“Yeryüzünde hiç-bir canlı ve iki
kanadıyla uçan hiç-bir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler olmasın. Biz Kitap’ta
hiç-bir şeyi noksan bırakmadık, sonra onlar Rablerine toplanacaklardır” (En-âm 38).
Modernizm,
hayâtiyetini, klâsik olanı aşağılayarak sürdürür. Zâten “modern” demek, “klâsik
olandan, ‘eski’ olandan vazgeçmek, ona aslâ geri dönmemek ve hattâ ondan nefret
etmek” demektir. (Hemen bir-öncesi bile modernizm için eskimiştir). Zîrâ
aksi-hâlde “modern” olamaz. Modernizm son 200 yıldır Dünyâ’ya hâkim olmuş
durumdadır ve klâsik olan her-şeyi aşağılamakta ve düşük, ilkel ve kötü olarak
görerek bunu tüm Dünyâ’ya yaymakta ve de dayatmaktadır. Cihangir devletlerini
ve medeniyetlerini kaybeden müslümanlar da yaklaşık 150 yıldır bu furyaya
kapılmış durumdadırlar. Hele ki 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra ve post-modernizm
ile birlikte iş kopma noktasına gelmiştir. Artık moderne göre tasavvur etmekte,
moderne göre düşünmekte, moderne göre amel-eylemde bulunmakta, moderne göre
yiyip-içip-giyinmekte ve moderne göre konuşup moderne göre hâl ve tavırlar
sergilemektedirler.
Modernizm
etkisini sâdece dünyevî olan üzerinde değil, mânevî olan üzerinde de sürdürmektedir
ve kendi sistemine uymayan düşünceleri, yorumları ve amel-eylemleri kabûl etmemekte
ve hattâ aşağılamaktadır. Üstelik anti-modern eylemleri ve bu eylemlerin
sâhiplerini, terörizm ve terörist olarak fişlemekte ve îlân etmektedir. İşte
bundan dolayı müslümanlar, dînî anlayışlarını da moderne uydurmaya başlamışlar
ve bu yüzden de modern olmayan okumaları ve yorumları kabûl etmemekte ve
bunları savunanları “müşrik” ve “kâfir” olarak suçlamaktadırlar. Zamanla buna o
kadar alıştılar ve inandıklar ki, kendileri gibi düşünmeyenlere karşı çok sıkı
bir gard almakta, kendilerine karşı gâyet mantıklı ve nâzik konuşanlara karşı
bile katı ve kaba konuşmakta, ağır ithamlarda bulunmakta ve aşağılamaktadırlar.
Yâni modernizme çok sıkı bir şekilde uymaktadırlar.
Modern müslümanlar
Kur’ân’ın en doğru anlamının modern-merkezli olacağını düşünmekte ve bu nedenle
de moderne uygun olmayan yorumları kabûl etmemektedirler. Netîcede de modern-öncesi
klâsik dönemin düşüncelerini, yazılarını, kitaplarını, tümden reddederek inkâr
etmektedirler. Bu dönemin olumlu yönlerini ortaya koyanlara iftirâ da atarak, onları olmadıkları şekilde
suçlamaktadırlar. Tabî ki klâsik İslâm döneminde bir-çok uydurmalar yapılmış ve
zırvalıklar da üretilmiştir. Fakat bu, “Peygamberimiz’in bizzat ettiği sözler
ve bizzat yaptığı davranışlar”ın olmadığı anlamına gelmez. Zâten Peygamberimiz’in
yaptıkları da mutlakâ Kur’ân’a uygun olan sözler ve eylemlerdir, çünkü bunlar
Kur’ân’ın tebliği-beyânı ve Kur’ân’ın emirlerini yerine getirmek için söylediği
sözler ve yaptığı uygulamalardır.
Peygamberimiz’in
sözlerini ve eylemlerini (sünnet) kaydedenler, bu kayıtları bir-çok
uydurmalarla birlikte karıştırarak kayda geçirmişlerdir. Bu uydurmalara bakanlar
uydurmalarla birlikte sahih olanı da inkâr etmişler ve yaşla birlikte kuruyu da
yakmışlar ve yakmaktadırlar. Oysa İslâm Târihi ve Siyer kitaplarının ciddî bir
incelemesi ile Peygamberimiz’in bizzat ağzından çıkan sözler ve bizzat
yaptıkları amel-eylemler ortaya konabilir. Bu konuda en büyük yardımcımız, “Peygamberimiz’in
ahlâkı Kur’ân” olduğu için, bahsedilen kitaplarda bulduklarımızı Kur’ân süzgecinden
geçirerek ayıklamak olacaktır. Oysa bu yapılmamakta ve “Kur’ân’cılık” yapılarak,
“Allah Kur’ân’da her-şeyi bildirmiştir ve eksik bırakmamıştır. Allah’ın söylemediği
şeyi mi söyleyeceğiz?. Allah’ın dînine ilâve mi yapacağız?. Allah’a din mi
öğreteceğiz?” şeklinde “çok bilmiş” bir edayla Kur’ân’ın pratik yönü yok
sayılarak sâdece sözlü tarafı baş-tâcı edilmekte ve hattâ -açık konuşalım-;
Kur’ân’a tapılmakta ve Allah’a Kur’ân’la şirk koşulmaktadır.
Bu durum
Kur’ân’ın bir türlü pratiğe dön(e)memesine ve hayâtı şekillendirememesine neden
oluyor. Zîrâ “Kur’ân’da her-şey var” diyenler ve “Kur’ân’dan başka kaynağa gerek
yok” diyenler, Kur’ân’ı okuyorlar ama vahyin dediğinden bambaşka sonuçlara
ulaşıyorlar. Öyle ki, Kur’ân’ın apaçık muhkem âyetlerini bir kısmı kabûl ederken,
diğer kısım kabûl etmiyor ve meselâ “Kur’ân’da namaz, oruç, zekât, hac, kurban,
baş-örtüsü vs. gibi âyetler-emirler yoktur” diyorlar. Neden böyle bir sonuca
varıyorlar ve bir türlü uzlaşamıyorlar?. Çünkü “usvetun hasenetun” olan “güzel
örnekliğimiz” Peygamberimiz’in, Kur’ân’ı nasıl anladığına ve anladıklarını hayâta
nasıl geçirdiğine bakmıyorlar.
Elbette Kur’ân
bilgi ve bilincin tek ve sahih kaynağıdır. Fakat amel ve eylemin kaynağı da,
Peygamberimiz’in Kur’ân’ı anlama ve uygulama tarzı olan “güzel örneklik”
denilen sünnetidir. Peygamberimiz’in Kur’ân’ı nasıl anladığı ve uyguladığı çok
önemlidir. Çünkü peygamberliğin bir özelliği olarak, peygamberler kendilerine
gelen vahiyleri “Allah kontrôlünde” en doğru şekilde anlarlar ve de uygularlar.
Eğer arada bir hâtâ yaparlarsa -ki “insan” oldukları için mutlakâ yapmışlardır-,
Allah hemen olaya yine vahiyle müdâhale eder ve hatâyı düzeltir-düzeltmiştir.
Böylece Peygamberlerin “peygamber” (resûl-nebî) olarak yaptıkları, en ideâl ve
hatâsız bir uygulama olarak ortaya konmuştur. Bu nedenle de peygamberlerin Kur’ân’ın
en ideâl uygulaması olan sünnetleri yâni “güzel örneklik”leri evrenselleşerek,
bizim amel-eylem kaynağımız hâline gelmiştir ve tüm zamanlarda “bağlayıcı”
olmuştur. Zâten Kur’ân da, onların hayatlarını “örnek” olarak göstermiştir. Ahmet Kılıçkaya:
Kur’ân’ın;
hidâyet rehberi, şer’î delil, her-şey için açıklama ve düşüncenin ve çözümün
kaynağı olmasının anlamı; insanların Allah’a kulluk sınavı ile ilgili tüm soru
ve sorunlarının açıklaması, çözümü ve doğru hükmünün Kur’ân’da aranmasıdır.
Zîrâ bunların hepsi Kur’ân’da ya doğrudan mevcuttur, yada Kur’ân Resûlullah’ın
örnekliğine atıfta bulunarak bunlar hakkında çözüm yolu göstermektedir.
Dolayısıyla Mü’minler için kulluk sınavı ile ilgili olarak Kur’ân’da çözümü
olmayan, hiç-bir soru ve sorun yoktur. Onun için Kur’ân, mü’minlerin
sıkıntılarını gideren şifâdır, rahmettir” der.
“Hayır; o (Kitap), ‘şerefli-üstün’ olan
bir Kur’ân'dır; Levh-i Mahfûz’dadır” (Burûc 21-22).
“Kitapta her-şey
var” derken, aslında içinde her-şey olan kitap, “el kitâb” olan “levh-i mahfûz”dur.
Levh-i mahfûz ise, Allahuâlem, “kâinat kitabı”dır. İşte bu Kitap’ta yâni Allah
katında olan levh-i mahfûz’da iğneden-ipliğe hiç-bir şey aslâ eksik değildir.
Fakat “levh-i mahfûz’dan bir kitap olan Kur’ân”, gerçek bir zamâna, gerçek bir
târihe ve mekâna, gerçek insanların yaşadığı bir ortama ve gerçek bir sosyo-ekonomik
ve sosyo-kültürel yönleri olan bir topluma inmiştir. Hayâta inmiştir. Üstelik
akıl ve irâde sâhibi olanlara gelmiştir. Buna göre, Kur’ân’ın bir ansiklopedi
gibi her-şeyi inceden-inceye açıklamasına gerek yoktur ve de bilinen ve uygulana-gelen
şeyleri yeniden kitaba alma gereği duymamıştır:
“Apaçık Kitab’a andolsun; Gerçekten Biz onu, belki
aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Kur’ân kıldık. Şüphesiz o, Bizim
katımızda olan “Ana Kitap”tadır (Levh-i Mahfûz); çok yücedir, hüküm ve hikmet
doludur” (Zuhrûf 2-4).
“Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri
görmedin mi?. Onlar, tâğuta ve cibt’e inanıyorlar ve diğer inkâr edenler için:
‘Bunlar, îman edenlerden daha doğru bir yoldadır’ diyorlar” (Nîsâ 51).
Âyette
“kendilerine Kitap’tan pay verilenler “
derken hangi kitaptan bahsediliyor?. Buradan anlaşılan şey, her-şeyin bilgisini
içeren “ana-kitap” olan Levh-i Mahfûz”dur. Peygamberlere gelen vahiyler, işte
bu “ana kitap” olan Levh-i Mahfûz’dan bir “pay”dır.
“Biz Kitab’ı
sana, her-şeyin (li külli şey) açıklayıcısı,
müslümanlara bir hidâyet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik” (Nâhl
89) âyetiyle dile getirilen kitap “Ümmû’l Kitap” yâni Levh-i Mahfûz değil de
Kur’ân olsa bile, her-şeyden maksat, “bildik anlamda, zerreden-kürreye her-şey”
değildir. “Kur’ân’da her-şey var” sözü bildiğimiz-bilmediğimiz her şeyden
bahsediyorsa eğer, o zaman:
Süleyman, Dâvud’a mîrasçı
oldu ve dedi ki: Ey insanlar!; bize kuşların konuşma-dili
öğretildi ve bize her-şeyden (min külli şey) (bol bir nîmet) verildi.
Gerçekten bu, açık bir üstünlüktür” (Neml 16) ve: “Gerçekten ben, onlara hükmetmekte olan bir kadın buldum ki, ona
her-şeyden (min
külli şey) (bolca) verilmiştir ve büyük bir tahtı var” (Neml 23).
âyetinde bahsedilen “her-şey”
kelimesinden de, “bildiğimiz-bilemediğimiz, zerreden-kürreye her şey”i anlamamız gerekir. Fakat böyle bir şey imkânsız olduğu için söz-konusu değildir. Bol çeşit eşyâ
dükkanlarında “her-şey var” denildiği gibi bir “her-şey”dir bu.
Kur’ân
ateistlere değil, kendilerinin Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil’in dîni üzere olduklarını
söyleyenlere gelmiştir. Yâni inançlı bir topluma gelmiştir. Bu toplum zâten
bahsettiğimiz peygamberlere uyduklarından dolayı, ibâdetlerini yapıyorlar ama
bu ibadetler, hem bozuk toplumsal-ekonomik hayatları nedeniyle ifsâd olmuş, hem
de yine bu nedenle yozlaşmıştır. İşte Kur’ân, yeni bir ibâdet getirmekten
ziyâde, mevcut ibâdetleri, emir, yasa ve uygulamaları düzenlemiş ve
düzeltmiştir. Yâni aslına döndürmüştür. Meselâ namazı “el çırpma” şeklinde
değil de, Allah karşısında esaslı bir duruşla ve samîmi bir şekilde kılınmasını
istemiş ve emretmiştir.
O hâlde “Kur’ân’da
her-şey var” demek, “iğneden-ipliğe her-şey var” demek değil; “Dünyâ’yı ve
hayâtı Allah’ın istediği ve emrettiği gibi düzenleyebilecek ve İslâm’ı hayâta
hâkim kılacak potansiyel olarak her-şey var” demektir. Aksi-hâlde, eğer
Kur’ân’da “kâinât bazında her-şey” olsaydı, insanların sorumluluğu da sonsuz
olurdu ve kendilerine -hâşâ- “Allah’lık görevi” verilmiş olurdu. Oysa insanın,
gökleri, Dünyâ’yı, Dünyâ’nın doğal işleyişini ve hattâ insanın kendi varlığında
dahli olmayan yaratılışını hep Allah düzenler ve buna hiç kimseyi karıştırmaz
ve ortak etmez. Zâten bu düzenlemeyi insanın yapması, hem aklının hem de
gücünün yetersizliğinden dolayı imkânsızdır. Geriye bir tek, “imtihanın bir
gereği olarak” “Dünyâ’yı aynen göklerdeki gibi güzelce îmar etmek” görevinden
başka, yine göklerdeki uyuma benzer şekilde tam da Allah’ın emrettiği gibi inşâ
etmek kalır ki, bu da ancak Allah’ın Kur’ân’da emrettiği şekilde yapılarak
olur. Yâni insan, sosyal ve siyâsal olarak tam da Allah’ın istediği gibi bir dünyânın
kurulmasıyla ve “Allah’ın göklerin Rabbi olduğu gibi, yeryüzünün de Rabbi yapılması”yla
yada bunun îlan edilip gerçekleştirilmesiyle görevlidir. İnsanın imtihanı da zâten
bunun üzerinden olur.
“Her-şey”den
maksat, “tüm her-şey” demek değildir. “Genel bir ifâde ile özel bir durumun
anlatılmasıdır” yapılan. Meselâ âyette şöyle denir:
“Derken, onu (azâbı) vâdilerine doğru
yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman, ‘bu bize yağmur yağdıracak
bir buluttur’ dediler. Hayır, o kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir
rüzgâr; onda acı bir azab vardır. Rabbinin emriyle her-şeyi yerle-bir eder.
Böylece meskenlerinden başka, hiç-bir şey(leri) görünemez duruma düştüler. İşte
biz suçlu-günahkâr bir kavmi böyle cezâlandırırız” (Ahkâf 24-25).
Şimdi bu âyetin
bahsettiği rüzgâr, Dünyâ’daki ve hattâ kâinattaki her-şeyi yerle-bir mi
etmiştir yâni?. Çünkü “her-şeyi” deniyor. Tabî ki de hayır!. Sâdece o bölgeyi
yerle-bir edip altını üstüne getirmiştir. “Sâdece Kur’ân” diyenler Kur’ân’a çok
mekanik yaklaşıyorlar. Bu nedenle de Kur’ân’ın bir “hayat kitabı” olduğu, “insanlara”
geldiği unutuluyor. Kur’ân’a sanki bir “bilgisayar programı” ve bir “işletim
sistemi” gibi yaklaşıyorlar ve o şekilde anlama yoluna gidiyorlar. Yâni ona
doğal ve normâl bir yaklaşım ve okuma yok. Kur’ân’ın, insanın yaşamına ve
diline göre olduğu göz-ardı ediliyor.
Her-şeyden kasıt “tüm
her-şey” olarak alındığında, o zaman Kur’ân’a da gerek kalmaz. Zîrâ daha önce
Allah Hz. Mûsâ’ya vahyin yazılı olduğu Levhalar’ı (Tevrat) vermişti ve o
Levhalar’da “her-şeyden bir öğüt ve her-şeyin yeterli bir açıklaması” vardı:
“Biz ona Levhalar’da
her-şeyden bir öğüt ve her-şeyin yeterli bir açıklamasını yazdık. (Ve:) ‘Şimdi
bunlara sıkıca sarıl ve kavmine de emret ki en güzeliyle (buna) sarılsınlar.
Size fâsıkların yurdunu pek yakında göstereceğim’ (dedik)” (A’raf 145).
Tüm peygamberlere gönderilen
vahiyler, onlar için gerekli olan her-şeyin açıklamasını içermiştir. Vahiy ve
peygamberlik bunu gerektirir:
“Her ümmet içinde kendi
nefislerinden üzerlerine bir şâhid getirdiğimiz gün, seni de onlar üzerinde bir
şâhid olarak getireceğiz. Biz Kitab’ı sana, her-şeyin açıklayıcısı,
müslümanlara bir hidâyet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik” (Nâhl 89).
Tüm
vahiyler Levh-i Mahfûz’dandır. Levh-i Mahfûz, hiç-bir şeyi geride bırakmayacak
şekilde tüm her-şeyin bilgisini ve açıklamasını içerir:
“Gaybın
anahtarları O’nun katındadır, O’ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve
denizde olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dâhi düşmez; yerin
karanlıklarındaki bir tâne, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve her-şey)
apaçık bir kitapta (Levh- Mahfûz’da yazılı)dır” (En-âm 59).
“Gerçekten
Biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Kur’ân kıldık. Şüphesiz
o, Bizim katımızda olan Ana Kitap’tadır (Levh-i Mahfûz); çok yücedir, hüküm ve
hikmet doludur”
(Zuhrûf 3-4).
Murat Sülün
bu konuda şunları söyler:
“Fıkhın temel kaynağı olan Kur’ân’ın
her-şeyin hükmünü içerip-içermediği mes’elesi işlenirken, ‘Kur’ân’ın her-şeyi
açıklayıcı olarak indirildiği’ (16/89) âyeti, genelde, olduğu gibi alınarak
‘yaş-kuru ne varsa içeren kitâb-ı mübîn’ terkibi Kur’ân olarak anlaşılmıştır.
Bu terkibin Kur’ân olarak tefsiri o kadar yaygınlaşmıştır ki Kur’ân-ı Kerim’de
her-şeyin bulunabileceği zannedilmiş; hatta ‘devemi kaybetsem onu bile
Kur’ân’da bulurum’ gibi abartılı (te’vîli gerekli) söylemler geliştirilmiştir.
Bu kapı bir kez açıldıktan sonra, Kur’ân’ın artık bütün bilimlerin kaynağı
olduğu, hattâ ‘kâinatın yaratılış plânı olduğu’na ilişkin yazılar yazılmış;
‘Kur’ân’ın, -Tanrı-Îsâ ilişkisinde iddiâ edildiği gibi Tanrı’nın inkarnasyonu
(insan şekline bürünmesi) değil- inlibrasyonu (metin hâline bürünmesi)’ olduğu
iddia edilmiştir’. (Bkz. Murad W. Hofmann, Kur’ân, İstanbul: Çağn Yayınlan,
2005).
Kur’ân’ı bunca yüceltmenin
sebeplerinden biri, ‘Kur’ân-ı Kerim’in, inzâl devri Arap kavmi için ifâde
ettiği müthiş anlam’dır: Arapların genelde okuması-yazması yoktu; îman nedir,
kitap nedir bilmezlerdi. İşte ‘kitap’ nâmına sâdece Kur’ân’ı gören böyle bir
topluma, 114 süreli, 6236 âyetli Kur’ân-ı Kerim dev bir külliyat gibi görünmüş
olmalıdır. Ama okur-yazar kesimin bir terkibi yanlış yorumlayarak işi abartması
halkta çok daha büyük mâkes bulmakta gecikmemiştir. Oysa gerek bu âyetin
içeriğinden, gerekse Neml Sûresi’nin 75. ve Fâtır sûresinin 11. âyetindeki
ifadelerden kitâb-ı mübîn ve imâm-ı mübîn terkiplerinin Levh-i Mahfuz’u
kasdettiği anlaşılıyor. Kaldı ki ünlü Muâz hadisinde, Hazret-i Peygamber’in
‘peki Kur’ân’da da bulamazsan?’ şeklindeki sorusu dikkat çekicidir. Yâni, daha
o çağda bile Kur’ân’ın cevaplamadığı hususlar söz-konusudur. Gerçekten de
Kur’ân beşeriyetin gelmiş-geçmiş bütün tekâmül safhalarını barındıran, her
devrin her sahadaki ihtiyaçlarına cevap veren bir Kitap’tır. Ancak bu,
Kur’ân’da her-şeyin öz ve esâsının bulunduğu, fakat bu şeylerin ayrıntılarının
bulunmadığı şeklinde anlaşılmalıdır.
Gerek
Kur’ân-ı Kerim’in gerekse Tevrat’ın her-şeye çözüm sunduğunu belirten âyetlerin
mânâsı budur: ‘Her-şey’ ifâdesinin hem Tevrat’ın (A’râf 7/145) hem de Kur’ân’ın
(Nâhl 16/89) içeriği hakkında kullanılmış olması şunu gösterir ki; Tevrat nasıl
her-şeyin hükmünü içermiyorsa, -aksi takdirde Kur’ân’ın vahyedilmesine gerek
kalmazdı- Kur’ân da içermemektedir. Ama her ikisi de her-şeye küllî çözümler
sunmakta birleşmektedir. Hâsılı; Kur’ân Allah’ın kelâmı olmakla birlikte, İlahî
kelâmı tüketmiş değildir; Allah’ın kelâmı tıpkı yaratması gibi kesintisiz bir
özelliktir. O’nun kelimeleri ne yazmakla biter ne de saymakla. Kelimenin ilk
anlamıyla; te’vilsiz- ‘Kur’ân’da her-şey vardır’ demek; ‘akla, bilime, hattâ
Peygamber’in Sünnet’ine de gerek yoktur’ demekle aynı kapıya çıkar. Kur’ân’la
ilgili bu tür abartılı yaklaşımlar yüce Allah ile Kur’ân arasındaki ilişkiyi
rayına oturtamamaktan ileri gelmektedir”.
Yâni yaş-kuru,
iğneden-ipliğe, inceden-inceye vâr olan
hiç-bir şey eksik
bırakılmadan her-şeyin bilgisinin ve açıklamasının bulunduğu Kitap Levh-i Mahfûz’dur.
Kur’ân da Levh-i Mahfûz’dandır. O hâlde şöyle anlamak gerekir: “Biz, Levh-i Mahfuz’da hiç-bir
şeyi eksik bırakmamışızdır. Sizin için gerekli olan ve Kur’ân’ın
formatına uygun olan her-şeyin açıklamasını da Levh-i Mahfûz’dan Kur’ân’a
aktarıyoruz”.
“De ki: ‘Bana vahyolunanlar içinde, yiyen
bir kimsenin yiyeceği (şeyler) için, ölü-eti, dökülen kan, domuz eti -ki bu
gerçekten murdardır- yada Allah’tan başkası adına kesilmiş bir fısk dışında,
haram kılınmış bir şey bulmuyorum. Kim kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı-karşıya
kalırsa, -saldırmamak ve haddi aşmamak şartıyla- (bu sayılanlardan ölmeyecek
kadar yiyebilir). Şüphesiz Rabbin bağışlayandır, esirgeyendir” (En-âm 145).
Şimdi; domuzun
eti pistir ve bu nedenle haramdır da, domuzun eti dışındaki yerleri, yâni
derisi, kılı-tüyü, tırnağı, yağı da haram değil midir?. Eti pis ve haram olanın
diğer taraflarının da pis ve haram olmaması düşünülebilir mi?. Diyorlar ki,
“eğer domuzun eti dışındaki yerler de pis ve haram olsaydı Allah bunu söylerdi.
Kur’ân’a ilâve yapmak yanlıştır”. Oysa Kur’ân hakkındaki bu düşünce “modern”
bir düşüncedir ve fitne üretmektedir. “Kur’ân’da her-şey söylenmiştir”
düşüncesiyle irtibatlandırılarak domuz ürünleri hakkında böyle bir yargıya
varılıyor. Oysa Kur’ân’ın “her-şey” dediği, “tüm her-şey” değildir. Bir âyetle
bu konuyu açalım:
“Ey îman edenler!, zandan çok kaçının;
çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini
araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin.)
Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini (meyteten) yemeyi sever
mi?. İşte, bundan tiksindiniz. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah,
tevbeleri kabûl edendir, çok esirgeyendir” (Hucûrat 12).
Allah, gıybet
yapmayı, kişinin ölmüş olan kardeşinin etini (yada leşini) yemesine benzetiyor.
Peki buradan, “kardeşin ölüsünün sâdece etini yeme”ği mi anlamalıyız?. Meselâ
saçlarını, derisini, tırnaklarını, yağlarını, kemiklerini yemeyi anlamayacak
mıyız?. Tüm bunlar da “leş”in parçaları değil midir?. Ölen kardeşin eti
tiksindiricidir de diğer tarafları tiksindirici değil midir?. Öyleyse Allah -hâşâ-
diğer taraflarını söylememekle, yâni ayrıntı verip, ölen kardeşin; “etini, tırnakları,
saçlarını, kemiklerini yemek gibidir” demeyerek bir eksiklik mi yapmıştır?.
Allah’ın kitabı olan Kur’ân, aptallara ve akılsızlara mı gelmiştir ki her
ayrıntıyı detayıyla versin!. İnsan “leb” deyince leblebiyi anlayabilecek bir
varlıktır. Akıl-akletmek yetisi buna yarar zâten.
Nûr sûresinin
31. âyetindeki “humur” (çoğulu “humur”, tekili “hımar”) kelimesinin
“baş-örtüsü” anlamına gelmediği söyleniyor. “Baş-örtüsü anlamına gelmesi için,
-yanlış ve komik bir şekilde- ‘humurun rass’ şeklinde yazılıp okunması gerekir”
diyorlar ve ekliyorlar: “Kur’ân’daki “hımar” kelimesi ‘herhangi bir örtü’
anlamındadır, ‘başörtüsü’ anlamında değil”. Hımar’ın “başörtüsü” anlamına
gelmesi için “humurun-ras” (“baş hımar”ı) şeklinde yazılması gerekiyormuş. Bu
mantıkla, Türklerin de şapkaya; “baş şapkası” demeleri gerekir. Fakat bu çok
komik olur. Çünkü şapka zâten kafaya-başa takılan bir eşyâdır. Bere, yazma,
kasket, eşarp vs. gibi baş için kullanıldığı apaçık olan eşyâlar için de
geçerlidir bu. Hiç kimse baş için üretildiği kesin olan bir eşyâyı başka bir
yerine takacak değildir. İşte “hımar” da bu eşyâlar gibidir ve Araplar ve
Ortadoğu’lular 4.000 yıldır hımar’ı başlarına takarlar-örterler ve zâten baş
için üretmişlerdir. Artık hımar, “başa özel örtü” olmuştur ve adı da “baş”a
gerek olmadan, sâdece “hımar”dır. Herkesin, baş için kullanıldığını görüp
bildiği bir örtüdür hımar. Bu nedenle ayrıca başa bir vurgunun yapılması
gerekmez. Çünkü bu, “başörtünü başına tak” demek gibi komik ve yanlış olur.
Birisine; “çöpleri çöp tenekesine mi götürüyorsun?” demek nasıl saçma ise,
“başörtüsünü (hımar) başına mı takacaksın?”, yada; “başörtüsü baş için midir?”
demek de saçma olur. Başörtüsü tabî ki de başa takılacaktır. Başörtüsünü
belimize takacak değiliz ya!. Meselâ kemeri boynumuza değil de belimize
takarız, hem de “bel kemeri” demeden. Yine, çorabı da elimize değil de
ayağımıza giyeriz ve çoraba “ayak çorabı” demeyiz. Hımar yâni başörtüsü de
aynen bunun gibidir. Araplar için hımar’a ayrıca “baş” ifâdesinin eklenmesi ancak
bir esprinin konusu olabilir.
Kur’ân aptallara
yada iki yaşındaki çocuklara hitâp etmiyor ki onlara; “Bak bu örtü=hımar, bu
baş=rass içindir” diye ayrıntı kullansın. Arapçada “şapka” kelimesi “qabea”
olarak söylenir. Fakat Araplar “gabea” kelimesini, “gabea-un ras” şeklinde
söylemezler ki!. İşte “hımar” da böyledir. Hımar’ı, “hımar-un ras” şeklinde
söylemek dil açısından hem yanlış hem de komiktir. Çünkü “rass” ile “hımar”,
aynı yere yâni “baş”a atıf yapar. Bu apaçık gerçeğe rağmen müslümanların
içinden, hem de Kur’ân ile haşır-neşir olanların hâlâ; “Kur’ân’da başörtüsü
yoktur”, “hımar başörtüsü değil, sâdece örtü anlamındadır, çünkü ‘baş’ ifâdesi
geçmiyor” demeleri, 1.400 yıl önceki Mekke-Medîne ortamının-kültürünün ve 23
yıllık “yaşanmışlığın” yok sayılmasından ve inkâr edilmesinden kaynaklanan bir
hezeyandır. Kur’ân, gerçek bir hayâta inmiştir. Vahyin ilk muhâtapları “hımar”
deyince onun ne olduğunu ânında anlıyorlardı. Bu nedenle de “Kur’ân’da her-şey
vardır ve eksik yoktur. Eğer “hımar” baş-örtüsü olsaydı “ras”=”baş” kelimesi de
eklenerek kullanılırdı” gibi gülünç bir mantık yürütmek yanlıştır.
“Gerçek şu ki, Allah katında ayların
sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah’ın kitabında on ikidir. Bunlardan
dördü haram aylardır. İşte dosdoğru olan hesap (din) budur. Öyleyse
bunlarda kendinize zulmetmeyin ve onların sizlerle topluca savaşması gibi siz
de müşriklerle topluca savaşın. Ve bilin ki Allah, takvâ sâhipleriyle berâberdir”
(Tevbe 36).
Kur’ân eksiksiz ise ve Kur’ân’da her-şey var ise, bu âyetin
bahsettiği “haram aylar” hangileridir?. Kur’ân hem “ayların dört tânesi haram
aydır” diyecek de bu ayların hangileri olduğunu söylemeyecek midir?. Şimdi
Kur’ân eksik bir ifâde mi kullanmıştır yâni?. Tabî ki de hayır!. Kur’ân gerçek
bir hayâta ve yaşanmışlığı indiği için, haram olan bu dört ayın hangisi
olduğunu herkes bilmektedir zâten. Bu nedenle bu ayların adlarını yeniden
söylemesinin bir anlamı yoktur. Günümüzde bu ayların hangileri olduğunu
açıklayan bir-çok kaynak vardır ve bu kaynaklar birbiriyle çelişkili değildir.
Bu dört haram ay herkesin bildiği gibi, Zilkâde,
Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarıdır. Yine; “hac ayları” da böyledir. “Hac bilinen aylardadır” (Bakara
197) deniyor. Peki bu ayların hangileri olduğu Kur’ân’da yazmadığına göre, bu
ayların hangileri olduğu nereden öğrenilecektir?. Tabî ki de târihten. Târihe
bakınca bu ayların; Şevvâl, Zilkâde ayları ve Zilhicce’nin ilk on günüdür. E tabi, “sâdece Kur’ân”
ve “Kur’ân’da her-şey var” diyenler klâsik târihe ve 1.400 yıl öncesine ve hele
de “Arapların” uygulamalarına modernizmden kaynaklanan travmadan sebebiyle düşman
olduklarından dolayı bak(a)mayınca, böyle apışıp kalıyorlar.
Kur’ân’da her-şeyin inceden-inceye
ayrıntısıyla anlatılmasına gerek yoktur. Zîrâ Kur’ân, bir yaşamın ve
yaşanmışlığın olduğu bir mekâna ve etli-kemikli olan yaşayan insanlara
inmiştir. Bu nedenle de meselâ; ezanın nasıl olduğunu, namazın rekât
sayılarını, zekât oranını, “nikâh yapın” demesine rağmen nikahın nasıl
yapılacağını ve haram ayların isimlerini vermez. Zîrâ mâlûmu îlan etmeye gerek
yoktur.
Şâtıbi, “Kur’ân’da her-şey var mı” sorusu bağlamında
şunları söyler:
“Pek-çok insan. Kur’ân’a yaklaşımlarında haddi aşmış ve tabiat bilimleri,
matematik, mantık, ilm-i huruf vb. gibi akla gelebilecek tüm ilimleri Kur’ân’a
mâl-etmiştir. Daha önce zikredilen (şeriatın
ve ilk muhâtaplarının
ümmiliği) prensibi nazarı dikkate alındığında bu
yaklaşımın sağlıklı olmadığı anlaşılır.
Kaldı ki, sahabe, tabiin ve onları tâkip eden
nesillerden oluşan selef âlimleri, Kur’ân’ı ve Kur’ân’daki
ilimlerin inceliklerini en iyi bilen
insanlardı. Ne ki, hiç-bir selef âliminden bu
tür bir iddiâ bize intikâl etmemiştir. Eğer
onlar ‘Kur’ân’da her-şeyin bilgisi mevcuttur’ şeklinde bir iddiada bulunmuş olsalardı, bir şekilde
bize intikâl ederdi. Kuşkusuz, Kur’ân bir-takım ilimler içermektedir; fakat bunlar (nüzûl dönemi) Araplarının bildikleri ilimlerdir.
Söz-konusu iddiânın sâhipleri, muhtemelen, ‘Biz sana her*şeyi
açıklayıcı Kitab’ı indirdik’ (Nâhl 89); ‘Kitap’ta hiç-bir şeyi eksik bırakmadık’
(6. (En-âm 38) meâlindeki âyetleri delil göstermektedirler. Hâlbuki müfessirlere göre bu âyetlerde
kastedilen anlam, yükümlülük ve Allah’a karşı
kulluğu yerine getirmede gerekli olan hususlardır. Ayrıca ilgili âyetlerde zikri geçen ‘kitap’ lafzı da,
(elimizdeki Kur’ân metnine değil) Levh-i
Mahfûz’a delâlet etmektedir”.
Mebzûl miktarda
tekrarlanıp duran; “Kur’ân bize yeter” sözü, eğer “salt Kur’ân”dan
bahsediliyorsa yanlıştır. Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken, amel ve
eylemin kaynağı ise Sünnet’tir. Kur’ân’ın “eksiksiz” oluşu, onun pratikte de
tezâhür etmesiyle tamamlanır. O hâlde bize “yetecek olan” ne “sâdece Kur’ân”,
ne de “sâdece Sünnet”tir. İkisi birliktedir. Modern zamanlarda müslümanların
perişân hâllerinin nedeni, Kur’ân’ı okuyup da sünnet denilen Peygamber
örnekliği ile amelde-eylemde bulunmamaktır. Bir kesim, “hadisçilik-sünnetçilik”
yaparak ve Kur’ân’ı yok sayarak işlevsiz bırakırken, diğer kısım da sünneti ve
hadisleri “tümden” yok sayarak Kur’ân’ı işlevsiz bırakmaktadırlar.
“Biz
ona Levhalar’da her-şeyden bir öğüt ve her-şeyin yeterli bir açıklamasını yazdık. (Ve:) ‘Şimdi bunlara sıkıca sarıl ve kavmine de emret ki en
güzeliyle
(buna) sarılsınlar. Size fâsıkların
yurdunu
pek yakında göstereceğim’ (dedik)” (A’raf 145).
Âyet,
“Tevrat’ta da her-şey vardır” diyor. Yâni Tevrat’ta da her-şey vardır. Kur’ân’da her-şey var ama Tevrat’ta
da var. Şimdi, “Kur’ân’da her-şey var,
o zaman
niye Sünnet’ten bahsediyorsun” diyenlere,
“Tevrat’ta da her-şey var, o zaman
niçin Kur’ân geldi ve niçin Peygamberimiz gönderildi” demek gerekir.
“Kur’ân’da
her-şey var” ve “Kur’ân bize yeter” ise, neden yetmiyor da müslümanlar olarak perişân
ve sefil bir hâlde yaşıyoruz?. Müslümanlar, son yıllarda sürekli Kur’ân
okumasına ve “sâdece Kur’ân” demesine rağmen Dünyâ’daki maddî-mânevî hâl-i pür
melâlinin nedeni nedir?. Kur’ân okunup durulmasına ve “tek kaynak” denilmesine
rağmen iyilik adına herhangi bir değişme ve gelişme var mıdır?. Bir düzelme var
mıdır?. Yoksa “sâdece Kur’ân”, sâdece gönülleri-zihinleri mi inşâ eder ve bunun
için mi inmiştir?. Oysa “hayat kitabı” olan Kur’ân, iç-âlemlerden sonra hayâtı
da inşâ etmesi için gelmiştir. Böyle bir hedefi vardır Kur’ân’ın. Hayâtı
Kur’ân’la inşâ etmek, onun aynen Peygamber gibi okuyup hayâta geçirmekle
olabilir. Peygamberin böyle bir örnekliği vardır ve tüm peygamberler gibi Peygamberimiz’in
geliş nedeni de zâten budur:
“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ‘ya vasiyet
ettiğimiz (farz kıldığımız) “Allah’ın
dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd
dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin” direktifini sizin için bir “hayat düsturu” olarak öngördü. Fakat
kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah
dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ
13).
Evet; Kur’ân
aptallara gelmediği için, 2+2’nin sonucunu söylemesine gerek yoktur. Aklı
başında olan ve “modernizm” denen sapık ideolojiyle “akıl-travması” yaşamayan
herkes, -Kur’ân söylemese de- 2+2’nin 4 olduğunu bilir.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Ocak 2018