrılıklar baş-gösterir ve her kesim dîni kendine göre yorumlamaya başlar ve asla-öze aykırı yeni bir din çıkar ortaya. İşte bahsettiğimiz dönemden sonra başlayan ve Emevi-Abbâsi’lerle devâm eden “hakka uygun olmayan” yönetimler zamânında dîne bin türlü uydurmalar ve hurâfeler sokulmuş ve din yozlaştırılmıştır. Dînin aslı olan Kur’ân, Allah’ın da vaâd ettiği gibi koruma altındadır. Bu nedenle Kur’ân bir “arttırma” ve “azaltma” anlamında tahrif edilemez. İslâm’ın tahrif edilmesi, uydurulmuş hadis-söz, rivâyet ve hurâfelerle ve aşırı-aykırı yorumlamalar ile olmuştur-oluyor.

Hz. Ali devrinde başlayan farklı-aşırı yorumlama tarzı, bir-zaman sonra İsmâili’lerin başlattığı aşırı ve farklı yorumla(ma)rla anlam-kaymaları yaşanırken; diğer taraftan ise uydurma hadislerle tahrife ve uydurmaların artmasına katkıda bulunulmuştur. Bu-arada dînin asıl kaynağı ölçü alınmaktan çıkmıştır. Fetihlerin ilerlemesiyle farklı bölgelerin-ülkelerin dinleri ve görüşleri de bu uydurmalara ve tahriflere büyük katkı yapmıştır. Eski yunan-kaynaklarının Arapça’ya çevrilmesi de buna tuz-biber ekmiştir. Bu uydurmalar aslında Kur’ân’ın “merkez” olmaktan çıkarılmasıyla olmuştur-oluyor. Çünkü Kur’ân’ın belirleyiciliği bırakıldığında bu uydurmalar rağbet kazanıp yer edinir ve işte bahsedilen zamanlarda da böyle olmuştur. Bu uydurmaların kayda geçirilmesiyle ve her kesim kendi yanında olanı övdüğünden ve savunduğundan dolayı bu aykırılıklar kayıt altına da alınarak resmîleştirilmiştir. Kur’ân bu durumu kınar ve mü’minleri böyle yapmaktan men eder:

“Kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça-parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır” (Rûm 32).

“Gerçek şu ki, dinlerini parça-parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiç-bir şeyde onlardan değilsin. Onların işi ancak Allah’adır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber verecektir” (En-âm 159).

Bu uydurmalar “klâsik” ve “modern” şekilde hâlen devâm ediyor. Birileri hâlen uyduruyor ve dîni tahrif ediyor ve Kur’ân’ı “merkez” olmaktan çıkarıyor. Öyle bir duruma gelinmiş ki, bu uydurmalar artık akâidin konusu olmuş ve bu uydurmalara Kur’ân ile bile karşı çıkınca ve; “bakın kardeşim, uydurma rivâyetler böyle yazıyor ama dînin asıl kaynağında; yâni Muhammed bin Abdullah’ı, “âlemlere rahmet Hz. Muhammed” yapan Kur’ân’da, bu uydurma rivâyetlerin söylediğinin tam tersi söyleniyor. Bu uydurmaları bırakın da gelin Kur’ân’a uyun” denildiğinde, karşıdaki kişi sizi kâfir-fâsık ve zındık îlan edebiliyor ve ilişkisini bile kesebiliyor. Uydurmaların yazıldığı kaynakların yanında Kur’ân’ın bir değeri olmuyor ve “Buhâri ve Müslim çökerse İslâm çöker” denebiliyor. Hâlbuki dîni asıl çökerten, çoğunlukla uydurmaların yazılı olduğu Kur’ân’a aykırı sözleri ihtivâ eden kaynaklardır. Aslında Kur’ân unutulursa (mehcûr) İslâm (daha doğrusu müslümanlar) çöker. Kur’ân okunup, idrâk edilip hayâta hâkim kılınma yolunda olunmazsa, İslâm değil ama müslümanlar çöker ki zâten çökmüş durumdadırlar. Kur’ân diriltildiğinde ise İslâm ve müslümanlar şahlanır ve Dünyâ’yı da şahlandırır. Çünkü Peygamberimiz zamânında Kur’ân’dan başka bir şey yoktu ve devlet kurulup İslâm-dîni gücünü kısa-zamanda göstermişti ve hayâta hâkim olmuştu. Yine tam-aksine; Kur’ân’dan kopulduğu ve uydurmaların yazıldığı kaynaklar baş-tâcı edilince İslâm medeniyeti çökmeye başlamıştır. Bu kaynaklarda bahsedilen sözleri mutlak anlamda yok saymıyoruz ama İslâm’ın ana-kaynağı ve esâsı Kur’ân’dır ve bu nedenle Kur’ân’a ve Sünnet’e göre bir din-anlayışı ve hayat-tarzı belirlenmelidir.

 İslâm târihinde “hadis” adı altında uydurulmuş olan bir-çok söz, rivâyet ve zırvalıkların ortaya çıkmasının nedeni; Peygamberimiz’in, Kur’ân’ın pratik temsilciliği olan sahih Sünnet’inin yaşanmamasıdır. Sünnet, 23 yıllık “ağır bir yaşanmışlık” örneğidir ki, Peygamberimiz’in saçlarını ağartırken, belini bükmüştür. Yoksa Sünnet, birilerinin zannettiği gibi; “misvak, kıl-tüy ve çaput” konuları değildir. Uydurulmuş rivâyetleri ve zırvalıkları “Sünnet” zannetmek ağır bir ahmaklıktır. Sünnet denilen “güzel örneklik”, Hz. Muhammed’in Kur’ân-merkezli siyâsetidir. Sünnet göz-ardı edildiği için günümüzde Türkiye’de 300’e yakın meâl var ve bunların içinde birbirine tam ters çeviriler-yorumlar bulunuyor. Sünnet yâni uygulama göz-ardı edildiğinde ihtilâf ve tefrika bitmeyecek, aksine çoğalacaktır. Sünnet göz-ardı edildiği için, Kur’ân’ın “modern” yorumları, vahyin gerçek yorumları zannediliyor. Sünnet inkârının nedeni, “yaşayan Sünnet”in olmamasıdır. Sünnet, “peygamber tecrübesi”dir. Sünnet, Kur’ân’ı “hayat kitabı” yapmaktır. Sünnet, Kur’ân’ı, hayâtın tam merkezinde apaçık bir şekilde okumak ve yaşamaktır. Sünnet, Kur’ân’ın hayâta dönük uzantısıdır. Sünnet, Kur’ânî bilinçle yapılan amel ve eylemlerdir. Sünnet, Peygamberimiz’in vahiy-merkezli dâvâsıdır. Sünnet, Peygamberimiz’in 23 yıllık vahiy-merkezli mücâdelesidir. Sünnet; “İslâm’a paralel bir din” değil, “İslâm’a paralel bir pratik”tir. Sünnet; Kur’ân’ın, Hz. Muhammed’de ete-kemiğe bürünmesidir.

3-Modernize Edilmiş Din

“Kur’ân’ı bugün kendinize iniyormuş gibi okuyun” sözü yanlıştır. Zîrâ Kur’ân 1.400 yıl önce Peygamberimiz’e inmiştir ve Peygamberimiz kendisine inen âyetleri en ideâl şekilde uygulamış ve dînin tebliğini, dâvetini ve örnekliğini en iyi şekilde yapmış ve buna 100.000 kişiyi şâhit tutmuştur. O hâlde bize düşen, Kur’ânî bilgi ve bilince ulaştıktan sonra, “Peygamber’in örnekliğine göre” İslâm’ı yaşamak ve hayâta hâkim kılmaktır. Biz Kur’ân’ı, “bugün bize yeni iniyormuş gibi okumanın” değil, “inmiş ve uygulanmış olan Kur’ân’ı bugün kendimize ve hayâta nasıl yeniden hâkim kılarız”ın derdine düşmemiz gerekir. Zîrâ “Kur’ân’ı bugün kendinize iniyor gibi okuyun” sözünde zımnen, Peygamber’i ve o’nun örnek yaşantısını görmezden gelmek anlamı vardır.

“Modernize edilmiş din”, “modern hayâta uygun anlaşılan ve anlatılan ama ‘yaşanmayan’ din”dir. Zîrâ Kur’ân, moderniteye uyarak hakkıyla yaşanamaz. Modernite buna karşı çıkar çünkü. İslâm’ın moderniteye uygun olarak yaşanması söz-konusu değildir. Zîrâ İslâm, yaşanması için mutlakâ bir alana ihtiyaç duyar ki modernite bu alanı İslâm’a aslâ vermez. Bu nedenle moderniteye göre din; bilgiye, zihne, beyne, kâlbe ve vicdâna has kılınmalıdır. Dışarıda ise bir tek, devletin bir mêmurunun gözetiminde olan ibâdethâneler olabilir. İşte; gerek nefislerin bunu hoş görmesi, gerekse de modernitenin dayatması nedeniyle yeterli dirâyeti ve dik duruşu göster(e)meyen modern müslümanlar, ılımlı, lâik, demokratik, liberâl-kapitâlist modern dîni kabûl etmişler ve zamanla da bu dîni benimseyerek savunmaya başlamışlardır. Tabi bunu yapmak için hem “sâdece Kur’ân” mottosuna sığınmaları, hem de Kur’ân’ın apaçık âyetlerini, -moderniteye bâriz aykırı olduğu için- vahyi aşırı yoruma boğarak anlam kaymasına uğratmaları gerekmiştir. Bunu yapmışlardır ve artık nerdeyse her âyet için de yapılmaktadırlar. Öyle ki; namaz kılın, oruç tutun, zekat verin, hac yapın, kurban kesin, başörtüsü kullanın vs. gibi apaçık âyetler bile aşırı yoruma tâbi kılınarak moderniteye uygun ve aykırı olmayacak hâle getirilmiştir.    

“Modernize edilmiş din” mensupları moderniteye uygun yada aykırı olmayacak bir din anlayışına sâhiptirler. Bu bağlamda tüm yorumları moderniteye uygun düşmektedir. Öyle ki, artık yapılan yorumlar ve din düşüncesi moderniteye ne kadar uygun düşerse o kadar kıymetli görülmektedir. Özellikle; başörtüsü, kadının dövülmesi (darabe), kızlarla evlenme yaşı, erkeğin evin reisi (kavvâm) olması, çok-eşlilik, yine; kâinâtın genişlemesi, yaşı ve yaratılışı, beşerî kânunlarla hükmetmek, Peygamber’e uymak vs. gibi konularda moderniteyi kızdıracak ve ona aykırı olacak bir anlam vermemektedirler. Oysa 20. yüzyıla kadar bu konularda moderniteye tam aykırı yorumlar yapılıyordu ki doğru yorumlar bunlardı.

“Modernize edilmiş din”de kadınlar erkeklerin efendisi yapılmaya çalışılmakta ama bir türlü bu iş istenildiği gibi olmamaktadır ki zâten olması da imkânsızdır. Zîrâ doğal-fıtrî-normâl olan bunun tersidir. Modernler, “kadının, erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığı” yanlış inanışına karşı olarak, “kadının erkekten ve erkek için yaratılmadığını” söyleye-söyleye erkeği kadının emrine verdiler. Sonuçta “erkek kadın için yaratılmıştır” durumuna gelindi.

Nasıl ki belli bir zaman önce İslâm toplumlarında yaşayanlar, uydurma da olsa hadisleri-rivâyetleri, devlet başkanından, bürokrasiden, diğer âlimlerden ve halktan çekindikleri için inkâr edememiş ve o rivâyetleri kullanmışlarsa; şimdi de modern müslümanlar, yine modern devlet adamlarını, bürokrasiyi, diğer âlimleri ve modern haktan çekindikleri için moderniteye aykırı olan İslâm uygulamalarını ve hattâ âyetleri ya aşırı yoruma tâbi tutuyor yada moderniteye aykırı olan âyetlerden hiç bahsetmiyorlar. Yâni aslında değişen bir şey yok. Birileri bu sefer dîni aslına aykırı bir şekilde anlama, anlatma ve yaşama yoluna düşmüş durumdadır.

“Modernize edilmiş din”de modern müslümanlar, Kur’ân’ın apaçık şekilde şirk, küfür ve zulüm dediği şeylere uyanları, bırakın uyarmayı, bunu akıllarından bile geçir(e)mezler. Zîrâ böyle bir cesârete sâhip değillerdir. Onlara modernitenin eleştirmek ve îtirâz etmek için izin verdiği kişiler “gelenek ve gelenekçiler” olmuştur. Artık sürekli olarak klâsik din adamlarını, rivâyetleri, hurâfeleri ve uydurmaları eleştirip îtirâz ederler ama bu sefer de, şirkin, küfrün ve zulmün elebaşlarını ıskalarlar ve böyle olunca da zamanla onları desteklemeye başlarlar. Tamam; din-adamları bir-çok uydurma rivâyetler, hurâfeler ve zırvalıklar ortaya koymuş ve bunları din diye anlatmışlardır ve anlatıyorlar. Bunları eleştirip îtirâz edelim. Fakat, Allah apaçık bir şekilde içkiyi, kumarı, fâizi, zinâyı, yalanı-dolanı, adâletsizliği ve bir-çok şerefsizce şeyleri haram ve günâh kılmışken, parlamentolarda bunların tersine çevrilmesine niçin karşı çıkmazlar ve bu haramları ve yasakları serbest bırakanları eleştirip îtirâz etmezler?. Bunlara oy vererek destek olmanın, “Allah’ın hükümleri yerine beşerin hükümlerini-kânunlarını dinleştirmek” anlamına geldiğini niçin söylemezler?. Dîni niçin mânâya indirgiyorlar?. Şirk, küfür ve zulüm sâdece taştan-tahtadan putlar mıdır?. Firavunlar, Nemrutlar ve modern hükümdarlar da put ve şirkin timsâli değil midirler?. Onlara destek olmak da şirk, küfür ve zulüm değil midir?.    

“Modernize edilmiş din” ve mensupları “kadıncı”dırlar. Kadına tapmaktadırlar. Zîrâ dîni kadınlara göre yorumlamaktadırlar. Çünkü modernite kadını ilahlaştırmıştır ve herkesten de kadını ilahlaştırmasını istemektedir. “Modernize edilmiş din” mensupları moderniteyi sıkıca hattâ gevşekçe bile eleştirdiklerini ve îtirâzda bulunduklarını göremezsiniz. Şirk, küfür ve zulüm sanki Kur’ân literatüründe yok gibidir. Seküler siyâsetin ve modernitenin eleştirildiğini ya hiç görmezsiniz yada yarım ağızla başlık olarak söylenen ve arada kaynayıp giden sözler edebilirler ancak.

“Modernize edilmiş din” mensupları, varsa-yoksa “din-adamları şöyle yaptı, din-adamları böyle şirk koştu” tekrârındadırlar. Tamam; ama ya lâik-seküker sistem, modernite ve dinsiz siyâsetin şirki ve küfründen (ki asıl şirk ve küfür budur, çünkü şirk ve küfür pratize edilmiştir) dolayısıyla da zulmünden bahsetmiyorlar. Çünkü bunu yapmaya cesâretleri yok. Entelektüel olmuşlar ama “âlim” olamamışlar. Bu yüzden de, uzun yıllar önce ölmüş ve cevap veremeyecek olan din-adamlarına, yada moderniteyi arkalarına alarak tevhid-merkezli İslâm’ı savunanlara laf edebiliyorlar.

Kur’ân’ın bir insana yâni Peygamberimiz’e gönderilmesinin nedeni, onu hayatta pratize etmesi içindir. Peygamberler ve Peygamberimiz, vahyi-Kur’ân’ı hayatta görünür ve hâkim kılmak için seçilmişlerdir. Peygamberlerin örnekliği, vahiy-merkezli olarak İslâm’ı hayatta pratize etmek ve onu hayâta hâkim kılmaktır. Peygamberimiz’in 23 yıl boyunca yaptıkları -bu süreçte bâzı hatâlar da yapılmıştır ve Allah bu hatâları düzeltmiştir- “Allah’ın gözetiminde ve düzeltmesinde” ortaya konulmuş bir örnekliktir ki Ahzâb 21’e alınması bu örnekliğin ebedileşmesidir. Peygamber’in örnekliği bizim için tüm zamanlarda ve tüm mekânlardadır. Peygamber’in örnekliği, “vahiy hayâta nasıl aktarılır”ın pratiğidir. Çünkü pratik, yazılarla gösterilemez. O ancak amel-eylem ile ortaya konabilir. Demek ki İslâm’ın örnekliğinin ortaya konulması çok önemlidir. “Modernize edilmiş din”in mensupları aslında vahiy-merkezli değil de modernite-merkezli oldukları için bu örnekliği ortaya koymadıkları gibi, “güzel örnekliği” boğmanın çabasındadırlar.

Modernite bir “peygamber düşmanlığı”dır. Modernite, peygamberleri iptâl etme düşüncesi ve ameliyesidir. Zâten bu nedenle de sâdece uydurma hadislerden, hurâfelerden ve rivâyetlerden bahsedilir ve bunun muhabbeti yapılır. 23 yıllık süreç içinde yapılan vahiy-merkezli uygulamalar konuşulmaz. Zîrâ dediğimiz gibi, bu uygulamalar moderniteye birebir aykırıdır. Fakat bu-arada şirki, küfrü ve zulmü pratize eden siyâsiler unutulur ve “şeytanın süper projesi olan modernite”nin uşaklığını yapan siyâsiler de şirki, küfrü ve zulmü yaygınlaştırmak için genişçe bir alan bulurlar. 

Peygamberler “sâdece Kur’ân” ile amel etmişlerdir. Zâten konu da budur: “Sâdece Kur’ân ile amel etmek”. Sünnet, “sâdece Kur’ân ile amel etme pratiği”dir. Zâten Kur’ân da “sâdece kendisiyle amel edilsin diye” gönderilmiştir. Kur’ân; “sâdece okunsun ve zihinler sâdece Kur’ân ile inşâ edilsin ve başka da bir şey yapılmasın” diye değil, zihinlerin ve kâlplerin bu inşâsından sonra hayâtın her alanı da “sâdece Kur’ân ile inşâ edilsin” diyedir. İşte peygamberler bunun için gönderilmişlerdir. “Güzel örneklik” budur. Sünnet budur. Sünnet, “İslâm’ı Peygamber’in uyguladığı gibi uygulamak”tır.

Bizi bağlayan iki şey vardır. 1- Allah’ın 23 yıl boyunca gönderdiği vahiyler; 2- Peygamber’in 23 boyunca bu vahiylere göre ortaya koyduğu İslâmî hareket metodu ve uygulama örnekliği”. Elçiler bu uygulamaları Allah'ın kontrôlünde ve bâzen de Allah’ın düzeltmesiyle yaparlar. O yüzden o pratikler özelleşir ve “örnek” hâle gelir. Bu nedenle biri çıkıp da; “biz de Kur’ân’ı okuyup uygulasak Peygamber gibi uygulamış olmaz mıyız?” dese, “uygulayamazsın” deriz. Zâten uygulayan da yok ya.. Çünkü Peygamber o uygulamayı Allah kontrôlünde, târifinde ve gerektiğinde düzeltilerek “muhteşem bir ahlâka sâhip olarak” yapmıştır. O örnekliğe ulaşılamaz ve o örneklik aşılamaz. Bu nedenle de tüm zamanlar için “metod olarak” kaynağımız olmaya devâm edecektir.

Kıl-tüy muhabbetinin hem sonu gelmez hem de “yanlışı düzeltme” aşamasında bir yararı olmaz. Önemli olan işi kökünden hâlletmektir. Şu da var ki bu kıl-tüy muhabbeti seküler şirk sisteminin gölgesinde yapılıyor. İlginçtir, kılı-tüyü eleştirenler, hem bu zırvalıkları yapanların bunu şirk siyâseti altında yaptıklarını ortaya koymuyorlar hem de hâlâ eleştirmeye devâm ediyorlar. Sen o eleştirilerini seküler siyâsetin gölgesinde yapıyorsun. Yoksa eleştirdiğin şeylerin devlet tarafından savunulduğu bir yerde o eleştirilerini yapamazsın. O hâlde “modernize edilmiş din” mensupları ciddî değildirler. Bunlar küfrün ve şirkin elebaşlarını eleştiremezken ve tek bir laf bile edemezken, din-adamlarının desteklendiği bir devlette bunları nasıl eleştirsinler ki. Seküler şirk siyâseti çökerse, zâten kıl-tüy muhabbeti de çöker. Bataklığı kurutmak yerine oradaki sinekleri avlamak için ilaç satanlar “bataklıktan geçiniyorlar” demektir.  

Modernizm, Kur’ân’ın pratiğinden yâni Sünnet’ten boşalan yerin modernite ile doldurulmasıdır. “Modernize edilmiş din” mensupları da bunun taşeronluğunu yapmaktadırlar. Din-adamlarını eleştirip dururken seküler siyâseti ve siyâsetçileri hiç eleştirmedikleri için de görevleri sürüp gidecek gibi gözükmektedir. 

İslâm sâdece “dîni düzenlemeye” değil, hayâtı; toplumu, ekonomiyi ve siyâseti de şekillendirmeye ve “Allah’a göre yapmaya” gelmiştir ki modernistler ve “modernize edilmiş din” mensupları bunu pek dillendirmezler ve hattâ buna karşı da çıkarlar. “Dîni Allah’a göre şekillendirmek”ten bahsederlerken, “hayâtın Allah’a göre şekillendirilmesi”ni hiç söz-konusu etmezler. Oysa hayâtı Allah’a göre şekillendirmeden dîn de tam anlamıyla Allah’a göre şekillendirilemez.

Dîni modernize edenler, çeşitli evliyâ-baba-dede türbelerine gidenleri kıyasıya eleştirirken, “lâik türbeler”e gidenlere ve oralarda şirki bayraklaştıranlara hiç ses çıkar(a)mıyorlar. “Uydurulmuş” olan klâsik dinlere ve şirklere veryansın ederlerken, yine uydurulmuş din olan modern dinlere ve şirklere (lâiklik, demokrasi, kapitâlizm vs.) çıtları bile çıkmaz. Anlaşılan, “indirilen dîni” babalarının malı zannedenler, modern anlamdaki uydurma dinlere, şirk ve küfürlere bir ses çıkarıp tepki koyacak cesâretten ve dirâyetten yoksundurlar. Hâlbuki ilk karşı çıkılması gereken uydurma din ve şirk, -Peygamber örnekliğinde de görüldüğü gibi- modern siyâsetin egemenliği ve korumasındaki  şirktir. Tüm peygamberler de şirkin ilk önce mevcut siyâsî yönüyle uğraşmışlardır. Peygamberlerin kent-merkezlerine gönderilmesinin nedeni, mevcut şirk ve küfür siyâsetine-siyâsilerine karşı çıkılması içindir. Samîri’ye karşı çıkarken, Firavun’a ve Hâmân’a karşı çıkmamak, öne çıkarılan “indirilmiş din” söyleminin ve taraftarlığının gayr-ı ciddî boş bir söylem ve taraftarlık olduğunu gösterir.

Modern müslümanların yâni “modernize edilmiş din” mensuplarının pek çoğu aynı-zamanda lâik-demokrat kişilerdir. Îmandan yırttıklarını yada îmanla dolduramadıkları dîni, moderniteyle, demokrasiyle, lâiklikle, kapitâlizmle, liberâlizmle, feminizmle vs. doldurmaya ve bunlara tam uygun yorumlarla kapatmaya çalışıyorlar. Olan şey budur.  

Kur’ân hâlen ilk günkü gibi elimizdedir ve Peygamber’in örnek yaşamı ve mücâdelesi Kur’ân ve târih merkezli araştırılıp ortaya konmayı beklemektedir ki bu aslında bilenler için büyük oranda mâlûmdur.

“Modernize edilmiş din” ve bu dînin mensupları seküler siyâset ve ekonominin desteği ile gündemi meşgûl etmekte ve moderniteye uygun bir şekilde anlatarak dîni ifsâd etmektedirler. İnsanların çoğu da bunları tâkip etmekte ve sapmaktadırlar. Zîrâ çoğunluğa uyanlar her zaman saparlar:

“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-âm 116).

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Hazîran 2019


Devamını Oku »