“Bunun üzerine âsâsını bırakıverdi, bir de (ne görsünler)
o, açıkça bir ejderhâ oluverdi”
(Şuârâ 32).
Âsâ, bilindiği gibi; ağacın
kalınca bir dalından yapılan ve “yürüme”yi kolaylaştıran, “diken”li yolları
açan, “sürü”yü kontrôl etmeye yarayan, “çoban”ların kullandığı basit(!)
araçlardır. Âsâların en meşhuru, “Âsâ-yı Mûsâ” denilen, Hz. Mûsâ’nın âsâsıdır. Âsâ,
Hz. Mûsâ’nın, Firavun’a karşı mücâdelesindeki en önemli araçtır. Âsâ; vahyi,
mûcizeyi, isyânı, stratejiyi, yolu-yöntemi sembolize eden şeydir.
Zamânın en güçlü devletinin
hükümdârı, hattâ kendi ifâdesiyle “rabbi” olan Firavun’a karşı “araç” olarak
kullanılan şey, ağaçtan mâmûl bir âsâdır. Basitliğin sembolü bir ağaç dalı. Evet;
Her türlü imkâna; bilim ve teknolojiye, halk desteğine, bilim-adamlarına,
paraya ve askerî güce karşı kullanılmak üzere Allah’ın seçtiği şey, Hz. Mûsâ’nın
âsâ olarak kullandığı bir “ağaç dalı”dır. Fakat hem o ağaç dalını yâni âsâyı
mücâdele aracı olarak Allah seçmiştir, hem de onu tutan el, “yed-i beyzâ”
(beyaz el) sâhibi olan Hz. Mûsâ’nın elidir:
“Ve elini koynuna sok, kusursuz olarak bembeyaz
çıkıversin, (bu,) Firavun ve kavmine olan dokuz âyet (mûcize) içinde(n
biri)dir. Gerçekten onlar, fâsık olan bir kavimdir” (Neml 12).
“Elini koltuğuna sok, bir hastalık olmadan, başka bir
mûcize (âyet) olarak bembeyaz bir durumda çıksın. Öyle ki, sana büyük
mûcizelerimizden (birini) göstermiş olalım” (Tâ-hâ 22-23).
Âsâyı tutan el, bir-zaman
önce “bir insanı öldüren el” olsa da, o el, Allah tarafından “bağışlanmış ve
tertemiz kılınmış bir el” olunca ve ona yardımcı olacak olan bir de yoldaş
(Hârûn) verilince, içlerindeki korku geçti ve Firavun’un karşısına dik bir
duruşla çıkıverdiler.
Firavun, Hz. Mûsâ ve Hârûn’a baktığında ayırıcı bir
özellik gör(e)mediğinden dolayı onlarla alay etmeye kalktı ve ilk başta işi
ciddiye almadı. Çünkü, hani ellerinde ne vardı ki?. Bir ağaç-dalıyla gelen iki
adam ona karşı nasıl bir üstünlük sergileyebilirlerdi?. Aklına güvenerek
sorduğu sorulara Hz. Mûsâ vahiyle karşılık verince, Firavun onlara maddî
üstünlükle üstün gelmek istedi ve zamânın üstün(!) bilim-tekniği (büyü) ve
kendisine sâdık bilim-adamları (büyücüler) aracılığı ile sözde rabliğini
herkese yeniden göstermek istedi. Belki de bunu bir fırsat olarak da gördü. Fakat
iş umduğu gibi olmadı. Firavun’un desteklediği bilim-adamlarının bilimleri ve
teknolojileri (büyü) basit bir âsânın karşısında eridi gitti. Yok oldu. Beş
para etmez hâle geldi. Firavun büyük kalabalıklar karşısında rezil oldu.
Üstelik sihirbazlar da, karşılaştıkları şeyin bilim-teknik ve büyü ile alâkası
olmadığını mevcut bilgileriyle hemen anladılar ve bu durum karşısında secde
etmekten başka yapacak bir şeyleri olmadığından dolayı hemen secdeye
kapandılar. Hem de zorba ve zâlim Firavun’un zulmünden korkmayarak. Firavun’u
en çok da bu yıktı. Zîrâ her-şey alt-üst olmuştu. Nasıl olur da basit bir ağaç
parçasına (âsâ) yenilebilirlerdi?. Bu durum karşısında Firavun, tüm zorbaların
yaptığı ve yapa-geldiği şeyi yapma yoluna koyuldu ve şiddete başvurmaya kalktı.
Demek ki, teslîmiyetin (îman)
basit araçları, teknolojinin üstün araçlarını alt edebilir. Bunun en iyi
örneği, Firavun’un sihirbazlarının üstün teknolojik araçlarının, Hz. Mûsâ’nın
“âsâ”sı tarafından yok edilmesidir. “Beş paralık(!)” olan âsâ, tüm üstünlük
ölçüsü bilim ve teknoloji olan araçları “beş kuruşluk” etti. Bunun nasıl
olduğunu merâk edenlere Hz. Mûsâ, elinin beyazlığını yâni “yed-i beyzâ”yı
gösterdi. Demek ki âsâyı kimin tuttuğu önemliydi. O beğenmediğiniz âsâ, çok
akıcı konuşamasa da, tertemiz ellere sâhip kişiler tarafından tutulduğunda
“Allah’ın sopası”na dönüyordu. O hâlde, üstünlüğün ölçüsü, madde ve maddî
imkânlar değil, takvâ-teslîmiyet, sakınma, îman, dik duruş ve direnişti. Zâten
rabbimiz de:
“Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) îman etmişseniz
en üstün olan sizlersiniz” (Âl-i İmran
139) demiyor muydu?.
İşte aynen bunu gibi.. Zamânımızda
da birileri çok üstün(!) bilim ve teknoloji, bilim-adamları (beyin), maddî
imkânlar, güç, servet, asker, silah vs.yi elinde bulunduranlara karşı, güçlü îmanları
ve “zamânın âsâları”yla karşı çıkabilirler. Îmânın gücünü ve imkânını hesâba
katmayanlar sizinle aynen Firavun gibi alay edeceklerdir. İmtihanın gereği
budur. Bu imtihanı geçebilenler, zamânın Firavun’larını alt edebileceklerdir.
Hiç öyle; silah ve askerî güç istatistiklerini, kişi-başı millî serveti, medyayı,
tâğutların yalakaları olan uşaklarını vs. falan dile getirmeyin. Bunlar zâten
bilinen şeyler. Önemli olan arkanızda kimin olduğudur. Eğer arkanızda Allah
varsa sizi kimse yenemez. Eğer îmânınızda sâbit olursanız üstün olanlar sizler
olursunuz. Allah’ı hesâba katmadan, îmânı hesâba katmadan hesap yapmak ve sonuç
çıkarmaya kalkmak mü’minlere yakışmaz. Zamânında 100.000 kişilik orduya karşı
3.000 kişi ile savaşa (Mute) çıkmak işte böyle bir öz-güvenin, teslîmiyetin ve
îmânın bir sonucuydu. Çünkü biliyorlardı ki Allah onlarla berâberdi. Allah’a
olan teslîmiyetin ve îmânın oluşturduğu motivasyona bakar mısınız?. Eğer böyle
mü’minleriniz varsa sizi kimse yenemez. Zâten Allah bu nedenle şöyle der:
“Tâlût, orduyla birlikte ayrıldığında dedi ki: ‘Doğrusu
Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim ondan içerse, artık o benden
değildir ve kim de -eliyle bir avuç alanlar hâriç- onu tadmazsa bendendir’.
Küçük bir bölümü hâriç (hepsi sudan) içti. O, kendisiyle berâber îman edenlerle
(ırmağı) geçince onlar (geride kalanlar): ‘Bugün bizim Câlût’a ve ordusuna
karşı (koyacak) gücümüz yok’ dediler. (O zaman) Muhakkak Allah’a kavuşacaklarını
umanlar (şöyle) dediler: ‘Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa
Allah’ın izniyle gâlib gelmiştir; Allah sabredenlerle berâberdir’. Onlar,
Câlût ve ordusuna karşı meydana (savaşa) çıktıklarında, dediler ki: Rabbimiz,
üzerimize sabır yağdır, adımlarımızı sâbit kıl (kaydırma) ve kâfirler topluluğuna
karşı bize yardım et” (Bakara
249-250).
Evet; İşte îman böyledir.
Hattâ müslüman olmayıp da bir şeye inanmış olanlar bile o inancın gücüyle büyük
işler başarmıştır. Âhiret bilincine sâhip olan mü’minlerin tavrı ise daha da
üstündür. Çünkü ne de olsa zamânında nice peygamberler ve peygamberle birlikte
olanlar, çok kalabalık ve güçlü(!) ordularla savaşmışlar ve gâlip gelmişlerdir.
Mü’minlerin kaderidir bu. O hâlde şimdi de aynısı olabilir. Çünkü o zamanki Firavun’ların
özellikleri ile şimdiki Firavun’ların özellikleri ve o zamanki mü’minlerin özellikleri
ile şimdiki mü’minlerin özellikleri aynıdır. Yâni iki taraf da insandır. Eşyâ
yine aynı eşyâdır ve aynı özelliktedir. Zamânın üstün teknolojisine karşı nasıl
ki basit bir âsâ ile karşı konulabiliyorsa, şimdiki sözde üstün bilim ve
teknolojiye karşı da “zamânın âsâsı”yla aynı şekilde karşı çıkılabilir. Eşyânın
özellikleri aynı olduğu için vâkâdaki etkisi de aynı olacaktır. Aynı sonuca
ulaşılacaktır yâni. Aynı teslîmiyeti, îmânı, takvâyı, sabrı, direnişi
gösterdiğinizde aynı sonuçlara ulaşırsınız. Yeter ki yed-i beyzâ sâhibi
mü’minler ortaya çıksın. Sünnetullah budur. Eşyânın özellikleri her zaman aynı
olduğu için, eşyâ ile kurulacak benzer ilişkilerde benzer vâkâlar olacak ve
sonuç da aynı benzerlikte olacaktır. Yasa budur. Eşyânın nasıllığının ve günümüzde
çok farklı bir hâl aldığının çok da önemi yoktur. Eşyâ ile vâkâ arasındaki
ilişki her zaman aynı olduğu için, aynı şeyleri yapanlar benzer sonuçlara ulaşacaklardır.
Îman, teslîmiyet, ferâset, takvâ vs. açısından dibe vurmuş olan İslâm
âleminin durumu tâbiri câiz ise içler acısıdır. Bu gidişâta bir âsâ=isyân
lâzımdır. Bu kötü gidişâta bir “âsâ”, bir de “yed-i beyzâ” lâzımdır. Hz.
Mûsâ’nın âsâsı ve “yed-i beyzâ”sı gibi. Bu âsâ, isyândır. Âsâ zâten arapçada “isyân”
demektir: “Fe
kezzebe ve âsâ = Fakat o yalanladı ve isyân (âsâ) etti” (Nâziât 21). Zâten isyân edene de “âsi” denir.
Âsilere bir âsâ lazımdır ki, zulüm bir-kez daha alt edilip adâlet ve tevhid
ikâme edilebilsin. Bu isyân; zulme, adâletsizliğe, zorbalığa, eşitsizliğe,
haksızlığa, feryâda, acıya, açlığa-susuzluğa isyân olacaktır. Adâlet ve tevhid âsâsını
(vahiy) mü’minler ellerine almadıklarında, -tersinden- zâlimler alacaktır ve
tevhide isyân edeceklerdir. İsyân, mü’minler tarafından sistematik bir şekilde
zulme-adâletsizliğe karşı yapılmadığında, zâlimler tarafından tevhide-adâlete
karşı yapılacaktır ve yapılıyor da.
Çobanlık “peygamber mesleği”dir.
Peygamberimiz; “peygamberler içinde çobanlık yapmayan yoktur” (İbn-i Hişâm,
Buhâri, İcâre, 2) der. Tüm çobanların ellerinde âsâları olduğu gibi, tüm peygamberlerin
ellerinde âsâları yâni isyânları vardır. O hâlde “âsâ taşımak” yâni zulme isyân
etmek sünnettir. Sünnet olan budur. Hattâ belki de en büyük sünnet. Yoksa süslü
âsâları şekilsel anlamda taşımanın bir anlamı yoktur. Tüm peygamberler; zulme,
adâletsizliğe ve acıya bir “dur” demek için Allah tarafından seçilerek
gönderilmişlerdir. Tüm peygamberler, mevcut şeytânî düzene âsâları ile isyân
ederek Dünyâ’nın altını üstüne çevirmeye gelmişlerdir. Bu nedenle âsâsı yâni
isyânı olmayan peygamber yoktur. Peygamberlerin âsâları; gönderiliş sebepleri
olan, “zulme isyân”ın bir sembôlüdür.
İslâmî olmayan ve dolayısı ile zulmeden otoriteye îtirâz/eleştiri/isyân
şarttır bu aşamada. Hz. Mûsâ örneğinde olduğu gibi: Allah Hz. Mûsâ’yı Firavun’a
âsâ=isyân ile birlikte gönderdi. Bu-aşamada eylemin en bâriz görünümü olan
îtirâz, eleştiri ve hattâ isyânî sözler ve davranışlar olabilecektir tabî ki.
İsyâna, eleştiri ve îtirazdan sonra gelinir. Eleştiri, îtiraz ve sonra isyân
gelir. Sonra da eylem başlar. Siyâsete, ekonomiye, adâlete, eğitime, sağlığa
vs. yönelik konularda olan yanlış işlere karşı olan eleştiriler, îtirazlar ve
isyânlar; yazılı ve sesli sert sözler içeren eylemler şeklinde
gerçekleştirilecektir. Âsâ ile; eleştiri-îtirâz-isyân edilecektir. Bahsettiğimiz
âsâ, “hakka yönelik bir âsâ”dır. Zâlimleri paralayan bir âsâ.
Hz. Mûsâ, âsâsını yâni isyânını ortaya atınca, sihirbazlar, o isyânın
çıkar-amaçlı geçici bir âsâ=isyân değil, hak-merkezli bir âsâ=isyân olduğunu
anladıkları anda onlar da Allah’a teslim olmakla Firavun’a isyân etmeye
başlamışlardı. Hem de ölümleri pahasına:
“Onlar da, iplerini ve âsâlarını atıverdiler ve:
‘Firavun’un üstünlüğü adına, hiç tartışmasız, üstün olanlar gerçekten bizleriz’
dediler. Böylelikle Mûsâ da âsâsını bırakıverdi, bir de (ne görsünler) o, uydurmakta
olduklarını yutuveriyor” (Şuârâ
44-45).
“(Mûsâ:) ‘Siz atın’ dedi. (Âsâlarını) atıverince,
insanların gözlerini büyüleyiverdiler, onları dehşete düşürdüler ve (ortaya)
büyük bir sihir getirmiş oldular. Biz de Mûsâ’ya: ‘Âsânı fırlat’ diye
vahyettik. (O da fırlatınca) bir de baktılar ki, o bütün uydurduklarını
toplayıp yutuyor” A’raf 116-117).
“Böylelikle (Mûsâ) âsâsını fırlatınca, anında apaçık
bir ejderha oluverdi” (A’raf 107).
“Ve sihirbazlar secdeye kapandılar. ‘Âlemlerin Rabbine
îman ettik’ dediler. ‘Mûsâ’nın ve Hârûn’un Rabbine…Firavun: Ben size izin
vermeden önce O’na îman ettiniz öyle mi?. Mutlakâ bu, halkı buradan sürüp-çıkarmak
amacıyla şehirde plânladığınız bir tuzaktır. Öyleyse siz (buna karşılık ne
yapacağımı) bileceksiniz. Muhakkak ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama
keseceğim ve hepinizi îdâm edeceğim”
(A’raf 120-124).
O yed-i beyzâ (beyaz, ak-pak
el) tarafından tutulan “teslîmiyet âsâsı”, yolun tıkandığı yerde yolu da açar. Yâni
sâdece isyân edip ortalığı toza-dumana katmakla kalmaz, en çâresiz(!) durumda
mûcizevî bir yol gösterir mü’minlere:
“İki topluluk birbirini gördükleri zaman Mûsâ’nın
adamları: ‘Gerçekten yakalandık’ dediler” (Şuârâ 61).
“Bunun üzerine Mûsâ’ya: ‘Âsânla denize vur’ diye
vahyettik. (Vurdu ve) Deniz hemencecik yarılıverdi de her parçası kocaman bir
dağ gibi oldu” (Şuârâ 63).
Böylece âsâ aracılığı ile
açılan yol, mü’minleri, zâlim Firavun ve adamlarından koruyup kurtardı da selâmete
çıktılar.
Yine âsâ, toplumların düzenlenmesi
için de araç olarak kullanılmıştır. Üstelik en zor bir durumda, açlığın ve
susuzluğun insanları çok zorladığı bir zamanda:
“Biz onları (İsrâiloğullarını) ayrı-ayrı oymaklar
olarak on iki topluluk (ümmet) olarak ayırdık. Kavmi kendisinden su istediğinde
Mûsâ’ya: ‘Âsân’la taşa vur’ diye vahyettik. Ondan on iki pınar sızıp-fışkırdı;
böylece her bir insan-topluluğu su içeceği yeri öğrenmiş oldu. Üzerlerine
bulutla gölge çektik ve onlara kudret helvası ile bıldırcın indirdik. (Sonra da
şöyle dedik:) ‘Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyin’.
Onlar bize zulmetmedi, ancak kendi nefislerine zulmediyorlardı” (A’raf 160).
Bir âsâ kadar dik ve diri
duramıyorsanız, hiç-bir küfre, şirke, adâletsizliğe, ahlâksızlığa ve zulme de “dur”
diyemezsiniz, isyân (âsâ) edemezsiniz. Çünkü dik ve diri durmadığınızda
Allah’ın yardımını göremezsiniz. Hz Mûsâ’nın “hak âsâsı” yâni zulme karşı olan
isyânı, Firavun’un “şeytan âsâsı”na yâni “hakka olan isyânına karşı kullanılan bir
araçtır; isyâna karşı isyân. Hz. Mûsâ’nın âsâsı yâni isyânı basit görünse de,
“Allah destekli” olduğu için, Firavun’un âsâlarını ve yılanlarını yâni isyânını
yenmiştir.
Evet; bu âsâ bildiğimiz bir
ağaç-dalıdır:
“Sağ elindeki
nedir ey Mûsâ?. Dedi ki: ‘O, benim âsâmdır; ona dayanmakta, onunla davarlarım
için ağaçlardan yaprak düşürmekteyim, onda benim için daha başka yararlar da
var’. Dedi ki: ‘Onu at, ey Mûsâ’. Böylece, onu attı; (bir de ne görsün) o hemen
hızla koşan (kocaman) bir yılan (oluvermiş). Dedi ki: Onu al ve korkma, biz onu
ilk durumuna çevireceğiz” (Tâ-hâ
17-21).
Fakat o ağaç dalını Allah “tevhidin
aracı” yapmıştı. Böylece o bir sembôl olmuştur. Normâlde olağanüstü bir âsâ
değildi o. Bu nedenle âsâyı “süper teknolojik ve üstün özellikleri olan” bir
şey olarak yorumlamak doğru değildir. Âsâ, takvânın elinde mûcizeleşmiştir ve
sembôl olmuştur. Mûsâ’nın elindeyken basit bir ağaç-dalı, bir “çomak” olan âsâ,
Mûsâ onu yed-i beyzâ ile attığında Allah’ın izniyle başkalaşmış ve zâlimlerin
ve zulmün kökünü kurutmuştur. Sisteme çomak sokarak zâlimlerin korkulu rûyâsı
olmuştur.
Birileri modern şekilde tâsârlanmış
süslü âsâları “sünnettir” gerekçesiyle sâdece şekilsel ve pasif anlamda
taşıya-dursun; yed-i beyzâ tarafından tutulacak ve zâlimlerin-zulmünü
yutuverecek âsâları taşıyan eller, yeniden Firavun’lara karşı gâlip gelecek ve
zulmü, şirki, küfrü yok edip tevhidi yeryüzüne hâkim kılacaktır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Hazîran 2017