23 Eylül 2018 Pazar

Peygamber’in Görevi


“O, ümmîler içinde, kendilerinden olan ve onlara âyetlerini okuyan, onları arındırıp-temizleyen ve onlara kitap ve hikmeti öğreten bir elçi gönderendir. Oysa onlar, bundan önce gerçekten açıkça bir sapıklık içinde idiler” (Cum’a 2).

 

Modern/post-modern zamanlarda lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik sistemin hâkim olması ve bu sistemin kuşatması altında kalan müslümanlar, “sâdece Kur’ân” diyerek “sünnet” denen “güzel örneklik”i umursamamaları hattâ inkâr etmelerine rağmen, bu dinsiz ideolojilere ve bu ideolojilerin sunduğu (daha doğrusu dayattığı) yaşam-tarzlarına yamanabiliyorlar. Hâlbuki vahyin indiği ve 23 yıllık “örnek yaşanmışlık”ın lîderi, “âlemlere rahmet”, “güzel örneklik” (Ahzâb 21) Peygamberimiz Hz. Muhammed için; “o sâdece vahyi duyurur, başka da bir görevi yoktur” demektedirler. Peygamber için; “Allah’tan aldığı vahiyleri insanlara duyurmuş ve başka bir şeye karışmamıştır” diyorlar. Tabî ki bu, “çok büyük bir iftirâ” ve “Peygamber’i çok hafife almak” anlamına geliyor ki, “indirgemeci peygamber düşüncesi” budur. Söylediğimiz gibi, buna inanmak ve böyle bir şey söylemek, seküler kuşatmanın ağır baskısı altında olunduğu içindir. Çünkü “Kur’ân’dan başkasına bakmam”, “sâdece Kur’ân” diyenler ve bu bağlamda Peygamber’i, hadisi-sünneti yok sayanlar, sıra seküler ideologlara-ideolojilere ve onların gösterdiği hayat-tarzına gelince hemen değişiveriyorlar. Meselâ demokrasiye ve oy kullanmaya gelince, bu bâtıl sapık ideolojileri “Kur’ân’a tam uygun ideolojiler” olarak görüp kabûl edebiliyorlar. Herhâlde bu tutum, Peygamber’i es geçmenin ve o’nu -hâşâ- “adamdan saymamanın” bir cezâsı olsa gerek. Çünkü “Kur’ân’a uyuyor” diye kapıldıkları seküler sistemler, Allah’ın kânunları yerine, beşerin nefsîne uygun çıkar-merkezli sapık kânunlardır ve işte müslümanlar bu kânunlara uyuyorlar ve bu kânunların hâkim olması için hiç çekinmeden oy kullanıp seküler sisteme destek olabiliyorlar.

 

Baştaki âyette de söylendiği gibi, Peygamber’in, vahyi duyurmaktan başka; “onları arındırıp temizlemek”, “onlara kitap ve hikmeti öğretmek” görevi de vardır.

 

“Peygamber’in görevi sâdece vahyi iletmekten ibârettir” diyen “sâdece Kur’ân”cılar; Peygamber’in vahiy-merkezli uygulaması olan, Kur’ân’ın “güzel örneklik” dediği sünneti ve bizzat Peygamber’in ağzından çıktığı besbelli olan hadisleri inkâr edenler şu âyeti ya es geçecekler yada aşırı yoruma boğarak anlam kaymasına uğratmak zorunda kalacaklardır:

 

“Öyle ki size, kendinizden, size âyetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak, size Kitap ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek bir elçi gönderdik” (Bakara 151).

 

Bu âyette Peygamberimiz’in görevinin sâdece vahyi iletmek olmadığı, Kitab’ın âyetlerini iletmek vazîfesinden sonra “hikmeti öğretmek” de olduğu belirtiliyor. Hikmet, Peygamberimiz’in sözleri, fiilleri yâni “güzel örneklik” (Ahzâb 21) olan sünnetidir. “Kitap ve Hikmet”in ayrı-ayrı söylenmesi, İslâm’ın sâdece zihinleri ve vicdanları inşâ bir din değil, iç-âlemlerin inşâsından sonra dış-âlemi de inşâ etmek ve “hayâta hâkim olmak” gibi bir hedefi olduğu görülür. Mehmet Okuyan bu bağlamda şunları söyler:

 

“‘Sen, sâdece bir hatırlatıcısın’ ifâdesi, Hz. Peygamber’in başka hiç-bir görevinin bulunmadığı anlamına alınmamalıdır. Çünkü ona tebyin yâni ‘gerçeği açıklamak, beyân etmek’ görevi de verilmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber’in şâhid; ‘şâhitlik yapan, problemi çözen, örnek olan’, beşşir; ‘cenneti müjdeleyen’, nezir; ‘cehennemle uyaran’, dâ’i; ‘Allah’ın izniyle Allah’a dâvet eden’, sirac; ‘aydınlatıcı kandil’, usve-i hasene; ‘en güzel örnek’ gibi başka isimleri ve görevleri de vardır. Bu nedenle Ğâşiye 21’deki: ‘Sen sâdece hatırlatıcısın’ ifâdesi, bağlam gereği onun insanların ibret almaları noktasındaki durumunu ortaya koymayı amaçlamaktadır; yoksa başka hiç-bir görevinin olmadığını ifâde etmemektedir.

 

Tebliğ, her-şeyden önce doğru bilgilerle donanımlı hâle gelerek, peşinden anlatarak, bu-arada anlattığını yaşayarak, güzel örnek olarak, bâzen duruşuyla, bâzen konuşmasıyla, bâzen de gerekiyorsa susmasıyla yapılabilen bir görevdir. Hz. Peygamber’in risaâlet hayâtı boyunca yaptığı da işte buydu. O görevini Kur’ân’ı anlatmaya, onu yaşamaya ve çevresindekilere örnek olarak aktarmaya adamış bir gönül fâtihi idi. Onun tebliğinde Nâhl 16/125 etkindi: ‘Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et; insanlarla en güzel şekilde mücâdele et, tartış’. İşte bu âyetin ilk kelimesi bile, meseleyi ortaya koymakta ve yapılacak işin ‘dâvet, yâni çağrı’ olduğunu beyân etmiş olmaktadır.

 

Peygamberin vahyi bildirmek ilk görevidir tabî ki. Fakat Peygamber’in görevi aslâ bu kadarla sınırlı değildir. Aksi-hâlde peygamberlik kurumuna gerek kalmaz ve vahiy meselâ “Kâbe’den bir ses” şeklinde ve herkesin duyabileceği bir şekilde yankılanabilir ve insanlar da Allah’ın âyetlerini bu şekilde duyup öğrenebilirlerdi. Fakat bu çok ruhsuz bir iletişim şekli olurdu. Vahyi duyurmak Peygamber’in ilk görevidir ama vahyin hayâta nasıl geçirileceğini ve hâkim kılınıp vahye göre nasıl yaşanacağının ideâl şeklini göstermek de Peygamber’in ve peygamberlerin görevidir ki “güzel örneklik”, bu “örnek yaşanmışlığın örnekliği”dir.

 

“Peygamber 23 yıl boyunca yan gelip yattı” demeye gelen, “Peygamber sâdece vahyi bildirir ve de başka hiç-bir şey yapmaz, hiç-bir şeye de karışmaz” düşüncesi, bunu diyenlerin, “Kur’ân’ı dilediği gibi okuma ve dilediği gibi yaşama sevdası”nın bir sonucudur. Dilediği gibi okuduğunda dilediği gibi uyacak yada uymayacaktır çünkü. Yâni Allah’ın emrettiği gibi ve Peygamber’in gösterdiği gibi değil de, kendi dilediği gibi yaşayacaktır. Vahye “Peygamber gibi” uymak zorunda kalmayacaktır. Peygamber gibi 23 yıl boyunca hakkı ortaya koymak ve hakkı hâkim kılmak zorunda kalmayacak ve bir bedel ödemeden yaşayabilecektir. Fakat vahye Peygamber gibi uyarsa, Peygamber’in 23 yıllık örnek ve ideâl yaşamı onu bağlamış olacak ve kafa ve beden konforu bozulacaktır ki, bu, “sâdece tebliğ” diyenlerin nefsine çok ağır gelir. Zîrâ Peygamber 23 yıl boyunca üstün bir cehd-ü gayret göstermiş ve sahabelerle birlikte nice zorluklara katlanmıştır.

 

Şimdi, “Peygamber’e düşen sâdece tebliğdir” âyetlerini ortaya koyalım ve bir değerlendirme yapalım…

 

“Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: ‘Ben, bana uyanlarla birlikte, kendimi Allah’a teslim ettim’. Ve kitap verilenlerle ümmilere de ki: ‘Siz de teslim oldunuz mu?’. Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidâyete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen yalnızca tebliğ(etmek)dir. Allah, kulları hakkıyla görendir” (Âl-i İmran 20).

 

“Allah’a itaat edin, Peygamber’e de itaat edin ve sakının. Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki, elçimize düşen, ancak apaçık bir tebliğdir (Mâide 92).

 

“Bilin ki, Allah gerçekten cezâsı pek şiddetli olandır. Ve Allah bağışlayandır, esirgeyendir. Elçiye tebliğden başka (yükümlülük) yoktur. Allah açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da bilir” (Mâide 98-99).

 

“Onlara (azab olarak) vâdettiklerimizden bir kısmını sana göstersek de, senin hayâtına son versek de, sana düşen yalnızca tebliğ etmek, hesap (sormak) bize âittir” (Ra’d 40).

 

“Şirk koşmakta olanlar dediler ki: ‘Eğer Allah dileseydi, O’nun dışında hiç-bir şeye kulluk etmezdik, biz de, atalarımız da; ve O’nsuz hiç-bir şeyi haram kılmazdık’. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Şu-hâlde elçilere düşen apaçık bir tebliğden başkası mı?” (Nâhl 35).

 

“Fakat onlar yüz çevirirlerse, sana düşen yalnızca apaçık bir tebliğdir” (Nâhl 82).

 

“De ki: ‘Allah’a itaat edin, Resûl’e itaat edin. Eğer yine yüz çevirirseniz, artık onun (peygamberin) sorumluluğu kendisine yüklenen, sorumluluğunuz da size yüklenendir. Eğer ona itaat ederseniz, hidâyet bulmuş olursunuz. Elçiye düşen, apaçık bir tebliğden başkası değildir” (Nûr 54).

 

“Eğer yalanlarsanız, sizden önceki ümmetler de (elçilerin çağrısını) yalanlamışlardır. Elçiye düşen, yalnızca açık bir tebliğdir” (Ankebût 18).

 

“Dediler ki: ‘Siz, benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsiniz, Rahmân (olan Allah) da herhangi bir şey indirmiş değildir. Siz, yalnızca yalan söylüyorsunuz’. Dediler ki: Rabbimiz, gerçekten size gönderilmiş elçiler olduğumuzu bilir. Bizim üzerimizde de (sorumluluk ve görev olarak) apaçık bir tebliğden başkası yoktur (Yâsin 15-17).

 

“Şâyet onlar, sırt çevirecek olurlarsa, artık Biz seni onların üzerine bir gözetleyici olarak göndermiş değiliz. Sana düşen, yalnızca tebliğdir. Gerçek şu ki, Biz insana tarafımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman, ona sevinir. Eğer onlara kendi ellerinin takdim ettikleri dolayısıyla bir kötülük isâbet ederse, bu durumda insan bir nankör kesiliverir” (Şûrâ 48).

 

“Allah’a itaat edin ve Resûle de itaat edin. Şâyet yüz çevirecek olursanız, artık elçimiz üzerine düşen (yalnızca) apaçık bir tebliğ (gerçeği size iletmek)dir” (Teğâbün 12).

 

Âyetlerde de görüldüğü gibi, söylenmek istenen şey; Peygamber’in “ben sâdece bir tebliğciyim, âyetleri duyururum ve gerisine karışmam” demesi değildir ve âyetlerde de bundan bahsedilmez. Âyetlerin tamâmını okuduğumuzda yada âyetleri bağlamları yâni siyâkı ve sibâkı ile birlikte okuduğumuzda, Peygamber’in, İslâm’ı apaçık anlattıktan sonra söylediği şey; “eğer Allah’ın emrettiği yapılmazsa, Allah’ın azâbıyla karşılaşırsınız” demektir. “Allah’ın emirlerini yerine getirmeyenlerin cezâ göreceğini” söylemektedir. Tabi Peygamber, Allah’ın emrettiklerini en başta kendisi yapar. Yoksa karşıdaki muhâtap “sen niye yapmıyorsun” demez mi?.

 

Peygamber, Allah’ın emirlerini en iyi şekilde ilk önce kendisi yerine getirir ve ondan sonra da Allah’ın emirlerini bildirir ve “bana uyun” der. İşte buna rağmen muhâtaplar yine de Peygamber’e uymazsa, “hidâyet Allah’tandır, Peygamber’e düşen sâdece tebliğdir” âyeti iner. Yoksa, Allah; “bakın size bir Peygamber gönderiyorum, fakat o sâdece vahyi seslendirir ve gerisine karışmaz, o’nunla muhâtap olmayın” dememektedir. Söylenen şey şudur: “Peygamber kendine gelen âyetleri ilk önce kendisi en ideâl şekilde yerine getirir ve uygular. Sonra da herkese duyurur. Fakat Peygamber bir zorlayıcı ve zorba değildir. Siz o’nun söylediklerini yerine getirirsiniz yada getirmezsiniz, Peygamber sizi buna zorlayacak değildir. O zorlayıcı değil, tebliğcidir. Artık inanmak yada inanmamak ve uygulayıp-uygulamak size kalmış, fakat o’nun dediklerine uymazsanız âhirette de acı azâbı görürsünüz”. “Yâni “o sizi îmâna ve amele zorlayacak değildir, o sâdece tebliğ eder” denmek istenmektedir. Bu apaçık gerçeği ifsâd edip de “Peygamber sâdece tebliğcidir ve başka hiç-bir şeye karışmaz” demek bir cehâlet değilse, apaçık bir küfürdür. Vel hâsıl kelam; âyetlerde, “Peygamber sizi zorla müslüman yapacak değildir, o zorba değildir, ona düşen sâdece bir tebliğdir” denilmektedir.

 

Peygamber, kendisine indirilen vahyi tebliğ ettikten başka, vahyi en ideâl şekilde uygulayarak hayâta geçirmek ve hattâ hayâta hâkim kılmak görevi de vardır. “Güzel örneklik” görevi vardır tüm peygamberlerin. Teoman Duralı bu konuda şunları söyler:

 

“Peygamberlerin, öncelikle de Hz. Muhammed Mustafa’nın (570-632) tek ödevi, Allah tebliğini insanlara iletmekten ibâret değildir. Tebliğin nasıl uygulanacağını dâhi, îzahla ve îzahlarını hayâtın binbir vechesinde kendi yaşayışını örnek kılarak göstermekle yükümlüdür(ler). Şu durumda, genellikle sanılanın tersine, Hz. Peygâmber, edilgin bir alıcı-aktarıcı olmayıp, son derece etkin bir yorumcu ve uygulayıcıdır. ‘İnsanlar, nasıl olsa belli bir görüş ile inanca saplanıp kalmışlar; artık onları inatlarından vazgeçirmek benim harcım değil’ demek, bir vâize, bu-arada, Peygamber’e düşmez. Sabırla ödevinin gereklerini yerine getirmek, “dîni bütün kişi”nin başta gelen görevidir”.

 

Mevdûdî:

 

Peygamberlerin vazîfesi, yeryüzünde Müslümanları teşkilatlandırarak Allah’ın hâkimiyetine dayalı bir sistem kurmaktır. Peygamberler bir medeniyet ve kültür têsis etmek üzere gönderilmişlerdir” der.

 

Tabi Peygamber aynı-zamanda dîni ve siyâsi lîder olduğu için, “insanların uygulayabileceği” cezâları uygulayabilir ve uygulamıştır da. Meselâ yalan, iftirâ, zinâ ve hırsızlık suçlarının cezâsını keser. O hâlde Peygamber sâdece “duyurucu” değil, “uygulayıcıdır” da. Demek ki Peygamber’in, yaşantısıyla ve davranışlarıyla, “Kur’ân’ın esaslarını pratik olarak göstermek ve bir örneklik sergilemek” görevi de vardır.

 

“Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslîmiyetle teslim olmadıkça, îman etmiş olmazlar” (Nîsâ 65).

 

Aslandan kaçan yaban eşeklerinin kaçtığı gibi “güzel örneklik” demek olan sünnetten kaçanlar şunu bilmelidirler ki, Sünnet; Peygamber’in, Kur’ân’ın pratik metodolojisini-yöntemini göstermesidir. O hâlde “Peygamber’in bir sünnet-örneklik oluşturmak görevi var” demektir. Zihinlerin cehâletini vahiy ile değiştirmek, davranışı da vahiy ile değiştirmeyi gerektirir. Demek ki peygamberler bir “sünnet” ortaya koymak için gönderilirler. Ali Şeriati, sünnetin târifini şu şekilde yapar:

 

Aslında Peygamber’in sünneti, sâdece sözleri ve hadisleri değildir. Bilakis, sünnet’in gerçek mânâsı: ‘Metod’, ‘çalışma yöntemi’, ‘nereden başlamak gerektiği’ ve hedefe ulaşmak için hangi seyir-çizgisini, hangi stratejiyi tâkip etmek gerektiğidir”.

 

Demek ki mü’minler, Peygamber’in söylediklerine inandıktan sonra, o söylenenleri, Peygamber’in örnek uygulamasına bakarak uygularlar. Israr Ahmed Han: “Allah’a ve Peygamber’e itaat ediniz” (Nîsâ 59) âyeti için şunları söyler:

 

“Allah’a itaat etmek Kur’ân’da yer alan emirlere uymaktır. Peygamber’e itaat ise, Peygamber’in sahih hadislerinde yer alan metodolojik hayat-tarzına uygun hareket etmektir. Hadis ve sünnetin toptan reddedilmesi, İslâm’ın farklı yorumlara açık bir felsefe hâline gelmesine yol açar. Günümüz müslümanlarının bu üzücü durumu, basma-kalıp dindarlığın yaygınlığından kaynaklandığı sıklıkla öne sürülse de, bundan hadis sorumlu tutulamaz. Aksine, müslümanlar, Hz. Peygamber’in sünnetine sıkı-sıkıya bağlılıkları yüzünden değil, düşünceleri ve pratiklerinde Kur’ân ve sünnetten uzaklaştıkları için sıkıntı çekmektedirler”.

 

Peygamberlerin görevlerinden biri de, sahih olan ile bâtıl olanı ayıklamak ve ayırmaktır. O hâlde bu, bir sünnettir.

 

Ahmet Özel, Peygamberimiz’in görevlerinden bahsederken şunları söyler:

 

“Hz. Peygamber’in görevi sâdece kendisine verilen vahyi tebliğ etmekten ibâret değildi; tebliğ ettiği dîne insanları dâvet etmek, dînin esaslarını açıklayıp bizzat yaşamak (el-Bakara 2/151, Âl-i İmrân 3/164, el-Cum’a 62/2), gönderildiği toplumu bu doğrultuda yönetip yönlendirmek (en-Nisâ 4/105) ve yeni bir toplum modeli oluşturmak da onun görevleri arasındaydı. Zîrâ peygamberliğin amacı yalnızca belli esasları insanlara bildirmek değil, ferdî ve toplumsal plânda bir dönüşümü de sağlamaktır. Bu sebeple Resûlullah’ın bizzat dîni yaşayarak insanlara da bunun nasıl mümkün olduğunu göstermesi (şehid-şâhid: el-Bakara 2/143, en-Nâhl 16/89, el-Hac 22/78, el-Ahzâb 33/45, el-Feth 48/8, el-Müzemmil 73/15) gerekmekteydi. Mü’minler de ona uymak (itâat: Âl-i İmrân 3/32, en-Nîsâ 4/64, 80, el-Mâide 5/92, en-Nûr 24/54), emir ve yasaklarına boyun eğmek (inkiyâd) sorumluluğu yanında eylemlerine ve örnek davranışlarına tâbi olmak (ittibâ: Âl-i İmrân 3/31, el-A’râf 7/157) ve onu örnek almakla (teessî: el-Ahzâb 33/21) emrolunmuşlardır.

 

O’nun peygamberlik görevi tamâmen fikrî ve rûhî öğütle sınırlı olmayıp bir İslâm toplumu (ümmet) kurma amacına bağlı olarak sosyâl, politik ve askerî faaliyetleri de kapsadığından, kendisine itaat sâdece ibâdet vs. alanında değil, sosyâl hayatta da söz-konusudur. Rudi Paret, târihçilerin Hz. Peygamber’i hristiyan bakış-açısı ve kendi hükümranlığının bu dünyâya âit olmadığını söyleyen Hz. Îsâ’nın ortaya koyduğu model ile değerlendirme hatâsına düşmemeleri gerektiğini belirtir.

 

Allah Resûlü bir fert olarak maddî ve mânevî alanda ortaya koyduğu örnekle ferdî mükemmelliğin, toplum-plânında gerçekleştirdiği değişim ve dönüşümle de sosyâl mükemmelliğin ölçülerini göstermiştir. O’nun aziz hayâtı, bizzat insanın kendi beşerî durumu anlaşılıp aşılmadıkça üstesinden gelinemeyecek olan bütün maddî ve mânevî, bütün sosyâl, siyâsal, ekonomik, cinsel... eğilimler arasında denge ve âhengi temsil eder. O bir peygamber, bir mübelliğ, bir devlet-başkanı, bir lîder, bir kumandan, bir hâkim, bir öğretmen, bir tüccar, bir eş, bir baba, bir âile-reisi, bir komşu, bir dost ve arkadaş, hattâ bir düşman olarak izlenmesi gereken mükemmel örnekliği insanlığa sunmuş; Cenâb-ı Hakk’ın: ‘Sen elbette üstün bir ahlâk üzeresin’, ‘Biz seni yalnızca bütün âlemlere rahmet olarak gönderdik’, ‘Kendilerine indirileni insanlara açıklaman için sana da bu uyarıcı/hatırlatıcı kitabı (zikr) indirdik’, ‘Biz seni (hakîkatin) bir şâhidi, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik’ ve ‘Size, hakkınızda tanıklık yapacak bir elçi gönderdik’ hitaplarının mazharı olarak, insanın vâroluş amacına uygun bir hayâtı nasıl gerçekleştirebileceğini bizzat öğretip yaşayarak gösterme ve insanların bu konuda yaratıcılarına karşı özür öne sürmelerine imkân vermeyecek bir tanıklık misyonunu ifâ etmiştir.

 

Kur’ân-ı Kerîm’in ve Hz. Muhammed’in hedefi ve amacı aynıdır: Hayâtı vahiy-merkezli inşâ etmek. Mevdudi bu konuda şunları söyler:

 

“Peygamberler Allah-ü Tealâ tarafından sâdece kelâmını yaymak, buyruklarını duyurmak ve açıklamakla değil, aynı-za­manda bunların nasıl tatbik edildiğini ve başkalarına nasıl örnek olabile­ceklerini göstermek için de görevlendirilmişlerdir. Peygamberler aynı-za­manda, Kur’ân’ın belirlediği amaçlara varılabilmesi için, fenler ile toplu­mu denetlemeye, insan hayâtının eksikliklerini düzeltmeye de mêmurdur­lar”.

 

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

 

Allah; “dîni hayatta hâkim kılın” diyor. Bir şeyi ikâme etmek, “o şeyin gereğini yerine getirmek” demektir. “Dîni ikâme etmek” demek ise, “dînin gereğini yapın ve onu hayatta hâkim kılın” demektir. Zâten dînin “gereği” yapıldığında yâni ikâme edildiğinde, din mutlakâ hayâta hâkim olacaktır. Dînin hayâta hâkim olmamasının nedeni, onun gereğinin yapılmaması ve onun hakkıyla yaşanmaması nedeniyledir. İşte peygamberler, dîni hakkıyla yaşamayan ve dolayısı ile onu hayâta hâkim kılmayan toplumlara, dîni eksiksiz bir şekilde tebliğ ettikten sonra, bir örneklik sergileyerek, İslâm’ı hayâta hâkim kılarak yaşamak ve yaşatmak için gönderilmişler ve bunun için görevlendirilmişlerdir. Bu, tâ Hz. Nûh’tan bêri böyledir. Çünkü şirk ve dolayısı ile zulüm, Hz. Nûh ile birlikte kurumsallaşmış ve ortaya çıkmıştır. 

 

O hâlde Peygamber’in ve tüm peygamberlerin görevi, âyetin de söylediği gibi, vahyin tebliğini yapmaktan başka; vahyin en ideâl örnekliğini göstererek “İslâm’ı hayâta hâkim kılmak”tır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2018

 

 

 

 

 

Devamını Oku »