“İşte bu (Kur’ân), önündekileri
doğrulayıcı ve şehirlerin anası (Mekke) ile çevresindekileri uyarman için
indirdiğimiz kutlu Kitaptır. Âhirete îman edenler buna inanırlar. Onlar namazlarını
(özenle) koruyanlardır”
(En-am 92).
“Kendilerinden önce o yurdu (Medîne’yi)
hazırlayıp îmânı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve
onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar.
Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine
tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte
onlar felah (kurtuluş) bulanlardır” (Haşr 9).
Bu yazıda târihselcilik
yapmak gibi bir niyetimiz yok, zîrâ Kur’ân’ın hiç-bir âyeti “belli bir târihe
özel” değildir. Kur’ân âyetleri ve hükümleri tüm zamanları ve mekânları kapsar.
Tabi her âyet tüm zamanlarda ve mekânlarda, ne olursa-olsun uygulanacak diye
bir şey yoktur. Eğer ilgili âyetin ortaya konması ve uygulanması için bir neden
yoksa, o âyetle o anda hükmetmenin gereği olmayabilir. Meselâ ortada fiîli bir savaş
durumu yoksa, -âyetleri anlamak için okumanın dışında- sanki savaş varmış gibi
davranmanın ve âyetleri ortaya dökmenin bir anlamı olmayacağı gibi, savaşla
ilgili ayetleri olağan-üstü bir şekilde gündemde tutmanın anlamı da yoktur.
Tabi ilgili âyetlerin Dünyâ’da o anda bir karşılığı yok diye ilgili âyetler
“nesh edilmiş ve hükmü kaldırılmış” olmayacaktır. Çünkü Dünyâ’nın sonuna
gelinmemiştir ve hayâtın ne getireceği bilinmemektedir. Fakat mutlakâ karşılaşılacak
sorunlar, Kur’ân’ın âyetleriyle çözümlenebilecek meseleler olacaktır. Bu nedenle Kur’ân’ın tavsiyeleri-emirleri-hükümleri,
tüm zamanlarda ve mekânlarda, gerektiğinde ortaya konacak ve o âyetlerle
hükmedilecektir. Modern müslümanların yada İslâm düşmanlarının, “artık Dünyâ
çok değişti. Günümüzde o âyetlerin uygulanabilmesi mümkün değil” demesi,
“Dünyâ’nın kaderini kendilerinin belirlediğini söylemek” anlamına gelir ki, bu,
tanrılaşmak-ilahlaşmak demektir. Bâzı âyetlerin bugün için uygulanmasının
gerekli olmaması, hiç-bir zaman da gerekli olmayacağı anlamına gelmez.
Nicelerini gördüm ki, meselâ hırsızın elinin kesilmesi hükmünün, “bu zamanda
olacak iş olmadığını” söyledikten bir zaman sonra hırsızlığa mâruz
kaldıklarında, “el kesme” hükmünü baş-tâcı ederek dile getirmişlerdir.
Kur’ân, bir
boşluğa inmemiştir. Gerçek bir zamâna, gerçek bir târihe, sosyo-kültürel ve
sosyo-ekonomik gerçekliğin olduğu bir ortama inmiştir. 23 yıllık örnek ve ideâl
bir “yaşanmışlık” vardır. O hâlde Kur’ân’ın ilk indiği târihten, coğrafyadan ve
ilk muhâtaplarından kopuk ve bağımsız olarak hakkıyla anlaşılması imkânsız ve
de anlamsızdır. Çünkü nübüvvetin ilk zamanlarında Hicaz’da, insanların içinden
bir Peygamber seçilmiştir ve bu Peygamber ve sahabe, İslâm’ı Kur’ân-merkezli
olarak hayatta tezâhür etmiş ve en ideâl bir şekilde hayâta hâkim kılarak bir
örneklik oluşturmuştu ki, Kur’ân’da bu örnekliğe “güzel örneklik” denmiştir:
“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret
gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir
örnek’ vardır” (Ahzâb
21).
Bu “güzel
örneklik”in uygulamasının yapıldığı yer tabî ki Mekke ve Medîne şehirlerini
içine alan Hicaz’dır. (Hicaz=Arabistan’da Mekke-i Mükerreme ile Medîne-i
Münevvere’nin bulunduğu mıntıka). O hâlde Hicaz’ın bu târihini ve genel durumunu
iyi bilmek gerekir ki Kur’ân iyi idrâk edilebilsin ve bu mekânda-dönemde
uygulanan “güzel örneklik” üzerinden günümüzde de İslâm’ı hayâta hâkim kılma
yoluna girilebilsin. Buna “Kur’ân’ı Hicaz’dan okumak” diyebiliriz. Tabi bu, “Kur’ân’ı
Hicaz’a hapsetmek demek” değildir.
Kur’ân’ın indiği
coğrafyanın; genel durumunu, sosyo-kültürel ortamını, sosyo-ekonomik
seviyesini, siyâsal ve kültürel özelliklerini bilmek, Kur’ân’ı “hakkıyla” anlamaya
başlamanın en ideâl yolu olacaktır. Aksi-hâlde 1.400 yıl öncesi Hicaz’ından
kopuk olarak Kur’ân’ı okumak ve anlamaya çalışmak, mutlakâ eksik ve yanlış
anlamalara yol açacaktır ve bu yanlışlığın telâfisi için de Kur’ân, aşırı
yoruma boğulmak zorunda kalacaktır ki, modern dönemde müslümanların büyük
çoğunluğunun yaptığı şey budur. Hem Kur’ân, Hicaz-merkezli değil de modern
dünyâ-merkezli okunduğunda, mecbûren modern-bilim, modern-siyâset, modern-ekonomi
ve modern-kültür üzerinden okunmak zorunda kalınacaktır ki, Kur’ân’ın bu yolla okumasıyla
doğru anlaşılıp idrâk edilmesi imkânsızdır. Zîrâ modern zaman ve modern insan,
madde ve beşer-merkezli bir düşünme ve amel-eyleme sâhiptir.
İbn Haldûn, bir zamandaki haberin ve
olayların doğrusunu-yanlışını ayırmanın en iyi yolunun, o târihteki sosyâl
hayâtın nasıllığının bilinmesiyle olacağını söyler ve şunları der:
“Haberlerin
doğru ve gerçek olanını yalan olanından ayırmanın en iyi yolu, sosyâl hayâtın
karakterini ve doğasını bilmektir. Bu, haberi nakleden râvilerin güvenilir
olup-olmadıklarının araştırılmasından daha önemlidir”.
Modernizm, “eski
olan”dan nefret eder ve eskiye meydan vermez. Hâlbuki Kur’ân, 1.400 yıl önce inmiştir
ve târihsel bir yönü de vardır. Zâten Kur’ân kıssaları da Hicaz’dan çok daha
eski zamanlardan örnekler verir ve peygamberlerin mücâdelesi üzerinden verilen
bu örnekler, bir idrâk sürecine sokar mü’min kişiyi. O hâlde Kur’ân’ın, indiği
târihten ve mekândan yâni Hicaz’dan koparıp, “sâdece modern üzerinden okunması”
gerektiğini söylemek, “kıssaların anlaşılamayacağını” yada “anlaşılmasına gerek
olmadığı söylemek” anlamına gelecektir ki, bu büyük bir tutarsızlık olur. Zîrâ
Kur’ân’da, kıssaların yaşandığı yerlerin gezilip görülmesi ve bu ziyâret ile
birlikte bir idrâk sürecine girilmesi ve bundan ibret alınması emri de vardır:
“Gerçek şu ki, sizden önce nice sünnetler (yaşam-tarzları) gelip-geçmiştir.
Bundan dolayı yeryüzünde gezip-dolaşın da yalanlayanların sonu (âkibet) nasıl
oldu bir görün” (Âl-i İmran 137).
“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki,
kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını bir görsünler. Onlar,
kendilerinden (sayıca) daha çoktu ve yeryüzünde kuvvet ve eserler bakımından
daha üstündüler. Fakat kazandıkları şeyler, (azâba karşı)
onlara hiç-bir şey sağlayamadı” (Mü’min 82).
Şimdi; Mekke’yi ve
Medîne’yi yâni Hicaz’ı baz almadan, bu âyetleri nasıl anlayacağız ve de
anlamdıracağız?. Çünkü burada bahsedilen toplumların ortaya koydukları şeyler,
ilk muhâtaplar üzerinden söylenmektedir. Orantı olarak eski kavimlerin yaptıkları
işler ve ortaya koydukları ürünler, modern dünyâya göre belki de üstün
özellikte ve incelikte olabilir. Fakat artık her şeyin çığırından çıkarcasına çoğaldığı
bir zamanda insanlar şöyle diyebilirler: “Eski kavimler bizden daha fazla ve daha
çok miktarda ne yapmış olabilirler?”. Tabî ki orantı ve kalite farkından
bahsedilebilir ve söylenmek istenen şey de bu olabilir ama bu durumun en açık
anlamı, eski kavimlerin ortaya koyduğu çokluğun, Mekke ve Medîne yâni Hicaz’a
ve Hicaz’da yaşayanlara göre olduğudur. O hâlde Hicaz’ın genel durumunu,
kültürünü, ürünlerini, ekonomik seviyesini vs. anlamadan eski kavimlerin
yaptıklarının üstünlüğünü, yaptıklarının ne ve ne kadar olduğu
bilinemeyecektir. Bu da, Kur’ân’ı hakkıyla anlamak için Hicaz’ın o günkü genel
durumunun bilinmesinin şart olduğunu gösterir. Hicaz’ın genel durumunu
bilmeliyiz ki, eski kavimlerin yaptıklarını ve üstün konuma ulaşmalarını
sağlayan şeyin de ne olduğunu öğrenelim. Tabi bunu bilmek, eski kavimlerin
neden şirke ve küfre düşüp helâke uğradıklarını da anlamamızı sağlayacak ve
bizi onlar gibi yapmaktan ve onlar gibi bir âkıbete uğramaktan uzak tutacaktır.
“Siz o’na (Peygamber’e) yardım
etmezseniz, Allah o’na yardım etmiştir. Hani kâfirler ikiden biri olarak o’nu
(Mekke’den) çıkarmışlardı; ikisi mağarada olduklarında arkadaşına şöyle diyordu:
‘Hüzne kapılma, elbette Allah bizimle berâberdir’. Böylece Allah o’na ‘huzur ve
güvenlik duygusunu’ indirmişti, O’nu sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş,
inkâr edenlerin de kelimesini (inkâr çağrılarını) alçaltmıştı. Oysa Allah’ın
kelimesi, yüce olandır. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Tevbe 40).
Şimdi, Hicret
sırasında Hz. Muhammed ile Ebu Bekir’in yolculuk öncesi Sevr Mağarası’nda
yaşadıklarını bilmeden bu âyeti nasıl anlamlandıracağız?. O hâlde Hicaz’ın târihini
ve bu konuyla ilgili olayı bilmemiz gerekmektedir. Yâni Kur’ân’ı Hicaz’dan
okumamız gerekmektedir.
Kur’ân’ın
âyetlerinin büyük çoğunluğu, Hicaz’da yaşayan inanan ve inanmayan insanların bâzı
söz ve eylemleri üzerine inmiştir. Yâni Kur’ân âyetlerinin büyük çoğunluğunun
inişinde arka-plân Hicaz’dır. O hâlde Kur’ân’ı Hicaz’a hapsetmemek şartıyla
“Hicaz-merkezli” okumak çok yararlı ve en doğru yöntem olacaktır.
Hicaz’ı göz-ardı
ederek Kur’ân’ın hükmünü aynen tatbik etmeye kalktığımızda, Hicaz’ı yâni 23
yıllık örnek yaşanmışlığı hesâba katmadığımız için, Kur’ân’ın hedeflemediği
yanlış sonuçlara varabilir ve yanlışa düşerek zulme varan uygulamalar
yapabiliriz. O hâlde Kur’ân’ı Hicaz-merkezli okumalıyız ki bu, “Kur’ân’ı asr-ı
saadet merkezli okumak” anlamına gelir.
“Ve şu emin beldeye (güvenilir şehir
Mekke’ye) andolsun” (Tîn
3), âyeti de, vahyin Mekke’yi hesâba katarak okunmasını salık verir gibidir.
Kur’ân’ın en
doğru çevirisi, Kur’ân’ı Hicaz’dan okumakla yapılabilecektir. Zîrâ Kur’ân’ın örnek
yaşanmışlığı oradadır ve bu yaşanmışlık üzerinden Kur’ân’ın en doğru çevirisine
ulaşmak mümkün olabilecektir. En azından, Kur’ân’ın çevirisi yapılırken Hicaz
da gözetilmelidir. Çünkü Kur’ân’ı modern zamanlardan okuyunca mutlakâ zamânın
telâkkisi işe karışmaktadır ve Kur’ân modern zamânın nesnesi yapılmaktadır.
Oysa Peygamber’imizin yaşadığı zamân ve mekân olan Hicaz telâkkisinin işe
karışması sorun olmaz ve zâten Kur’ân en ideâl bir şekilde o zaman okunup
uygulanmıştır.
Kur’ân’ı esbâb-ı
nüzûlden kopuk olarak okumak, onu anlayıp idrâk etmeyi zorlaştıracak yada
bambaşka bir anlam verilerek okunmasına neden olacaktır ki, bu anlam mecbûren
çağın telâkkisine göre olacaktır. Çağın telâkkisi ise modern-seküler-lâik
telâkki olduğundan, Kur’ân bu din-dışı ideolojilerin nesnesi durumuna düşecektir.
Daha doğrusu modern müslümanlar, Kur’ân’ın sanki, tam da modernizmin istediği
şeyi söylediğini zannedeceklerdir.
Kur’ân’ı Hicaz’dan
okumak, Kur’ân’ı kendi târihsel, sosyo-kültürel zamânından, kendi
iç-dinamikleriyle okumak demektir. Aksi-hâlde Kur’ân’ın, bir-çok âyeti,
anlamlandırılamayacak şekilde boşta kalacaktır.
Tabî ki bu
söylediklerimiz “Kur’ân’ı Hicaz’a hapsetmek” anlamına gelmemelidir. Kur’ân tüm
zamanların ve tüm mekânların Kitab’ıdır. Hükümleri tüm zamanları ve mekânları
kapsar. Muhammed Celil bu bağlamda şöyle der:
“Kur’ân’ın, târihin belirli bir zaman
diliminde Arapça konuşan bir kavme inmiş olması, onun diğer zamanlar için bâzı
hükümlerinin geçersiz olacağını savunmak, akla ve ilme uygun bir iddia
değildir. Beşerî hukuk yapıcıları bile bir kânunun geçerliliğini en uzun zaman-dilimine
göre düşünerek yaparlar”.
Târih hesâba
katılmadığı için bir konu hakkında çok gereksiz ve uzayıp giden tartışmalar
yapılmaktadır. Oysa târihteki (Hicaz’daki) durum ortaya konulsa ve Kur’ân ile
ilgili âyet bu merkezde okunsa, mesele kolayca anlaşılabilecektir.
Hz. Muhammed’in
Mekke’si ve Medine’sini yâni Hicaz’ı, Kitab’ın hakkıyla anlaşılıp idrâk
edildiği ve uygulandığı tek doğru referans yeri olarak kabûl etmek önemlidir.
Kur’ân’ın ilk
muhâtaplarının ilk-anda anladığı şey, Kur’ân’ın ilk anlamı ve “Allah
kontrôlünde örnek bir yaşanmışlık olduğu” için en doğru anlamıdır. Peygamberimiz
ve sahabe, Kur’ân’ı o ilk anlama göre düşündükleri ve o ilk anlama göre amele-eyleme
döktükleri için, eğer Allah bu anlayışa ve amel-eyleme bir müdâhalede bulunmadıysa
yada yanlışlıkları hemen düzelttiyse, bu, “Peygamber’in ve sahabenin
anlayışında ve yaşayışında bir sorun yoktur” demektir. Tabi bu, “o ilk anlamı mutlaklaştırmak”
demek değil, “o ilk anlamı da göz-önüne almak” demektir. Çünkü Kur’ân, anlamı
tüketilebilecek bir Kitap değildir ve bize her zaman yeni anlamlar verir. Zîrâ
bu: “Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem
ve deniz de -onun ardından yedi deniz daha eklenerek- (mürekkep) olsa, yine de
Allah’ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez. Şüphesiz Allah üstün ve güçlüdür,
hüküm ve hikmet sâhibidir” (Lokman
27) âyetiyle sâbittir.
Târihselcilikten
bahsetmiyorum tabî ki. Fakat Dünyâ’nın en doğal, normâl ve fıtrî olan durumuna
göre yapılacak anlamlandırma en doğru anlamlandırma, yaşama da en doğru yaşama
olacaktır. Zîrâ Kur’ân, doğal ve normâl olana göre inmiştir. Meselâ Kur’ân;
“onlara karşı savaş atları hazırlayın” demekle, “en doğal, normâl, fıtrî ve
dolayısı ile Dünyâ’da olabilecek en doğru yaşam-şeklinden bahsetmekte ve
Allahuâlem bunun da; “tarım, hayvancılık ve küçük esnaf” şeklindeki
yaşam-şekli” olduğu mesajını vermektedir ki, 1.400 yıl öncesi Hicaz’daki
yaşam-şekli tam da böyledir. Modern Dünyâ’daki yaşam-şekli ise bir sapmadır ve
büyük bir imtihandır. Modern yaşam-şekli, “küresel bir sapma”nın sonucudur.
Fakat Allah bizi, iyiliklerle olduğu gibi, bizim ortaya çıkardığımız kötülükler
üzerinden de imtihan eder:
“Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de
hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz bize döndürüleceksiniz” (Enbiyâ 35). Tabî ki Allah’tan hep iyilik geleceği
ve hiç-bir zaman şer gelmeyeceği için, bahsedilen şer, bizim kendi ellerimizle
ortaya çıkarttığımız “şer”dir.
Mesele şu ki, küresel
bir sapma olan modernizm, kendini Dünyâ’ya öyle bir dayattı ve insanlar da bunu
nefse uygun olduğu için öyle bir benimsediler ki, artık insanlar modernizme
uygun olamayan hiç-bir şeyi kabûl etmemektedirler. Bu, Kur’ân’ın, tam da modernizme
uygun olarak yorumlanıp uydurulması noktasına kadar da geldi. Artık Kur’ân;
sosyâl, siyâsal, ekonomik, ideolojik ve bilimsel anlamda Hicaz’a göre değil; tam
da modernizme uygun olarak yorumlanmakta ve modernizme uydurulmaktadır. Fakat
bunu yapmak için Kur’ân’ın apaçık âyetlerinin anlam kaymasına uğratılması hattâ
âyetin tümden değiştirilmesi bile gerekebilmektedir ki bu, “aşırı yorumlama”
ile yapılmaktadır. Çünkü modernizm “eski olan”dan nefret eder ve sürekli olarak
“yeni” olanı savunur.
Sonuçta Kur’ân, Hicaz-merkezli
okunup amele-eyleme dökülmediği için, modernizm-merkezli yorumlanıp
uygulan(ma)makta ve modernizmin nesnesi yapılmaktadır. Böyle olunca da onun en
ideâl ve kesin yargıları, tavsiyeleri ve emirleri görmezden gelinmekte yada
aşırı yoruma tâbi tutularak saptırılmaktadır. Çünkü vahyin ilk ortamı, mekânı ve
kişileri yâni ilk muhâtaplar olan Peygamber ve sahabelerin Kur’ân’dan ne
anladıkları ve neyin mücâdelesini verdikleri hesâba katılmamakta ve göz-ardı edilmektedir.
Yâni Hicaz göz-ardı edilmektedir.
İslâm ve Kur’ân, 1.400 yıl önce Hicaz’da yaşayan arap ve
diğer milletlerin yaşamından ve kültüründen bağımsız olarak okunamaz, okunsa da
yeterli bir şekilde anlaşılamaz. Çünkü Kur’ân, târihsel bağlamından kopuk olarak
okunarak idrâk edilemez. Zîrâ Kur’ân, o târihi ıskalayan âyetlerden müteşekkil
değildir. Bahsedilen târihten kopuk olarak yapılan okuma biçiminde mutlakâ
modern ve nefsî yorumlar işe karışacaktır ki, bunların çoğu, vahyin rûhuna
aykırı olacaktır.
1.400
yıl önce vahyin indiği Mekke ve çevresinin târihini, sosyo-kültürel ortamını,
fakat özellikle de “23 yıllık yaşanmışlık” olan ve “usvetun hasenetun” denilen
“güzel örnekliği” (sünnet) bilmeden, Kur’ân’ı hakkıyla öğrenmek, bilmek,
anlamak, idrâk etmek ve hayâta uygulayıp hâkim kılmak imkânsızdır.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Mayıs 2018