22 Aralık 2018 Cumartesi

Çokluk, Çoğaltma ve Çoğunluk Üzerine




“(Mal, mülk ve servette) çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp, kendinizden geçirdi. Öyle ki (bu,) mezarı ziyâretinize (kabre gidişinize, ölümünüze) kadar sürdü” (Tekâsür 1-2).

“Bu benim kardeşimdir, doksan dokuz koyunu vardır, benimse bir tek koyunum var. Buna rağmen ‘onu da benim payıma (koyunlarıma) kat’ dedi ve bana, konuşmada üstün geldi” (Sâd 23).

“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-am 116).  

“İnsanlık târihi, ‘çokluk ve çoğaltma tutkusu’ ile ‘çoğunluğa uyma’nın târihidir” dense yeridir. Oysa insan, akıl ve irâde yeteneği nedeniyle, Dünyâ’ya “çoğaltmak ve çoğunluğa uymak” için gelmediğini bilir. O hâlde buna rağmen “çok”un peşinden gitmesinin nedeni, kişinin nefsidir. Tabi bu durum bir zaman sonra, aklın da nefsin emrine girerek ona uymasıyla sonuçlanacaktır. Evet; “çokluk, çoğaltma ve çoğunluğa uyma” nefs ile alakâlıdır. Bunlar insanın nefsine çok hoş gelip -görece- Dünyâ’da yaşamı kolaylaştırdığından ve zevkli hâle getirdiğinden(!) dolayı ve yine, “çoğunluğa uymak” kafa konforunu bozmaya ihtiyaç bırakmadığı için rahat ve stressiz bir yaşam isteği içindir. O hâlde “çoğaltma tutkusu ve çoğunluğa uyma körlüğü” nefsî bir durumdur.

Şeytan, insanı her zaman, “çoğaltma ve çoğunluğa uyma” ile kandırır ve sürdürür iktidârını. İnsan ne zaman Allah’a yâni vahye Peygamber’e (sünnet) uyup “paylaşım”ı esas almaya başlayarak düzeni adâlet lehine değiştirme yoluna girer ve değiştirirse, işte o zaman aklını ve irâdesini doğru anlamda kullanmış ve şeytana ağır bir darbe indirmiş olur.

Şeytan, “ilk insanlar” olan Âdem ve Havvâ’yı, “yok olmayacak bir mülk” (mulkin lâ yeblâ) ile kandırmıştı. Yok olmayacak olan mülk, “çoğalan mülk” olabilir. Çünkü mülk, zamanla azalan ve yok olan şeydir.

Çoğaltma tutkusu insanı kâtil bile yapabilir. Âdem’in oğulları olan Hâbil ve Kâbil’in kavgalarının arkasında da çokluk-çoğaltma tutkusu vardır. Allah karşısında îtibâr çoğaltma isteği, Kâbil’i kâtil yapmıştır ve pişmanlıklar içinde bırakmıştır:

“Onlara Âdem’in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Onlar (Allah’a) yaklaştıracak birer kurban sunmuşlardı. Birininki kabûl edilmiş, diğerininki kabûl edilmemişti. (Kurbanı kabûl edilmeyen) demişti ki: ‘Seni mutlakâ öldüreceğim’. (Öbürü de:) ‘Allah, ancak korkup-sakınanlardan kabûl eder” (Mâide 27).

“…Sonunda nefsi ona kardeşini öldürmeyi (tahrik edip zevkli göstererek) kolaylaştırdı; böylece onu öldürdü, bu yüzden hüsrâna uğrayanlardan oldu” (Mâide 30).

İşte o günden bêri bu kavga şiddetlenerek ve artarak devâm etmektedir.

Şirkin ardında da “çokluk ve çoğaltma tutkusu ve hırsı” vardır. Şirk unsurları olan putlar aslında, birilerinin “putlar üzerinden mal-mülk çoğaltma oyunu”nun nesneleridir. Bu durum modern zamanlarda da “modern putlar” üzerinden devâm etmektedir. Tabi zamanla mala olan düşkünlük, malın çoğalmasına neden olan putlara bir saygıyı da yanında getirmiştir-getirmektedir. Fakat aslında tüm putperestliğin arkasında, garibanların cehâleti, tamahkâr zenginlerin ise çoğaltma tutkusu vardır. İşte Peygamberler bu durumu bozmak için gönderilmişlerdir ve bu nedenle gelen vahiylerde sürekli olarak “çokluk, çoğaltma ve çoğunluğa uyma” kötü gösterilmiştir. Çünkü çokluk ver çoğaltma tutkusu mutlakâ adâletsizliği, şirki ve dolayısı ile zulmü yanında taşır. Bu durum toplumun büyük çoğunluğunun zor bir hayat yaşamasına neden olur. Vahiyle gelen direktifler ise, bu tutkulardan kaynaklanan şirki, adaletsizliği ve zulmü ortadan kaldırmanın yolunu gösterir. 

Kur’ân’ın tümünde çokluk olumsuz anlamda kullanılmıştır. Çünkü Dünyâ “cennet” değildir ve bir “imtihan dünyâsı”dır. Üstelik insan bir nefse de sâhiptir ve çokluk onu şımartır ve yoldan çıkartır. Yoldan çıkan insanın ise yapmayacağı çirkeflik yoktur. Bu nedenle Allah servetin yâni çokluğun birilerinin elinde birikmesini yasaklar ve toplumun geneline âdil bir şekilde paylaştırılmasını ister. İnsanın aklını başından alan ve onu yoldan çıkaran şey, 2Ş, 2S ve 1C formülüyle gösterilen “şehvet şöhret”, “servet siyâset” ve “cehâlet”tir. Çünkü bunlarda potansiyel bir kışkırtılmışlık ile çokluk-çoğaltma vardır ve bunlar insanı yoldan çıkarır. İnsanı yoldan çıkaran şey, “Çokluk, Çoğaltma ve Çoğunluk” tutkusu ve hırsıdır.  

İnsanlar çokluğa ve çoğaltmaya bir başladılar mı, başkalarının elindeki az olanın bile kendilerine geçmesini isterler:

“Bu benim kardeşimdir, doksan dokuz koyunu vardır, benimse bir tek koyunum var. Buna rağmen ‘onu da benim payıma (koyunlarıma) kat’ dedi ve bana, konuşmada üstün geldi” (Sâd 23).

“(Dâvûd) dedi ki: ‘Andolsun senin koyununu, kendi koyunlarına (katmak) istemekle sana zulmetmiştir. Doğrusu, (emek ve mâli güçlerini) birleştirip katan (ortak)lardan çoğu, birbirlerine karşı tecâvüz ederler; ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar başka. Onlar da ne kadar azdır’. Dâvûd, gerçekten bizim onu imtihan ettiğimizi sandı, böylece Rabbinden bağışlanma diledi ve rükû ederek yere kapandı ve (bize gönülden) yönelip-döndü” (Sâd 24).

Demek ki îman edip sâlih amel işleyenlerin dışındakileri sürekli olarak çoğaltma ve çokluk yönlendirir ve bu durum onları adâletten saptırarak yoldan çıkartır. Kendi 99 koyunuyla yetinmeyip de başkasının elindeki 1 koyuna da göz koymak, çoğaltma tutkusunun, o kişinin aklını başından aldığını gösterir. Zîrâ çokluk ve çoğaltma tutkusu mutlakâ insanın aklını başından alır ve onu yoldan çıkarır. Kur’ân bu nedenle çokluk ve çoğaltmayı sürekli olarak olumsuz anlamda kullanır. Çünkü yeryüzündeki tüm zulümler ve adâletsizliklerin nedeni budur.

“(Mal, mülk ve servette) çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp, kendinizden geçirdi. Öyle ki (bu,) mezarı ziyâretinize (kabre gidişinize, ölümünüze) kadar sürdü” (Tekâsür 1-2).

Tekâsür: “(‘kesret’ten) Çoğalma. Kesret bulma. Çok öğünme. Mal ve evlâdın çokluğu ve bu çokluk ile öğünme” anlamındadır.

Çok olunca “yok olmayacağını” zanneden insanlar, çoğaltmanın peşine düşüyorlar. Çünkü çok olunca biraz azalsa da bitmez ve “çok olunca fazlalaştırıp çoğaltmak daha kolay olur” düşüncesi vardır. Yâni hayâtın garantisini Allah’ın nîmet vermesinde ve korumasında gör(e)meyenler, garantiyi mal-mülk ile yâni çokluk ve çoğaltmayla sağlayabileceğini düşünürler ki bu çok yanlıştır. Üstelik Kur’ân bu konuda hârika bir örnek de vermiştir:

“Böylelikle kendi ihtişamlı-süsü içinde kavminin karşısına çıktı. Dünyâ-hayâtını istemekte olanlar: ‘Ah keşke, Kârun’a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sâhibidir’ dediler. Kendilerine ilim verilenler ise: ‘Yazıklar olsun size, Allah’ın sevâbı, îman eden ve sâlih amellerde bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz’ dediler. Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi-kendine yardım edebileceklerden de değildi. Dün, onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında: ‘Vay, demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lûtfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten inkârcılar felâh bulamaz’ demeye başladılar” (Kasas 79-82).

         Demek ki mal-mülk elimizde bir şekilde çoğalmışsa, o şey ya adâletli bir şekilde paylaştırılacak yada yerin dibine batacaktır. Çünkü çokluk hiç-bir zaman huzur vermeyecektir. En azından insan, çoğalmış malını bir zaman sonra yetersiz görmeye başlayacak ve daha çoğunu isteyecektir:

“Kendisini tek olarak (ve yapayalnız) yarattığım (şu adam)ı Bana bırak; ki Ben ona alabildiğine çok mal (servet) verdim. Göz-önünde hazır çocuklar (verdim). Ve sayısız imkân ve fırsatları önüne serdim. Sonra, daha arttırmam için tamah eder (doyumsuz istekte bulunur). Hayır; çünkü o, Bizim âyetlerimize karşı kesin bir inatçıdır” (Müddesir 11-16).

Çoğunluğun görüşüne uymak insanın genel bir zaafıdır. Kur’ân, bu noktaya dikkat çekerek kötü ve yanlış olanın şaşılacak kadar yaygınlık göstermiş olsa bile, helâl ve iyi olanla hiç-bir zaman eşit olamayacağı için sakınılması gerektiğini belirtir. Maddî ve mânevî alanda şeylerin belirlenmesinde çoğunluğun görüşü hakîkatin kriteri olamaz.


Demokrasi de bir “çoğunluk ve çoğaltma yönetimi”dir. 100 kişilik bir ortamda 49 kişi istemese bile çoğunluk olan 51 kişinin istemesi o şeyin kabûl edilmesine yol açar. Çoğunluk ne derse o olur demokrasilerde. İsterse o şey yanlış/çirkin/ayıp/günah ve hattâ şerefsizce olsun. Artık bir-fazla çoğunluğu yakalamış olanlar, insanların kaderlerini belirlemeye kalkarak hâşâ ilahlaşırlar. İnsanların ne yiyip-içeceğine, ne giyeceğine, nerede oturacağına, kısaca tüm hayâtına onlar karar verir. Verdikleri kararlar keyfî kararlardır. Fıtrata uygun olmayan zulümâne kararlardır çoğu. Bir-şeyi iyi iken bir-anda kötüleştirebilirler. Halkın lehine olan bir-şeyi bir-anda değiştirerek halkın a-leyhine çevirebilirler ve kimse hesap da soramaz. Hesap sorsa da yanıt alamaz. Artık beklesin ki bir 4-5 sene geçsin de onları oy vermeyerek cezâlandırsın. Hâlbuki kullandığı oyu da kendi serbest irâdesiyle vermemiştir ve vermeyecektir. Alttan-alta çeşitli kanallarla ona dayatılır kime oy vereceği.

İslâm’ın sistemi ise şûrâ sistemdir. Ve demokrasiyle hemen-hemen hiç alâkası yoktur. Fakat yine; bu taşeronlar tarafından desteklenen yada pohpohlanan bâzı İslâm bilginleri (âlimleri değil), demokrasi ile şûrânın aynı şey olduğunu, demokrasinin tam da Kur’ân’ın bahsettiği şey olduğunu, bu nedenle de demokrasiye sahip çıkarak demokratik olmanın zorunlu olduğunu söylüyorlar. Hâlbuki demokrasi ile şûrâ aynı şey değildir. Demokrasi bir “çoğunluk yönetimi” iken, şûrâ, çoğunluğun biatiyle-onayıyla süzüle-süzüle oluşan “yüce şûrâ” (ehlü’l hâl vel akd) denetimindeki bir yönetimdir.

Çoğunluk her zaman doğru karar alacak diye bir şey yoktur. Hattâ tam-aksine yanlış kararlar alır çoğu zaman. Meselâ Allah; fâizi, içkiyi, kumarı, zinâyı vs haram kılıp yasaklamışken, çoğunluğu oluşturanlar, meclislerinde bunları serbest (helâl(!)) yaparlar. Oysa haram ve helâli belirlemek sâdece Allah’a âittir ki bunu insanın belirlemesi şirktir ve şirk zâten budur. O hâlde şirk, hükmün Allah’ın elinden alınarak “çoğunluğa” verilmesidir. Bu durum tüm zamanlarda böyle olmuştur ve şirk, insanlara olmadık işler yaptırmıştır. Meselâ Eski Mısır’da Nil Tanrısı’na her sene bâkire kızlar sunulması uygulaması tüm halkın kararıyla alınıyordu. Çoğunluk, Allah’ın yasaklarını serbest bırakacak bir şekilde karar alsa da o şey aslâ meşrû olmaz ve insana “sorun” ve “zulüm” olarak geri döner ve hayâtı zorlaştırır.

Mekke müşriklerinin cehâlet içinde olmaları ve “câhil” diye anılmalarının bir nedeni de, çokluğu “her-şey” zannetmeleriydi. Zâten Peygamber’i kabûl etmemelerinin bir nedeni de, Peygamberimiz’in malca zengin olmaması yâni çokluğa sâhip olmamasıydı. O yüzden malı fazla olan bir kişinin peygamber olması gerektiğini söylüyorlardı. Çokluk, çoğaltma ve çoğunluk düşüncesi sebebiyle böyle bir mantık kuruyorlardı:

“Ve dediler ki: Bu Kur’ân, iki şehirden birinin büyük (zengin) bir adamına indirilmeli değil miydi?” (Zuhrûf 31).

Tabî ki o iki adam, çokluğa ve çoğunluğa sâhip olan iki kişiydi. Peygamberlik hayırlı bir şey ise, o, çokluğa sâhip olmalarından dolayı “en hayırlılar” olarak bilinen iki kişiden birine verilmeliydi. Çokluk, çoğaltma ve çoğunluk düşüncesi ve tutkusu, kişiyi hep bu üçlü üzerinden düşündürtür ve hareket ettirir.

Modern insan ve devlet düzeninde de aynı şey devâm etmektedir. Çoğa sâhip olanlar yüceltilirken, garibanlar adam yerine bile koyulmuyor. En çok kimde varsa, diğerlerini ezmek ve onların malını-mülkünü ele geçirip mallarının daha da çoğaltılması “normâl” olarak görülüyor. Bir “çokluk sistemi” olan demokraside de, gariban (mustaz’af) birinin aday olarak gösterilmesi mümkün değildir. Buna şiddetle karşı çıkması gereken müslümanlar ise bunu “kader” olarak yorumluyorlar. Fakat Allah, yeryüzünde, çoğa sâhip olanları değil, mustaz’afları mîrasçı kılmak istiyor:

Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mîrasçılar kılmak istiyorduk. Ve (istiyorduk ki) onları yeryüzünde iktidar sâhipleri olarak yerleşik kılalım’, Firavun’a, Hâmân’a ve askerlerine, “sakındıkları şey”i gösterelim” (Kasas 5-6).

Bâzı müslümanlar bir sapma olarak, İslâm’ın hedefinin “çoğulculuk”, çoğunlukçuluk”, “çokluk” gibi kavramlar olduğunu söylerler. Bunu da, batı’nın psikolojik yada çıkarcı dayatmalarıyla yapmaktadırlar. Çünkü bu kavramlar, Yeni Dünyâ Düzeni projesi bağlamında, İslâm’ı demokratikleştirme gayretlerinin söylemleridir. İslâm’ın demokrasi ile, lâiklik ile, çoğulculuk veyâ çoğunlukçuluk ile ve bunlara çanak tutan sivil toplum yapısı ile uzaktan yakından ilgisi bulunmamaktadır. Ercümend Özkan bu konuda şunları söyler:

“Çoğunluğun kabûl ettiği.. diyorlar. O hâlde kabûl etmeyenler de var. Çoğunluk kabûl edince o şey doğru mu olur?. Allah Kur’ân’da: ‘Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler’ (En-âm 116) der. ‘Kabûl edenler-etmeyenler’ diye bilim yada kânun mu olur?. Parmak sayısına göre bilim-kânun olmaz. Zâten vahiy dışında bir şeyin herkes tarafından kabûl edilmesi o şeyi sorunlu hâle getirir”.

Modernizm, kendisini “hakîkatin tek temsilcisi” olarak görüyordu 2. Dünyâ Savaşı sonuna kadar. 150-200 yıl boyunca bunu seslendirdi ve tüm Dünyâ’ya dayattı bu anlayışı. 1950’lerden sonra bu dayatma artık işe yaramayınca, “post-modernizm” denen ve “hakîkati izâfileştirme ve çoklaştırma” düşüncesi modernizmin yerini aldı. “O da doğru, bu da doğru” diyerek, doğruyu çoğaltarak sulandırdı ve gerçekliği bulandırdı.

Bir “çokluk dayatması yönetimi” olan demokrasinin ana ibâdeti olan oy kullanmada, oyların çoğunluğunu alan partinin yaptıkları kötü de olsa, bu “çoğunluk” için önemli değildir. Birileri ağzında kuş tutsa da, yada ülkeyi ve halkı çok büyük zararlara sokmuş olsa da, kişilerin görüşleri yine de değişmeyecektir. Zîrâ çoğunluk, desteklediği yada kösteklediği odaklara ya güvenmiştir yada kuşku duymaktadır ve ona dost yada düşman olmuştur. Böyle olunca da iki kesim arasında sonu gelmeyen ve bir katkısı da olmayan tartışmalar yapılır ve çeşitli yalanlar da söylenir. “Evet”çiler ve “hayır”cılar insanları farklı açılardan aldatırlar ve korkuturlar. Korkulması gereken şey “vatanın, lâikliğin, cumhuriyetin vs. elden gitmesi” yada görece “eski kötü günlere geri dönüş”tür. Böylece çoğunluğun tahakkümü devâm eder.

İslâm’da çoğa sâhip olanların, çoğaltıp duranların ve çoğunluğun sözü değil, hakkın söz geçer. Bu nedenle tüm insanlar yâni çokluk, vahye aykırı olan şeyi isteseler de, yine de yanlış olur. Bu nedenle, “Allah’tan başkalarının hüküm koyması” anlamında, bir başkan adayının seçimlerde yüzde yüz oy alması bile, çıkan kânunların “şirk” olmasını ve hem başkanın hem de onu seçenlerin câhil yada kâfir-müşrik olmasını engellemez. O hâlde çoğunluk mutlakâ şirke ve küfre alan açar.  

“Asra andolsun!; Gerçekten insan, ziyandadır. Ancak “îman edip sâlih amellerde bulunanlar”, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr Sûresi).

Asr Sûresi’nde “zararda olan insan” ifâdesinden, sâdece tek bir insanın değil, “tek-tek çoğunluğu oluşturan” insanların zararda olduğu anlaşılır. Yâni “çoğunluğun” hüsranda olduğunu anlarız. Zîrâ çoğunluk olumsuz bir kavramdır. Kitleyi, sürüyü, yönlendirilmiş olanı, güdüleni, kandırılanı, sömürüleni ifâde eder.  

Müslüman için meşrûluğun dayanağı; çokluk, çoğaltma ve “genel çoğunluk” değil, vahiy ve vahyin örnekliğini en iyi gösteren “güzel örneklik” denen sünnettir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Şubat 2018





















Devamını Oku »