25 Haziran 2018 Pazartesi

Kur’ân’cılık (Kur’âniyyun)



“Biz sana bu Kur’ân’ı güçlük çekmen için indirmedik” (Tâ-hâ 2).

Kur’ân’cılık yada Kur’âniyyûn: “Seyyid Ahmed Han’ın düşünceleri etrâfında Abdullah Çekrâlevî tarafından Hindistan’da oluşturulan cemaat”.

“İslâm dünyâsında “ehl-i Kur’ân” ve “Kur’âniyyûn” olarak bilinen bu ekôl, XIX. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmıştır. Sünneti “tamâmen” reddederek sâdece Kur’ân’ı benimseme anlayışı ilk defâ II. (VIII.) yüzyılda tartışma konusu olmuş ve günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Mevdûdî, Hindistan’da Seyyid Ahmed Han ve Çerağ Ali ile yeniden hayat bulan ve Çekrâlevî, Ahmedüddin Amritsarî, Mu­hammed Eşlem Cerâcpûrî ve Gulâm Ah­med Pervîz tarafından devâm ettirilen bu düşünceyi, “müslümanların batı felsefesi ve kültürü ile karşılaşmasının ve bunlar karşısındaki yenilmişliğin psikolojik bir so­nucu” olarak görür.

Sözü edilen düşünce, bir cemaat kimli­ğiyle 1902 yılında Abdullah Çekrâlevî ta­rafından “ehlü’z-zikr ve’l-Kur’ân” adıyla Lahor’da ortaya çıkarılmıştır. Asıl adı Gu­lâm Nebî olan ve 1899’da adının başına Abdullah’ı ekleyen Çekrâlevî, hayâtının büyük bir kısmını ehl-i hadîsten biri ola­rak geçirmişken XIX. yüzyılın sonlarında bu hareket­ten kopmuş ve katı bir hadis muhâlifi ol­muştur. Onun ve aynı dönemde yaşayan birçok ilim-adamının bu değişiminde Hint alt kıtasına has dinî-fikrî hareketliliğin etkisi vardır. Büyük Britanya Krallığı’nın önce fiîlen, 1857’den sonra aynı-zamanda resmen etki alanına giren bölgeye gön­derilen batı’lı misyoner, ilim ve siyâset adamları; Kur’ân, hadis, fıkıh ve İslâm tâ­rihi husûsunda tartışma konuları açmış­lar, yenilmişlik psikolojisi içerisinde bulu­nan bâzı müslüman ilim-adamları da bu yenilgilerinin temel sebeplerinden birinin ilerleme ve gelişmeye engel teşkil eden din anlayışı olduğunu düşünmüşlerdir. Bu din anlayışını besleyen asıl kaynak da on­lara göre hadislerdir. Bölgede XVII. yüz­yıldan îtibâren din-adamları ile sık-sık mü­nâzaralar yapan misyonerler ve hâkimi­yet yıllarında burada eğitim, bilim ve si­yâset adamı olarak bulunan Sir William Muir, Aloys Sprenger, Josef Horovitz, Sir Thomas Walker Arnold, Arthur Stanley Tritton ve Otto Spies gibi şarkiyatçılar bu değişimin hızlanmasında etkili olmuşlar­dır. Batı’da hüküm süren pozitivizm ve natürâlizmin de bu değişimde rôlü oldu­ğunu kabûl etmek gerekir” (Filozof net.)

Kur’ân’cılık en başta, Kur’ân’ın, Ahzâb Sûresi 21. âyette “güzel örneklik” dediği, literatürde “sünnet” olarak bilinen, Peygamberimiz’in ve sahabenin Kur’ân-merkezli olarak 23 yılda yaptıklarını tümden yok saydıktan sonra, doğrusunu-yanlışını ayırmadan 1.400 yıllık İslâm târihini ve âlimlerin-yazarların 1.400 yıl boyunca yazdıklarını bir çırpıda, “sâdece Kur’ân” söylemi ve “biz Kur’ân’dan başka kaynak tanımayız” sözüyle tümden yok sayarak, -sözde- “sâdece Kur’ân’a uymak” olarak târif edilen modern bir akımdır. Aslında yapılan şey, “müslümanım” denmesine rağmen İslâm adına hiç-bir şey yapmamak ve vahyin hiç-bir hükmüne uymamanın getirdiği vicdânın rahatsızlığını, “bâri Kur’ân’a uyayım, ne de olsa onu tam da hayâtıma göre yorumlayabiliyorum” diye düşünmek ve güyâ vicdânı rahatlatmaktır.

Kur’ân’cılar Kur’ân’ı, başta Peygamberimiz’in Kur’ân-merkezli yaptığı, örnek düşünce, söylem ve amel-eylemi olmak üzere, 1.400 yıllık İslâm târihi ile bağdaştıramamalarına rağmen; sıra modern düşünce, fikir, ideoloji ve kültüre gelince, Kur’ân’ı moderniteyle tamı-tamına ve eksiksiz olarak bağdaştırabiliyorlar. Kur’ân’ı Peygamber-merkezli okumadıkları ve bunu inkâr ettikleri için, modernizm-merkezli olarak okuyorlar ve vahyi tam da kendi modern hayatlarına göre yorumlayabiliyorlar ve vicdanlarını baskılamış oluyorlar. 1400 yıllık İslâm târihinin her noktasını Kur’ân’a aykırı bulurlarken, modernizmin hiç-bir söylemini ve eylemini vahye aykırı bulmuyorlar. Daha doğrusu bulmak istemiyorlar. Oysa modernizm sapık bir hayat-tarzıdır ki, tertemiz olan Kur’ân’ın modernizm ile bağdaştırılabilmesi imkânsızdır.

Kur’ân’cılık ve Kur’ân’cılar en çok da Ahzâb Sûresi’nin 21. âyetinde, “güzel örneklik” denen ve literatürde “sünnet” olarak bilinen amel-eylem metoduna karşı çıkarlar ve sünnetin uydurma rivâyetlerle aynı olduğunu zannederler. Sünnetin modernizme mutlakâ aykırı olmasından ve Kur’ân’cıların yaşamları da vahye göre değil de tam da modernizme uygun olduğundan dolayı, “modern/seküler hayat-tarzını yıkma pratiği” olan sünneti mecbûren inkâr ederler. Oysa sünnet olmadığında Kur’ân, aynen modernlerin yaptıkları gibi, sâdece zihinlerin ve kâlplerin bir nesnesi olarak zihinlere ve kâlplere hapsedilecektir. Hâlbuki Kur’ân “bilgi ve bilincin kaynağı” iken, sünnet de “amel ve eylemin kaynağı”dır.

Kur’ân’cılar “İslâm’da sünnet yoktur” diyerek, Kur’ân’da sünnetin olmadığını söylüyorlar. Hâlbuki Kur’ân’ın yarısı, peygamberlerin sünnetlerini yâni güzel örnekliklerini anlatan kıssalarla doludur. İslâm literatüründe amel ve eylemin kaynağı olarak “güzel örneklik” gösterilir. Bu örnekliğe İslâm literatüründe “sünnet” denilmiştir ki sünnet, “güzel örneklik”in yaygın kullanılan adıdır. Bunu farklı yere çekerek “sünnet sâdece Allah’a âittir ve sünnet Emeviler’in ve Abbasiler’in uydurmasıdır” demenin bir anlamı yoktur. Çünkü sünnetle kastedilen şey, Kur’ân’ın “güzel örneklik” dediği şeydir. Zâten sünnet kelimesi nübüvvet öncesi zamanlarda kullanıldığı gibi, daha Hz. Ömer zamânında Kur’ân ve Sünnet tartışmaları “sünnet” adı altında yapılmıştır ve sünnetin yazılıp-yazılmaması konuşulmuştur. Hz. Ömer, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’ye yazdığı mektupta, “Kitap ve Sünnet’te bulunmadığı için hakkında tereddüde düştüğün hükümleri dikkatli bir şekilde incele; sonra benzerlikleri bul, ona göre kıyas yap ve Allah’ın emrine en yakın olanı ve doğruya en çok benzeyeni seç” der.

“Urve b. ez-Zübeyr anlatıyor; Hz. Ömer, Sünneti yazmak için ashapla istişâre etti, sahabe de onun yazmasının uygun olacağı yönünde görüş beyân ettiler. Neredeyse Ömer bir ay istihârede bulundu. Sonra Allah’ın karar verdirdiği bir sabah şöyle dedi: Ben doğrusu sünneti yazmayı düşünüyordum. Sizden önce, yazdıkları kitaplarla meşgûl olup Allah’ın kitabını terk edenleri hatırladım. Allah'a yemin ederim ki, Allah’ın Kitabı’yla hiç-bir şeyi aslâ karıştırmam dedi” (Abdurezzâk, Musannef, XI, 257-8).

“Güzel örneklik vardır ama sünnet yoktur” demenin bir anlamı yoktur. Zîrâ sünnet denilen şey “güzel örneklik”in tam da kendisidir. Salatalık denilince anlaşılan şey, “hıyar” denilince anlaşılanın aynısıdır. “Hıyar”dan kastedilen “salatalık”tır. Kur’ân’cılığın düşmanlığı, sünnetedir. Fakat sünnet demek “peygamber” demektir ki, “peygamber” de “İslâm’ın hayâta hâkim olması” yada en azından bunun için çalışılması anlamına gelir.

Sünnet Kur’ân’ın pratiği olarak bağlayıcıdır ve halkın geneli daha çok sünnet ile İslâm’ı yaşar. Zîrâ halkın büyük çoğunluğu fırsat bulamadığı için bilginin peşine düş(e)mez. Bu nedenle de halk uygulamaya-pratiğe bakar ki bu pratik “sünnet” denilen şeydir. Müslümanlar genelde, 1.400 yıl boyunca da sünnet denilen bu uygulama ile İslâm’ı yaşamıştır. Mustafa Öztürk bu bağlamda şunları söyler.

“Kur’ân Hz. Peygamber’in hayâtında ete-kemiğe bürünmüş ve dolayısıyla rehberlik misyonunu Sünnet sâyesinde icrâ etmiştir. Kısacası, Allah’ın Kur’ân’daki tüm istek ve beklentileri Hz. Peygamber’in güzel örnekliğinde (üsve-i hasene) gerçekleşmiştir. Bu açıdan bakıldığında Sünnet müslümanların büyük çoğunluğu için Kur’ân’dan daha önceliklidir. Zîrâ başta sahabe nesli olmak üzere tüm müslümanlar Kur’ân hitâbına Hz. Peygamber sâyesinde muhâtap oldukları gibi müslümanlığın pratikte neye tekâbül ettiğini de yine o’nun sâyesinde öğrenme imkânı buldular. Kur’ân’cı söylemde bilinçli olarak göz-ardı edilen gerçek, ilâhî kelâmın anlam ve yorumuna ilişkin bilginin çok büyük ölçüde târih ve gelenek sâyesinde tedârik edildiğidir. Çünkü Kur’ân’daki âyetlerin ekseriyetinin geçmişten günümüze aynı şekilde anlaşılmasını mümkün kılan şey, sürekliliği temsil eden geleneğin oluşturduğu bağlamlardır. Diğer bir deyişle, Kur’ân’ın lafzının yanı-sıra mânâsının da muhâfaza edilebilmesini, dolayısıyla bir Kur’ân pasajına zaman ve mekân farkına rağmen aynı mânânın verilebilmesini têmin eden unsur, mânânın metinde-lafızda içkin oluşu değil, taşıyıcılığını geleneğin yaptığı târihsel bağlamlara sâhip oluşumuzdur.

Bize öyle geliyor ki Kur’ân’ın dinde yegâne ve yeterli kaynak olduğu söylemi en iyimser nitelendirmeyle sahih bilgi ve donanım eksikliğinin ürünüdür, şâyet değilse Sünnet ve gelenek konusunda takıntılı bir rûh ve zihin hâlinin tezâhürüdür. Kur’ân’ı özellikle Sünnet’ten ayrı düşünmek, onu öğretmensiz bir ders kitabı gibi görmekle eşdeğerdir. Aslında Kur’ân’cılığın Kur’ân anlayışı da tam olarak budur.

Reformasyonla birlikte batı’da katolik geleneği bir kenara bırakmak ve bu geleneğin Kutsal Kitap üzerindeki egemenliğinden kurtulmak gerektiği düşüncesi güç kazanmış ve buna paralel olarak Protestanlıkta Sola Scriptura (Yalnızca Kutsal Kitap) ilkesi benimsenmiştir. Bu süreçte kilise ve gelenek yerine Kutsal Kitap tek otorite ve kurtuluş kaynağı olarak görülmüş; ayrıca Kutsal Kitab’ın bütün bilgileri içerdiği ve bu bilgilerin sıradan insanlar tarafından bile kolaylıkla anlaşılabilir nitelikte olduğu düşüncesine binâen ilâve kaynaklara ihtiyaç bulunmadığı kabûl edilmiştir. Gelenek karşıtı bu anlayışa göre Kutsal Kitab’a beşerî yorumlarla ilâvede bulunmak kesinlikle yanlıştı. Kutsal Kitap her bakımdan yeterli ve mükemmel olduğu için, hiç-bir beşerî katkıya ihtiyâcı yoktu. İnsanı bağlayan tek bilgi Kutsal Kitap’taki bilgi olmalıydı.

Hıristiyan-Protestan gelenekteki bu görüşler, İslâm dünyâsının batı karşısında çok-yönlü bir mağlûbiyetin derin travmalarını yaşadığı 19. yüzyıldan îtibâren Kur’ân’a uyarlanmış şekliyle bir-çok müslüman aydın ve fikir-adamı tarafından da seslendirildi. Bu bağlamda Kur’ân’cılık söylemi batı’daki Sola Scriptura ilkesine benzer şekilde âdetâ bir Sola Corano (Sâdece Kur’ân) ilkesi vâzetti”.

“Sâdece Kur’ân” söylemi, 19. yüzyılın başına kadar söylenegelen bir şey değildir. Seyyid Ahmed Han ile başlayan bir sapmadır bu. Danıel Brown bu konuda şöyle der:

“Şâfî’den sonra ‘Kur’ân’ın yeterliliğini ve hiç-bir ilâveye ihtiyaç duyulmadığını’ iddiâ edene rastlanmamıştır. Fakat 19. yy’a gelindiğinde Seyyid Ahmet Han, zeki ve aydın bir insanın Kur’ân’ın bizzat kendisiyle kâim olduğunu anlayabileceğini ifâde etmiştir. Ahmet Han’a göre, Kur’ân’ın yorumu için akla ve filolojik ilkelerin kullanımına ihtiyaç vardır. Bu meyanda sünnete ihtiyaç yoktur. Zîrâ ona göre hadis temelli tefsir, Kur’ân’ın evrenselliğine aykırıdır. Kur’ân’ın yeterliliğini savunup sünnete ihtiyaç olmadığını ileri süren Ehl-i Kur’ân, sâdece bir namaz ibâdetini bile Kur’ân’a bakarak çözememiştir. Namazın günde kaç vakit olduğu konusunda birbirinden farklı sonuçlara varmalarının yanında onun şekli târifi konusunda da çıkmaza girmişler ve bu noktada Kur’ân’ın bâzı âyetlerinin anlamını zorlama te’villerle mecrâsından çıkarmışlardır. Tüm bunların dışında İslâm’ın temel ibâdetlerinden biri olan namazın sâdece lafzî târifinin dışında görsel târifi gerekli değil midir?”.

Graham Fuller, söylediği sözle, Kur’ân’cılığı şu şekilde tanımlamak ister gibidir: “Benim onlara vaâd ettiğim Kur’ân, Muhammed’e inen kitap değil. Ben onları, benim anlattığım dîne çağırıyorum; onların âyetleriyle, ama benim yorumlarımla..!” (Graham Fuller / CIA / ABD). Sünnetsiz İslâm Hamlesi CIA tarafından yürütülen bir siyonist ABD hamlesidir. Kur’âniyyun-Kur’ân’cılık “Muhammedun Resûlullah’a gerek yok!” demektir ki, bunun Türkiye’deki temsilciliğini yapanlardan biri de Fethullah Gülen’dir. “Dinler arası diyalog” yalakalığı ile Peygamber’i İslâm’dan çıkarmak amacı güdülmüştür. Süleyman Küçük şunları söyler:

“En başta söylenecek söz şudur: Kur’ân’cılık akımı bir çeşit ‘nübüvveti inkâr projesi’dir. Çünkü bugün geldiği nokta îtibâriyle Kur’ân’ın tek kaynak olduğunu, açık-seçik olan Kur’ân âyetlerinden farklı bir şekilde ifâde eden ve Resûlullah’ın sahih hadislerini ve temiz sünnetini, dînî anlamada ve yaşamada kaynak kabûl edenlerin de câhil, fâsık, sapık, müşrik hattâ bâzen de kâfir olduklarını söyleyen Kur’an’cılık mezhebi, İslâm’ı içten yıkmak amaçlı bir nübüvveti inkâr projesidir. Kur’ân’cılık mezhebi mensupları, Kur’ân âyetinde açık bir şekilde yer alan ‘resûlehu’ ifâdesini yok sayarak, hattâ neredeyse red ederek, âyette geçen ‘resûl’ ifâdesi için, ‘Hz. Muhammed (sav) ile Kur’ân birdir ve âyette geçen Peygamber’e itaatten kasıt Kur’ân’a itaattir’ diyebilmektedirler. İslâm milletinin 1.400 yıllık birikimi ile oluşturulan kaynakları tümden reddetmek sûretiyle kendilerine sınırsız yorum özgürlüğü elde eden bu kişiler, böylece kendilerine Kur’ân üzerinde belirleyici bir konum elde etmek sûretiyle seküler modern aklı Resûlullah yerine ikâme ederek, Kur’ân’ı ve Resûlullah’ı da bir nûr ve hidâyet rehberi olmaktan çıkararak, haklarında hemen herkesin dilediği gibi söz söyleyebildiği kişi ve sıradan bir metin hâline dönüştürmek istemektedirler”.

Sünneti, hadisi, asr-ı saadet sürecini ve 1.400 yıllık İslâm târihini “tümden” reddedenlerin, bir zaman sonra âyetleri de reddetmeye başladıklarını görürüz. Bu bağlamda 19’cuların Tevbe Sûresi’nin son iki âyetini inkâr etmeleri buna örnektir.

Sahabenin Peygamber’e; “biz Kur’ân’dan başkasını tanımayız ve Kur’ân’dan başkasına (yâni sana) uymayız” dediğini bir düşünsenize. Tabî ki böyle bir şey mümkün değildir. Şu âyeti çiğnemeden bunu söylemeleri mümkün değildir:  

“Ey îman edenler!, Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin. Siz de işitiyorken, ondan yüz çevirmeyin. Ve: ‘Biz işittik’ dedikleri hâlde, gerçekte işitmeyenler gibi olmayın” (Enfâl 20-21).

Günümüzde lâik-seküler-demokratik sistem, modern bir akım olan “Kur’ân’cılık” yada diğer adıyla “Kur’âniyyun” ile korunuyor. Kur’ân’cılık, Kur’ân’ı, Hz. Muhammed’den kurtararak(!) korumaya kalkıyor.

Kur’ân’cılık, (hâşâ) Hz. Muhammed’i “adam” yerine bile koymamak demektir. Bu nedenle “Kur’ân’cılık”ı, bir zaman sonra hüsranla sonuçlanacak “modern bir furya” olarak târif etmek yanlış olmaz.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2018





Devamını Oku »