14 Şubat 2018 Çarşamba

Kötülüklerin Anası: İçki


“Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için (bâzı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür. Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: ‘İhtiyaçtan artakalanı’. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

 

Seyyid Kutub bu âyetin tefsirini yaparken şöyle der:

 

“..Herhangi bir nesnenin yada davranışın helâl yada haram olmasının ekseni, kriteri, iyiliğin ve kötülüğün baskın olup-olmamasıdır. Buna göre içkinin ve kumarın günahı ve zararı, yararından daha ağır bastığına göre bu durum bir yasaklama, bir haram sayma gerekçesi oluşturur”.

 

İnsanların târih boyunca çeşitli şekillerini kullandıkları içki, tüm zamanlar boyunca günah sayılmış, din tarafından haram kılınmış ve hem din hem de devlet tarafından yasaklanmıştır. Fakat buna rağmen bu günah çok fazla işlenmektedir. Zîrâ içki, dertleri güyâ bir nebze unutmak (ki aslına üstünü örterek ertelemektir) için içtiği içki, kişinin şuurunu bir süreliğine blôke etmekle kişiyi görece mutlu ederek kendisinden ve dolayısı ile hakîkatten uzaklaştırır.

 

Alkôl, içki, “hamr” denen sarhoş ediciler İslâm’da yasaklanmıştır. Zîrâ Allah insanlara tüm varlıklardan farklı olarak akıl ve irâde vermiştir ve bu akıl ve irâdenin kullanılamayacak duruma gelmesine izin vermez. İçki, beyni uyuşturup işlevsiz bıraktığından dolayı, kişi, sarhoşken (“kafası hoş”ken) insanlıktan çıkar ve insanlık-dışı çirkin işler yapar. Bedenin de hiç-bir özelliğini doğal ve normâl olarak kullanamaz. Bu durum sarhoşluk süresince kişiyi iptâl eder.

 

“İçki kötülülerin anasıdır” der Peygamberimiz. Çünkü içki sarhoş ettiği ve aklı ve irâdeyi iptâl ettiği için ve de insan sarhoşken her tülü hatâyı, suçu, günahı işleyebilir ve bunun farkında bile olmaz. Sarhoş kişinin akıl ve irâdesi kapalı olduğundan dolayı yapamayacağı rezillik yoktur ve her türlü suçu, günahı ve çirkefliği işleyebilir. Bu durumdaki kişi, ne yaptığını bilmediğinden dolayı, şeytan, sarhoş olan kişiyi istediği gibi kullanır. İnsanlığın arasını içki ve sarhoşlukla çok rahat açabilir ve bozabilir. Zâten Kur’ân da bunu söyler ve ayrıca içkinin ve içkinin yol açtığı diğer haramların ve günahların, insanı Allah’tan uzaklaştıracağını söyler ki bundan daha büyük bir felâket yoktur:

 

“Ey îman edenler!, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden olan pisliklerdir. Öyleyse bun(lar)dan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz. Gerçekten şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi, Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?” (Mâide 90-91).

 

Allah, cehennemi hak edenlerin içeceği içkinin, “kaynar su karıştırılmış içecekler” olduğunu söylerken, bu içkiler için “ne serinletir ne de susuzluğu gidererek ferahlatır” der. Sanki Dünyâ’yı içki ile ve sarhoşlukla tüketenlere verilmiş bir cezâdır bu:

 

“Sonra kendileri için onun üzerinde kaynar su karıştırılmış bir içkileri de vardır” (Sâffât 67).

 

İçkinin cezâsı bizzat “içki içmek” ve içkinin kötü sonuçlarına katlanmak olarak daha Dünyâ’da başlar. İlk başta pahalı bir üründür ve ekonomiyi bozar. Sonra kişinin aklını iptal eder ve her türlü saçmalamayı yapar. Sonra ertesi gün baş ağrısı ve bir tatsızlıkla uyanır. Bir şeyin cezâsı Dünyâ’da “kendi türünden” olur.

 

İçki içmenin doğal bir şey olduğunu ve zâten doktorların da bir miktar içki içilmesinin faydalı bulduğunu söyleyenler, müslüman olmalarına rağmen Kur’ân’a değil de, belli ki dînin yasaklarına hiç aldırmayan doktorların önerilerini dinliyorlar. Böylece onları ilah edinmiş oluyorlar. Hattâ belki de bu nedenle olsa gerek, bâzıları, “içki sofrasında domuz eti yememeyi” dindarlık zannediyor. Hâlbuki içki içmek, domuz eti yemek gibi ve belki de daha kötü ve günah olan bir şeydir. 

 

Kişi İslâm dâiresinde olduğunu iddiâ etmesine rağmen alkôl kullanması ve alkôl satışını yapmakta her hangi bir sakınca görmemesi, İslâm’ın hükümlerini ciddiye alması yada kabûl etmesi dolayısıyladır. Aslında haram olan bir şeyin aracılığını yapmak da haramdır. Bu bağlamda; İçkiyi içmek, satmak, içkinin ulaştırılmasına aracılık etmek ve hattâ dükkanını içki satılan yere kirâya vermek dâhil, içkiyle bir şekilde alâkalı duruma gelmek doğru değildir ve yanlıştır. 

 

Çok küçük yaşlara kadar düşen alkôl kullanımı, gençlerimizi zehirliyor, ekonomileri bozuyor ve insanları alkolik yaparak akıl, zihin ve irâdeleri kısıtlayarak yada tümden engelleyerek insan ve yaşam kalitesini düşürüyor ve içenleri Dünyâ’da rezil ettiği gibi âhirette de azâba itiyor.

 

Verilere göre ülkemizde kişi-başı tüketilen “saf alkôl” oranı yıllık 1.5 litreye ulaşmış durumdadır ve her geçen gün artmaktadır. Müslüman bir ülkede, kendisini “müslüman” olarak tanımlayanların olduğu bir ülkede, üstelik köklü bir İslâmî geçmişi olan bir ülkede, insanlar nasıl olur da Kur’ân’da açıkça yasaklanmış ve haram kılınmış olan içkiyi bu kadar rahat ve çok tüketebilirler?. Hem bu kadar içki içilecek hem de müslüman olunduğu nasıl söylenebilecektir?. İçkiye harcanan paranın hesâbı nasıl verilecektir?.  

 

İçki borsasının tavan yaptığı ve diğer günahların ayyuka çıktığı “yılbaşı” günlerinde seküler sisteme göre içki içmek “farz-ı ayn”dır. İçilen içkinin miktârına bakınca “temiz bir Dünyâ” hayâli kuran mü’minlerin karamsarlığa düşmemesi mümkün değildir. Hele bir de müslümanların bunu çok eleştirmemesi, diyânetin ve devletin buna çeşitli dünyevî nedenlerden dolayını sesini çıkartmaması katlanılacak gibi değildir. Bir insan nasıl olur da aklının, idrâkinin çalışmasının engellenmesine râzı olabilir ve bunu kendi elleriyle yapabilir. Üstelik modern insan, aklına ve irâdesine güyâ çok değer veren ve hiç kimseye dokundurtmayan kişidir.Demek ki bir tek şeytan dokunabiliyor.

 

Bir insanın ve müslümanın, hem içki içip hem de kendisinin özgür, bağımsız, akıllı olduğunu söylemesi mümkün değildir. Zîrâ o; içkinin kölesi, müptelâsı olmuş ve onsuz yapamamaktadır. Hattâ içki, başta sigara olmak üzere her türlü uyuşturucuyu kullanmaya da kapıyı alabildiğine aralamaktadır. Bir de gençlerin içki içmekle kendilerinin bir şey olduğunu zannetmesi yok mu?.

 

Sünnet düğünü adı üstünde “sünnet” yâni Peygamber’le, dolayısı ile din ile ilgili olmasına rağmen, günümüzde yapılan sünnet düğünlerinde, Kur’ân’ın apaçık haram kıldığı içkiler kasalarla gelip kasalarla gidiyor. Su gibi alkôl tüketiliyor ve zihinler iğdiş oluyor.  

 

“Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için (bâzı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür. Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: ‘İhtiyaçtan artakalanı’. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

 

Bu âyette bahsedilen yarar, en çok da “sağlık alanında dezenfektan olarak ve ilaç yapımında kullanılmak” olarak düşünülüyor. Fakat bunlar için alkôlün kullanılması şart değildir ve alkôl yerine kullanılabilecek bitki özütlerinden yapılmış maddeler de vardır.

 

Dünyâ Sağlık Örgütü’nün, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 30 ülkede yaptığı araştırmaya göre:

 

Cinâyetlerin %85’i;

Irza tecâvüzlerin %50’si;

Şiddet olaylarının %50’si;

Trafik kazâlarının %60’ı;

Kadına şiddet olaylarının %70’inin sebebi alkôldür.

 

Peygamberimiz’in alkôl=içki hakkındaki sözleri şöyledir:

 

“Bir şeyin çok miktarda alınması insana sarhoşluk veriyorsa onun azı da haramdır” (Ebu Dâvud, Sünen, c.II, s.294; Tirmizi, Eşribe 3).

 

 Câbir anlatıyor: Mekke’nin fethedildiği sene Hz. Peygamber’i Mekke’de işittim, şöyle buyuruyordu: “Cenab-ı Allah içki, ölmüş hayvan, domuz ve putun alım-satımını yasakladı”. (Buhârî, Büyû 112, Meğâzî 50; Müslim, Müsâkât 71 (1581); Ebu Dâvud, Büyû 66 (3486); Tirmizî, Büyû 93, (7, 309-310); İbnu Mâce, Ticarât 11, (2167).

 

 Câbir anlatıyor: “Resûlullah buyurdular ki: “Kim Allah’a ve âhirete inanıyorsa, üzerinde içki bulunan sofraya oturmasın” (Tirmizi, Edeb 43, (2802); Nesai, Gusl 2, (1, 198).

 

Sevr İbnu Zeyd el-Dîlî anlatıyor: “Hz. Ömer, hamr=içki için uygulanması gereken haddin miktârı husûsunda (Ashabla) istişârede bulundu. Hz. Ali: “Seksen sopa vurulmasını uygun görüyorum” dedi. Çünkü kişi, içince sarhoş olur, sarhoş olunca hezeyâna düşer (saçmalar), hezeyâna düştü mü iftirâ atar. İftirânın cezâsı ise 80 sopadır. Böylece Hz. Ömer içki içenler için haddi 80 sopa takdir etti” (Muvatta, Eşribe 2, (2, 842).

 

Hz. Âişe anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) buyurdular ki: “Sarhoşluk veren her içki haramdır” (Buhârî, Eşribe 4, Vudü 71; Müslim, Eşribe 67-68, (2001); Muvatta, Eşribe 9, (2, 845); Ebu Dâvud, Eşribe 5, (3682, 3687); Tirmizî, Eşribe 2, 3, (1864,1867); Nesâî, Eşribe 23, 8, (298).

 

Huzeyfe anlatıyor: “Resûlullah buyurdular ki:? “Hamr (sarhoş edici içki), günahın her çeşidinin kaynağıdır”.

 

İslâm’da insanların tüm zamanlarda uygulayabileceği had cezâsı çeşidi 4’tür: Öldürme, hırsızlık, zinâ ve iftirâ. Âlimler bir de “içki içene de cezâ uygulanmalıdır” derler. İçki içene “iftirâ atma cezâsı” olan 80 değnek vurulur. Çünkü sarhoş adamın sarhoş kafayla iftirâ atması çok olasıdır. Fakat bu durum genelleştirilemez ve sarhoş olsa bile iftirâ attığı kesin olmalıdır.

 

Hristiyanlar, Paul’ün; “ağıza giren değil, ağızdan çıkan önemlidir” sözüne göre içki içmekten sakınmıyorlar. Oysa Hz. Îsâ içki, içmezdi. Bu, Matta 26’da şöyle dile getirilir:

 

“…Size şunu söyleyeyim, Babam’ın egemenliğinde sizinle birlikte yenisini içeceğim o güne dek, asmanın ürününden bir daha içmeyeceğim.

 

Hz. Îsâ içmiyor ama hristiyanlar içiyor. Peki niçin onu örnek almıyorlar da içki içmekten vazgeömiyorlar?. Çünkü oHz. Îsâ’yı ilahlaştırmışlar ve o’nu örnek alınamayacak hâle getirmişlerdir.  

 

Son zamanlarda, yapılan bir çirkefliğin ve şerefsizlin savunmasını “alkôllüydüm diye yapmaya başladılar. Çünkü devlet, alkô üretiyor yada vergi alarak desteklemiş oluyor. Böylece alkôl güyâ meşrâlaşıyor. Meşrûlaşınca da bir savunma aracı hâline geliyor. Alkôllüyken yapılan terbiyesizlikler ve şiddet, hoş ve normâl görülmeye başlıyor. Hâlbuki alkôllü olarak yapılan şeyin cezâsı ikiye katlanarak verilmelidir.

 

Aslında içki, şeytanın açık bir ayartmasıdır. Çünkü içki içen kimse aklını ve irâdesini kullanmayacağı için Allah’ın yoluna giremeyecek ve ondan mahrûm kalacaktır. Bu durum şeytanın tam da istediği şeydir. Alkôl, helâl olan bir nîmetin ifsâd olmuş hâlidir ki, helâl olan bir nîmetin kullanılmaması gereken yönüdür. Meselâ üzümü ele alırsak; Üzümün kendisi, suyu, hoşafı, yaşı-kurusu, pekmezi, sirkesi, üzümden yapılan kekler ve tatlılar, üzümden yapılan marmelatlar, ezmeler, üzümün özü ve posası, ağacı, dalı, yaprağı, çekirdeği vs. hepsi helâldir ve de sağlıklıdır. Bir tek, üzümden yapılan şarap haramdır. Üzümün o kadar çeşidini kullanmayıp da, Allah’ın açıkça zararlı olduğu için haram kıldığı ve yasakladığı sarhoş edici tarafını kullanmak, hem akılla bağdaşmaz hem îmanla.

 

İçki ile ilgili söylenmiş bâzı sözlerle yazımızı noktalayalım:

 

“Sarhoşluk, geçici intihardır” Bertrand Russell.

 

“İçki içeri girer-girmez, akıl da dışarı çıkar” G. Herbert.

 

“İçki, korkağı cesur; cesuru küstah eder” Refik Halit Karay.

 

“İçkiyi savunanlar olabilir, fakat içki onları asla savunmaz” Abraham Lincoln.

 

“Akıllı adamların tek içkisi sudur” Thoreau.

 

“İçki, bütün kötülüklerin anasıdır” Hz. Muhammed (s.a.v.).

 

Evet, içki içinde “kafa güzel” olmaz ve tam-aksine “çirkin” olur. Zîrâ “güzel kafa, aklın güzelce çalışması” demektir. Aklın çalışmaması güzel olmadığından, içki içerek kafanın “güzel” olması mümkün değildir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2018

 

Devamını Oku »

3 Şubat 2018 Cumartesi

Körelen Kılıç, Sivrilmeyen Kalem, Yozlaşan Adâlet

  

“Andolsun, Biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adâleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizânı indirdik. Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik; öyle ki Allah, kendisine ve elçilerine gayb ile (görmedikleri hâlde) kimlerin yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah, büyük kuvvet sâhibidir, üstün olandır” (Hadîd 25).

Haçlı Seferleri’yle yıpranıp, Moğol İşgâli’yle çatırdayan İslâm toplumu ve medeniyeti, Rönesans, Aydınlanma ve Sanâyileşme’yle birlikte etkinliği yitirdi. Bunda en büyük etken, içtihad kapısının kapanması, tasavvufun palazlanması ve Osmanlı’nın ilim alanındaki cılızlığıdır. Üstelik Osmanlı’nın “imparatorluk” hâline geldiği zamanlarda İslâm medeniyetinin gözbebeği olan Endülüs de yıkılmış ve o “ilim medeniyeti” mirâsını Osmanlı’ya aktaramamıştı. Osmanlı ilimden ziyâde kültürle yol almıştır. Başarılı devlet adamları, asker ve şâir yetiştirmiş fakat İslâm-merkezli ilim alanında zayıf kalmıştır. İslâm’dan gelen ve Selçuklular’la yükselen kültür, Osmanlılar’la zirve yapmıştır. Fakat bu durum aynı-zamanda bu kültürün harcandığı bir zaman da olmuştur. Zîrâ yeterli ilmî çalışma olmadığı için kültürün yükselmesi durmuştur. İslam-merkezli ilmî çalışmaların yokluğu, kültürü doğuramamış, üretememiş ve ilerletememiştir. “Kâlem kılıçtan üstündür” sözü yabana atılmış ve kalemler sivrilmeyince, kılıçlar da körelmiştir.  

“Turan Taktiği” işe yaramamaya başlayınca durum değişti. Alternatif deniz yolları bulununca iş değişti. Kalem ile kılıç birlikte hareket etmeyince dirâyet azaldı. Müslümanlar hâlâ suçu kılıçta bulurlarken, batı tarafındakiler nice kalemler tüketti.

Müslümanlar bu kötü gidişâtı fark etmiştir ve tedbir alma yoluna da girmiştir tabî ki. Fakat batı hızını almış, bu hızla “zirve”yi aşmış ve yokuş-aşağı inmeye başlamıştır. Üstelik yokuş aşağı inerken bir “yol” da oluşturmuştur ve arkadan gelenler artık bu hazır yolu -biraz da mecbûren- tâkip etmeye başlamıştır.

Müslümanlar artık savaşlarda yenilmeye başlayınca ve kalem erbapları da olmayınca, toplumu sürükleyecek bir etken kalmadı. Kalem erbâbı en son Çanakkale’de eriyince, (daha doğrusu bir plân dâhilinde eritilince) artık taklitçi bir zihniyet peydâh oldu ve hâlen de bu mukâllitizm devâm etmekte.

Müslümanlar batı’nın teknolojisini almakla ahlâkını da almış oldu ve artık düşmanın her-şeyleri alınmaya başladı ve bunda bir sakınca da görülmedi. Böylece düşman, “dost” olarak görülmeye başlandı. Düşmana yetişmek için onun “modern kalem”leri olan silahları alındı. Tabi aslında alınan şey ikinci el “silah artıkları”ydı. Batı, yeni ürettiğini vermiyor, yada verse bile günümüzde olduğu gibi silahın kontrôlünü kendi elinde tutuyor.

İlim-teknik yolu kim açılmışsa, geriden gelenler genelde o yolu tâkip ederler. O yolu tâkip edince de onların tarzı da tâkip edilmiş olur. Onların zihniyeti tâkip edilmiş olur. Olan da bu olmuştur. Onlar gibi olunmuştur. Oysa “düşmanı gibi olanların düşmanlarını yendiği ve onlardan üstün olduğu vâki değildir”. Düşmana karşı ancak iç-dinamiklerle hareket edildiğinde üstün olunabilir. Fakat taklitçi için kendi iç-dinamiklerini kullanmak çok zordur. Hazır olanın câzibesine, kolaylığına ve hazzına kapılmıştır çünkü.

Osmanlılar ve müslümanlar, batı’yı târih boyunca “gevur” ve “kâfir” olarak görmüştür. Bu nedenle onları “küçük” gördüğünden, araştırıp değerlendirmeyi düşünmemiştir 18-19. yüzyıla kadar. Oysa İslâm’da “düşmanı iyi tanımak” vardır. Yapılan şey yanlıştı ve bu yanlış fark edildi fakat, batı’yı araştırmaya başlayınca, kendi iç-dinamiği ile kendini düzelteceğine, hazır batı bilimini taklit etmek kolay geldi. İşin kötüsü, tâkipçiler ve taklitçiler tâkibi de taklidi de doğru-düzgün yapamamışlardır. Taklit ettiklerini bu nedenle kendilerine uygun olarak geliştirip üretememektedirler. Batı ilmi ve tekniği üzerinden kendi ilim ve tekniği geliştirememiş ve 20. yüzyıla kadar “yakın batı”yı tâkip ve taklit ederken; bu tâkip ve taklitçilik 20. yüzyıldan îtibâren daha batı’ya kayarak “uzak batı”ya yâni Amerika’ya ulaşmıştır. Bu durum hâlen de devâm etmektedir.  

Müslümanların sorunu teknik ürünlerden mahrum olmaları değildir. Zîrâ daha 1.700’lü yıllarda batı’daki her tekniğe onlar da sâhipti. Fakat tekniğin bilgisi yâni “kılıcın bilgisine” sâhip değildik. Kalemimiz yazmıyordu. Bunun için ödenmesi gereken bedeller ödenmemişti ve gayretler gösterilmemişti. Yenecek “kırk fırın ekmek” vardı ve bu kadar beklemeye tahammül yoktu ve konjonktür uygun değildi. Mesele ekonomik de değildi ve “lâle devri”, ekonomik olarak Osmanlı’nın zirve yaptığı zamanlardır. Osmanlı ve müslümanlar “ileriye dönük” düşüncesini yitirmiştir ve artık bekleyecek tahammülleri de olmadığı için dışarıdan ithâl edilmiştir bilgi ve dolayısı ile ahlâk ve davranış. Böylece dünyevîlik güçlenmiş ve ortalıkta mütevâzi insan kalmamış, “adanmış insan” kalmamıştır.

Zamanla batı’nın rüzgârına iyice kapılınmış ve onun okul tarzı, kitapları, dili ve en nihâyet kânunları, ideolojileri ve yaşam-tarzları baş-tâcı edilmiştir. Onlar gibi düşünüp, onlar gibi davranılmaya başlanmıştır. O ilmî tavır ise bir türlü alınmamıştır. “İlim Çin’de bile olsa gidiniz” sözü, “ilim evrenseldir, alın o ilmi ve müslümanlaştırın” demeye gelir. Bunu bir türlü başaramıyoruz ve böyle bir düşünce de çok zayıf. “Mağlûplar gâlipleri taklit ederler” sözü yerini bulmaktadır. Karşısında zayıfladığınız yapının zamanla her-şeylerini almaya başlarsınız. Askerî alanda başarı göstermiş ve onlara karşı iyi mücâdele etmiş olsanız yine de fark etmez. Meselâ Türkiye Cumhuriyeti “Kurtuluş Savaşı’nı kazandı ama kânunlarını, Almanya’dan, İtalya’dan, İsviçre’den, Fransa’dan vs. aldı. İdeolojilerini düşmanlarından aldı. Savaş meydanında yendiği düşmanlarından. Çünkü kendisi üretemiyordu ve yada eskisini yenileyip zamânına taşıyamıyordu.

Bunun nedeni öyle dendiği gibi matbaanın geç gelmiş olması falan değildir. Zâten bahsedildiğinden çok-çok daha önce gelmiştir matbaa. İslâm medeniyeti 1.000 yıl boyunca sürdürdüğü medeniyetini matbaa ile mi kurdu?. Hayır!. Kalem ve kılıçla kurdu. Hem müslümanlar matbaanın bastığı kitapları isteseler alabilirlerdi. Alınıyordu da zâten ama yeterli değildi. Batı’dan her-şeyi alıyorsunuz da matbaaların bastığı kitapları mı alamayacaksınız?. Matbaası olanlara parasını verince; “al şunu bas” dersin, o istediğiniz kadar basar getirir. Hattâ matbaanın kendisini bile alırdınız isteseydiniz. Meselâ o zamanlar bu işte gelişmiş olan Venedik’e el-yazısı ile yazılmış örnek bir kitap gönderirsiniz, binlerce basılıp geri gelir. Mesele o değil. Mesele, aynen şimdi olduğu gibi, “böyle bir talebin olmaması” idi. Mesele, matbaanın yokluğu değil, matbaanın bastığı kitapları okuyacak ve ilim elde edip kendi iç-dinamiğine göre o ilmi üretip yükseltecek adamların olmayışı idi. İlim böyle gelişir ve yayılır. Kitaba-ilme yönelecek adam saygısının azlığı idi sorun. Hem yıllarca uzak kalındığından, hem de hazırı vâr olduğundan böyle bir kadro oluşmadı. Oluşanlar da -dediğimiz gibi- en son Çanakkale’de toprağa düştü.

Sorunu matbaanın geç gelişinde görenlere sormak lâzım; şimdi her taraf kitap kaynıyor da ne oluyor?. Küçücük bir hafıza kartına, insanın ömrü boyunca okuyamayacağı sayıda kitap sığıyor. Elimizi attığımız her yerde kitap var. Peki ne değişiyor?. Matbaanın ürünlerinden çok, o ürünleri değerlendirecek kadro eksikliğidir sorun. Bu konuda İlber Ortaylı şöyle der:

“Matbaanın gelmesi için bir sebep yok, gelmemesi için de bir sebep yok. Camı alıyorsun Venedik’ten, Acemistan’dan kendi malını beğenmeyip halı getiriyorsun, kitabı da getirirsin ihtiyaç duyarsan. Venedikliler basar, getirir. Viyana’da var Mekitarist matbaası, Venedik’te var. Bunlar Anadolu Türkçesi, Arapça, Farsça bilen Ermeniler. Döküm hurûfat var orada. Arapça hurûfat bu memlekette ortaya çıkmış değil ki!. O zaman da var. Onu da abartıyorlar. 18. asırda onun evveliyatı var teknik olarak oralarda. Niye gelmiyor?. Okumuyoruz çünkü. Ben söyleyeyim, en çok okunan kitap Menâkıbnâme-i Mahmud Paşa-yı Veli meselâ. Elden-ele kopya edile-edile pek-çok nüshası var. Bunu okuyorlar meselâ. Demek ki millet Nâima Târihi’ni bile çok bilmiyor. Ortada 20 nüsha dolaşsa okuyup dinleyen 200 kişi oluyor, o da yetti!. Fazlasını da zâten aradığı yok. Burada matbaa olmaz. Matbaa gelmiş ve hakîkaten çok fazla bir şey yapamamış, durgunlaşmış ve öylece asrı tamamlamıştır. Ne zaman ki sistematik eğitim müesseseleri, yeni bürokrasi kuruluyor, o zaman iş değişiyor. O zaman Karamanlı Rum bile İncil istiyor artık. Çünkü Yunan harfleriyle Türkçesi basılıyor.

“Yobazlar istemedi de matbaa gelmedi” deniyor. Evet, belki bâzı yobazların bâzı lafları vardır ama mekanizmayı bu fazla îzah etmez. “Efendim hattatlar karşı geldi”. Hayır, hattatlar karşı geldiği için de durmaz. Çünkü iki bin kişi kitap okuyacak olsa İstanbul’da, iki bin tâne nüsha istenecekse bir eserden hattatlar o işe kolay-kolay yetişemezler zâten. Patlar arz-talep mekanizması. Meselâ Mushaf-i Şeriflerin matbû olması 19. asırda bile yasaktı. İrâdelerde görülüyor toplatılması. Dinlediler mi?. Her ev Kur’ân istedi de ondan. Vazgeçildi yasaktan”.

Kılıç köreldikçe kalem yazmamaya başladı ve kalem yazmadıkça da kılıçlar daha köreldi. Ne kalem yazıyor ne de kılıçlar kesiyor. Burada artık yapılacak şey, kendi iç-dinamiğine bağlı üstün gayretlerdir. Bu bağlamda bâzı kıpırdanışlar olduysa da güçlü kıpırdanışlar ve silkinişler değildi bunlar. Başlatılabilirdi ama başlatılamadı. Yenilgi, yenilmemeyi öğretemedi. İslâm ve Kur’ân-sünnet ilk günkü canlılığıyla dimdik ayaktaydı ama müslümanların dizinde derman kalmamıştı. Zîrâ gönlündeki derman tükenmişti. Nefsi ise coşmaya başlamıştı. Bu biraz da kader miydi, termodinamik yasa mıydı (entropi) bilinmez. Yada; “Eğer bir yara aldıysanız, o kavme de benzeri bir yara değmiştir. İşte o günleri biz onları insanlar arasında devrettirip dururuz. Bu, Allah’ın îman edenleri belirtip-ayırması ve sizden şâhidler (veyâ şehidler) edinmesi içindir. Allah, zulmedenleri sevmez” (Âl-i İmran 140) âyetinin vermek istediği mesajın gereği olan imtihan mıydı?. Artık orası tartışılmalıdır. Bu tartışma kalemin yeniden sivriltilmesi ve kılıcın yeniden bilenmesine kadar süreceğe benzer.

Sadece kılıç nasıl ki işe yaramıyor ve hemen körelmeye başlıyorsa, kalem de kılıçsız tükenir gider. Yazmaz. Nede olsa kalemi sivriltmek için de kesici bir şey lâzımdır; kılıç lâzımdır. Kalemi en iyi kılıç sivriltir ve kılıcı da en iyi kalem bileyler. Toplumları dik ve diri tutan şey, kalem ve kılıç birlikteliğidir. Kalemler yazarken kılıçlar şakırdayacak ve medeniyet güneşi sürekli aydınlatacaktır Dünyâ’yı. Bakın Zu’l-Karneyn’e; ilim ile tekniği, yâni kitap ve demiri nasıl birleştiriyor ve toplumu Ye’cüc ve Me’cüc’ün saldırısından kurtarıyor:

“Dediler ki: Ey Zu’l-Karneyn!, gerçekten Ye’cüc ve Me’cüc, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyorlar, bizimle onlar arasında bir sed inşâ etmen için sana vergi verelim mi?. Dedi ki: Rabbimin beni kendisinde sağlam bir iktidarla yerleşik kıldığı (güç, nâmet ve imkân), daha hayırlıdır. Mâdem öyle, bana (insânî) güçle yardım edin de, sizinle onlar arasında sapasağlam bir engel kılayım. Bana demir kütleleri getirin, iki dağın arası eşit düzeye gelince, ‘körükleyin’ dedi. Onu ateş hâline getirinceye kadar (bu işi yaptı, sonra:) dedi ki: ‘Bana getirin, üzerine eritilmiş bakır dökeyim’. Böylelikle, ne onu aşabildiler, ne onu delmeye güç yetirebildiler” (Kehf 94-97).

Fakat İslâm kalem ve kılıçtan başka bir şeyin daha altını çizer: Adâlet:

“Andolsun, Biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adâleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizânı indirdik. Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik; öyle ki Allah, kendisine ve elçilerine gayb ile (görmedikleri hâlde) kimlerin yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah, büyük kuvvet sâhibidir, üstün olandır” (Hadîd 25).

Kılıç, kitap yâni kalem ve adâletten sonra gelir. Adâlet olmadığında bâtıl batı’nın geldiği yere gelinir. Adâletsiz ve zâlim bir uygarlık çıkar ortaya. Kalem sivridir ve kılıç keskindir fakat kalem ve kılıç adâleti ortaya koyamazsa, -adâlet sağlanamayınca hayat bir boşluk kabûl etmeyeceği için- zulüm çıkar ortaya. Kalem ve kılıç birlikteliği adâlet-merkezli olmayınca zulüm üretir yâni. Açlık-susuzluk üretir, ahlâksızlık üretir, acı, feryat ve ölüm üretir. Bakın batı’ya, Dünyâ’yı nasıl da ifsâd etmiş ve zulmü ayyuka çıkarmış. Kalem ve kılıç var ama adâlet yok, ahlâk yok. Bu yüzden Dünyâ’nın her yerinden iniltiler geliyor. Kimi ölürken kimisi ölmekten beter oluyor. Kimisi bir kere ölürken kimisi her-gün ölüyor. Birileri zâhiren ölürken birileri de bâtınî olarak içten çürüyüp ölüyor. Neden?, çünkü ahlâk ve adâlet yok. Adâlet neden yok?. Çünkü adâletin neş’et ettiği din yok, İslâm yok. O hâlde İslâm demek, kitap (kalem), mîzan (adâlet) ve demir (kılıç) demektir.

Batı’nın ilmî mâcerâsı Haçlı Seferleri’yle başlıyor ama aslında “Amerika hırsızlığı”ndan sonra Afrika ve doğu sömürüsüyle zenginleşince ortaya çıkıyor. Zehirli bir ilimdir bu ve hâliyle tüm Dünyâ’yı zehirlemektedir. Bu nedenle temeli zulüm olan batı ilmi, sonuçta da zulüm üretiyor ve iki taşlı üst-üste koy(a)madığı gibi, taş üstünde taş bırakmamaktadır. Hırsızlıkla zenginleşen burjuvazi kapitâlizme dönüşüyor ve suyun başını tutmuş olanlar bu ilmi ve tekniği insanlığın yarârına değil de sömürüye ve çıkarlarına yönelik kullanıyor ve destekleyip ilerletiyor. Liberâl-kapitâlist ekonomi modeli ve lâik-seküler-profan ideolojiler bu ilmin ve anlayışın sonucudur. İlk başta ortaya çıkan düşünceler, İngilizlerin öncülüğünde sanâyi devrimiyle berâber maddîleştirilip dönüştürülüyor. İşte mevcut dünyâ hâlen bu doğrultuda sürüklenmeye devâm etmektedir.

Velhâsıl kelam; İslâm kültürü, medeniyeti ve târihi, dışarıdan (kılıç) çok içeriden (kalem) yıkılmıştır ve yine dirilmesi (adâlet) de “içeriden” olacaktır inşallah!.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Nîsan 2017


Devamını Oku »