31 Ağustos 2017 Perşembe

Sınırsız Şirk: Vahdet-i Vücûd




“Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlardan ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır” (Nîsâ 116).

Vahdet-i Vücûd; “Yaratan ile yaratılanı -mutlak anlamda- eşitlemek ve bir saymak” demektir. “Varlık içinde her-şey Allah’tır” düşüncesidir. Bu düşünceye göre; “bütün varlıklar Allah’ın bir parçası olarak bizzat O’dur. Yaratan da yaratılan da birdir ve hepsi -mutlak anlamda- O’dur.

Tasavvuf, TDK sözlüğünde; “Tanrı’nın niteliğini ve evrenin oluşumunu varlık birliği (vahdet-i vücûd) anlayışıyla açıklayan dînî ve felsefî akım, İslâm mistisizmi” diye tanımlanır.

Vahdet-i Vücûd yâni varlık birliği, tasavvuf düşüncesinde, yaratanla yaratılanın tek kaynaktan geldiğini ve “bir”=”aynı” olduğunu savunan görüştür.

Câvit Sunar, Vahdet-i Vücûd için şöyle der:

“Tasavvuf demek Vahdet-i Vücûd yâni, Vücûd Birliği demektir. Vücûd Birliği demek de, her-şey ortaklaşa bir-tek Vücûd’a bağlıdır; dolayısıyla , bu bir-tek Vücûd da, zorunlu olarak, Bir Tek Yaratıcı olan Allah’ın Vücûd’undan ibârettir, “vücûd’un asıl sâhibi Allah’tır” demektir. Şu hâlde, Vücûd Birliği demek, “yalnız Allah vardır, O’ndan başka hiç-bir şey yoktur” demektir. Vahdet-i Vücûd, bütünlüğü ile Allah’ta yok olup Allah ile bâki olmanın sonucudur ve bir felsefedir”.

Haçlı Seferleri ile sarsılan İslâm dünyâsı, daha sonra da Moğol akınları ile karşılaşmış ve oldukça yıpranmıştır. Fakat çok sağlam bir temele sâhip olan İslâm ve müslümanlar, vahyin ve sünnetin de yardımıyla kısa zamanda toparlanabilecek potansiyele sâhipti. İşte müslümanların toparlanmasını engellemek ve parçalanmasını hızlandırmak için, sapık bir felsefe olan vahdet-i vücûd düşüncesi, (belki de bir “hristiyan ajanı” olarak gönderilen) Muhyiddin İbn-i Arâbi ile Şam-merkezli yayıldı ve özellikle Anadolu topraklarında merkezîleşti. Muhyiddin İbn-i Arâbi bu sapık düşünceyi, Avrupa’dan; Yunan (yeni eflâtunculuk), Îran ve Hint (İskender) kanalıyla almıştı. Vahdet-i Vücûd düşüncesinde Allah’tan başka “varlık” yoktur ve bu nedenle de her-şey Allah’tır. Her-şey Allah olunca, her-şeyi yapan-eden (lâ fâile illallah) Allah olunca ve -bu düşünceye göre- zâten Allah’tan başka bir varlık da olmadığından (lâ mevcûde illallah), insanlar vahyi de bu felsefeye göre yorumlamaya ve düşünmeye başladılar ve kötü duruma karşı bir şeyler yapmak için bir neden bulamaz hâle geldiler ve bir dirençsizlik oluştu. Çünkü, her-şey ve herkes -hâşâ- Allah olduğunda, kime karşı durulacak ve savaşılacaktı ki?. Toparlanma bağlamında, niye yeni bir fikir üretmek için uğraşılacaktı?. Vahdet-i Vücûd düşüncesi (daha doğrusu sapıklığı), işte insanlardaki ilmî ve fizîki direnci kırınca, “medeniyet” ve “ilim” anlamında bir toparlanma ol(a)madı. Dolayısı ile; bâtıl, İslâm’dan öcünü tasavvuf ve onun en güçlü felsefesi olan vahdet-i vücûd ile almaya başladı.

Vahdet-i Vücûd, yada; panteizm-panenteizm gibi saçma ve sapık fikirler şizofrenik bir durumu ifâde ederler aslında. Zîrâ akıl kârı değildir bu düşünce. Tasavvuftaki “lâ fâile illallah” ve “lâ mevcûde illallah” sözleri vahdet-i vücûd düşüncesinin mottolarıdırlar. Bu sözler sonunda; “lâ mevcûde illâ ene”=(benden başka mevcud yoktur) cümlesine gelir ve kişi -kim olursa-olsun- kendini Allah îlan eder. İnsanların târih boyunca ürettikleri ve söyledikleri en sapık düşünceler ve söylemlerdir bunlar. Üstelik tasavvufun bağlıları bunları, bir akide olarak kabûl ederler ve hattâ vahdet-i vücûd düşüncesini “mutlak tevhid” zannederler. Hâlbuki “sınırsız bir şirk”tir bu düşünce. Öyle ki, şeytan bile böyle bir söz söylemekten hicap duyar. Mehmet Âkif Ersoy, böyleleri için: “Hudâ’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ” der.

Tasavvuf ve vahdet-i vücûd, “yeni Eflatun’culuk”un başarılı bir kopyasıdır. Bu düşünceyi en çok da şu âyeti öne çıkararak savunuyorlar: “Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı. Mü’minleri kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı). Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir” (Enfâl 17). “Bak gördünüz mü, Peygamberin savurduğu “kum” yada toprak için Allah; “Ben attım diyor” diyorlar.

Bu düşüncedeki ana-yanlış; “Lâ kudrete illallah” tevhid sözü yerine, “lâ fâile illallah” şirkini koymaktır. Oysa sâdece attığı zaman değil; yürüdüğü zaman, uyuduğu zaman, savaştığı zaman.. vel hâsıl kelam, yaptığı tüm şeyleri yaptığı zaman, kudret vererek Allah yaptırıyor kişiye her-şeyi. Kudreti Allah verdiği için “Allah yapmış gibi” oluyor. Fakat bu yapma, vahdet-i vücûd ve tasavvuf müşriklerinin zannettiği gibi değildir. Allah bu yapmaları bizzat ve bil-fiil olarak değil, kudretini vererek yapar-yaptırır. O’nun yapması-yaptırması, yasalarına uygun olarak, sünnetullah gereği kişinin irâdesini gerçekleştirmesine izin vermesidir. Yâni “insanın eyleminin-amelinin kudretini Allah’tan alması” anlamındadır. Yoksa Allah bizzat gelip de düşmana bir şey atacak değildir. Zâten ortada olağan-üstü bir şey de yoktur. Peygamber’in, “o anda içinde bir güç bularak kumu-toprağı fırlatması ve savaşa başlamasıdır” olan şey. Allah zâten mü’minlere üç bin, beş bin melekle yardım etmektedir. Meleklerin gücü yetmedi de bizzat Allah mı geldi Bedir kuyuların yanına?. Allah’ın yardımı, insanın içine meleklerle bir huzur ve güç vermesi, o gücü kullanacak kudreti vermesidir. İşte o anda gelen kudretin bir nişânesidir Peygamber’in atması. Allah diyor ki Peygamber’e; “o attığın şeyi sakın kendinden zannetme, onun güç ve kudreti bendendir”. Yâni “lâ kudrete illallah”. Yâni Peygamber’e diyor ki; sakın olanı kendinden bilip de “lâ fâile illallah” deme!, gücün-kudretin kaynağı olarak Beni bil ve “lâ kudrete illallah” de!. Bu âyetle yaptığım imtihan ancak böyle demekle kazanılır”.

“Lâ fâile illallah” yâni her-şeyi yapıp-edenin Allah olması, Allah’a tevekkül ederek, kudreti ve irâdeyi Allah’a vererek işleri ona havâle etmenin fâsıklaşmış şeklidir. Evet; “Lâ kudrete illallah” ifsâd olunca, “lâ fâile illallah”a dönüyor.

Vahdet-i Vücûd tasavvuftur. Tüm bâtıniliğin söylediği yada söylemek istediği şey, vahdet-i vücûdtur. Bâtıniliğin, tasavvufun, mistisizmin, işrâkiliğin vs. temel ve en güçlü felsefesi ve inancı, vahdet-i vücûdtur. Vahdet-i Vücûd düşüncesini kaldırdığınızda ortada tasavvuf ve diğer bâtıni sapıklıklar da kalmayacaktır. Bu nedenle vahdet-i vücûd; “tek ilah” düşüncesine karşı oluşturulmuş, “genişletilmiş çok tanrıcılık” ve sonunda da “sınırsızlaştırılmış tanrıcılık” diyebileceğimiz sınırsız bir şirk şeklidir. Şirkin zirveleştiği yerdir vahdet-i vücûd. Öyle ki, insanlık, târih boyunca böyle bir şirk üretmemişti. Artık vahdet-i vücûd şirkinin üstüne üretilecek ve küresel anlamda etki edecek bir şirk şekli kalmamıştır. Çünkü vahdet-i vücûd şirki Dünyâ’yı aşıp, tüm kâinâtı da içine almış ve sınırsızlaşmış bir şirktir. Vahdet-i Vücûd İslâm karşıtı bir şirk dînidir. Modern-teknolojik-ideolojik-bilimsel tüm şirkler de, vahdet-i vücûd şirkinin türevleri ve şûbeleridir.

Modern-bilimin vahdet-i vücûdçuluğu da “Big-Bang Teorisi”dir. Bu teoriyle her-şeyi -sözde- açıklayabilmektedirler. “Big-Bang ile her-şey yerli-yerine oturur”; “Big-Bang, varlığın en güçlü açıklamasıdır” gibi laflar her yerde edilip durur ve “elinizi” nereye sallasanız çarpacak olan şey Big-Bang’tir. “Yüzünüzü nereye dönerseniz dönün, Big-Bang’in yüzü oradadır” demeye getirirler. Vahdet-i Vücûdta nasıl ki her-şey Allah’tır; bu teoride de her-şey Big-Bang’tir. İlhâmını vahdet-i vücûdtan almıştır çünkü. Şirk; “her-şeyi, Allah’tan başka bir şeyle açıklamak” demektir.

İnsanlar sapık fikirler de üretebilmişlerdir ve bu fikirleri “güzel” ve felsefî kelimelerle bezeyerek onu hakîkatmiş gibi gösterebilmektedirler. Meselâ Hristiyanların Baba-Oğul-Kutsal Rûh miti, Panteizm-Vahdet-i Vücûd felsefesi gibi. Bu felsefelerin bağlılarına bakarsanız, her-şeyin bu felsefelere tam anlamıyla uygun olduğunu, tam da söylendiği gibi olduğunu, her-şeyin tam açıklamasını yaptığını ve bu felsefelerde hiç-bir çelişkinin olmadığı yalanı söylenir durur. Fakat vahyin penceresinden bakıldığında bu fikirlerin ne kadar sapık ve yanlış fikirler olduğu “âlim”ler için âyan-beyan apaçık bir şekilde görülür. Bir fikrin var olmuş olması onu ille de meşrûlaştırmaz.

Vahdet-i Vücûd felsefesine göre âlem -hâşâ- Allah demek olacağı ve Allah da yok olmayacağı için kâinat ezelîdir. Hâlbuki kâinat “gerçek”tir ama “hakîkat” değildir. Bu nedenle de yok olacaktır ve bunun belirtisi de Termodinamiğin 2. yasası olan entropi kânunudur. Bu kânunun gösterdiği gibi, kâinât bir ölüme yâni yok oluşa doğru gitmektedir. Bu nedenle Allah, kâinâtın hiç-bir yerinde “mutlak varlığı” ile yoktur. Yasalarıyla ve sanatı ile vardır ve yasaları-emirleri ile etki eder âleme.

Varlık “hak”tır fakat “el hak” değildir. Allah, mutlak zatıyla varlığıyla kâinâtın hiç-bir yerinde yoktur. Sanatıyla ve yasalarıyla vardır. Çünkü Allah, ebedî ve ezeli Olan’dır ve fâni olan kâinâtın hiç-bir şeyi de değildir, hiç-bir yerinde de değildir. Aksi-takdirde, kâinât fâni olduğundan ve bir gün mutlakâ yok olacağından, Allah da fâni olurdu.

Muhyiddin ibn-i Arâbi, tasavvuftaki Vahdet-i Vücûd (Panteizm) sapıklığını düzenleyip tertip eden ve en ideâl durumuna getiren kişidir. Der ki: “Mekke-müşrikleri putlara Allah olarak değil de put olarak taptıkları için müşrik oldular, eğer o putlara, (panteizmden mülhemle geliştirdiği vahdet-i vücûd (her-şey Allah’tır) bağlamında) Allah olarak tapsalardı, on numara muvahhid olacaklardı”. Buna benzer bir-çok sapıkça düşünceler ve yorumlar bulursunuz kitaplarında. Bu bağlamda, İbn-i Arabi’nin sıkı izleyicilerinden Abdülkerim el-Ciyli, İnsan-ı Kâmil adlı kitabında aynen şunları kaydetmektedir:

“Kâfirlere gelince, onlar bizzat Allah’a kulluk etmişlerdir. Çünkü, Cenâb-ı Hak bütün varlıkların gerçeği (yâni özü ve ta kendisi) olduğuna göre -ki kâfirler de varlıkların bir bölümüdürler- öyleyse Cenâb-ı Hak onların da gerçeğidir. (Yâni onların da ta kendisidir.) Tabiatıyla O’nun ayrıca bir tanrısı yoktur. Mutlak rab (yâni kesin genel anlamdaki ) ilâh O’dur. Dolayısıyla kâfirler, Allah’ın bizzat kendisi oldukları için varlıklarının kaçınılmaz gereği olarak O’na tapmış oldular”.

İbn-i Arâbi’nin sistemleştirdiği Vahdet-i Vücûd inancı bir şirk ve sapıklıktır. Hattâ şirkin ve sapıklığın kemâlidir. Vahdet-i Vücûd düşüncesi bir sapıklıktır ve bu düşünce üzerine İslâm’a aykırı nice sözler söylendi-söyleniyor ve nice zihinler iğdiş ediliyor.

“Mevcut olan her-şey Allah’tır” (vahdet-i vücûd) düşüncesi bağlamında diyorlar ki; “Allah’tan başka mevcut olan bir şey olsaydı şirk olurdu”. Peki bu şirkten güyâ nasıl kurtuluyorlar da tevhide(!) dönüyorlar?. Şöyle diyerek: “Her-şey Allah’tır. Çünkü ikilik yoktur. Varlık Allah’tır. (panteizm-panentezim). Bunu kabûl etmeyenler müşriktirler”. Tasavvufun pîri olan İbn-i Arâbi diyor ki bu bağlamda: “Şeytanın Âdem’e secde etmemesi en büyük muvahhidliktir. Zîrâ o Allah’tan başkasına secde etmemiş oldu”. Allah’ın “secde et” emrine aykırı davrandığını es geçiyor tabi. Yine aynı zat: “Peygamber zamânındaki müşriklere müşrik denmesinin nedeni, onların o putlara Allah olarak değil de, Allah’tan başka varlıklar olarak tapmalarıydı. Yâni onlar o putları ‘Allah’tan başka varlık’ olarak kabûl ettiler ve şirke düştüler. Hâlbuki onlara Allah olarak tapsalardı muvahhid olurlardı”.

Tasavvufa göre herkes “mecbûren tevhid ehli”dir. Zîrâ şirk bile “tevhid” olarak görülür tasavvufta. Yeter ki “kaliteli uydurmalar” yapılmış olsun. Evet; tasavvufçular iyi uydurukçulardır. Ne lâzımsa uyduruverirler.

Tevhid, tasavvufun dediği gibi, “her-şeyi aynılaştırmak” yâni “her-şeyi bir görmek” demek değildir. Tasavvuftaki vahdet-i vücûd anlayışında tevhid, “her-şeyi Allah kabûl etmek” demektir. “Her şey birlenip Allah îlan edildiğinde tevhid olur” diyorlar. Allah’tan başka bir varlık kabûl etmemeyi (lâ mevcûde illallah) tevhid zannediyorlar. Hâlbuki tevhid, “Allah’tan başka hüküm koyucu, otorite, güç-kudret sâhibi olmaması” anlamındadır. “Allah’ın göklerde olduğu gibi yeryüzünde de ilah yâni hüküm koyucu olması”dır. Göklerin Rabbi olduğu gibi yerin de Rabbi olmasıdır.  “Varlığın toplamı Allah’tır” demekle tevhid ettiğini zannedenler var. Oysa ki bu, en büyük şirktir. Sonsuz ve sınırsız şirk. Tabî ki sonsuz şirkin cezâsı da ebedî cehennem olacaktır.

Evet; tasavvufta yanlış bir “tevhid” düşüncesi vardır. “Tersinden bir tevhid” düşüncesidir bu. İslâm’a göre tevhid; “Allah’ın gökte ilah olduğu gibi yerde de ilah olması” iken; tasavvufa göre tevhid; “yerde ve gökteki her-şeyin Allah olması”dır. “Fâni olan şeylerin de Bâki Olan Allah olduğunu” söylüyorlar ve zırvalıyorlar. Bu zırvalık Vahdet-i Vücûd sapıklığıdır. Tasavvuf zırvalığının dibi, Muhyiddin İbn-i Arâbi’nin panteizmi İslâmîleştirerek son şeklini verdiği Vahdet-i Vücûd düşüncesidir. İbn-i Teymiyye, vahdet-i vücûd felsefesini inançların en eklektiği ve tüm hatâların karışımı olarak görmüştür. Şöyle der:

“Vahdet-i Vücûd görüşü, Dünyâ’daki tüm şerlerin bir buluşmasıdır. Onların hatâlarının başlangıç noktası, mahlûkâtın varlığına benzemez bir yaratıcı varlığı kabûl etmemelerinde yatar. Onlar görüşlerini biraz filozofların öğretilerinden, biraz sahte sûfî ve kelamcıların yanlış öğretilerinden, bir kısmını da Karmati ve Bâtınilerin görüşlerinden meydana getirmişlerdir. Onların çeşitli mezheplerin kapılarına gitmeleri en karışık dönüşü elde etmek içindir”.

İbn-i Arâbi, vahdet-i vücûd düşüncesi bağlamında şu sözleri etmiştir:

“Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, eşyâdan en parlak şekilde görünür ve O, O’nun aynıdır”.

“Şüphesiz yaratıkların sonradan olma varlığı, Yaratıcının varlığının aynıdır. Yaratıcının vücûduyla, yaratıkların vücûdu arasında fark yoktur”.

“Hakk’ı tanıyan kişi gerçekten tanıdığı zaman îtikad sâhibinin îtikâdıyla bağlanmaz. Yâni; hiç-bir dîne veya inanca bağlı olmaz, onun için iyi ve kötü; doğru ve yanlış; îman ve küfür ayırımı yoktur; hepsi bir ve aynı şeydir”.

“Kul Allah’tır, Allah da kuldur. Ya mükellef olan kimdir?. Yâni mükellef diye bir şey yoktur, dolayısıyla din diye bir şey yoktur”.

“Allah hakkında her denen şey doğrudur ve birlik (Vahdet)in ifâdesidir. Çünkü, vücûdta yalnız Allah vardır”.

Tabi bu düşüncelere (şathiye) meftûn olunca insanlar, tüm sorumlulukları da üstünden atmaktadır, atabilmektedir. Üstelik bu düşünceye göre her-şey serbesttir. Çünkü vahdet-i vücûd düşüncesine göre, bir “ikilik”ten bahsedilemeyeceği için bir şeyin zıddı yoktur; günah yoktur, yasak yoktur, kötülük yoktur, çirkinlik yoktur, aldatma yoktur, adâletsizlik yoktur, şerefsizlik yoktur, zulüm yoktur, cennet-cehennem yoktur, hattâ ölüm yoktur, ahlâk-ahlâksızlık yoktur ve en nihâyetinde de din-Kur’ân-Peygamber-âhiret yoktur ve hattâ özel anlamda bir Allah da yoktur. Eğer olsaydı şirk olurdu.

Allah’tan başka mevcut olmadığını söylemek, varlığın “mutlak varlık” olduğunu söylemektir ki, bu bilimsel olarak da yanlıştır. Varlık mecbûren bir bozuluşa ve yok oluşa doğru gider. (Termodinamiğin 2. Kânunu=Entropi). Eğer varlık bizzat Allah olsaydı bozulmaz ve yok oluşa doğru gitmezdi.

Varlığın Allah olmadığını, dolayısı ile vahdet-i vücûd inancının şirk olduğunu kanıtlamak için âyetler ışığında bir mantık kuralım:

“Böylece İbrâhim’e, -kesin bilgiyle inananlardan olması için- göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk. Gece, üstünü örtüp bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: ‘Bu benim rabbimdir’?. Fakat (yıldız) kayboluverince: ‘Ben kaybolup-gidenleri sevmem’ demişti. Ardından Ay’ı, (etrâfa aydınlık saçarak) doğar görünce: ‘Bu benim rabbim?’ demiş, fakat o da kayboluverince: ‘Andolsun’ demişti, ‘Eğer Rabbim beni doğru yola erdirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum’. Sonra Güneş’i (etrâfa ışıklar saçarak) doğar görünce: ‘İşte bu benim rabbim?, bu en büyük’ demişti. Ama o da kayboluverince, kavmine demişti ki: ‘Ey kavmim, doğrusu ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım’. Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim” (En-âm 75-79).

Görüldüğü gibi; Hz. İbrâhim, kavminin de taptığı yıldızları, Ay’ı ve Güneş’i (ki bunlar vahdet-i vücûd felsefesine [daha doğrusu sapıklığına] göre -hâşâ- Allah’tır), “mutlak varlık” olarak değerlendirip-değerlendiremeyeceğinin mantıklı bir muhâsebesini yapmış ve batıp giden, kaybolan ve dolayısı ile “sınırlı” olan bu varlıkların “mutlak varlık” olan Allah olamayacağını ve olmadığını idrâk etmiş ve bu varlıkları ilahlaştırarak, onları Allah gibi gören kavminin dîninden uzaklaşmış ve; “ben sizin şirk koşmakta olduklarınızı kabûl etmiyorum. Bunlar ilah değil, fâni ve sınırlı varlıklardır. Ben yüzümü, bunları ve tüm varlığı yaratan Allah’a çeviriyorum ve O’ndan başka bir ilah tanımıyorum” diyerek tevhîdi bayraklaştırmıştır. Yâni Hz. İbrâhim, vahdet-i vücûdun Allah kabûl ettiği Güneş ve Ay için, “Allah değildir” demiştir. Hz. İbrâhim, Allah’ın dışındaki varlıkların, hem de en büyükleri olanlarının, vahdet-i vücûdçuların zannettiğinin aksine, sınırlı ve fâni olduğunu, dolayısı ile ilah olmadıklarını göstermiştir. “Yıldızlar, Ay ve Güneş Allah değildir” demeye getirmiştir. O hâlde biz de vahdet-i vücûd gibi sapık şirk düşüncelerinden uzak durarak Hz. İbrâhim’i örnek edinmeliyiz. Zîrâ bunu Kur’ân da söylemektedir:

 “İbrâhim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkâr ettik. Sizinle aramızda, Allah’a bir olarak îman edinceye kadar ebedî bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir” (Mümtehine 4).

“Haberiniz olsun; şüphesiz göklerde kim var, yerde kim var, tümü Allah’ındır. Allah’tan başkasına tapanlar bile, şirk koştukları varlıklara ve güçlere (gerçekte) uymazlar. Onlar yalnızca bir zanna uyarlar ve onlar ancak ‘zan ve tahminde bulunarak yalan söylemektedirler” (Yûnus 66).

Vahdet-i Vücûd düşüncesine göre Allah, “yaratan” değil, “vâr olan”dır. Çünkü “O’ndan başak bir şey mevcut değildir” denir. Böyle olunca da yaratma iptâl olmuş olur. 

Vahdet-i Vücûda göre “her şey O’dur. Aslında O’ndan başka bir şey yoktur. Zaten yapıp-eden de O’dur” denir. Fakat:

“Onlara bir musîbet isâbet ettiğinde, derler ki: Biz Allah’a âit (kullar)ız ve şüphesiz O’na dönücüleriz” (Bakara 156).

Bu âyete göre vahdet-i vücûd anlamsızlaşır ve gümler. Çünkü her-şey zâten -hâşâ- Allah ise, Allah’a dönecek bir şey olamaz, olmamalıdır. Çünkü vahdet-i vücûd düşüncesine göre hiç-bir şey Allah’tan kopuk değildir ve aslında Allah’tan ayrılmamıştır, çünkü -hâşâ- her-şey Allah’tır. Bu durumda ney, nereden ve nasıl Allah’a geri dönecektir?. Allah’ın dışında bir varlık mı vardır ki dönüp Allah’a gelsin?. Vahdet-i vücûd böyle derken, Kur’ân ise, “Allah’a dönek”ten söz eder. Böyle bir çelişkide iptâl olup güme gidecek olan şey elbette vahdet-i vücûd sapıklığıdır.

Varlığın her zerresinde Allah’ın sanatının ve yasalarının izleri vardır. “Allah’ın imzâsı” görülür her-şeyde. Fakat böyle olması, o varlıkların “Allah” olması demek değildir. Lâkin vahdet-i vücûd bunu söylemiyor ki!. Açıkça; “vâr olan her-şey Allah’tır” diyor. “Bizzat Allah’tır” diyor. Her-şey “mutlak varlıktır” diyor. “Vahdet-i Vücûd, Allah’ın her varlıkta imzâsının olmasıdır” demekle, vahdet-i vücûd sapıklığını yumuşatıp İslâm’a eklemlemeye çalışmak yanlıştır, şirktir. Şirke aracılık etmek de şirktir çünkü. Dediğimiz gibi; vahdet-i vücûd, her-şeyde Allah’ın imzâsının-sanatının-yasalarının olduğunu değil, apaçık bir şekilde “bizzat her-şeyin Allah olduğunu” söylüyor. Kıvıracak bir durum yok. Mekke’deki putlara Allah demeyenleri ve onlara Allah olarak tapmayanları müşrik îlan ediyorlar.

Şu âyetler, tasavvufçuların-vahdet-i vücûdçuların en çok istismâr ettikleri âyetlerdir:

“O (yâni Allah) evveldir, âhirdir, zâhirdir, bâtındır” (Hadîd 3).

“Maşrık ve Mağrıb, Allah’ındır. Yüzünüzü ne tarafa çevirirseniz Allah’ın yüzü oradadır” (Bakara 115).

“İşlerin hepsi O’na döner” (Hadîd 5).

“Ben insana onun şah-damarından daha yakınım” (Kâf 16).

“Siz nerede iseniz O sizinle berâberdir” (Hadîd 4).

“Ben sizinle berâber işitir ve görürüm” (Tâ-hâ 46).

“Onları siz öldürmediniz ve lâkin Allah öldürdü. Attığın zaman sen atmamıştın ve lâkin Allah atmıştı” (Enfâl 17).

Tek ilah Allah’tır ve O’ndan başka yaratılmış varlıklar fâni olmaları sebebiyle Allah değildirler. Zîrâ Allah fâni değildir. Şu âyetler de bundan bahseder:

“(Yer) üzerindeki her-şey yok olucudur; Celâl ve ikram sâhibi olan Rabbinin yüzü (kendisi) bâki kalacaktır” (Rahmân 26-27).

“O’nun yüzünden (zâtından) başka her-şey helâk olucudur” (Kasas 88).

Panteizm yada İslâm’daki adıyla vahdet-i vücûd öğretisi, “mutlak materyâlizm”dir. Varlığı Allah îlan etmekle maddeye olmayacak şekilde çok büyük bir pâye vermişler ve maddeyi ilahlaştırarak “mutlak” hâle getirmişlerdir. Böylece “mutlak bir materyâlizm” ortaya çıkmıştır.

“De ki: O Allah, birdir. Allah, Samed’dir (her-şey O’na muhtâçtır, dâimdir, hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayandır). O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Ve hiç-bir şey O’nun dengi değildir” (İhlâs Sûresi)..

Vahdet-i Vücûd, -Allah ile birlikte her-şeyi ilah yapmak olarak- sınırsız bir şirktir. Bu sapık felsefenin bağlıları her ne kadar kendilerini tevhîdin yolunda görseler de, aslında Allah onları düştükleri bu şirk düşüncesiyle cezâlandırmaktadır:

“Yeryüzünde haksız yere büyüklenenleri âyetlerimden engelleyeceğim. Onlar her âyeti görseler bile ona inanmazlar; dosdoğru yolu (rüşd yolunu) da görseler, yol olarak benimsemezler, azgınlık yolunu gördüklerinde ise onu yol olarak benimserler. Bu, onların âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gâfil olmaları dolayısıyladır” (A’raf 146).

Muhtemelen dıştan gelen etkilerin de teşvikiyle tasavvufçularda; “yegâne vâr olanın Allah olduğu” görüşü vardır. Buradan da “Allah’ın, her-şeyin yegâne hakîkati olduğu” nazariyesine ulaştılar. Eş’ari ve Maturidi kelâmı, -Mu’tezile'ye karşı- “Allah’ın her türlü fiilin fâili olduğunu iddiâ ederek yayılmaya başlayınca, tasavvuf felsefesi vakit geçirmeden bu ilkeye sarıldı. Fakat onu kendi esasları içinde yorumladı ve şu sonuca vardı: “Vârolan yalnız Allah’tır”. İşte Kur’ân’ın Allah’ın vahdâniyeti hakkındaki görüşü, sufilerin kendi dînî  tecrübelerinde uyguladıkları İslâm-dışı metodlar sâyesinde bu şekle dönüştürüldü.

Demek ki Allah’ın “ehadiyet”inden verilen tek bir tâviz, tüm varlığın -hâşâ- Allah olduğu kabûlüne yâni “sınırsız şirk”e kadar götürüyor kişiyi.

Vahdet-i Vücûd sınırsız bir şirktir ve panzehiri ise tevhidtir. Tevhide göre, Allah göklerin ve yerin tek rabbidir. Ondan başka olan her-şey ise, Allah’a muhtâç zavallı fâni varlıklardır.

En doğrusunu sâdece Allah bilir

Hârûn Görmüş
Hazîran 2017









Devamını Oku »

30 Ağustos 2017 Çarşamba

Birden Fazla “Doğru” Var Mıdır?


“De ki: ‘Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?. “Onların, dünyâ-hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel (doğru) iş yapmakta sanıyorlar” (Kehf 103-104).

Nasreddin Hoca, kadılık yaparken bir gün bir ahbâbı burnundan soluyarak gelmiş. Hasmı için söylemediğini bırakmamış. Sonra: “Hocam, ‘Allah aşkına söyle’ demiş, haklı değil miyim?”. Hoca ne yapsın?. “Haklısın” demiş. Ahbâbı sinirleri yatışmış olarak gitmiş. Onun hemen arkasından adamın hasmı gelmiş. Bu defâ da o başlamış atıp tutmaya; “yok bana şöyle, yok böyle yaptı” demeye. O da Hoca’ya sormuş: “Haklı değil miyim?”. Hoca: “Vallâhi çok haklısın” demiş. Adam da sâkinleşerek gitmiş. Tüm bunlara tanık olan Hoca’nın karısı bu işe şaşırmış kalmış. “Senin kadılığın da bir garip Hoca Efendi. İkisine de “sen haklısın dedin. Hiç öyle şey olur mu?” demiş. Nasreddin Hoca hanımının yüzüne bakıp: “Hâtun sen de haklısın!” demiş.

Nasreddin Hoca, aslında birbirleri için zıt şeyler söyledikleri hâlde onları sâkinleştirmek için dâvâlıların ikisinin de doğru söylediğini kabûl ederek her-birine “haklısın” demiş. Böylece taraflar sâkinleşerek işi daha fazla uzatmamış.  

Tabi ki bu bir fıkra ve gerçek dâvâlar bu şekilde çözümlenmez ve “haklı ve haksız olan ayırt edilerek” dâvâ bir sonuca bağlanır. Fakat artık modern zamanlarda bu fıkra “gerçek” oldu ve modern-liberâl birey; düşüncelerinin, sözlerinin, bildiklerinin ve yaptıklarının “doğru” olduğunu kabûl ediyor. Aslında zannediyor. Birileri onun bu düşünce, söz ve davranışlarının doğru olmadığını söyleyince de; “o senin doğrun, bu da benim doğrum” deyiveriyor. Karşı taraf bir şey diyemiyor, zîrâ birey; hem karşı tarafın söylediğini de “doğru” kabûl ediyor, hem de modern seküler ideoloji bireyden taraftır. Zîrâ bireyin tasavvurlarını, düşüncelerini, sözlerini ve davranışlarını seküler, liberâl, kapitâlist sistem empoze etmiştir.

“Herkesin kendi doğrusu var” sözü, ahmakça bir sözdür. Zîrâ, “herkesin doğrusu var, o da ona göre doğru” demek, “yanlış diye bir şey yok” demektir. Herkesin düşüncesi, sözü ve davranışı en azından kendisine göre “doğru” olunca, ortada yanlış diye bir şey olmayacaktır, kalmayacaktır. Bu durumda da “herkes doğru yapıyor” sonucu çıkacaktır. İyi de; herkes doğru yapıyorsa Dünyâ’nın bu perişân hâli nedir?. Pratikte durum hiç de söylendiği gibi değildir. Çünkü birileri acı çekmekte, feryâd-u figân etmekte, birileri yerken diğerleri bakmakta, “adamına göre muâmele” gırla gitmektedir. Adâletsizliğin olduğu yerde her-şeye “doğru” demek doğru değildir. 

Doğru; “nefse ve zanna göre doğru olan” değildir. Zâten nefse ve zanna göre bir doğruluk olmaz, yamukluk olur. Doğru “hakka göre olan doğru”dur. Zannınız, doğrunuz değildir. Doğru zannettiğinizdir. Şeytan, insanı aldatarak doğru yolda olduğunu zannettiriyor. Bir tek doğru vardır. O da, “Allah’ın gösterdiği”dir. Bu doğru, “mutlak doğru”dur:

“Rabbinin sözü, doğruluk bakımından da, adâlet bakımından da tastamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirebilecek (kimse) yoktur. O, işitendir, bilendir” (En-âm 115).

İpek böceği-koza-kelebek süreci, farklı doğruları değil, “kesin doğru”ya giden süreçteki değişimleri gösterir. Doğru, ipek böceği sürecinin tamâmıdır. Zâten bu her-şeyde böyledir. Demek ki doğru, “tamamlanmış olan”dır. “Yarım-yamalak doğru” olmaz. Bir şeyin bir-önceki hâli, o şeyin “tam kendisi” olmadığı için o şeyin “farklı bir doğrusu” değildir.

“Yaklaşık doğru” doğru değildir. İki ayrı noktaya farklı yerlerden gidilebilir. Fakat bu yolların ikisi de “doğru” değildir. Doğru olan, “gidilecek yere en kısa yoldan ulaşılan yol”dur. Sağ kulağını sol elle göstermek de “sağ kulağı göstermektir” ama sağ kulağı sağ elle göstermek varken sol elle göstermek doğru değildir. Doğru, iki nokta arasındaki en kısa yoldur.

İki kişi birbirlerine zıt şekilde farklı düşünüyorlarsa mutlakâ birisi yanlıştır. Zîrâ doğru tektir. Modernizm doğruları çoğaltmakla ve her-şeye “doğru” demekle doğruyu anlamsızlaştırıyor ve ortada bir “doğru” bırakmıyor. Birbirine zıt olan doğrular ol(a)maz. Fakat birbirine aykırı olmayan bir doğrudan “daha doğru” olan doğrular vardır. Meselâ bir yakınımızı arayıp hâlini-hatırını, bir isteğinin olup-olmadığını sormak doğru bir şeydir. Fakat kalkıp bizzat yanına gidip yüz-yüze görüşerek genel durumunu öğrenmek daha doğrudur. O hâlde; doğru tektir, fakat doğrunun dereceleri vardır. Meselâ pamuğun rengi için söylenecek olan şey “beyaz” olduğudur. Pamuğun, -olmayacak şekilde- siyah yada daha başka bir renkte olduğunu söylemek ve “benim doğrum da bu” diyerek -pamuk siyah olmayacağı için- pamuğun renginin siyah olduğunu söylemek kesin olarak yanlıştır. Fakat bâzı pamuklar diğerlerine göre daha da bir beyaz olabilir.  

Bâzen, ne üşünecek ne de terlenecek bir hava olmamasına ve insanların geneline göre çok ideâl bir hava olmasına rağmen, bâriz bir şekilde birisi üşüdüğünü söylerken bir diğeri de çok sıcak olduğunu söyleyebiliyorsa, bu durumda ikisinden birinin doğru söylediğini değil, fizîki durumlarından kaynaklanan tıbbî bir sorunun olduğunu düşünmek doğru olur.  

Doğru, “doğru yolda olmak ve doğru yolda gitmek” demektir. Doğru yolda hedefe varılamasa da yine de “doğru yolda gidiliyor” demektir. O hâlde doğru, “sırât-ı müstakim üzre olmak” demektir. Karınca hac yoluna çıkıyor ve oraya ulaşması mümkün değildir. Fakat doğru bir istikâmet tutturduğundan dolayı yaptığı şey doğrudur. Demek ki doğru yolda olmak ilk başta niyet ile alâkalıdır. Doğru olmak için ilk başta niyetin doğru olması gerekiyor.

Doğrunun bir bedeli vardır. Bedeli olmayan şeyin doğruluğu da yoktur ve o şey bâtıldır. Çünkü bedeli olmayan bir doğru, sünnetullaha (imtihan) terstir. Doğru yolda olmak bâzen mallarla ve canlarla sınanmaya ve bu uğurda malından ve canından vazgeçmeyi de gerektirebilir.

Yamuklarla birlikte yürüdüğünde sen de yamuk gidersin ve yamuk olursun. Doğru yolda gitmek için doğrularla yürümek gerekir. Allah bu nedenle:

“Ey îman edenler!, Allah’tan sakının ve doğru (sâdık)larla birlikte olun” (Tevbe 119) der.

Kâinatta dosdoğru yolda gitmeyen tek varlık insandır. İnsan hâriç tüm kâinat dosdoğru bir yolda gittiğinden, yolundan-istikâmetinden hiç sapmıyor ve dosdoğru yolda kalıyor. Zîrâ Allah’a göre yol alıyor. İnsan ise nefsine-çıkarına-şeytana-tâğuta göre yâni Allah’tan başkalarına göre yol aldığı için daha yolun başında sapmış oluyor ve artık zamanla da doğru yoldan daha fazla uzaklaşıyor. Makas gittikçe açılıyor ve artık geri dönüş ya çok zor yada imkânsız oluyor.

Bâtıla meftûn olmuş çağımız müslümanı, doğrulardan çok rahatsız oluyor. Öyle ki, körü-körüne aşırı bağlı olduğu yapıyı, yaptığı çok açık olan bir yanlışı nedeniyle doğru bir söz ile eleştirince yüzünün rengi atıyor.

İnsanlar çoğunlukla birilerinin yada bâzı kurumların söylediklerini-yaptıklarını sorgusuz-suâlsiz doğru kabûl ediyor. Meselâ Türkiye’de bu, diyânet ve bilim konusunda çok açık şekilde böyledir. İnsanlar “resmî olan”a çok güveniyor ve söylenenlerin doğru olup-olmadığını hiç sorgulamadan kabûl ediveriyor. Bu kurumların belirlemelerini hiç sorgulamazken, diğer birilerinin doğru tespitlerini aşırı sorgulamaya tâbi tutuyor ve kabûl etmiyor. Zîrâ aşırı sorgulanan şeyi kabûl etmek zor olur. Modern-bilim için de geçerlidir bu. İnsanlar bilim-adamlarından ne duysa onu “mutlak doğru” olarak kabûl ediyor ve hiç şüpheye düşüp de sorgulamıyor ve sorgulayamıyor da. Meselâ bir zamanlar Newton’un yerçekimi kuramı “mutlak doğru” kabûl edilirken, şimdilerde ise Einstein’in kütle çekimi kuramı “kesin doğru” olarak kabûl ediliyor. Oysa sürekli olarak döngü ve değişim hâlinde olan evrene bakarak kesin “doğru”ya ulaşılamaz, ancak “şüphe”ye ulaşılabilir. Doğruyu aramak isteyen, vahye bakmalıdır. Vahiyden onay alan doğrular “doğru”dur.

Doğru “mutlak doğru” olandır. İslâm “yaklaşık doğrular”a îtibar etmez ve kesin doğrularla ilgilenir ve kesin doğruları gösterir. Zîrâ İslâm’da sâdece; siyah (yanlış-bâtıl) ve beyaz (doğru-hak) vardır. Gri renk yoktur İslâm’da. “Az-biraz doğru” olmaz. Seküler liberâlizm ise, herkese “doğru” olduğunu söyleyerek onları rahatlatıyor ve bulundukları hâl ve yol üzere devâm etmelerini istiyor. Zâten o yolu da sistemin kendisi belirlediği için, gittiği yoldan gâyet emin olan insanlar, o yolda tam da liberâl-kapitâlizmin istediği gibi giderek bir hayat yaşıyor ve bu şeytâni çarka destek veriyor. Tabi bu-arada kendisi sürekli “kaybeden taraf” oluyor. Çünkü sistemin târif ettiği yolu “mutlak doğru yol” olarak gördüğü için,  sistemin kapitâlizm-merkezli yolda önüne koydukları ürünleri de “mutlak iyi” şeyler olarak görüyor ve onları sâhiplenmek için satın alıyor.

Doğru; “hakka göre doğru olan”dır. “Adamına göre doğru” olmaz. Dostoyevski: “Ne garip; sevdiğimiz insanın her yalanında bir doğru, sevmediğimiz insanın her doğrusunda bir yalan ararız” der.

Bir fikrin doğru-olup-olmadığı, hayâta geçirildiğinde görülüp bilinebilir. Doğrunun sağlaması en iyi şekilde, hayâtın tam ortasındayken pratik sonuçlarına bakılarak yapılabilir ancak. Kısa-uzun vâdede kötü sonuçlanan her-şey yanlıştır. Bir zaman önce “en doğru” sanılarak sıkıca yapışılmış olan “sözde doğru”ların ne kadar da yanlış ve kötü sonuçlara yol açtığına bir-çok kez şâhit olmuşuzdur. Hâlbuki doğru, bir zarâra yol açmaz.

Bir önermenin “tam” doğruluğu, sâdece akla uygun olmasıyla değil, akla uygun olduktan sonra kâlbe de uygun olmasıyla belli olur. Kâlpten onay almayan önermeler eksik yada yanlıştır. Zâten doğru bilgi kendini belli eder.

Kur’ân’ın ifâdeleri “mutlak doğru” olduğu için genelde serttir. Çünkü doğrular sert şekilde söylenir. Doğruyu tatlı dilden ziyâde öfke daha iyi dile getirir. İki kere ikinin dört olduğunu sert bir şekilde söylersiniz meselâ. Kur’ân sürekli doğruları ifâde ettiği için dili tâvizsizdir. Doğru olanda tâviz olmaz.

Modern-dünyâda, modern-insanda (artık müslümanların bir-çoğu da dâhil) şu anlayış var: İslâm/Kur’ân/Sünnet adına yapılan her-şey yanlış; şeytan, tâğut, kapitâlizm ve demokrasi adına yapılan her-şey doğru ve güzel. İnsanlar, “modern Dünyâ’nın gösterdiği yamuk yolda gide-gide yamuldular. O “yamuk yolun yükü”nün ağırlığı altında bitâp düşmüş durumdalar. Bellerini doğrultamıyorlar. Yamuk gidilen yolda zamanla insanlar da yamuklaşıyor.

İnsanlığın bu çağda en büyük sorunu, bedeninin=nefsinin hoşuna giden şeylerin “doğru” olduğunu zannetmesidir. Tabi bedene sıkıntı veren şeylerin de “kötü” olduğunu kabûl ediyor. Modern insan; “haz alıyorum, o hâlde yaptığım doğrudur ve bu nedenle de haklıyım” diyen insandır. Modern insan-müslüman aynı-zamanda, “çok” olanın “doğru olduğu”nu zanneden ahmak kişidir.

Modernizm, doğruların çoğalması ve sonsuzlaşması ideolojisidir. Oysa “doğru” tektir. Herkesin “kendi doğrusu”nun olduğu bir toplumda bir doğru olmaz ve hakîkati anlatmak ne kadar da zor olur. Cehenneme doğru keyifle yol alanlara hiç-bir îkaz tabelası fayda etmez.

Doğru, herkese göre değişen bir değer ölçüsü değildir. Doğru, “Allah’a göre doğru” olandır. Doğrunun bir ağırlığı ve dolayısıyla bir yükü vardır. O yükün altına girmek istemeyenler yalanlara sığınıyorlar ve o yalanları “kendi doğruları” olarak îlan ediyorlar ve bir süre sonra da kendi doğrularına “mutlak doğru” olarak inanıyorlar. Böylece bencillik zirve yapıyor.

En doğru bilgi, inancın ışığında ulaşılan bilgidir. Mutlak bilgi, hem Dünyâ’da hem de âhirette geçerli olan bilgidir. O hâlde kâinâta âit olan bilgi mutlak değildir. Buna vahiy bilgisi de dâhildir. Vahiy bilgisi, insanın “kâinatta ulaşabileceği” en doğru bilgidir?.

Doğru, öyle çok zor bulunacak olan değildir. Doğru apaçıktır zâten. Hattâ bir şeyin doğrusunu öğrenmek için fazla inceleyip araştırmak, onun rûhunu ve doğal fıtrî yapısını zedeleyip parçalayacağı için doğrunun bulunması imkânsızlaşır. Parçalandıkça doğru da parçalanır ve artık parçaların hiç-biri “doğru” değildir. Her-şeyin aşırısı zararlıdır. Buna “araştırma” da dâhildir. Doğruyu bulmak için yapılan aşırı araştırma (yada didikleme) yanlış sonuçlar verir. Zîrâ araştırılan şeyin rûhu parçalandığı için o şey anlamsızlaşmaktadır.  

Peygamberimiz: “Kâlbi dürüst olmadıkça kulun îmânı doğru olmaz” der. Kâlbin doğru olması için, tasavvur, düşünce, söz, amel ve eylemin de doğru olması gerekir. Meselâ kişinin dili doğru olmazsa kâlbi de doğru olmaz. Allah bu nedenle Peygamberimize: “Seninle birlikte tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru davran. Ve azıtmayın. Çünkü O, yaptıklarınızı görendir” (Hûd 112) der. Peygamberimiz bu sûre ve âyet için: “Hûd Sûresi beni ihtiyarlattı” demiştir. Doğru olmak o kadar kolay değildir. Çünkü doğrunun sâdece bilgisi, doğrunun tamâmı değildir. Hayâtın tam ortasında yaşanmayan doğru, “hakkıyla ortaya konmuş doğru” olmaz. Hakkı verilen doğru “doğru”dur. O hâlde hiç-bir şey yapmadan doğru olunamaz.  

Doğru olmak, “dosdoğru olmak” demektir. Yaşamak, “doğru-dürüst yaşamak”tır. Doğruluk, hidâyet üzre olmaktır. Çünkü doğru, “%100 doğru” olandır.

Şu-anda insanların “en kesin doğru” sandıkları şeyler, insanlık târihinin en büyük yalanlarıdır.

“Ve de ki: ‘Rabbim, beni (girilecek yere) doğru bir girdirişle girdir ve (çıkarılacak yerden) doğru bir çıkarışla çıkar ve katından bana yardımcı bir kuvvet ver” (İsrâ 80).

Sadakallâhü’l-âzim=Allah doğruyu söyledi.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Hazîran 2017




Devamını Oku »

6 Ağustos 2017 Pazar

Bilgi-Bilinç-Eylem


“Ey îman edenler!, sizi acı bir azaptan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi?. Allah’a ve Resulü’ne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte ‘büyük mutluluk ve kurtuluş’ budur” (Saff 10-12).

Âyet bize kurtuluşun kısa-yolunu gösteriyor. Bu yazıda biz bu kısa-yolu biraz genişleterek açıklamak ve bunu da üç aşamada; bilgi-bilinç-eylem süreciyle göstermek istiyoruz. 

Her bilginin içeriğinde bir bilinç vardır aslında. O bilinçtir kişiyi amele-eyleme sevk eden. Bilinç, bilginin içinden, amele-eyleme dönme düşüncesini edindiği ve amele-eyleme dönmeye başladığı zaman çıkar. O bilinç kişiyi mutlakâ eyleme sokar ve o yolda devâm etmesi için gereken îmânı ve enerjiyi sağlar. Zâten ancak bilgi-bilinç-eylem süreciyle yeryüzünden zulümler kalkar ve Dünyâ yaşanılası bir yere döner. Bilgi-bilinç-eylem süreciyle ancak, bir şeyler iyi yönde değişmeye başlar ve değişebilir. O hâlde bilgilenmedikçe, sonra da bilgimiz bilince ve nihâyet de amele-eyleme dönmedikçe hiç-bir şey değişmeyecektir. Salt-bilgiyle, ancak kişisel ve zihnî değişiklikler yapalabilir ki bunun genel anlamda somut bir faydası olmaz.

Bayle: “Aklın kesin bir bilgiye varmadaki yetersizliğinde derin bir anlam vardır” der. Bu, bilince dönüşmeyen bilginin ve aklın yetersizliğini gösterir. Bilinç bilginin, eylem de bilincin sağlamasıdır ve bir düşüncenin ne derece doğru olduğu, hayattaki karşılığı ile belli olur. Bilgi-bilinç-eylem bir süreçtir ve bu süreçlerin açılımını şu şekilde yapabiliriz..

1-Bilgi:

Müslümanlar için “bilgi”nin kaynağı kayıtsız-şartsız Kur’ân-ı Kerim’dir. Kur’ân bilgisini elde etmek için yapılması gereken şey; disiplinli, gayretli, samîmi, ciddî ve hedef-merkezli, zaman açarak/ayırarak ve illâ ki “odaklanarak” yapılacak derin okumalar yapmaktan geçer. Kur’ân bu tarz okumalar/çalışmalar yapan kişilere çok cömert davranacaktır. Kur’ân’ı canlı bir kitap olarak görmek ve kişinin Kur’ân’ın ilk muhâtabının kendisi olduğunu düşünerek okuması elzemdir, çünkü sonuç verir. Kur’ân’da müteşâbih âyetler vardır ve bunların en doğru yorumunu sâdece Allah bilebilir. İlimde derinleşenler ise sâdece “Allah’ın bildirdiği kadarını” bilebilirler. Şunu bilelim ki Kur’ân bir “sırlar kitabı”, “ölüler kitabı”, “şifreler kitabı”, “sonsuz anlamları olan bir kitap” değildir. En âliminden en câhiline kadar herkesin okuyunca yada duyunca ne dediğini idrâk edebileceği bir kitaptır. Tabî ki Kur’ân, okundukça  zihni/kâlbi/rûhu güçlendireceği için daha gayretli olanlara daha fazla şeyler söyler. Kur’ân’ın bir bilinci, bir rûhu, bir bakış-açısı, bir temel-konusu ve bir hedefi vardır ve bu hedef insanlık için kemâl derecede bir hedeftir. Ancak o hedef (İslâm ahlâkı-devleti-medeniyeti) gerçekleşirse, başta insanlar olmak üzere canlı-cansız tüm varlık zulümden kurtularak mutlu olabilir ve fıtratına uygun yaşayabilir. Bilgi konusunda Kur’ân’ın bu hedefini yakalayabilmemiz gerekir.    

Kur’ân okumaları aslında “Kur’ân-merkezli okumalar”dır. Çünkü Kur’ân, insanları çeşitli adreslere gönderir:

“..Hiç yer-yüzünde dolaşmıyorlar mı, ki kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görmüş olsunlar?. Korkup-sakınanlar için âhiret-yurdu elbette daha hayırlıdır. Siz yine de akıl erdirmeyecek misiniz?” (Yûsuf 109) ve;

“Yer-yüzünde gezip dolaşmıyorlar mı?. Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler. Onlar, güç bakımından kendilerinden daha üstün idiler, toprağı alt-üst etmişler (ekmişler, mâdenler, sular arayıp çıkarmışlar) ve onu, kendilerinin îmar ettiğinden daha çok îmar etmişlerdi. Elçileri de onlara açık delillerle gelmişti. Demek ki Allah onlara zulmetmiyordu, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı” (Rûm 9) diyerek târihe;

“Yer-yüzünde bir bakmadılar mı ki, biz onda her güzel (kerîm) çiftten nice ürünler bitirdik” (Şuârâ 7) diyerek bitki-bilime (botanik);

“Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı?. Biz, onu nasıl binâ ettik ve onu nasıl süsledik?. Onun hiç bir çatlağı yok” (Kâf 6) ve;

“O, biri diğeriyle tam bir uyum (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiç-bir çelişki ve uygunsuzluk (tefâvüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; her-hangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?. Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk 3-4) diyerek gök-bilime (astronomi);

“Bakmıyorlar mı o deveye; nasıl yaratıldı?” (Ğaşiye 17) ve;

“Onlar, üstlerinde dizi-dizi kanat açıp-kapayarak uçan kuşları görmüyorlar mı?. Onları Rahmandan başkası (boşlukta) tutmuyor. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla görendir” (Mülk 19) diyerek hayvan-bilime (zooloji);

“Bakmıyorlar mı dağlara; nasıl oturtulup-kuruldu?. Yere; nasıl yayılıp-döşendi?” (Ğaşiye 19-20) diyerek dağ-bilime (oroloji) ve yer-bilime (jeoloji) adres gösterir ve bu konularda araştırmalar yapılmasını önerir.

Bu âyetlerin gönderdiği adreslerdeki olası modern yanlış bilgiler Kur’ân-merkezli okumalar tarafından açık hâle gelecek, bâtıl olan bilgiler okuyucular tarafından hemen fark edilecektir. Kur’ân’daki bilgiyi almak ve bir sonraki aşamaya geçmek için Kur’ân-bütünselliği çok önemlidir. Çünkü Kur’ân nüzûl olarak, konu-vahyi şeklinde değil, hayâta aktarıla-aktarıla gelmiş ve bu şekilde tamamlanmıştır. Elimizde olan Kur’ân şu-an ”tamamlanmış” bir kitap olarak bulunduğu için bütünsel bilgiyi yakalamaya çalışmalıyız. Bizce bunun en iyi yolu, odaklanarak yapılan günlük okumalardır. Böylece Kur’ân hayat ile birlikte okunmuş olur. Günlük olarak yapılacak yaklaşık 2-3 sayfalık (1-2 konu arası) okumalar bile kişinin (kültürel durumuna ve gayretine/odaklanmasına göre değişir) 4-5 yıl sonra artık Kur’ân’ın rûhunu/bilincini/hedefini/bakış-açısını/temel-konusunu idrâk edebilmesine yetecektir. Bilinmelidir ki bilgilenme hiç-bir zaman bitmez. Çünkü:

“De ki: Rabbimin sözleri(ni yazmak) için deniz mürekkep olsa ve yardım için bir benzerini (bir o kadarını) dâhi getirsek, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, elbette deniz tükeniverirdi” (Kehf 109).

“Eğer yer-yüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de -onun ardından yedi deniz daha eklenerek- (mürekkep) olsa, yine de Allah’ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez. Şüphesiz Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Lokman 27) âyetlerine göre Allah’ın ilmi tükenmez. Bu nedenle “kervan” biraz da yolda düzülür. Bu bir yürüyüştür ve hedefin -çok uzun zamanlar gerektirmeyecek- aşamaları vardır.

2-Bilinç

Bilincin kaynağı da Kur’ân’dır. Ama bilinç, hayâtı da gözeterek yapılan okuma biçimidir. Artık îman desteklenerek bir hayli sağlamlaşmıştır. Okuma-aşamasından sonra artık bilinç-aşaması geliyor ki zâten bilgi-aşamasının bir sonucudur bu. Bu-aşamada kişi hayat ile iç-içedir. Kur’ân okumalarını hayâta, siyâsete, ekonomiye vs. vurarak yapmaya devâm eder. Bu-aşama, Kur’ân’ın önermeleri, söylemleri, tutumları, anlayışları ve ideâlleriyle; mevcut hayattaki önerme, söylem, tutum, anlayış ve ideâller arasındaki derin uçurumun görülmesi aşamasıdır. Bu-aşamada başta insanlar olmak üzere canlı ve cansız tüm varlığın nasıl da bir zulme mâruz kaldığını vahyin kazandırmış olduğu ferâsetle ve “kerim bir öfke” ile bilecek ve görecektir. Kur’ân bu zulümden şu şekilde bahseder:

“O, iş-başına geçti mi (yada sırtını çevirip gitti mi) yer-yüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).

Kişi bu âyeti artık çok iyi anlar ve gözlemler. Bu zulmün böyle süremeyeceğini bilir ve görür. Çünkü ortada Allah’ın, Kur’ân’ın, İslâm’ın görüşüne taban-tabana zıt bir durum ve hayat vardır. Kişi; okumalarını, fikirlerini, düşüncelerini, yazılarını, konuşmalarını, eleştirilerini, îtirazlarını, isyanlarını artık bu minvâlde yapar. Bu iş eylem olmadan zinhar düzelmeyeceği (ıslah) için, bir eylem-plânı hazırlamayı düşünmeye başlar. Bu-arada kişi müslümanların söylem/düşünce/davranışlarındaki aykırı tutumları görmeye başlar. Onu en çok da bu üzer ve karamsarlığa düşürür. Çünkü müslümanların geneli İslâm’ın bilinç ve eylem yönünü neredeyse tamâmen unutmuş, sâdece bilgi-edinme peşinde koşturmakta fakat bunu da hakkıyla yerine getirmemektedirler. Bu kişiler Kur’ân’ı bir “sırlar-kitabı” olarak gördükleri için ve (tek bir yer hâriç) Kur’ân’ın bahsetmediği ve çok da önem vermediği “anlama” peşine, “anlam devşirme” peşine düşerek oyalanmaktadırlar.

Hâlbuki buna gerek yoktur. “Îman sâhibi” herkes için açıklanmış ve kolaylaştırılmış bir kitaptır Kur’ân: Kamer: 17, 22, 32 ,40; Duhan 58; Meryem 97. âyetleri bunu çok açık bir şekilde ortaya koyar. Aksi tutumlarda bulunanlar şu âyetlerle mahkûm edilirler:

“Onlar, dinlerini bir eğlence ve oyun (konusu) edinmişlerdi ve dünyâ-hayâtı onları aldatmıştı. Onlar, bu günleriyle karşılaşmayı unuttukları ve bizim âyetlerimizi yok sayarak tanımadıkları gibi, biz de bu-gün onları unutacağız.

Andolsun, biz onlara bir Kitap getirdik; îman edecek bir topluluğa bir hidâyet ve bir rahmet olmak üzere bir bilgiye dayanarak onu çeşitli biçimlerde açıkladık.

Onun te’vilinden başkasına bakmazlar mı?. (Onun yalnız te’vilini gözetirler). Onun te’vilinin geleceği gün, daha önce onu unutanlar, diyecekler ki: Gerçekten Rabbimizin elçileri bize hakkı getirmişlerdi. Şimdi bize şefaat edecek şefaatçiler var mıdır?. Veyâ geri çevrilsek de işlediklerimizden başkasını yapsak. Gerçek şu ki onlar, kendilerini hüsrâna uğratmışlardır, uydurmakta oldukları şeyler de kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuşlardır” (A’raf 51-53).

Evet; bu uyarılara kulak vererek bu tarz davranışlardan uzaklaşmalı ve bilgi ve bilinçten sonra artık eylem-aşamasına geçmek gerekmektedir.

3-Eylem

Bu aşamada cemaatten “hareket”e geçilmiştir artık. İslâm’i bir hareket. Bu-aşamanın kaynağı sünnettir. Eylemin kaynağı sünnettir çünkü. Peygamberin gelen vahiylerden sonra ne yaptığı çok önemlidir. Peygamber yeni gelen vahiyler karşısında nasıl bir tutum benimsemiş, ne yapmış olduğunu bilmek îcab eder. Bu-konuda Peygamberin o zamâna/coğrafyaya/insanlara-has olarak yaptıklarını değil; o âyetler karşısında nasıl bir tavır takındığıdır önemli olan. O tarzı yakalamak önemlidir. Peygamberin sünneti, âyetler karşısında gösterdiği tavır ve tarzlardır. Sünnet budur zâten ve bu evrenseldir. Âyetler karşısında takınılan tavır ve tarz evrenseldir. Sünnet bu demek olduğu için, sünnet evrenseldir.

Sâdece soyut/teorik ilimle mutlak-anlamda bir îman/mutmainlik olmaz. Hz. İbrâhim örneğindeki gibi: “Hani İbrâhim: Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster demişti. (Allah ona:) İnanmıyor musun? deyince, Hayır (inandım), ancak kâlbimin tatmin olması için dedi” (Bakara 260). Hz. İbrâhim inancının sağlam olmasına rağmen eylem olarak da bunu görmek istiyor. Soyut bilgilerle de bir inanç oluşabilir fakat gerçek tatmin/îman, eylem/yaşanmışlık ile birlikte olabilir ancak. İllâ ki yaşanmışlık olması gerekir.

Bu-aşama îmânın artık eyleme zorladığı bir aşamadır. Sabır, sebat ve cesâret aşamasıdır. Artık bu-aşamada “adanmışlık” gerekir. Adanmış şahsiyetlere ihtiyaç vardır. Artık bu aşama “adanma” aşamasıdır: “De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır. O’nun hiç-bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim” (En-âm 162-163). Bu-aşamada biat edilmiş bir “imam”ın belirlenmesi zarûridir. Fakat eylem de öyle bodoslama olmaz. Eylemin de aşamaları vardır. Kişinin ilk-başta kendine bir çeki-düzen vermesi gerekir. İslâm’a, Kur’ân’a aykırı tüm davranışlarından vazgeçecek, Allah’ın istediği ibâdetleri (başta namaz, oruç, infâk olmak üzere) hakkıyla yerine getirecek, insanlarla yapıcı ilişkiye geçecektir. Bu-aşamada ilk-önce kendini belli bir oranda tezkiye ettikten (temizledikten) sonra, en yakınları ile temâsa geçip onlara bilgi-bilinç-eylem aşamalarını anlatıp bilinçlendirecektir. Âilesini uyarmak ilk-başta yapacağı iştir. Bununla birlikte artık çevresindeki duyarlı arkadaşlarıyla, cemaatlerle ve  kişilerle temâsa geçip bilgi-bilinç paylaşımı yapacaktır. Eyleme geçilmesi ve eylem adına neler yapılmasının konuşulacağı bu toplantılar bir-süre devâm edecek ve bir tarz ortaya çıkacaktır. Ortak-bilinçteki o ortamlarda meydana gelen samîmiyet ve kardeşlik şuuruyla birlikte, neler yapılabileceği kararlaştırılarak uygun adımlar atılacak ve bu çalışma çeşitli kanallarla insanlara duyurulacak ve insanlar da bu eyleme dâvet edilecektir.

Ali Şeriati:

“Ümmetin siyâsî felsefesi ve rejimi, kelle demokrasisi, sorumsuz ve gâyesiz liberâlizm, balçık aristokrasisi, halk düşmanı diktatörlük, oligarşi değil; toplumun dünyâ-görüşü ve ideoloji temelleri üzerinde, insanın yaratılış gâyesine uygun bir şekilde harekete geçirilmesinden sorumlu olan inançlı ve devrimci bir önderliktir. İmâmet’in gerçek anlamı budur” der.

Bilgi-bilinç-dâvet-devlet-medeniyet süreci Fetih 28’de kısaca şu şekilde gösterilir: “Ki O, elçilerini hidâyetle ve hak din ile, diğer bütün dinlere karşı üstün kılmak için gönderdi. Şâhid olarak Allah yeter” (Fetih 28).

İslâm’i olmayan otoriteye îtirâz/eleştiri/isyân şarttır bu aşamada. Hz Mûsâ örneğinde olduğu gibi: Allah Hz. Mûsâ’yı Firavun’a âsâ ile birlikte gönderir. Âsâ “isyân” demektir. “Fe kezzebe ve asâ. Fakat o, yalanladı ve isyân (âsâ) etti” (Nâziat 21).

Bu-aşamada eylemin en bâriz görünümü olan îtirâz, eleştiri ve hattâ isyânî sözler ve davranışlar olabilecektir tabî ki. Siyâsete, ekonomiye, adâlete, eğitime, sağlığa vs. yönelik konularda olan yanlış işlere karşı olan eleştiriler ve îtirazlar yazılı, sesli ve hareket içeren eylemler şeklinde gerçekleştirilecektir. İsyân, insanın özelliklerinden biridir. İnsan isyân eden varlıktır. Hz. Âdem cennette bile isyân etmişti. Fakat “olumlu isyân”, “Allah için yapılan isyân”dır, şeytan için yapılan değil. 

“Allah’ın; samîmi, ciddî ve gayretli olanlara yollarını açacağı inancı”yla yapılan bu işlere Allah da rızâ gösterirse mü’minlerin önleri açılacak ve yeni bir duyarlıklık ve yeni bir çığır açılabilecektir. Allah bize bu-aşamada şu âyetleri öneriyor:

“Biz seni ancak bütün insanlara müjdeci, uyarıcı olarak gönderdik” (Sebe’ 28).

“Rabbine dâvet et” (Kasas 87).

“Hikmetle, güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır” (Nâhl 125).

“Sizin içinizden hayra çağıran iyiliği emredip kötülükten vazgeçiren bir topluluk bulunsun” (Âl-i İmran 104).

“Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Çünkü siz iyiliği emreder ve Allah’a inanırsınız” (Âl-i İmran 110).

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü güzel bir şekilde önle” (Fussilet 34).

“Rabbinin yoluna hikmet ve güzle öğütle çağır ve onlarla en güzel bir şekilde mücâdele et” (Nâhl 125).

“İnsanlara hatırlat. Çünkü hatırlatma îmanlı kimselere fayda verir” (Zâriyât 55).

“Ben mü’minin deyip, sâlih-amel işleyip, insanları Allah’a çağıran kimseden daha güzel sözlü kim vardır” (Fussilet 33).

“Allah’ın dînine yardım ederseniz. O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz” (Muhammed 7).

“Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. Onun kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. (Şöyle diyerek duâ ediniz): Ey Rabbimiz!. Unutur, yada yanılırsak bizi sorumlu tutma!. Ey Rabbimiz!. Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz!; bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme!. Bizi affet, bizi bağışla, bize acı!. Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et” (Bakara 286).

“Kim güzel bir (işte) aracılık ederse, ona o işin sevâbından bir pay vardır. Kim de kötü bir (işte) aracılık ederse ona da o kötülükten bir pay vardır. Allah’ın her şeye gücü yeter” (Nîsâ 85).

Eylem, hicreti de gerektirebilir. Hicret bir eylemdir çünkü. Bu âyetlerin de yönlendirmesiyle müslümanlar, Mekke müşriklerinin zulmünden kurtularak İslâm’ın ön-gördüğü biçimde özgürce yaşayabilmek amacıyla Habeşistan’a hicret etmişlerdir. Müslümanlar, ilki Hz. Muhammed’in peygamberlikle görevlendirilişinin beşinci yılında (614), ikincisi de altıncı yılın (615) başlarında olmak üzere iki defâ hicret ettiler. Bu hicretler “birinci Habeşistan hicreti” ve “ikinci Habeşistan hicreti” olarak adlandırılır. Daha 5. yılda, İslâm’ın Mekke’nin o zamanki ortamında İslâm’ın hakkıyla yaşanamayacağını gören mü’minler, Peygamberin emri ile Habeşistan’a hicret ederek orada İslâm’ın yaşanmasının mümkün olup-olmadığını denemek ve mü’minlerin en azından bir kısmının rahat bir şekilde inancını yaşayabilmesi için hicret etmişlerdir. Çünkü İslâm, zinhar hayâta aktarılmadan yaşanabilecek bir din değildir. Habeşistan’da rahat bir şekilde hem inançlarını hem de hayatlarını yaşayabilen mü’minler, Habeşistan’ın dâvete karşı olumsuz bir tutum takınmamasına rağmen, oturmuş bir devlet-düzeni olduğunu ve “devlet-içinde bir devlet”in olamayacağını gördükleri için Habeşistan’ın Dâr-ül İslâm olması düşüncesinden/umûdundan vazgeçmişlerdir. Peygamberimiz daha sonra aynı amaç için 10. yılda çok uygun iklimi ve şartları olan Taif’i denedi. Taif daha ilk-başta bu “fırsatı” tepti. Medîne o dönemde Evs ve Hazreç kabîlelerinin arasındaki savaş nedeniyle ilk-başta düşünülmemişti. Daha sonra Allah Medîne’yi nasip etti müslümanlara Dâr-ül İslâm olarak.

“Tarafımdan söyle: Ey îman eden kullarım, Rabbinizden korkun!. Bu dünyâ-hayâtında güzel düşünüp güzel davrananlara güzellik var. Allah’ın toprağı/yer-yüzü geniştir. Sâdece sabredenlere, ücretleri hesapsız ödenecektir” (Zümer 10).

Eyleme kadar îman/inanç ve ahlâkla donanmak şarttır. Eylem ile birlikte artık hicret ve cihad başlar. Evet; çok gayretli çalışmalarla, varını-yoğunu ortaya koyarak gösterilecek çabalarla ve tabî ki Allah’ın izni ile Allah bu işin sonunu “devlet”e çıkaracaktır.

Artık bundan sonra devlet ve medeniyet aşaması gelir ve ne nihâyet bu yolda Allah için çalışanları sonsuz nîmetlerle donanmış ebedî cennetler bekler. İşte en büyük kurtuluş da budur:

“Şüphesiz îman edip (bilgi ve bilince erip) sâlih amellerde bulunanlara gelince; onlar için altından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur” (Burûc 11).

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Nîsan 2017

Devamını Oku »

Sivil İtaatsizlik ve “Aktif” Direniş


“Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip bir-birinize düşmeyin, yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).

“Kim zulme uğradıktan sonra nusret bulur (hakkını alır)sa, artık onlar için aleyhlerinde bir yol yoktur” (Şûrâ 41).

Gandi, mistik dînine uygun olarak pasif bir direnişten bahsetse ve bu yolda bâzı olumlu sonuçlara varılsa da kesin bir sonuca ulaşmak için sivil itaatsizlikten sonra pasif değil de aktif bir direnişin olması gerekir. Peygamberimiz ve sahabe Mekke’de sivil itaatsizlikten sonra pasif kalmamış ve bir direniş göstermişledir. Bir-kaç mü’min ile birlikte Kâbe’ye yürümek ve geçerli olan düzeni sorgulayıp eleştirmek ve îtiraz etmek pasif bir direniş değil, aktif bir direniştir. Pasiflik müslümanlar için geçerli olamaz. İslâm dîni, pasifliği sembolize eden bir felsefe değildir çünkü. Hem îman edip de hem da pasif davranmak olmaz. “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) îman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz” (Âl-i İmran 139) der Kur’ân. Îman, pasif bir kabûlden ibâret bir şey değildir çünkü. Kur’ân’da “pasif anlamlar” yoktur ki müslümanlar da bu doğrultuda pasiflikler göstersinler. Peygamberimiz, itaat etmediği hiç-bir merciye karşı pasif durmamıştır. Pasif direnişlerin bâzı yararları olsa da bunlar hem daha az etkili hem de kısa süreli olur. İslâm’da tâviz olmadığı için pasifliğin tezâhürü olan pazarlık olmaz. Ancak Allah ve mü’minler birbirlerini dostudurlar. İslâm’da “vazgeçme” vardır ama bu nefse karşı yapılan aktif vazgeçmeyle ilgilidir ve nefse karşı pasif değil de aktif bir direniştir bu. Nefse karşı aktif bir direniş göstermek, “şeytana karşı aktif bir direniş göstermek” demektir. Zîrâ şeytana karşı pasif durulamaz: “Gerçek şu ki, şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman edinin. O, kendi grubunu, ancak çılgınca yanan ateşin halkından olmaya çağırır” (Fâtır 6).

Sivil itaâtsizlik ve ‘pasif’ direniş İslâm’a uygun değildir. Zîrâ İslâm’da pasifliğe yer yoktur. Üstelik pasif direnişte tâviz vardır, çünkü pasiflik tâvize, tâviz de pasifliğe yol açar. Pasiflik Hinduizm’de ve Budizm’de belki kabûl edilebilir ama İslâm’ da aslâ!. Pasiflikte tâviz vere-vere bir uzlaşmaya gidilmek istenir. Oysa İslâm tâvizsiz bir din’dir Çünkü Allah’ın dînidir. Allah’ın dîni pasif bir “zihin ve kâlp dîni” değildir. Her-şeye karışır ve hattâ hâkim olmak ister. Siyâsete karışır, ekonomiye karışır, sosyâl hayâta karışır vs. O yüzden pasif olamaz. Bu nedenle Gandi’nin eylemi modernite tarafından alkışlanır ama İslâm dışlanır ve benimsenmez. Hüseyin Alan bu konuda şunları söyler:

“Orada Gandi’yi çok meşhûr ettiler, kitaplarını çok dillere çevirdiler, filmlerini defâlarca yaptılar. Ne zaman?. Post-modern çağa geçişte. Niye?. Gandi gibi sivil inisiyatifçiye, sivil isyancıya, sivil tepkiciye can kurban!. Sivil toplumların veyâ Gandici Hilfü’l-Fudûl’cuların derdi siyâset değil ki, siyâsetle dertleri yok, devletle dertleri yok. Dertleri, o siyâsetin, o devletin hangi grupsa, alanı neyse, sanat, müzik, dînî alan vs. onlar da Hilfü’l-Fudûl’cu yâni, kendi özgürlüklerine müdâhale edildiğini düşünüyorlar ve hak istiyorlar. Hilfü’l-Fudûl’cu bunlar, Hilfü’l-Fudûl bu zâten, sivil toplum bu. O gün İngiliz işgâline karşı çıkmayan Gandi’yi tabî ki İngiltere yayar Dünyâ’ya. Mevlana’nın Moğollar karşısında uzlaşması gibidir. Ama İbn Teymiye uzlaşmadı”.

Henry David Thoreau’nun sivil itaatsizliği, “şiddet içermeme” dışında olumlu eylem şekilleridir. İslâm-merkezli itaatsizlik ve direnişte ise, kendini tehlikeye atmamakla birlikte, gerekirse şiddet de olur. Zîrâ İslâm’da kısasa-kısas vardır. Batı ve hristiyan düşüncesinde “bir yanağına vurana öbürünü de uzat” emri, şiddetsizliği oluşturmada etkili olmuştur. İslâm’da ise, güç oranında, el ile dil ile ve kâlp ile direniş vardır.

Peygamberimiz; “Sizden biri herhangi bir kötülük ve çirkinliğe tanık olursa onu eliyle, olmadı diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse buğz etsin ki bu da (mü’min için) olmazsa-olmaz mesabesindedir”. İşte bu, eliyle ve diliyle düzelmekten çok korkan, çekinen ve gücü olmayanlara, hiç olmazsa “kâlbinizle buğz edin” denir ama bunun da îmânın en zayıf derecesi olduğu söylenir ki, çok riskli bir noktadır burası ve bu pasif süreç sürekli devâm ederse ayakların kayması çok muhtemeldir. Sürekli pasiflikte kalmak bir gün mutlakâ şiddete mâruz kalmayla sonuçlanır.

İslâm “pasif iyileri” “aktif iyi” olmaya dâvet eder. Pasiflikle “nesne” olmak arasında sıkı bir ilişki vardır. Özne olmak için aktif olmak gerekir. İnsan için pasiflik ölümle ilgilidir. Pasiflik, kötülüğü savmak şöyle dursun, kötülüğü ve belâyı celbeder. Pasif iyiler zamanla “aktif kötü” olurlar. Aslında “pasif iyi” diye bir şey yoktur, “pasif kötü” diye bir şey vardır ve “pasif iyi”ler, aslında “pasif kötü”lerdir. İyiliğe pasiflikle ulaşılamaz çünkü. İyiliğin diğer adı aktifliktir. Vâr-olmak eylem hâlinde (aktif) olmak demektir. “Eylem gösterebiliyorum, öyleyse varım”. Fakat bu sözün daha da doğrusu şu şekildedir: “Ümmetçe aktifiz ve eylemdeyiz, öyleyse varız”.

Sivil itaatsizlikte, eğer anlaşma yine bâtıl yollardan olursa eylemin ömrü çok da uzun sürmez. Sivil itaatsizlikten sonraki aktif direniş, eski şartların yerine İslâm’i şartları koymakla anlam kazanır ve amacına ulaşır. İtaatsizlik, İslâm’i olmayan, adâletsiz durumlara karşı itaatsizliktir ve adâletsizliğe karşı “daha az adaletsizlik” demek değil, tam bir adâlet olan ve zâten sâdece İslâm’ın sağlayabildiği adâletin ikâme edilmesiyle amacına ulaşabilir. Bu bağlamda aslında kalabalık bir toplumla birlikte daha etkili olacak olan direnişi bir-kaç örnekle göstermeye çalışalım:

Alış-veriş yapmamak: Çarşı ve pazardaki ürünlerin çoğu aslında gereksizdir. Sokrates, tâ o zamanlar pazarda dolaşırken: “İşime yaramayacak ne kadar çok şey var” demişti. Gerçekten de aslında ürünlerin %90’ı gereksizdir ve bunları almamak sivil itaatsizlik ve direnişin başlangıç aşaması olabilir. İnadına almamak, “gerçekten ihtiyaç olan”ı almak. Zâten İslâm’da “ihtiyaçta zarûret fıkhı” vardır. Kapitâlizme karşı direniş, gerçekten ihtiyaç olanları almak yada onları bile almamakla olur. Zarûriyyat, haciyyat ve tahsiniyyat denilenlerden sâdece zarûriyyatı tercih etmek bu işin başlangıcı olabilir.

Faturaları ödememek: Karanlıkta kalmayı, bir yerlerden su taşımayı, telefondan, internetten, doğalgazdan vazgeçmeyi göze alarak faturaları blôke etmek. Zâten bunlar bir-süre önce yoktu ve insanlar bundan dolayı perişân da olmuyorlardı. Zîrâ bunlar “temel ihtiyaçlar” da değildir.

Saldırıya aynısıyla karşılık vermek: Bu daha çok devlet bazında olabilir. Küresel güçlere itaat etmeyip onlara karşı aktif bir direnişe geçmek sivil itaatsizliğin bir üst boyutu olmalıdır ve sivil itaatsizlik kurumsal ve devletsel itaatsizliğe doğru evrilmelidir. Çünkü Kur’ân, en alttan en üste kadar itaat edilmeyecek olanı belirlemiştir:

“Sen de sabah akşam O’nun rızâsını isteyerek Rablerine duâ edenlerle birlikte sabret. Dünyâ-hayâtının (aldatıcı) süsünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırma. Kâlbini bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi istek ve tutkularına (hevâsına) uyan ve işinde aşırılığa gidene itaat etme!” (Kehf 28).

İtaatsizlik, “Allah’tan başkalarına ve Allah’ın itaat etme! dediklerine olan itaatsizlik”tir. Sivil itaatsizlik dediğimiz, Allah’a itaat oluyor. Şeytan gibi “Allah’a itaatsizlik etmek” değildir bu. Allah’a itaatsizlik kişiyi ebedî cehennemlik ve ebedî lânetli yapar çünkü.

“Ey îman edenler, Allah’a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan emir-sâhiplerine de” (Nîsâ 59). Demek ki yöneticiler arasında, Allah ve Peygamber yolunda olanlara itaat edilecek, bu yola aykırı davrananlara itaat edilmeyecek. Emir-sâhiplerine itaat, ancak bizden yâni İslâm’dan yana olursa mümkündür. Peygamberimiz de: “Allah’a isyanda yaratılmışa itaat yoktur, itaat sâdece mâruftadır” der. Zâten aksi bir tutum takınıp da zâlime itaat edildiğinde sonucun çok kötü olacağını söyler Kur’ân:

“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan (tutı’=itaat edersen), seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-âm 116).

Evet; Müslümanlar, her-şeyde olduğu gibi sivil itaatsizlik ve aktif direnişte de ilhâmını İslâm ve Kur’ân’dan alır.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Nîsan 2017





















Devamını Oku »