“(Mal, mülk ve servette) çoklukla
övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp, kendinizden geçirdi. Öyle ki (bu,) mezarı
ziyâretinize (kabre gidişinize, ölümünüze) kadar sürdü” (Tekâsür 1-2).
“Bu benim kardeşimdir, doksan dokuz
koyunu vardır, benimse bir tek koyunum var. Buna rağmen ‘onu da benim payıma
(koyunlarıma) kat’ dedi ve bana, konuşmada üstün geldi” (Sâd 23).
“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak
olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar
ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-am 116).
“İnsanlık
târihi, ‘çokluk ve çoğaltma tutkusu’ ile ‘çoğunluğa uyma’nın târihidir” dense
yeridir. Oysa insan, akıl ve irâde yeteneği nedeniyle, Dünyâ’ya “çoğaltmak ve
çoğunluğa uymak” için gelmediğini bilir. O hâlde buna rağmen “çok”un peşinden
gitmesinin nedeni, kişinin nefsidir. Tabi bu durum bir zaman sonra, aklın da
nefsin emrine girerek ona uymasıyla sonuçlanacaktır. Evet; “çokluk, çoğaltma ve
çoğunluğa uyma” nefs ile alakâlıdır. Bunlar insanın nefsine çok hoş gelip
-görece- Dünyâ’da yaşamı kolaylaştırdığından ve zevkli hâle getirdiğinden(!)
dolayı ve yine, “çoğunluğa uymak” kafa konforunu bozmaya ihtiyaç bırakmadığı
için rahat ve stressiz bir yaşam isteği içindir. O hâlde “çoğaltma tutkusu ve
çoğunluğa uyma körlüğü” nefsî bir durumdur.
Şeytan, insanı
her zaman, “çoğaltma ve çoğunluğa uyma” ile kandırır ve sürdürür iktidârını.
İnsan ne zaman Allah’a yâni vahye Peygamber’e (sünnet) uyup “paylaşım”ı esas
almaya başlayarak düzeni adâlet lehine değiştirme yoluna girer ve değiştirirse,
işte o zaman aklını ve irâdesini doğru anlamda kullanmış ve şeytana ağır bir
darbe indirmiş olur.
Şeytan, “ilk insanlar”
olan Âdem ve Havvâ’yı, “yok olmayacak bir mülk” (mulkin lâ yeblâ) ile
kandırmıştı. Yok olmayacak olan mülk, “çoğalan mülk” olabilir. Çünkü mülk,
zamanla azalan ve yok olan şeydir.
Çoğaltma tutkusu
insanı kâtil bile yapabilir. Âdem’in oğulları olan Hâbil ve Kâbil’in kavgalarının
arkasında da çokluk-çoğaltma tutkusu vardır. Allah karşısında îtibâr çoğaltma
isteği, Kâbil’i kâtil yapmıştır ve pişmanlıklar içinde bırakmıştır:
“Onlara Âdem’in iki oğlunun gerçek olan haberini oku:
Onlar (Allah’a) yaklaştıracak birer kurban sunmuşlardı. Birininki kabûl
edilmiş, diğerininki kabûl edilmemişti. (Kurbanı kabûl edilmeyen) demişti ki:
‘Seni mutlakâ öldüreceğim’. (Öbürü de:) ‘Allah, ancak korkup-sakınanlardan
kabûl eder” (Mâide 27).
“…Sonunda nefsi ona kardeşini öldürmeyi (tahrik edip
zevkli göstererek) kolaylaştırdı; böylece onu öldürdü, bu yüzden hüsrâna
uğrayanlardan oldu” (Mâide 30).
İşte o günden bêri
bu kavga şiddetlenerek ve artarak devâm etmektedir.
Şirkin ardında
da “çokluk ve çoğaltma tutkusu ve hırsı” vardır. Şirk unsurları olan putlar
aslında, birilerinin “putlar üzerinden mal-mülk çoğaltma oyunu”nun nesneleridir.
Bu durum modern zamanlarda da “modern putlar” üzerinden devâm etmektedir. Tabi
zamanla mala olan düşkünlük, malın çoğalmasına neden olan putlara bir saygıyı
da yanında getirmiştir-getirmektedir. Fakat aslında tüm putperestliğin
arkasında, garibanların cehâleti, tamahkâr zenginlerin ise çoğaltma tutkusu
vardır. İşte Peygamberler bu durumu bozmak için gönderilmişlerdir ve bu nedenle
gelen vahiylerde sürekli olarak “çokluk, çoğaltma ve çoğunluğa uyma” kötü
gösterilmiştir. Çünkü çokluk ver çoğaltma tutkusu mutlakâ adâletsizliği, şirki ve
dolayısı ile zulmü yanında taşır. Bu durum toplumun büyük çoğunluğunun zor bir
hayat yaşamasına neden olur. Vahiyle gelen direktifler ise, bu tutkulardan
kaynaklanan şirki, adaletsizliği ve zulmü ortadan kaldırmanın yolunu
gösterir.
Kur’ân’ın
tümünde çokluk olumsuz anlamda kullanılmıştır. Çünkü Dünyâ “cennet” değildir ve
bir “imtihan dünyâsı”dır. Üstelik insan bir nefse de sâhiptir ve çokluk onu
şımartır ve yoldan çıkartır. Yoldan çıkan insanın ise yapmayacağı çirkeflik
yoktur. Bu nedenle Allah servetin yâni çokluğun birilerinin elinde birikmesini yasaklar
ve toplumun geneline âdil bir şekilde paylaştırılmasını ister. İnsanın aklını
başından alan ve onu yoldan çıkaran şey, 2Ş, 2S ve 1C formülüyle gösterilen “şehvet şöhret”, “servet
siyâset” ve “cehâlet”tir. Çünkü bunlarda potansiyel bir kışkırtılmışlık ile
çokluk-çoğaltma vardır ve bunlar insanı yoldan çıkarır. İnsanı yoldan çıkaran
şey, “Çokluk, Çoğaltma ve Çoğunluk” tutkusu ve hırsıdır.
İnsanlar çokluğa
ve çoğaltmaya bir başladılar mı, başkalarının elindeki az olanın bile
kendilerine geçmesini isterler:
“Bu benim kardeşimdir, doksan dokuz
koyunu vardır, benimse bir tek koyunum var. Buna rağmen ‘onu da benim payıma
(koyunlarıma) kat’ dedi ve bana, konuşmada üstün geldi” (Sâd 23).
“(Dâvûd) dedi ki: ‘Andolsun senin
koyununu, kendi koyunlarına (katmak) istemekle sana zulmetmiştir. Doğrusu,
(emek ve mâli güçlerini) birleştirip katan (ortak)lardan çoğu, birbirlerine
karşı tecâvüz ederler; ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar başka. Onlar
da ne kadar azdır’. Dâvûd, gerçekten bizim onu imtihan ettiğimizi sandı, böylece
Rabbinden bağışlanma diledi ve rükû ederek yere kapandı ve (bize gönülden)
yönelip-döndü” (Sâd 24).
Demek ki îman
edip sâlih amel işleyenlerin dışındakileri sürekli olarak çoğaltma ve çokluk
yönlendirir ve bu durum onları adâletten saptırarak yoldan çıkartır. Kendi 99
koyunuyla yetinmeyip de başkasının elindeki 1 koyuna da göz koymak, çoğaltma
tutkusunun, o kişinin aklını başından aldığını gösterir. Zîrâ çokluk ve
çoğaltma tutkusu mutlakâ insanın aklını başından alır ve onu yoldan çıkarır.
Kur’ân bu nedenle çokluk ve çoğaltmayı sürekli olarak olumsuz anlamda kullanır.
Çünkü yeryüzündeki tüm zulümler ve adâletsizliklerin nedeni budur.
“(Mal, mülk ve servette) çoklukla
övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp, kendinizden geçirdi. Öyle ki (bu,) mezarı
ziyâretinize (kabre gidişinize, ölümünüze) kadar sürdü” (Tekâsür 1-2).
Tekâsür:
“(‘kesret’ten) Çoğalma. Kesret bulma. Çok öğünme. Mal ve evlâdın çokluğu ve bu
çokluk ile öğünme” anlamındadır.
Çok olunca “yok olmayacağını” zanneden insanlar, çoğaltmanın
peşine düşüyorlar. Çünkü çok olunca biraz azalsa da bitmez ve “çok olunca fazlalaştırıp
çoğaltmak daha kolay olur” düşüncesi vardır. Yâni hayâtın garantisini Allah’ın
nîmet vermesinde ve korumasında gör(e)meyenler, garantiyi mal-mülk ile yâni
çokluk ve çoğaltmayla sağlayabileceğini düşünürler ki bu çok yanlıştır. Üstelik
Kur’ân bu konuda hârika bir örnek de vermiştir:
“Böylelikle kendi ihtişamlı-süsü içinde
kavminin karşısına çıktı. Dünyâ-hayâtını istemekte olanlar: ‘Ah keşke, Kârun’a
verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sâhibidir’
dediler. Kendilerine ilim verilenler ise: ‘Yazıklar olsun size, Allah’ın
sevâbı, îman eden ve sâlih amellerde bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna
da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz’ dediler. Sonunda onu da, konağını da
yerin dibine geçirdik. Böylece Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu
olmadı. Ve o, kendi-kendine yardım edebileceklerden de değildi. Dün, onun
yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında: ‘Vay, demek ki Allah, kullarından
dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah,
bize lûtfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten
inkârcılar felâh bulamaz’ demeye başladılar” (Kasas 79-82).
Demek ki mal-mülk elimizde bir şekilde
çoğalmışsa, o şey ya adâletli bir şekilde paylaştırılacak yada yerin dibine
batacaktır. Çünkü çokluk hiç-bir zaman huzur vermeyecektir. En azından insan,
çoğalmış malını bir zaman sonra yetersiz görmeye başlayacak ve daha çoğunu isteyecektir:
“Kendisini tek olarak (ve yapayalnız) yarattığım
(şu adam)ı Bana bırak; ki Ben ona alabildiğine çok mal (servet) verdim.
Göz-önünde hazır çocuklar (verdim). Ve sayısız imkân ve fırsatları önüne
serdim. Sonra, daha arttırmam için tamah eder (doyumsuz istekte bulunur).
Hayır; çünkü o, Bizim âyetlerimize karşı kesin bir inatçıdır” (Müddesir 11-16).
Çoğunluğun görüşüne uymak insanın genel bir zaafıdır. Kur’ân, bu noktaya dikkat çekerek kötü ve yanlış olanın
şaşılacak kadar yaygınlık göstermiş olsa bile, helâl ve iyi olanla hiç-bir
zaman eşit olamayacağı için sakınılması gerektiğini belirtir. Maddî ve
mânevî alanda şeylerin belirlenmesinde çoğunluğun
görüşü hakîkatin kriteri olamaz.
Demokrasi de bir
“çoğunluk ve çoğaltma yönetimi”dir. 100 kişilik bir ortamda 49 kişi istemese
bile çoğunluk olan 51 kişinin istemesi o şeyin kabûl edilmesine yol açar.
Çoğunluk ne derse o olur demokrasilerde. İsterse o şey yanlış/çirkin/ayıp/günah
ve hattâ şerefsizce olsun. Artık bir-fazla çoğunluğu yakalamış olanlar,
insanların kaderlerini belirlemeye kalkarak hâşâ ilahlaşırlar. İnsanların ne
yiyip-içeceğine, ne giyeceğine, nerede oturacağına, kısaca tüm hayâtına onlar
karar verir. Verdikleri kararlar keyfî kararlardır. Fıtrata uygun olmayan
zulümâne kararlardır çoğu. Bir-şeyi iyi iken bir-anda kötüleştirebilirler.
Halkın lehine olan bir-şeyi bir-anda değiştirerek halkın a-leyhine
çevirebilirler ve kimse hesap da soramaz. Hesap sorsa da yanıt alamaz. Artık
beklesin ki bir 4-5 sene geçsin de onları oy vermeyerek cezâlandırsın. Hâlbuki
kullandığı oyu da kendi serbest irâdesiyle vermemiştir ve vermeyecektir.
Alttan-alta çeşitli kanallarla ona dayatılır kime oy vereceği.
İslâm’ın sistemi
ise şûrâ sistemdir. Ve demokrasiyle hemen-hemen hiç alâkası yoktur. Fakat yine;
bu taşeronlar tarafından desteklenen yada pohpohlanan bâzı İslâm bilginleri
(âlimleri değil), demokrasi ile şûrânın aynı şey olduğunu, demokrasinin tam da
Kur’ân’ın bahsettiği şey olduğunu, bu nedenle de demokrasiye sahip çıkarak
demokratik olmanın zorunlu olduğunu söylüyorlar. Hâlbuki demokrasi ile şûrâ
aynı şey değildir. Demokrasi bir “çoğunluk yönetimi” iken, şûrâ, çoğunluğun
biatiyle-onayıyla süzüle-süzüle oluşan “yüce şûrâ” (ehlü’l hâl vel akd) denetimindeki
bir yönetimdir.
Çoğunluk her
zaman doğru karar alacak diye bir şey yoktur. Hattâ tam-aksine yanlış kararlar
alır çoğu zaman. Meselâ Allah; fâizi, içkiyi, kumarı, zinâyı vs haram kılıp
yasaklamışken, çoğunluğu oluşturanlar, meclislerinde bunları serbest (helâl(!))
yaparlar. Oysa haram ve helâli belirlemek sâdece Allah’a âittir ki bunu insanın
belirlemesi şirktir ve şirk zâten budur. O hâlde şirk, hükmün Allah’ın elinden
alınarak “çoğunluğa” verilmesidir. Bu durum tüm zamanlarda böyle olmuştur ve
şirk, insanlara olmadık işler yaptırmıştır. Meselâ Eski Mısır’da Nil Tanrısı’na
her sene bâkire kızlar sunulması uygulaması tüm halkın kararıyla alınıyordu. Çoğunluk,
Allah’ın yasaklarını serbest bırakacak bir şekilde karar alsa da o şey aslâ
meşrû olmaz ve insana “sorun” ve “zulüm” olarak geri döner ve hayâtı
zorlaştırır.
Mekke
müşriklerinin cehâlet içinde olmaları ve “câhil” diye anılmalarının bir nedeni
de, çokluğu “her-şey” zannetmeleriydi. Zâten Peygamber’i kabûl etmemelerinin
bir nedeni de, Peygamberimiz’in malca zengin olmaması yâni çokluğa sâhip olmamasıydı.
O yüzden malı fazla olan bir kişinin peygamber olması gerektiğini söylüyorlardı.
Çokluk, çoğaltma ve çoğunluk düşüncesi sebebiyle böyle bir mantık kuruyorlardı:
“Ve dediler ki: Bu Kur’ân, iki şehirden birinin büyük
(zengin) bir
adamına indirilmeli değil miydi?”
(Zuhrûf 31).
Tabî ki o iki adam, çokluğa
ve çoğunluğa sâhip olan iki kişiydi. Peygamberlik hayırlı bir şey ise, o,
çokluğa sâhip olmalarından dolayı “en hayırlılar” olarak bilinen iki kişiden
birine verilmeliydi. Çokluk, çoğaltma ve çoğunluk düşüncesi ve tutkusu, kişiyi
hep bu üçlü üzerinden düşündürtür ve hareket ettirir.
Modern insan ve
devlet düzeninde de aynı şey devâm etmektedir. Çoğa sâhip olanlar
yüceltilirken, garibanlar adam yerine bile koyulmuyor. En çok kimde varsa, diğerlerini
ezmek ve onların malını-mülkünü ele geçirip mallarının daha da çoğaltılması
“normâl” olarak görülüyor. Bir “çokluk sistemi” olan demokraside de, gariban
(mustaz’af) birinin aday olarak gösterilmesi mümkün değildir. Buna şiddetle
karşı çıkması gereken müslümanlar ise bunu “kader” olarak yorumluyorlar. Fakat
Allah, yeryüzünde, çoğa sâhip olanları değil, mustaz’afları mîrasçı kılmak
istiyor:
“Biz
ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mîrasçılar
kılmak istiyorduk. Ve
(istiyorduk ki) onları yeryüzünde
iktidar sâhipleri olarak yerleşik kılalım’, Firavun’a,
Hâmân’a ve askerlerine, “sakındıkları
şey”i gösterelim” (Kasas 5-6).
Bâzı müslümanlar
bir sapma olarak, İslâm’ın hedefinin “çoğulculuk”, çoğunlukçuluk”, “çokluk”
gibi kavramlar olduğunu söylerler. Bunu da, batı’nın psikolojik yada çıkarcı
dayatmalarıyla yapmaktadırlar. Çünkü bu kavramlar, Yeni Dünyâ Düzeni projesi
bağlamında, İslâm’ı demokratikleştirme gayretlerinin söylemleridir. İslâm’ın
demokrasi ile, lâiklik ile, çoğulculuk veyâ çoğunlukçuluk ile ve bunlara çanak
tutan sivil toplum yapısı ile uzaktan yakından ilgisi bulunmamaktadır. Ercümend
Özkan bu konuda şunları söyler:
“Çoğunluğun kabûl ettiği.. diyorlar. O
hâlde kabûl etmeyenler de var. Çoğunluk kabûl edince o şey doğru mu olur?.
Allah Kur’ân’da: ‘Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni
Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar
ancak zan ve tahminle yalan söylerler’ (En-âm
116) der. ‘Kabûl edenler-etmeyenler’ diye bilim yada kânun mu olur?. Parmak
sayısına göre bilim-kânun olmaz. Zâten vahiy dışında bir şeyin herkes
tarafından kabûl edilmesi o şeyi sorunlu hâle getirir”.
Modernizm,
kendisini “hakîkatin tek temsilcisi” olarak görüyordu 2. Dünyâ Savaşı sonuna
kadar. 150-200 yıl boyunca bunu seslendirdi ve tüm Dünyâ’ya dayattı bu
anlayışı. 1950’lerden sonra bu dayatma artık işe yaramayınca, “post-modernizm”
denen ve “hakîkati izâfileştirme ve çoklaştırma” düşüncesi modernizmin yerini
aldı. “O da doğru, bu da doğru” diyerek, doğruyu çoğaltarak sulandırdı ve
gerçekliği bulandırdı.
Bir “çokluk
dayatması yönetimi” olan demokrasinin ana ibâdeti olan oy kullanmada, oyların
çoğunluğunu alan partinin yaptıkları kötü de olsa, bu “çoğunluk” için önemli
değildir. Birileri ağzında kuş tutsa da, yada ülkeyi ve halkı çok büyük
zararlara sokmuş olsa da, kişilerin görüşleri yine de değişmeyecektir. Zîrâ
çoğunluk, desteklediği yada kösteklediği odaklara ya güvenmiştir yada kuşku
duymaktadır ve ona dost yada düşman olmuştur. Böyle olunca da iki kesim
arasında sonu gelmeyen ve bir katkısı da olmayan tartışmalar yapılır ve çeşitli
yalanlar da söylenir. “Evet”çiler ve “hayır”cılar insanları farklı açılardan
aldatırlar ve korkuturlar. Korkulması gereken şey “vatanın, lâikliğin,
cumhuriyetin vs. elden gitmesi” yada görece “eski kötü günlere geri dönüş”tür.
Böylece çoğunluğun tahakkümü devâm eder.
İslâm’da çoğa
sâhip olanların, çoğaltıp duranların ve çoğunluğun sözü değil, hakkın söz
geçer. Bu nedenle tüm insanlar yâni çokluk, vahye aykırı olan şeyi isteseler
de, yine de yanlış olur. Bu nedenle, “Allah’tan başkalarının hüküm koyması”
anlamında, bir başkan adayının seçimlerde yüzde yüz oy alması bile, çıkan kânunların
“şirk” olmasını ve hem başkanın hem de onu seçenlerin câhil yada kâfir-müşrik
olmasını engellemez. O hâlde çoğunluk mutlakâ şirke ve küfre alan açar.
“Asra andolsun!; Gerçekten insan,
ziyandadır. Ancak “îman edip sâlih amellerde bulunanlar”, birbirlerine
hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr Sûresi).
Asr Sûresi’nde “zararda
olan insan” ifâdesinden, sâdece tek bir insanın değil, “tek-tek çoğunluğu
oluşturan” insanların zararda olduğu anlaşılır. Yâni “çoğunluğun” hüsranda
olduğunu anlarız. Zîrâ çoğunluk olumsuz bir kavramdır. Kitleyi, sürüyü,
yönlendirilmiş olanı, güdüleni, kandırılanı, sömürüleni ifâde eder.
Müslüman için
meşrûluğun dayanağı; çokluk, çoğaltma ve “genel çoğunluk” değil, vahiy ve
vahyin örnekliğini en iyi gösteren “güzel örneklik” denen sünnettir.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Şubat 2018