“Îman
edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı
(onlarındır)” (Ra’d 29).
İslâm dîni, hem iç-âlemi, hem de
dış-âlemi inşâ ve îmar etmek için vâr olan bir dindir. “Hayâtı inşâ etmek”tir
onun amacı. İşte bu nedenle “Peygamber örnekliği” (usvetun hasenetun) üzerinden
hem kişinin iç-âleminin hem de dış-âleminin nasıl inşâ edileceğinin örnekliği
gösterilmiştir. Aksi-hâlde vahiy farklı bir biçimde de gönderilebilir ve insanlar
tarafından bulunur, sonra da “zihinlerin bir egzersizi” olarak okunurdu ve onun
okuyan kişiler de sâdece kendi iç-âlemlerini onunla inşâ etme yoluna giderlerdi.
Fakat vahiy bir “insan örnekliği” (Peygamber) üzerinden gönderilmiş ve 23
yıllık bir süreçte hayâtın tam ortasında yaşana-yaşana, özümsene-özümsene
ortaya konmuştur. Zîrâ Kur’ân bir “hayat kitabı”dır ve hayâtı inşâ etmek ister.
Bu inşâ, “tüm Dünyâ’nın İslâm-merkezli inşâsı” şeklinde bir hedefi de içinde
taşır. O hâlde Kur’ân, sâdece zihinleri geliştirmesi ve hayâta hiç karışmaması
için gönderilmiş bir kitap değil, zihinleri ve kâlpleri inşâ ettikten ve ahlâklı
bir nesil-toplum ortaya çıkardıktan sonra, onu hayâta da taşımak ve hayatta
hâkim kılmak için de indirilmiş bir kitaptır.
İslâm hiç kuşkusuz, kişinin zihnini ve
kâlbini vahiy-merkezli inşâ eder. Böylece ahlâk-timsâli bir şahsiyet çıkar
ortaya. İşte bu şahsiyet diğer şahsiyetli kişilerle bir-araya geldiğinde bir cemaat-toplum
oluşur. Bu toplum, İslâm’ın-Kur’ân’ın canlı şâhitleri ve temsilcileridirler.
Aynı-zamanda da canlı tefsirleridirler. Böyle bir toplumûn salt zihnî ilgilerle
dolu olması ve bilince dönmüş vahyi bilgiyi hayâtın tam ortasında yaşamaması
düşünülemez. Zâten Kur’ânî bilinç mutlakâ amele-eyleme zorlar. O hâlde vahiyle
inşâ olanların mutlakâ onu kendi yaşamlarında gösterdikten sonra, hayatta da
hâkim kılmak hedefleri olmalıdır. Tüm peygamberlerin ana-hedefi budur ve zâten
Kur’ân da böyle bir hedef belirler ve insanları bu hedefe yönlendirir:
“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih
amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl “güç
ve iktidâr sâhibi” kıldıysa, onları da yeryüzünde “güç ve iktidâr sâhibi”
kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp
sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar,
yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan
sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).
“Andolsun,
biz Zikir’den sonra Zebur’da da: Şüphesiz Arz’a sâlih kullarım vâris olacaktır
diye yazdık” (Enbiyâ
105).
“Biz
ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak
ve mîrasçılar kılmak istiyoruz” (Kasas 5).
“Şüphesiz,
Allah’ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için biz sana Kitabı
hak olarak indirdik. (Sakın) hâinlerin savunucusu olma!” (Nîsâ 105).
“İslâm Devleti’ni yüreklerde kurun”
söylemini çok yersiz ve boş buluyoruz. Çünkü dediğimiz gibi; İslâm sâdece
yüreklere hapsedilebilecek bir din değildir ve sâdece yüreklerde kurulacak olan
bir devletin; zulme uğrayan, aç, sefil, mağdur, mazlum insanlara hiç-bir
faydası olmaz. Yüreklerdedir çünkü. Yüreklerde kurulmuş (yada hapsedilmiş) olan
devlet, bir mazlumun alnına doğru gelen bir kurşunu bile engelleyemez ve hattâ
sektiremez. Hiç-bir yaraya merhem olmaz yâni. Böyle olunca da tâğutların
ekmeğine yağ sürer. Bu nedenle devleti sâdece zihinlerde ve gönüllerde kurmak
yetmez. Fakat deniyorsa ki, “ilk-önce zihinlerde-yüreklerde kurun”.. eyvallah,
o zaman başka. İslâm Devleti ilk-önce zihinlerde-yüreklerde kurulmalı ve
bir-süre sonra bilinç ile beslenmiş bir toplum tarafından kurulacak olan İslâm
Devleti yeryüzünde hâkim duruma gelmelidir. Bilinç, samîmiyet ve gayret
netîcesinde Allah’ın yardımı mutlakâ yetişecektir.
Tabi vahyi hayâta hâkim kılma süreci
güle-oynaya, gürültüsüz-patırtısız olmayacaktır. Zâten târihte, “hakkın ortaya
konma süreci”nin sessiz-sedâsız ortaya konulduğunun bir örneği de yoktur. Bir
eleştiri-îtirâz ve hattâ isyân süreci olabilecektir. Çünkü hayattaki küfrün,
şirkin ve câhiliyenin temsilcilerine ve bunların sistemlerine ağır bir “lâ”
denmesi gerekecektir. En azında şu sûre okunacaktır yüzlerine:
“De
ki: ‘Ey kâfirler!, Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma siz tapacak
değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma
tapacak değilsiniz. Sizin dîniniz size, benim dînim bana” (Kâfirûn 1-6)
Zaten Peygamberimiz de inen vahiyleri ilk
müslümanlara okurken ve müşriklerin sistemlerine henüz dokunmazken, yada aktif
bir şekilde îtirâz etmezken, müşrikler Peygamberimizi dinliyorlar ve biraz tedirgin
olsalar da, henüz bir “hareket” vukû bulmadığı için karşı çıkmıyorlardı. Fakat
ne zaman ki kâfirlerin ilahlarına, putlarına, sistemlerine yâni dinlerine somut
ve aktif bir şekilde karşı çıkılmaya başlandı, işte o zaman tüm zamanlarda
kâfirlerin yaptıklarını yapmaya başladılar. Mü’minleri ilk önce önemsemezden
geldiler, sonra alaya aldılar ve en sonunda da boykot ettiler ve nihâyet
tarafların ayrılmasıyla da savaştılar. Bu süreç tâ Hz. Âdem’den bêri bu şekilde
olmuştur ki, bunu Kur’ân kıssalarında çok net bir şekilde görebiliyoruz. O hâlde
aynı şey, modern zamanlarda da olacaktır. İşte peygamberler ve mü’minler tüm zamanlarda
bunun mücâdelesini vermişler ve bu mücâdeleyi göze almışlardır.
Günümüzde de tüm mesele; “peygamberler ve
onlara inanan ve onların mücâdelesine destek olanların yaptıklarını modern zamanlarda
da yapmayı göze alabilecek miyiz, yoksa alamayacak mıyız” meselesidir. Sahih îman,
âhiret bilinci-inancı, vahye îman ve Allah’a güven, bahsettiğimiz bu mücâdeleye
mutlakâ zorlar. Bu mücâdeleyi göze almayı içten-içe arzulatır. Aksi-hâlde Allah
ve âhiret inancı, “kuru bir îman” konusu olacak ve Kur’ân da, anlamanın ve
hattâ “aşırı anlama ve araştırma”nın, onu atomlarına ayırarak didiklemenin ve
parçalamanın konusu olacaktır. Fakat onu salt zihin-merkezli olarak ne kadar
incelersek, o oranda amelden kopulacaktır. Zîrâ bir şeyi aşırı incelemek, onu “parçalamak”
anlamına da geleceği için, bütünselliğini ve de dolayısı ile rûhunu bozacak ve
bütünsellikten ve ruhtan koparılmış olan vahiy de, net mesajını ortaya
koyamayacaktır. Sonuçta metinde değil ama kavramda tahrif olacağından, Kur’ân
okunduğunda, söylediği değil de, modernizme uygun olan yeni anlamı tasavvur
edilip kabûl edilecektir. Böylece Kur’ân’ın amele-eyleme dökülmesi mümkün
olmayacak ve Kur’ân iç-âlemi inşâ ettikten sonra hayâtı da inşâ edemeyecek ve
hayâta hâkim olamayacaktır. Netîcede de Allah’ın rabliği göklerle sınırlandırılacak
ve yeryüzüne karıştırılmayacaktır. Gökleri âlemlerin Rabbi olan Allah
kusursuzca düzenleyip idâre ederken, yeryüzünü ise “sahte tanrılar” (insan) düzenlemeye
çalışacak ama bunu bir türlü başaramayacak ve sürekli bir zulüm ve fitne durumu
yâni kaos ortamı olacaktır. Zîrâ insanın bu düzenlemeyi ve idâreyi Allah’tan
bağımsız bir zihin-akıl ile yapması ve gerçekleştirmesi imkânsızdır.
Modern zamanlarda müslümanlar, hayâtı
Kur’ân ile inşâ etmenin bedellerini göze alamadıklarından, onu zihinlere
hapsetmiş ve sâdece zihinsel çalışmanın konusu yapmışlardır. Böylece artık Kur’ân
sâdece zihni çalışmaların konusu olarak, aşırı inceleme ve araştırmaya tâbi
tutulmuş ve zamanla bu çalışma-şekli artarak devâm etmiştir-etmektedir. Bu
çalışma-şeklinde bir-çok yeni anlamlar bulunmuştur ve bir-takım faydalı
çalışmalar da yapılarak faydalı örnekler ortaya konmuştur. Fakat çok tehlikeli
bir durum da ortaya çıkmıştır ki, bu çalışmalar, ameli-eylemi blôke etmektedir.
Çünkü bu çalışmalar çok yoğun olduğundan, müslümanlar amele-eyleme hem bir
türlü vakit bulamıyor ve zaman ayıramıyor, hem de Kur’ân’ın hayâta hâkim olduğu
gerçeği ıskalanarak İslâm’ın hayâtı inşâ edip ona hâkim olma hedefini blôke
oluyor. Böylece Kur’ân sâdece zihinlere kilitleniyor ve oradan bir türlü
çıkamıyor. Hiç-bir zaman da çıkamayacaktır. Çünkü Allah’ın ilminin bir sonu yoktur
ve Allah’ın bu ilimle yarattığı varlığın ve gönderdiği vahyin de ilmî yönden
bir sonu olmayacaktır.
“Kur’ân’cı” olarak nitelenebilecek olan bir
kesim, “sâdece Kur’ân” sözünü motto yapıyor ve çalışmalarını bu doğrultuda
sürdürüyorlar. Fakat bu doğrultuda çalışınca yâni “sâdece Kur’ân” dedikleri
için “usvetun hasenetun” yâni Peygamber’in “güzel örnekliği”ni dolayısıyla amel
ve eylemi hesâba katmadıkları yada katmak istemedikleri için, Kur’ân’ı mecbûren
aşırı yorumla zorluyorlar ve basit bir şeyi anlamak için bile Kur’ân’ı
didik-didik ediyorlar ve de Kur’ân’ın söylemediği şeyleri bile
söyleyebiliyorlar. Hattâ âyetlere bin takla attırarak yeni bir Kur’ân ortaya çıkarıyorlar.
Ortaya çıkan bu Kur’ân’da tabî ki de amele-eyleme dönük bir şey olmuyor ve
sâdece zihinlere hitâp eden ve zihinleri işgâl eden bir Kur’ân oluyor. Bu
kişilere göre Kur’ân sâdece okunmak ve ona inanmak için gönderilmiştir. Bunu
kanıtlamak için Kur’ân’ın altını-üstüne getiriyorlar, sonsuz etimolojik değerlendirmeler
yapıyorlar ve onu didik-didik ederek düşüncelerine uydurmaya çalışıyorlar.
Kitab’a uymadıkları için kitabına uydurmaya çalışıyorlar. Kur’ân’a uyulmayınca,
Kur’ân mevcut hayâta tarzına uydurulmaya çalışılıyor. Hz Ömer, bu düşünceyi
mahkûm ederken: “yaşadığınız gibi inanmazsanız, inandığınız gibi yaşamaya
başlarsınız” demişti. Bu bağlamda Ali Eren: “El atmadık tarafı bırakılmayan ve
değişik şekiller verilen bir din, ilâhi olmaktan çıkar ve beşerî bir sistem
olur” der.
Kur’ân’ı sâdece zihnin bir konusu olarak
görenler ve Kur’ân’ı zihne hapseden müslümanlar, Kur’ân’ın sosyâl ve siyâsal
bir boyutu yokmuş gibi davranıyorlar ve bir türlü amel-eyleme geçmiyorlar. Kur’ân’ın
sosyâl ve siyâsal boyutuna iknâ olmadıkları için,
modern-lâik-seküler-demokratik-liberâl-kapitâlist sistemlerin sosyâl ve siyâsal
boyutuna îman etmektedirler. Üstelik böyle yapmakla da “iyi yapıyorum”
zannediyorlar. Oysa Kur’ân’ göre amele-eyleme dönmediğinde “iyilik” olmaz.
Kur’ân’da iyiliğin târifi şu şekilde yapılır:
“Yüzlerinizi
doğu’ya ve batı’ya çevirmeniz “iyilik” değildir. Ama iyilik; Allah’a, âhiret
gününe, meleklere, Kitab’a ve peygamberlere îman eden; mala olan sevgisine
rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene
ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve
ahidleştiklerinde ahidlerine vefâ gösterenler ile; zorda, hastalıkta ve savaşın
kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar,
doğru olanlardır ve müttakî (takvâ sâhibi) olanlar da bunlardır” (Bakara 177).
Eğer Dünyâ’da İslâm hâkim değilse, Dünyâ,
çeşitli senaryoların oynandığı bir tiyatro salonundan başka bir yer değildir.
Böyle bir Dünyâ’da her zaman bir zulüm vardır ve sürekli artmaktadır bu zulüm. Çünkü
yeryüzünü, gökleri Düzenleyen ve İdâre Eden Allah düzenlemiyor. Bu nedenle de
sürekli olarak bir düzensizlik ve kargaşa-hâli hâkim oluyor Dünyâ’ya. O hâlde
yapılması gereken şey, vahyin bilgi, bilinç ve ahlâkıyla donandıktan sonra
mutlakâ Kur’ân’ı hayatta hâkim kılmak için zihinlere hapsedilmekten kurtarmak
ve hayatta görünür yaparak, hayâta hâkim kılmak gerekiyor. Vahyin hükmü budur.
Fakat vahyin bu hükümler “hayâta dönük” olduğu için mutlakâ amel-eylem ile alâkalıdır
ve bu nedenle de bir bedeli vardır. Allah, âhiret bilinci ve inancı olanlar bu
bedeli göze alabilmelidir. Allah’ın hükmü budur. Câhiliyenin hükmü ise tam-aksidir.
Allah bu nedenle câhiliyenin hükmünü hoş görenleri ve bu hükümlerle muhâkeme
olmayı isteyenleri uyarır:
“Câhiliyenin
hükmünü mü istiyorlar. Yakînen bilen bir kavim için Allah’tan daha iyi hüküm
veren kim vardır?”
(Mâide 50)
“Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten
inandıklarını öne sürenleri görmedin mi?. Bunlar, tâğutun önünde muhâkeme
olmayı istemektedirler; oysa onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan onları
uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister” (Nîsâ 60).
Kur’ân’ı zihinlere hapsolmaktan kurtarıp
hayâta aktarmanın bir bedeli vardır ve bu bedel “mallarla ve canlarla bedel”
olarak bâzen ağır da olabilir. Fakat dünyâ-hayâtının geçici bir imtihan alanı
olduğunu bilip idrâk eden ve âhiret hayâtını dünyâ-hayâtına tercih edenler için
bu bedel, “göze alınabilir bir bedel”dir. Fakat vahyi pratikte uygulamak istemeyenler,
bu bedeli göze almak yerine ve tam-aksine bu bedeli göze almamak için, âyetlere
aşırı ve olmadık anlamlar yükleyerek mânâsını değiştirebiliyorlar. Zîrâ bu
bedeli göze almak onlar için kolay ve hoş değildir. Fakat Kur’ân neyin hayırlı
neyin de hayırsız olduğunu sâdece Allah’ın bilebileceğini söyler:
“…Olur
ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey
de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara 216)
“Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne
olduğunu sana öğreten nedir?. Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir;
yada açlık gününde doyurmaktır, yakın olan bir yetimi, veyâ sürünen bir
yoksulu. Sonra îman edenlerden, sabrı bir-birlerine tavsiye edenlerden,
merhâmeti bir-birlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın
adamlarıdır (Ashab-ı Meymene)”
(Beled 11-18).
Kur’ân sürekli olarak amele-eyleme yâni
hayâta yönlendirmesine rağmen, Kur’ân’ı zihinlere hapsedenler de sürekli olarak
onu amel-eylemden yâni hayattan uzak tutan yorumlar yapıyorlar ve Kur’ân’ın
apaçık hükümlerine rağmen aksi-yönde hükümler ortaya koyuyorlar ve doğrusunun
da bu olduğunu söyleyip duruyorlar. Peki bunu neye göre yapıyorlar?. Tabî ki
Kur’ân’ı hapsettikleri “zihinlerine” göre:
“Size
ne oluyor?. Nasıl hüküm veriyorsunuz?. Yoksa (elinizde) ders okumakta olduğunuz
bir kitap mı var?. İçinde, neyi seçip-beğenirseniz, mutlakâ sizin olacak diye.
Yoksa sizin için üzerimizde kıyâmete kadar sürüp gidecek bir yemin mi var ki ‘siz
ne hüküm verirseniz o, mutlakâ sizin kalacak’ diye” (Kalem 36-39).
Kur’ân’ı okuyorlar ve “Allah’tan başka
hüküm koyucu yoktur” ve “tek kaynak Kur’ân’dır” diyorlar. Elbette Allah’tan başka
hüküm koyucu yoktur ve Kur’ân bilgi ve bilincin tek kaynağıdır. Fakat Kur’ân
bilgi ve bilincin tek kaynağı iken, Peygamber örnekliği yâni vahyi hayâta hâkim
kılma düşüncesi (sünnet) de amel ve eylemin kaynağıdır. Bu kaynak meşrûiyetini
Kur’ân’dan alır. Zîrâ Kur’ân, “vahyi hayâta hâkim kılma kılavuzu”dur. Böylece îman
ettikten sonra îmânın delîli olan amel-eylem ortaya çıkar. Yoksa kuru-kuruya
îman iddiâsı yeterli değildir:
“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan
bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).
Kur’ân’ı zihinlere hapsedenler ve amele-eyleme
dönük olmadığını söyleyenler var. Bunlar bu sonuca, Kur’ân’ı, canını çıkarırcasına
yorumlayarak, onu didik-didik ederek ve atomlarına ayırıp parçalayarak ve de
bütünlüğünü bozup rûhunu uzaklaştırarak varıyorlar. Üstelik bu yaptıklarını çok
matah bir şey zannediyorlar ve sanki Kur’ân’ın en ileri okuması ve idrâkinin de
bu olduğunu sanarak büyük bir aldanışa sürükleniyorlar. Kur’ân bu konuda açık
bir uyarı yapar ve onların teşhisini koyar:
“İnsanlardan
öyleleri vardır ki, bilgisizce Allah’ın yolundan saptırmak ve onu bir eğlence
konusu edinmek için sözün ‘boş ve amaçsız olanını’ satın alırlar. İşte onlar
için aşağılatıcı bir azap vardır. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, sanki
işitmiyormuş ve kulaklarında bir ağırlık varmış gibi, büyüklük taslayarak
sırtını çevirir. Artık sen ona acı bir azap ile müjde ver” (Lokman 6-7).
İki çeşit akletme merkezi vardır.
Zihin/beyin ve kâlp. Beyin göreceli ve hatâlı şeyleri de bilen merkezdir. Kâlp
ise “gerçek bilgi”yi bilir. Kâlpte kolay-kolay yanılmalar olmaz. Zihnin, kâlbi
hesâba katmadan salt beyin-zihin ile çalıştığından, hatâ yapması çok olasıdır.
Hattâ beyin, doğruya yakın olan bilgiye bile yüzlerce hatâdan sonra varır.
Fakat kâlbiyle bakan kişi o şeydeki doğruyu daha bakar-bakmaz görür ve idrâk
eder. Hele bu bakış kâlp akıl/zihin-beyin ve göz ile yâni “akleden kâlp” ile yapıldığında,
kesin bir sonuç açığa çıkar. Yeter ki kâlp hastalığa yakalanmamış olsun. Temiz
bir kâlp ile bakan, bir-nevî Allah ile bakar:
“Ve
Biz, ona şah-damarından daha yakınız” (Kâf 16).
Şah-damarı kâlbe açılır. Kâlb de mutlakâ
hayâta açılır ve hayatta amel-eylem olarak kendini gösterir. Hayâtiyetin
varlığı böylece belli olmuş olur.
Kur’ân hiç-bir yerde derinlemesine
araştırma yapmayanları eleştirmez. Tam-aksine, derinlemesine araştırma yapanı
eleştirdiği/kınadığı görülür:
“Çünkü
o bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl ölçüp biçti. Sonra (yine)
kahrolası nasıl ölçüp biçti. Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü
ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: “Bu,
yalnızca “aktarılarak öğrenilen” bir büyüdür” dedi. “Bu, bir beşer sözünden
başkası değildir dedi”
(Müddesir 18-25).
Görüldüğü gibi Arapların dil-dâhisi Velid
bin Muğire, yaptığı dil-analizinden sonra Kur’ân’ı aklı almıyor ve onun inkâr
ediyor. Çünkü Kur’ân ilk önce zihinlere değil, kâlplere hitâp eder. Kâlben bir
türlü tatmin olmayanlar, Kur’ân’ın sonsuz yorumlarına ve etimolojik değerlendirmelerinde
boğulurlar. “Kâlpleri” olmayanların IQ’leri 200-250 olsa ne yazar ki?. Bir şeyi
anlamak/kavramak/fıkh-etmek zihin ile değil, kâlp ile olur ki bahsettiğimiz
kâlp, “akleden kâlp”tir:
“İçlerinden
seni dinleyenler vardır; fakat biz onu fıkh-etmelerine engel olmak için
kâlplerinin üstüne kılıflar, kulaklarının içine de ağırlık koyduk. (Onlar) her
mûcizeyi görseler de yine ona inanmazlar. Hattâ sana geldiklerinde seninle
tartışırlar; o kâfirler: ‘Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir’
derler” (En-âm 25).
“Öyle
olmasa, Kur’ân’ı bir düşünmezler mi?. Yoksa kâlpler üzerinde üst-üste kilitleri
mi var?” (Muhammed 24).
Dünyâ’da müslümanların mevcut kötü
durumlarının nedeni, Kur’ân’ı hayattan çekip zihinlere hapsetmektir. Târih
boyunca Kur’ân ne zaman ki bilgi ve bilinç sürecinden sonra hayâta aktarılmış
ve hâkim kılınmışsa yeryüzü cennetin bir şûbesi (kendisi değil) olmuş ve zulüm
ortadan kalkarak, adâlet-eşitlik ve hak-hakîkat Dünyâ’yı kuşatmıştır. Fakat her
ne zaman da vahiy sâdece zihinlere hapsedilmiş, işte o zaman da tahrifat ve
tahribâta uğramış ve Dünyâ zulme gark olmuştur. Post-modern dönemler bu işin
ayyuka çıktığı zamanlardır. Bu, sünnetullah gereği böyledir. Benzer
davranışlar, benzer sonuçlar ortaya çıkarır çünkü. Einstein: “Aynı şeyleri
yapıp farklı sonuçlar almayı bekleyenler ahmaktır” der.
Kur’ân’ı zihinlere hapsedenlerin her
söylediklerinin yanlış olduğunu söylemek istemiyoruz. Söyledikleri aslında
yanlış da değil fakat eksik. Sorun bu. Eksiklikten kaynaklanan bir yanlışlık
var. Lâkin eksik olan ile yanlış olan arasında pek bir fark yoktur. Zîrâ
eksiklik, yanlışa düşmekten kurtulamaz. Kur’ân’ı zihinlere hapsedenlerin savundukları
şey dînin yarısıdır. Diğer yarısı ise, Kur’ân’ı hayâta hâkim kılma düşüncesini
kişini idrâk etmesi ve bu düşüncenin o kişide yer ederek amele-eyleme
geçmesiyle olur.
Allah Kur’ân’ı, “sâdece okunup-okunup
durulsun” diye değil, “samîmi ve ciddî bir şekilde okunduktan sonra hayatta
onunla hükmedilsin” diye göndermiştir. Hayâta Kur’ân hâkim olsun diye
göndermiştir. Bu uygulamanın nasıl olacağının bir örneğini (tıpa-tıp aynısını
değil) göstermesi için peygamberlerini göndermiştir. Peygamberler bunun için
gönderilir zâten. İşte Peygamber, bu örnekliği en iyi şekilde yapmıştır. Biz de
bu örnekliğe bakarak, bu örnekliği kendi çağımızda nasıl olması gerekiyorsa
ortaya koymamız gerekir. Kur’ân’ı hayâta hâkim kılmayı o örneklikten ilham
alarak (ille de aynısını yaparak değil) kendi çağımızda uygulamalıyız. Peygamberin
uygulamalarını tâkip ettiğimizde bu uygulamaların Kur’ân’a aslâ aykırı olmadığını
ve tam-aksine Kur’ân’ın pratiği görürüz, Allah’ın emirlerinin nasıl yapılması-uygulanmasının
gerektiğinin gerçek örnekliğine ulaşırız. Fakat sorun şu ki, birileri bunun
yapılmasını istemeyecek ve karşı çıkacaktır. Çünkü o örnekliğe göre amel ve
eyleme geçildiğinde, sonuç tam da Allah’ın râzı olacağı ama şerefsizlerin
işlerine gelmeyeceği şekilde olacaktır.
Kur’ân’ı sâdece zihinlerin konusu yapmak
yanlıştır, çünkü bu, işin yarısı yada bir parçasıdır. Tam bir okuma olması için
hayatta da gözükmesi gerekir, uygulanması gerekir Kur’ân’ın.
Kur’ân; -hâşâ-“zihinsel-entelektüel bir orgazm”
nesnesi değildir. Müslümanlar, Kur’ân’ın sosyâl ve siyâsal bir boyutu yokmuş
gibi davranıyorlar ve Kur’ân’ı zihinlere hapsediyorlar. Kur’ân’ın zihne inmesi
yetmez, yüreğe de inmeli ki “yürekli nesiller” ortaya çıksın. Peki ne yapalım,
nasıl yapalım mı diyorsunuz?. Bunun cevâbını Allah veriyor:
“Ey
îman edenler!. Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi?.
Allah’a ve Resûlüne îman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda
savaşırsınız. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde
O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn
cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur.
Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım/zafer ve yakın bir fetih.
Mü’minleri bununla müjdele!” (Saff 10-13).
Görmemiz gereken şey zâten gözümüzün
önünde duruyor. Onu kabûl edebilmektir önemli olan. Zîrâ amele-eyleme dönmeyen
hiç-bir şeyin anlamı da yoktur, anlaşılmışlığı da.
Kur’ân’ı zihinlere hapsedenler sürekli
olarak bilgi biriktiriyor-çoğaltıyor. Ne yapacaklarsa.. Hayâtın orta yerinde
kullanılmayacak olan bilgi boş ve yararsız bir bilgidir. Hz. Ali sürekli olarak:
“Yararsız bilgiden Sana sığınırım” diye duâ etmiştir. Bu bağlamda meselâ
hadisçiler de binlerce hadis biriktirmiştir. Hattâ mezhepler-hizipler hadis
biriktirme yarışı yapmışlar ve bu uğurda nice hadisler uydurmuşlardır. Hâlbuki
bunlar iyiliğe-takvâya dönmeyecek olan boş sözlerden başka bir şey değildir.
Kur’ân ise “iyiliği çoğaltın” ve “takvâda yarışın” der. Kur’ân’ı zihinlere
hapsedenler, en doğru yolda olduklarını zannediyorlar ve Kur’ân’ın zihinsel okumalarını
yapmayı üstünlük olarak görüyorlar. Oysa Allah yarışın sâdece takvâda yapılmasını
emreder. Takvâda üstün olmak ise, sorumluluk almakla ilgilidir, yâni takvâ,
amel-eylem ile açığa çıkar:
“Şüphesiz,
Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe
değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır.
(Hucurât 13)
Yeryüzünde küfür ve zulüm hâkim
durumdayken ve ayyuka çıkmışken, Kur’ân’ın inciğini-boncuğunu aşırı şekilde
araştırmak doğru değildir. Böyle bir çalışma metodu belki de İslâm’ın hayâta
hâkim olduğu zamanlara (gâlibiyet) has olabilir. Açlıktan-susuzluktan ölümlerin
yaşandığı, çeşitli zulümlerin; tecâvüz, ölüm, feryât ve figânların gökleri
titrettiği, adâletsizliğin ayyuka çıktığı, hak ve hakîkatin kalın perdelerle
perdelendiği bir zamanda yapılması gereken şey, vahiy-merkezli bir idrâk
sürecinden sonra sünnet-merkezli harekete geçmek ve bu çirkeflikleri ortadan
kaldırmaya yönelmek olmalıdır. “Güzel örneklik” sürecinin izlenmesidir. Bu da,
bir eleştiri, îtirâz ve hattâ isyân ile birlikte kendini gösterecektir. Zâten “güzel
örnekliğimiz” Peygamberimizin en büyük sünneti; “kâfire, zâlime ve şerefsize boyun
bükmemek ve hattâ başkaldırmak” idi. İşte biz bu sünnetten mahrumuz. Fakat müslümanlar;
“ne yapsam da yapmasam”ın derdinde. Hiç-bir şey yapmamak için her-şeyi yapmayı
göze alıyorlar. Aliya İzzetbegoviç:
“Müslümanlar, ‘Kur’ân hayâta nasıl uygulanacak’ sorusundan
kaçmak için Kur’ân’ın nasıl okunması gerektiği hususunda geniş bir ilim
ürettiler” der.
Modern müslümanın en büyük sorunu, “îman”
ile “itaat”i ayırmasıdır. Îman ettiğini söylüyor ama itaat etmiyor. Îtikatta
tek kaynak olarak Kur’ân’ı kabûl edenler, amelde de “tek kaynak” olarak meselâ demokrasiyi
kabûl ediyorlar. Kur’ân’ı zihinlere hapsedenler, hayatta hangi hükümlerle
hükmedildiğini çok da önemsemiyorlar ve îtikatta Kur’ân’a bağlı olduğunu söylerlerken,
amelde seküler sistemlere göre hareket ediyorlar. Oysa İslâm’ı hayattan
dışlayan tüm ideolojiler tâğuttur.
Çok ilginçtir ki, Kur’ân’ı okuyup da
Kur’ân’daki şeriata düşman olanlar var. Kur’ân’daki şeriat, vahyi yâni “İslâm’ı
hayâta hâkim kılma metodu”dur. Bunu kabûl etmeyenler, Kur’ân’ı zihinlere
hapsedenlerdir. Zâten bu kişiler için Kur’ân’ın hayâtta hâkim olup-olmaması çok
da sorun değildir yada önemli değildir. Onlar için önemli olan, Kur’ân’ın
sâdece zihinlerde yada kâlplerde bulunmasıdır. Fakat bu, bir hapsetme şeklidir.
Oysa İslâm hayattan kopuk olamaz. İslâm-Kur’ân ne istiyorsa müslümanlar da öyle
olmalıdır. İslâm ile müslümanlar başka-başka olamaz. Şekip Aslan: “İslâm bir
şey, müslümanlar ise başka bir şeydir” der. Çünkü İslâm sürekli hayâtın tam
ortasında görünmek isterken, müslümanlar onu zihinlerine hapsediyorlar. Böyle
olunca da müslümanlar hayatta “müslüman” gibi tezâhür edip görünemiyorlar.
Tabi Kur’ân zihinlere hapsedilince kişi
artık dîni bireysel olarak yaşamaya başlıyor. Çünkü “birey” olduğu için sâdece kendi
zihninde yaşıyor. Zâten dînin hayatta toplumsal bir karşılığı pek de
düşünülmediği için, bu sorun edilmiyor. Bir-araya gelmeler bile tek-tek bireyselliklerdir.
Bir-araya gelmeleri, “toplumsal işleri birlikte yapmak için” değil, farklı düşünceleri-anlayışları
da duymak ve konuşmak için yapıyorlar.
Kur’ân zihinlere hapsedildiğinde yada
bireysel olarak yaşandığında, Kur’ân’ın tamâmı net olarak konuşulup da ortaya
konulamıyor. Ya bâzı âyetler konuşulmayıp üstünde fazla durulmuyor, yada aşırı
yoruma boğularak anlamı farklılaşıyor. Çünkü Kur’ân’ı zihinlere hapsedenlerin,
İslâm’ı sosyâl ve siyâsal olarak hayatta hâkim kılma düşünceleri olmuyor.
Böylece İslâm’ın ancak yarısı konuşuluyor ve gerçeğin tamâmı söylenmemiş
oluyor. Atasoy Müftüoğlu:
“Gerçekliğin tamâmını söylememek, bu konuda kişiliklerimizin
tamamlanmadığını, ahlâkî zaaflarla malûl bulunduğumuzu gösterir. Konjoktürel
nedenlerle gerçeğin tamâmını söyleyememek, hayâtî sorumlulukları terk
etmek/ertelemek anlamı taşır” der.
Kur’ân, okunduğunda kolayca
anlaşılabilecek olan bir kitaptır. “Îman sâhibi” herkes için açıklanmış ve
kolaylaştırılmış bir kitaptır Kur’ân. Kamer: 17, 22, 32 ,40; Duhan 58; Meryem
97. âyetleri bunu çok açık bir şekilde ortaya koyar. Artık geriye, kolayca
anlaşılmış olan âyetlerle amel etmek ve bu âyetleri hayatta uygulamak ve hâkim
kılmak kalıyor.
Kur’ân’ı zihinlere hapsedenler, ona
sâdece îman etmeyi yeterli görürler ve Kur’ân ile bireysel ilişkilerin dışında,
hayâtın tam ortasında amel-eylem hâlinde olmayı düşünmezler. Fakat böyle
yapmakla “sâlih amel” işlemekten uzaklaşmış oluyorlar. Oysa Kur’ân, îman
ettikten sonra sâlih ameller işleyenlerin dışındakilerin “ziyanda olanlar” olduğunu
söyler:
“Asra
andolsun!; Gerçekten insan, ziyandadır. Ancak “îman edip sâlih amellerde
bulunanlar”, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı
tavsiye edenler başka”
(Asr Sûresi).
Evet; Kur’ân’ın hapsedilen zihinlerden
çıkarılması şarttır. Çünkü Kur’ân’ın anlaşılması yetmez, uygulanması da
gerekir. Hayâtın tam ortasında..
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2017