24 Ocak 2018 Çarşamba

Kur’ân’ı Zihinlere Hapsetmek



“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).

İslâm dîni, hem iç-âlemi, hem de dış-âlemi inşâ ve îmar etmek için vâr olan bir dindir. “Hayâtı inşâ etmek”tir onun amacı. İşte bu nedenle “Peygamber örnekliği” (usvetun hasenetun) üzerinden hem kişinin iç-âleminin hem de dış-âleminin nasıl inşâ edileceğinin örnekliği gösterilmiştir. Aksi-hâlde vahiy farklı bir biçimde de gönderilebilir ve insanlar tarafından bulunur, sonra da “zihinlerin bir egzersizi” olarak okunurdu ve onun okuyan kişiler de sâdece kendi iç-âlemlerini onunla inşâ etme yoluna giderlerdi. Fakat vahiy bir “insan örnekliği” (Peygamber) üzerinden gönderilmiş ve 23 yıllık bir süreçte hayâtın tam ortasında yaşana-yaşana, özümsene-özümsene ortaya konmuştur. Zîrâ Kur’ân bir “hayat kitabı”dır ve hayâtı inşâ etmek ister. Bu inşâ, “tüm Dünyâ’nın İslâm-merkezli inşâsı” şeklinde bir hedefi de içinde taşır. O hâlde Kur’ân, sâdece zihinleri geliştirmesi ve hayâta hiç karışmaması için gönderilmiş bir kitap değil, zihinleri ve kâlpleri inşâ ettikten ve ahlâklı bir nesil-toplum ortaya çıkardıktan sonra, onu hayâta da taşımak ve hayatta hâkim kılmak için de indirilmiş bir kitaptır.  

İslâm hiç kuşkusuz, kişinin zihnini ve kâlbini vahiy-merkezli inşâ eder. Böylece ahlâk-timsâli bir şahsiyet çıkar ortaya. İşte bu şahsiyet diğer şahsiyetli kişilerle bir-araya geldiğinde bir cemaat-toplum oluşur. Bu toplum, İslâm’ın-Kur’ân’ın canlı şâhitleri ve temsilcileridirler. Aynı-zamanda da canlı tefsirleridirler. Böyle bir toplumûn salt zihnî ilgilerle dolu olması ve bilince dönmüş vahyi bilgiyi hayâtın tam ortasında yaşamaması düşünülemez. Zâten Kur’ânî bilinç mutlakâ amele-eyleme zorlar. O hâlde vahiyle inşâ olanların mutlakâ onu kendi yaşamlarında gösterdikten sonra, hayatta da hâkim kılmak hedefleri olmalıdır. Tüm peygamberlerin ana-hedefi budur ve zâten Kur’ân da böyle bir hedef belirler ve insanları bu hedefe yönlendirir:

 “Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl “güç ve iktidâr sâhibi” kıldıysa, onları da yeryüzünde “güç ve iktidâr sâhibi” kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

“Andolsun, biz Zikir’den sonra Zebur’da da: Şüphesiz Arz’a sâlih kullarım vâris olacaktır diye yazdık” (Enbiyâ 105).

“Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mîrasçılar kılmak istiyoruz” (Kasas 5).

“Şüphesiz, Allah’ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için biz sana Kitabı hak olarak indirdik. (Sakın) hâinlerin savunucusu olma!” (Nîsâ 105).

“İslâm Devleti’ni yüreklerde kurun” söylemini çok yersiz ve boş buluyoruz. Çünkü dediğimiz gibi; İslâm sâdece yüreklere hapsedilebilecek bir din değildir ve sâdece yüreklerde kurulacak olan bir devletin; zulme uğrayan, aç, sefil, mağdur, mazlum insanlara hiç-bir faydası olmaz. Yüreklerdedir çünkü. Yüreklerde kurulmuş (yada hapsedilmiş) olan devlet, bir mazlumun alnına doğru gelen bir kurşunu bile engelleyemez ve hattâ sektiremez. Hiç-bir yaraya merhem olmaz yâni. Böyle olunca da tâğutların ekmeğine yağ sürer. Bu nedenle devleti sâdece zihinlerde ve gönüllerde kurmak yetmez. Fakat deniyorsa ki, “ilk-önce zihinlerde-yüreklerde kurun”.. eyvallah, o zaman başka. İslâm Devleti ilk-önce zihinlerde-yüreklerde kurulmalı ve bir-süre sonra bilinç ile beslenmiş bir toplum tarafından kurulacak olan İslâm Devleti yeryüzünde hâkim duruma gelmelidir. Bilinç, samîmiyet ve gayret netîcesinde Allah’ın yardımı mutlakâ yetişecektir.  

Tabi vahyi hayâta hâkim kılma süreci güle-oynaya, gürültüsüz-patırtısız olmayacaktır. Zâten târihte, “hakkın ortaya konma süreci”nin sessiz-sedâsız ortaya konulduğunun bir örneği de yoktur. Bir eleştiri-îtirâz ve hattâ isyân süreci olabilecektir. Çünkü hayattaki küfrün, şirkin ve câhiliyenin temsilcilerine ve bunların sistemlerine ağır bir “lâ” denmesi gerekecektir. En azında şu sûre okunacaktır yüzlerine:

“De ki: ‘Ey kâfirler!, Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dîniniz size, benim dînim bana” (Kâfirûn 1-6)

Zaten Peygamberimiz de inen vahiyleri ilk müslümanlara okurken ve müşriklerin sistemlerine henüz dokunmazken, yada aktif bir şekilde îtirâz etmezken, müşrikler Peygamberimizi dinliyorlar ve biraz tedirgin olsalar da, henüz bir “hareket” vukû bulmadığı için karşı çıkmıyorlardı. Fakat ne zaman ki kâfirlerin ilahlarına, putlarına, sistemlerine yâni dinlerine somut ve aktif bir şekilde karşı çıkılmaya başlandı, işte o zaman tüm zamanlarda kâfirlerin yaptıklarını yapmaya başladılar. Mü’minleri ilk önce önemsemezden geldiler, sonra alaya aldılar ve en sonunda da boykot ettiler ve nihâyet tarafların ayrılmasıyla da savaştılar. Bu süreç tâ Hz. Âdem’den bêri bu şekilde olmuştur ki, bunu Kur’ân kıssalarında çok net bir şekilde görebiliyoruz. O hâlde aynı şey, modern zamanlarda da olacaktır. İşte peygamberler ve mü’minler tüm zamanlarda bunun mücâdelesini vermişler ve bu mücâdeleyi göze almışlardır.

Günümüzde de tüm mesele; “peygamberler ve onlara inanan ve onların mücâdelesine destek olanların yaptıklarını modern zamanlarda da yapmayı göze alabilecek miyiz, yoksa alamayacak mıyız” meselesidir. Sahih îman, âhiret bilinci-inancı, vahye îman ve Allah’a güven, bahsettiğimiz bu mücâdeleye mutlakâ zorlar. Bu mücâdeleyi göze almayı içten-içe arzulatır. Aksi-hâlde Allah ve âhiret inancı, “kuru bir îman” konusu olacak ve Kur’ân da, anlamanın ve hattâ “aşırı anlama ve araştırma”nın, onu atomlarına ayırarak didiklemenin ve parçalamanın konusu olacaktır. Fakat onu salt zihin-merkezli olarak ne kadar incelersek, o oranda amelden kopulacaktır. Zîrâ bir şeyi aşırı incelemek, onu “parçalamak” anlamına da geleceği için, bütünselliğini ve de dolayısı ile rûhunu bozacak ve bütünsellikten ve ruhtan koparılmış olan vahiy de, net mesajını ortaya koyamayacaktır. Sonuçta metinde değil ama kavramda tahrif olacağından, Kur’ân okunduğunda, söylediği değil de, modernizme uygun olan yeni anlamı tasavvur edilip kabûl edilecektir. Böylece Kur’ân’ın amele-eyleme dökülmesi mümkün olmayacak ve Kur’ân iç-âlemi inşâ ettikten sonra hayâtı da inşâ edemeyecek ve hayâta hâkim olamayacaktır. Netîcede de Allah’ın rabliği göklerle sınırlandırılacak ve yeryüzüne karıştırılmayacaktır. Gökleri âlemlerin Rabbi olan Allah kusursuzca düzenleyip idâre ederken, yeryüzünü ise “sahte tanrılar” (insan) düzenlemeye çalışacak ama bunu bir türlü başaramayacak ve sürekli bir zulüm ve fitne durumu yâni kaos ortamı olacaktır. Zîrâ insanın bu düzenlemeyi ve idâreyi Allah’tan bağımsız bir zihin-akıl ile yapması ve gerçekleştirmesi imkânsızdır.

Modern zamanlarda müslümanlar, hayâtı Kur’ân ile inşâ etmenin bedellerini göze alamadıklarından, onu zihinlere hapsetmiş ve sâdece zihinsel çalışmanın konusu yapmışlardır. Böylece artık Kur’ân sâdece zihni çalışmaların konusu olarak, aşırı inceleme ve araştırmaya tâbi tutulmuş ve zamanla bu çalışma-şekli artarak devâm etmiştir-etmektedir. Bu çalışma-şeklinde bir-çok yeni anlamlar bulunmuştur ve bir-takım faydalı çalışmalar da yapılarak faydalı örnekler ortaya konmuştur. Fakat çok tehlikeli bir durum da ortaya çıkmıştır ki, bu çalışmalar, ameli-eylemi blôke etmektedir. Çünkü bu çalışmalar çok yoğun olduğundan, müslümanlar amele-eyleme hem bir türlü vakit bulamıyor ve zaman ayıramıyor, hem de Kur’ân’ın hayâta hâkim olduğu gerçeği ıskalanarak İslâm’ın hayâtı inşâ edip ona hâkim olma hedefini blôke oluyor. Böylece Kur’ân sâdece zihinlere kilitleniyor ve oradan bir türlü çıkamıyor. Hiç-bir zaman da çıkamayacaktır. Çünkü Allah’ın ilminin bir sonu yoktur ve Allah’ın bu ilimle yarattığı varlığın ve gönderdiği vahyin de ilmî yönden bir sonu olmayacaktır.

“Kur’ân’cı” olarak nitelenebilecek olan bir kesim, “sâdece Kur’ân” sözünü motto yapıyor ve çalışmalarını bu doğrultuda sürdürüyorlar. Fakat bu doğrultuda çalışınca yâni “sâdece Kur’ân” dedikleri için “usvetun hasenetun” yâni Peygamber’in “güzel örnekliği”ni dolayısıyla amel ve eylemi hesâba katmadıkları yada katmak istemedikleri için, Kur’ân’ı mecbûren aşırı yorumla zorluyorlar ve basit bir şeyi anlamak için bile Kur’ân’ı didik-didik ediyorlar ve de Kur’ân’ın söylemediği şeyleri bile söyleyebiliyorlar. Hattâ âyetlere bin takla attırarak yeni bir Kur’ân ortaya çıkarıyorlar. Ortaya çıkan bu Kur’ân’da tabî ki de amele-eyleme dönük bir şey olmuyor ve sâdece zihinlere hitâp eden ve zihinleri işgâl eden bir Kur’ân oluyor. Bu kişilere göre Kur’ân sâdece okunmak ve ona inanmak için gönderilmiştir. Bunu kanıtlamak için Kur’ân’ın altını-üstüne getiriyorlar, sonsuz etimolojik değerlendirmeler yapıyorlar ve onu didik-didik ederek düşüncelerine uydurmaya çalışıyorlar. Kitab’a uymadıkları için kitabına uydurmaya çalışıyorlar. Kur’ân’a uyulmayınca, Kur’ân mevcut hayâta tarzına uydurulmaya çalışılıyor. Hz Ömer, bu düşünceyi mahkûm ederken: “yaşadığınız gibi inanmazsanız, inandığınız gibi yaşamaya başlarsınız” demişti. Bu bağlamda Ali Eren: “El atmadık tarafı bırakılmayan ve değişik şekiller verilen bir din, ilâhi olmaktan çıkar ve beşerî bir sistem olur” der.

Kur’ân’ı sâdece zihnin bir konusu olarak görenler ve Kur’ân’ı zihne hapseden müslümanlar, Kur’ân’ın sosyâl ve siyâsal bir boyutu yokmuş gibi davranıyorlar ve bir türlü amel-eyleme geçmiyorlar. Kur’ân’ın sosyâl ve siyâsal boyutuna iknâ olmadıkları için, modern-lâik-seküler-demokratik-liberâl-kapitâlist sistemlerin sosyâl ve siyâsal boyutuna îman etmektedirler. Üstelik böyle yapmakla da “iyi yapıyorum” zannediyorlar. Oysa Kur’ân’ göre amele-eyleme dönmediğinde “iyilik” olmaz. Kur’ân’da iyiliğin târifi şu şekilde yapılır:

“Yüzlerinizi doğu’ya ve batı’ya çevirmeniz “iyilik” değildir. Ama iyilik; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitab’a ve peygamberlere îman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefâ gösterenler ile; zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttakî (takvâ sâhibi) olanlar da bunlardır” (Bakara 177).

Eğer Dünyâ’da İslâm hâkim değilse, Dünyâ, çeşitli senaryoların oynandığı bir tiyatro salonundan başka bir yer değildir. Böyle bir Dünyâ’da her zaman bir zulüm vardır ve sürekli artmaktadır bu zulüm. Çünkü yeryüzünü, gökleri Düzenleyen ve İdâre Eden Allah düzenlemiyor. Bu nedenle de sürekli olarak bir düzensizlik ve kargaşa-hâli hâkim oluyor Dünyâ’ya. O hâlde yapılması gereken şey, vahyin bilgi, bilinç ve ahlâkıyla donandıktan sonra mutlakâ Kur’ân’ı hayatta hâkim kılmak için zihinlere hapsedilmekten kurtarmak ve hayatta görünür yaparak, hayâta hâkim kılmak gerekiyor. Vahyin hükmü budur. Fakat vahyin bu hükümler “hayâta dönük” olduğu için mutlakâ amel-eylem ile alâkalıdır ve bu nedenle de bir bedeli vardır. Allah, âhiret bilinci ve inancı olanlar bu bedeli göze alabilmelidir. Allah’ın hükmü budur. Câhiliyenin hükmü ise tam-aksidir. Allah bu nedenle câhiliyenin hükmünü hoş görenleri ve bu hükümlerle muhâkeme olmayı isteyenleri uyarır:

“Câhiliyenin hükmünü mü istiyorlar. Yakînen bilen bir kavim için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim vardır?” (Mâide 50)

“Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri görmedin mi?. Bunlar, tâğutun önünde muhâkeme olmayı istemektedirler; oysa onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister” (Nîsâ 60).

Kur’ân’ı zihinlere hapsolmaktan kurtarıp hayâta aktarmanın bir bedeli vardır ve bu bedel “mallarla ve canlarla bedel” olarak bâzen ağır da olabilir. Fakat dünyâ-hayâtının geçici bir imtihan alanı olduğunu bilip idrâk eden ve âhiret hayâtını dünyâ-hayâtına tercih edenler için bu bedel, “göze alınabilir bir bedel”dir. Fakat vahyi pratikte uygulamak istemeyenler, bu bedeli göze almak yerine ve tam-aksine bu bedeli göze almamak için, âyetlere aşırı ve olmadık anlamlar yükleyerek mânâsını değiştirebiliyorlar. Zîrâ bu bedeli göze almak onlar için kolay ve hoş değildir. Fakat Kur’ân neyin hayırlı neyin de hayırsız olduğunu sâdece Allah’ın bilebileceğini söyler:

“…Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara 216)

“Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?. Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir; yada açlık gününde doyurmaktır, yakın olan bir yetimi, veyâ sürünen bir yoksulu. Sonra îman edenlerden, sabrı bir-birlerine tavsiye edenlerden, merhâmeti bir-birlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meymene) (Beled 11-18).

Kur’ân sürekli olarak amele-eyleme yâni hayâta yönlendirmesine rağmen, Kur’ân’ı zihinlere hapsedenler de sürekli olarak onu amel-eylemden yâni hayattan uzak tutan yorumlar yapıyorlar ve Kur’ân’ın apaçık hükümlerine rağmen aksi-yönde hükümler ortaya koyuyorlar ve doğrusunun da bu olduğunu söyleyip duruyorlar. Peki bunu neye göre yapıyorlar?. Tabî ki Kur’ân’ı hapsettikleri “zihinlerine” göre:

“Size ne oluyor?. Nasıl hüküm veriyorsunuz?. Yoksa (elinizde) ders okumakta olduğunuz bir kitap mı var?. İçinde, neyi seçip-beğenirseniz, mutlakâ sizin olacak diye. Yoksa sizin için üzerimizde kıyâmete kadar sürüp gidecek bir yemin mi var ki ‘siz ne hüküm verirseniz o, mutlakâ sizin kalacak’ diye” (Kalem 36-39).

Kur’ân’ı okuyorlar ve “Allah’tan başka hüküm koyucu yoktur” ve “tek kaynak Kur’ân’dır” diyorlar. Elbette Allah’tan başka hüküm koyucu yoktur ve Kur’ân bilgi ve bilincin tek kaynağıdır. Fakat Kur’ân bilgi ve bilincin tek kaynağı iken, Peygamber örnekliği yâni vahyi hayâta hâkim kılma düşüncesi (sünnet) de amel ve eylemin kaynağıdır. Bu kaynak meşrûiyetini Kur’ân’dan alır. Zîrâ Kur’ân, “vahyi hayâta hâkim kılma kılavuzu”dur. Böylece îman ettikten sonra îmânın delîli olan amel-eylem ortaya çıkar. Yoksa kuru-kuruya îman iddiâsı yeterli değildir:

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

Kur’ân’ı zihinlere hapsedenler ve amele-eyleme dönük olmadığını söyleyenler var. Bunlar bu sonuca, Kur’ân’ı, canını çıkarırcasına yorumlayarak, onu didik-didik ederek ve atomlarına ayırıp parçalayarak ve de bütünlüğünü bozup rûhunu uzaklaştırarak varıyorlar. Üstelik bu yaptıklarını çok matah bir şey zannediyorlar ve sanki Kur’ân’ın en ileri okuması ve idrâkinin de bu olduğunu sanarak büyük bir aldanışa sürükleniyorlar. Kur’ân bu konuda açık bir uyarı yapar ve onların teşhisini koyar:

“İnsanlardan öyleleri vardır ki, bilgisizce Allah’ın yolundan saptırmak ve onu bir eğlence konusu edinmek için sözün ‘boş ve amaçsız olanını’ satın alırlar. İşte onlar için aşağılatıcı bir azap vardır. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, sanki işitmiyormuş ve kulaklarında bir ağırlık varmış gibi, büyüklük taslayarak sırtını çevirir. Artık sen ona acı bir azap ile müjde ver” (Lokman 6-7).

İki çeşit akletme merkezi vardır. Zihin/beyin ve kâlp. Beyin göreceli ve hatâlı şeyleri de bilen merkezdir. Kâlp ise “gerçek bilgi”yi bilir. Kâlpte kolay-kolay yanılmalar olmaz. Zihnin, kâlbi hesâba katmadan salt beyin-zihin ile çalıştığından, hatâ yapması çok olasıdır. Hattâ beyin, doğruya yakın olan bilgiye bile yüzlerce hatâdan sonra varır. Fakat kâlbiyle bakan kişi o şeydeki doğruyu daha bakar-bakmaz görür ve idrâk eder. Hele bu bakış kâlp akıl/zihin-beyin ve göz ile yâni “akleden kâlp” ile yapıldığında, kesin bir sonuç açığa çıkar. Yeter ki kâlp hastalığa yakalanmamış olsun. Temiz bir kâlp ile bakan, bir-nevî Allah ile bakar:

“Ve Biz, ona şah-damarından daha yakınız” (Kâf 16).

Şah-damarı kâlbe açılır. Kâlb de mutlakâ hayâta açılır ve hayatta amel-eylem olarak kendini gösterir. Hayâtiyetin varlığı böylece belli olmuş olur.

Kur’ân hiç-bir yerde derinlemesine araştırma yapmayanları eleştirmez. Tam-aksine, derinlemesine araştırma yapanı eleştirdiği/kınadığı görülür:

“Çünkü o bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl ölçüp biçti. Sonra (yine) kahrolası nasıl ölçüp biçti. Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: “Bu, yalnızca “aktarılarak öğrenilen” bir büyüdür” dedi. “Bu, bir beşer sözünden başkası değildir dedi” (Müddesir 18-25).

Görüldüğü gibi Arapların dil-dâhisi Velid bin Muğire, yaptığı dil-analizinden sonra Kur’ân’ı aklı almıyor ve onun inkâr ediyor. Çünkü Kur’ân ilk önce zihinlere değil, kâlplere hitâp eder. Kâlben bir türlü tatmin olmayanlar, Kur’ân’ın sonsuz yorumlarına ve etimolojik değerlendirmelerinde boğulurlar. “Kâlpleri” olmayanların IQ’leri 200-250 olsa ne yazar ki?. Bir şeyi anlamak/kavramak/fıkh-etmek zihin ile değil, kâlp ile olur ki bahsettiğimiz kâlp, “akleden kâlp”tir:

“İçlerinden seni dinleyenler vardır; fakat biz onu fıkh-etmelerine engel olmak için kâlplerinin üstüne kılıflar, kulaklarının içine de ağırlık koyduk. (Onlar) her mûcizeyi görseler de yine ona inanmazlar. Hattâ sana geldiklerinde seninle tartışırlar; o kâfirler: ‘Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir’ derler” (En-âm 25).

“Öyle olmasa, Kur’ân’ı bir düşünmezler mi?. Yoksa kâlpler üzerinde üst-üste kilitleri mi var?” (Muhammed 24).

Dünyâ’da müslümanların mevcut kötü durumlarının nedeni, Kur’ân’ı hayattan çekip zihinlere hapsetmektir. Târih boyunca Kur’ân ne zaman ki bilgi ve bilinç sürecinden sonra hayâta aktarılmış ve hâkim kılınmışsa yeryüzü cennetin bir şûbesi (kendisi değil) olmuş ve zulüm ortadan kalkarak, adâlet-eşitlik ve hak-hakîkat Dünyâ’yı kuşatmıştır. Fakat her ne zaman da vahiy sâdece zihinlere hapsedilmiş, işte o zaman da tahrifat ve tahribâta uğramış ve Dünyâ zulme gark olmuştur. Post-modern dönemler bu işin ayyuka çıktığı zamanlardır. Bu, sünnetullah gereği böyledir. Benzer davranışlar, benzer sonuçlar ortaya çıkarır çünkü. Einstein: “Aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar almayı bekleyenler ahmaktır” der. 

Kur’ân’ı zihinlere hapsedenlerin her söylediklerinin yanlış olduğunu söylemek istemiyoruz. Söyledikleri aslında yanlış da değil fakat eksik. Sorun bu. Eksiklikten kaynaklanan bir yanlışlık var. Lâkin eksik olan ile yanlış olan arasında pek bir fark yoktur. Zîrâ eksiklik, yanlışa düşmekten kurtulamaz. Kur’ân’ı zihinlere hapsedenlerin savundukları şey dînin yarısıdır. Diğer yarısı ise, Kur’ân’ı hayâta hâkim kılma düşüncesini kişini idrâk etmesi ve bu düşüncenin o kişide yer ederek amele-eyleme geçmesiyle olur.

Allah Kur’ân’ı, “sâdece okunup-okunup durulsun” diye değil, “samîmi ve ciddî bir şekilde okunduktan sonra hayatta onunla hükmedilsin” diye göndermiştir. Hayâta Kur’ân hâkim olsun diye göndermiştir. Bu uygulamanın nasıl olacağının bir örneğini (tıpa-tıp aynısını değil) göstermesi için peygamberlerini göndermiştir. Peygamberler bunun için gönderilir zâten. İşte Peygamber, bu örnekliği en iyi şekilde yapmıştır. Biz de bu örnekliğe bakarak, bu örnekliği kendi çağımızda nasıl olması gerekiyorsa ortaya koymamız gerekir. Kur’ân’ı hayâta hâkim kılmayı o örneklikten ilham alarak (ille de aynısını yaparak değil) kendi çağımızda uygulamalıyız. Peygamberin uygulamalarını tâkip ettiğimizde bu uygulamaların Kur’ân’a aslâ aykırı olmadığını ve tam-aksine Kur’ân’ın pratiği görürüz, Allah’ın emirlerinin nasıl yapılması-uygulanmasının gerektiğinin gerçek örnekliğine ulaşırız. Fakat sorun şu ki, birileri bunun yapılmasını istemeyecek ve karşı çıkacaktır. Çünkü o örnekliğe göre amel ve eyleme geçildiğinde, sonuç tam da Allah’ın râzı olacağı ama şerefsizlerin işlerine gelmeyeceği şekilde olacaktır.

Kur’ân’ı sâdece zihinlerin konusu yapmak yanlıştır, çünkü bu, işin yarısı yada bir parçasıdır. Tam bir okuma olması için hayatta da gözükmesi gerekir, uygulanması gerekir Kur’ân’ın.

Kur’ân; -hâşâ-“zihinsel-entelektüel bir orgazm” nesnesi değildir. Müslümanlar, Kur’ân’ın sosyâl ve siyâsal bir boyutu yokmuş gibi davranıyorlar ve Kur’ân’ı zihinlere hapsediyorlar. Kur’ân’ın zihne inmesi yetmez, yüreğe de inmeli ki “yürekli nesiller” ortaya çıksın. Peki ne yapalım, nasıl yapalım mı diyorsunuz?. Bunun cevâbını Allah veriyor:  

“Ey îman edenler!. Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi?. Allah’a ve Resûlüne îman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım/zafer ve yakın bir fetih. Mü’minleri bununla müjdele!” (Saff 10-13).  

Görmemiz gereken şey zâten gözümüzün önünde duruyor. Onu kabûl edebilmektir önemli olan. Zîrâ amele-eyleme dönmeyen hiç-bir şeyin anlamı da yoktur, anlaşılmışlığı da. 

Kur’ân’ı zihinlere hapsedenler sürekli olarak bilgi biriktiriyor-çoğaltıyor. Ne yapacaklarsa.. Hayâtın orta yerinde kullanılmayacak olan bilgi boş ve yararsız bir bilgidir. Hz. Ali sürekli olarak: “Yararsız bilgiden Sana sığınırım” diye duâ etmiştir. Bu bağlamda meselâ hadisçiler de binlerce hadis biriktirmiştir. Hattâ mezhepler-hizipler hadis biriktirme yarışı yapmışlar ve bu uğurda nice hadisler uydurmuşlardır. Hâlbuki bunlar iyiliğe-takvâya dönmeyecek olan boş sözlerden başka bir şey değildir. Kur’ân ise “iyiliği çoğaltın” ve “takvâda yarışın” der. Kur’ân’ı zihinlere hapsedenler, en doğru yolda olduklarını zannediyorlar ve Kur’ân’ın zihinsel okumalarını yapmayı üstünlük olarak görüyorlar. Oysa Allah yarışın sâdece takvâda yapılmasını emreder. Takvâda üstün olmak ise, sorumluluk almakla ilgilidir, yâni takvâ, amel-eylem ile açığa çıkar:

“Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır. (Hucurât 13)

Yeryüzünde küfür ve zulüm hâkim durumdayken ve ayyuka çıkmışken, Kur’ân’ın inciğini-boncuğunu aşırı şekilde araştırmak doğru değildir. Böyle bir çalışma metodu belki de İslâm’ın hayâta hâkim olduğu zamanlara (gâlibiyet) has olabilir. Açlıktan-susuzluktan ölümlerin yaşandığı, çeşitli zulümlerin; tecâvüz, ölüm, feryât ve figânların gökleri titrettiği, adâletsizliğin ayyuka çıktığı, hak ve hakîkatin kalın perdelerle perdelendiği bir zamanda yapılması gereken şey, vahiy-merkezli bir idrâk sürecinden sonra sünnet-merkezli harekete geçmek ve bu çirkeflikleri ortadan kaldırmaya yönelmek olmalıdır. “Güzel örneklik” sürecinin izlenmesidir. Bu da, bir eleştiri, îtirâz ve hattâ isyân ile birlikte kendini gösterecektir. Zâten “güzel örnekliğimiz” Peygamberimizin en büyük sünneti; “kâfire, zâlime ve şerefsize boyun bükmemek ve hattâ başkaldırmak” idi. İşte biz bu sünnetten mahrumuz. Fakat müslümanlar; “ne yapsam da yapmasam”ın derdinde. Hiç-bir şey yapmamak için her-şeyi yapmayı göze alıyorlar. Aliya İzzetbegoviç:

“Müslümanlar, ‘Kur’ân hayâta nasıl uygulanacak’ sorusundan kaçmak için Kur’ân’ın nasıl okunması gerektiği hususunda geniş bir ilim ürettiler” der.

Modern müslümanın en büyük sorunu, “îman” ile “itaat”i ayırmasıdır. Îman ettiğini söylüyor ama itaat etmiyor. Îtikatta tek kaynak olarak Kur’ân’ı kabûl edenler, amelde de “tek kaynak” olarak meselâ demokrasiyi kabûl ediyorlar. Kur’ân’ı zihinlere hapsedenler, hayatta hangi hükümlerle hükmedildiğini çok da önemsemiyorlar ve îtikatta Kur’ân’a bağlı olduğunu söylerlerken, amelde seküler sistemlere göre hareket ediyorlar. Oysa İslâm’ı hayattan dışlayan tüm ideolojiler tâğuttur.

Çok ilginçtir ki, Kur’ân’ı okuyup da Kur’ân’daki şeriata düşman olanlar var. Kur’ân’daki şeriat, vahyi yâni “İslâm’ı hayâta hâkim kılma metodu”dur. Bunu kabûl etmeyenler, Kur’ân’ı zihinlere hapsedenlerdir. Zâten bu kişiler için Kur’ân’ın hayâtta hâkim olup-olmaması çok da sorun değildir yada önemli değildir. Onlar için önemli olan, Kur’ân’ın sâdece zihinlerde yada kâlplerde bulunmasıdır. Fakat bu, bir hapsetme şeklidir. Oysa İslâm hayattan kopuk olamaz. İslâm-Kur’ân ne istiyorsa müslümanlar da öyle olmalıdır. İslâm ile müslümanlar başka-başka olamaz. Şekip Aslan: “İslâm bir şey, müslümanlar ise başka bir şeydir” der. Çünkü İslâm sürekli hayâtın tam ortasında görünmek isterken, müslümanlar onu zihinlerine hapsediyorlar. Böyle olunca da müslümanlar hayatta “müslüman” gibi tezâhür edip görünemiyorlar. 

Tabi Kur’ân zihinlere hapsedilince kişi artık dîni bireysel olarak yaşamaya başlıyor. Çünkü “birey” olduğu için sâdece kendi zihninde yaşıyor. Zâten dînin hayatta toplumsal bir karşılığı pek de düşünülmediği için, bu sorun edilmiyor. Bir-araya gelmeler bile tek-tek bireyselliklerdir. Bir-araya gelmeleri, “toplumsal işleri birlikte yapmak için” değil, farklı düşünceleri-anlayışları da duymak ve konuşmak için yapıyorlar.

Kur’ân zihinlere hapsedildiğinde yada bireysel olarak yaşandığında, Kur’ân’ın tamâmı net olarak konuşulup da ortaya konulamıyor. Ya bâzı âyetler konuşulmayıp üstünde fazla durulmuyor, yada aşırı yoruma boğularak anlamı farklılaşıyor. Çünkü Kur’ân’ı zihinlere hapsedenlerin, İslâm’ı sosyâl ve siyâsal olarak hayatta hâkim kılma düşünceleri olmuyor. Böylece İslâm’ın ancak yarısı konuşuluyor ve gerçeğin tamâmı söylenmemiş oluyor. Atasoy Müftüoğlu:

“Gerçekliğin tamâmını söylememek, bu konuda kişiliklerimizin tamamlanmadığını, ahlâkî zaaflarla malûl bulunduğumuzu gösterir. Konjoktürel nedenlerle gerçeğin tamâmını söyleyememek, hayâtî sorumlulukları terk etmek/ertelemek anlamı taşır” der.

Kur’ân, okunduğunda kolayca anlaşılabilecek olan bir kitaptır. “Îman sâhibi” herkes için açıklanmış ve kolaylaştırılmış bir kitaptır Kur’ân. Kamer: 17, 22, 32 ,40; Duhan 58; Meryem 97. âyetleri bunu çok açık bir şekilde ortaya koyar. Artık geriye, kolayca anlaşılmış olan âyetlerle amel etmek ve bu âyetleri hayatta uygulamak ve hâkim kılmak kalıyor.

Kur’ân’ı zihinlere hapsedenler, ona sâdece îman etmeyi yeterli görürler ve Kur’ân ile bireysel ilişkilerin dışında, hayâtın tam ortasında amel-eylem hâlinde olmayı düşünmezler. Fakat böyle yapmakla “sâlih amel” işlemekten uzaklaşmış oluyorlar. Oysa Kur’ân, îman ettikten sonra sâlih ameller işleyenlerin dışındakilerin “ziyanda olanlar” olduğunu söyler:

“Asra andolsun!; Gerçekten insan, ziyandadır. Ancak “îman edip sâlih amellerde bulunanlar”, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr Sûresi).

Evet; Kur’ân’ın hapsedilen zihinlerden çıkarılması şarttır. Çünkü Kur’ân’ın anlaşılması yetmez, uygulanması da gerekir. Hayâtın tam ortasında..

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş

Kasım 2017
Devamını Oku »