28 Temmuz 2017 Cuma

Big-Bang Teorisi’nin Çöküşü

Big-Bang Teorisi’nin Çöküşü

 

 

“O (Allah), gökleri ve yeri benzersiz yaratandır. O bir şeyi diledi mi ona sâdece; “ol” der, o da hemen oluverir" (En-âm 101).

 

“O Allah ki yaratandır, kusursuzca vâr edendir, şekil verendir. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O’nu yüceltmektedir. O Üstündür, Bilgedir” (Haşr 24).

 

1920’lerde bir-birlerinden bağımsız olarak, Rus matematikçi Alexander Friedman ve Belçikalı astronom Georges LeMaître, matematik denklemlerden hareketle genişleyen bir evreni ön-gören çözümler formüle ettiler. (Big-Bang Teorisi biraz da, râhip olan Georges LeMaitre’nin “yaratılışı ispât etmek istemesi nedeniyle” zorlanarak ortaya atılmıştır). 1929’da Amerikalı astronom Edwin Hubble, uzak galaksilerden gelen ışık spektrumunun sistemli bir şekilde kırmızı ucuna kaydığını gösterdi. Bu kırmızıya kayma, ışık kaynaklarının görüş alanında uzaklaştığını gösteren bir Doppler etkisi olarak değerlendirildi. Evrenin bir başlangıcı olduğunu varsayan Teori, 1949 yılında da Big-Bang adını aldı. (Big-Bang terimi ilk kez İngiliz fizikçi Fred Hoyle tarafından 1949’da, “Eşyânın Tabiatı” adlı bir radyo (BBC) programındaki konuşması sırasında kullanılmıştır). 1920’lerde Rus kozmolog ve matematikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı fizikçi papaz Georges Lemaître tarafından ortaya atılan, evrenin bir başlangıcı olduğunu varsayan bu Teori’nin, (sözde) çeşitli kanıtlarla desteklendiğinden, bilim-insanları arasında, özellikle fizikçiler arasında geniş ölçüde kabûl gördüğü söylenmektedir.

 

1929 yılında California Mount Wilson gözlem evinde, Amerikalı astronom Edwin Hubble, kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların, uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru yaklaşan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş bilim-dünyâsında büyük yankı uyandırdı. Çünkü bilinen fizik-kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. Hubble'ın gözlemleri sırasında ise yıldızların ışıklarında kızıla doğru bir kayma fark edilmişti. Yâni yıldızlar bizden sürekli olarak uzaklaşmaktaydılar. Hubble, çok geçmeden çok önemli(!) bir şeyi daha keşfetti: Yıldızlar ve galaksiler sâdece bizden değil, bir-birlerinden de uzaklaşıyorlardı. (Bunu nasıl anladıysa). Her-şeyin bir-birinden uzaklaştığı bir evren karşısında varılabilecek tek sonuç, evrenin her-an “genişlemekte” olduğuydu. Evren genişlediğine göre, zaman içinde geriye doğru gidildiğinde evrenin tek bir noktadan başladığı ortaya çıkıyordu. Yapılan hesaplamalar (zâten hesaplamalardan başka bir şey yapılamaz), evrenin tüm maddesini içinde barındıran bu “tek nokta”nın, “sıfır hacme” ve “sonsuz yoğunluğa” sâhip olması gerektiğini gösterdi. Evren, sıfır hacme sâhip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Evrenin başlangıcı olan bu Büyük Patlama’ya İngilizce karşılığı olan “Big-Bang” ismi verildi ve bu Teori de aynı isimle anılmaya başlandı. Big-Bang Teorisi süreci bu şekilde gelişti.

 

Atom-altı parçacıklardan başlayıp molekül düzeyine; oradan, proteinin çok karmaşık yapısından eşsiz bir fabrika olan hücreye; daha sonra gerek bitki ve hayvan ve gerekse mükemmel bir varlık olan insana kadar olan canlılık sürecinde mükemmel bir komplekslik göze çarpar. Hem de bu komplekslik “indirgenemez komplekslik”tir. Öyle ki; bu yapılarda oluşacak mikro-boyutta bir eksiklik bile o yapının daha başlamadan bitmesine neden olur. İndirgenemez komplekslik nedir? Michael Behe, “indirgenemez kompleks” (irreducible complex) sistemi şöyle târif eder:

 

“Temel bir işleve katkıda bulunan, hayli uyumlu, etkileşim içinde olan parçalardan oluşmuş ve her-hangi bir parçanın çıkarılması durumunda sistemin işlevinin fiilen sona erdiği bir sistemdir. Daha genel bir ifâdeyle “indirgenemez kompleks” bir sistem, bir-birleriyle etkileşim içinde olan ve her-hangi birinin çıkarılması durumunda sistemin artık çalışmayacağı öğelerden oluşan sistemdir”.  

 

Bu komplekslik sâdece canlılarda değil, kâinâtın her yerinde geçerlidir. Kur’ân; “evrenin yaratılması ise insanın yaratılmasından daha büyüktür” (Mü’min 57) der. Yâni evren insandan daha komplekstir. Kâinâtın mevcut şekilde oluşmasının olasılığı ve mükemmelliği, tıpkı bir proteinin oluşmasındaki hassâsiyet gibidir. Bir parçanın eksikliği yada “tam oluşamamışlığı”, o yapının oluşmasını imkânsızlaştırır. İşte bu nedenle evrendeki bu muazzam yapının Big-Bang süreciyle aşama-aşama olması imkânsızdır. Bu nedenle de kâinâtın aşama-aşama değil de, bir-anda yaratılmış olması şarttır. Çünkü tamamlanamamış hâldeki bir yapı mecbûren “eksik” olduğundan dolayı, tamamlanmasını gerçekleştiremez. Zîrâ yapısını tamamlayacak dinamikten mahrumdur. Eksik bir yapı aynı-zamanda anlamsızdır da. Fakat eksik olan bu anlamsız yapısal durum kâinâtta hiç-bir zaman yaşanmamıştır. Kâinâtın, anlam verilemeyen bir şekli hiç-bir zaman olmamıştır. Çünkü kâinât anlamsız bir şekilde-görüntüde hiç-bir zaman bulunmamıştır.

 

Dünyâ’nın, gezegenlerin, yıldızların ve galaksilerin mevcut süper kompleks özel yapıları, hızları, durumları ve mevcut yerleri aşama-aşama, ilkelden kompleksliğe doğru gelişerek oluştuğu düşünüldüğünde, yerlerinde ve yapılarında ister-istemez bir değişme olacağını görecektik. Dünyâ’ya ve gezegenlere göre olacak böyle bir değişmede, Dünyâ’nın ve gezegenlerin Güneş’e olan yakınlıklarından yada uzaklıklarından dolayı, ya Güneş’e düşmeleri, yada yörüngelerinden merkez-kaç kuvveti nedeniyle kopup uzay boşluğuna kaçmaları gözlemlenecekti. Bu, aşamalı ve dolayısı ile eksik yaratılışta-yapılaşmada kaçınılmaz sondur. Nasıl ki canlı yapılardaki eksikliklerde canlı oluşamıyorsa ve olumsuz sonuçlar açığa çıkıyorsa, evrenin oluşumunda da benzer ârızalar görülürdü, yâni evren-sistemi daha başlamadan yok olurdu. Aşamalı bir yaratılışta bir-çok aksaklıkların çıkması kaçınılmazdır.


            
                                                                       





















Şekil A: Yaratılıştan Önce                                                                                





















            Şekil B: Yaratılıştan Sonra



Yukarıdaki şekillerde kâinâtın “yok durumu” ile “var durumu” gösteriliyor. İşte bu iki durum arasında (bizim bildiğimiz anlamda) sâdece 6 günlük bir süre geçmiştir. “Yokluktan varlığa çıkarma/yaratma” işte böyle olur. Yok iken bir-anda vâr olur. (Şekil A çevresine çizilmiş olan mâvi çerçeveyi, “olmayan şey”i göstermek için mecbûren çizdik).

 

“Allah yaratmayı hep aşama-aşama yapar” diyorlar. Peki bu kural sâdece maddî varlıklar için mi geçerlidir yoksa maddî olmayan melek, şeytan-cin, hûri, ğılman vs. için de geçerli midir? Melekler de mi aşama-aşama yaratılmıştır?. Meselâ melekler yaratılırken o sürecin bir ânında tek kanatlı melekler mi vardı?. Allah’ın yaratması için “neden”e ihtiyacı yoktur?. Eğer öyle olsaydı Allah “neden”e bağımlı olurdu.

 

Kâinât sistemini oluşturan parçaların (galaksi, yıldız, gezegen vs.) tüm durumları o kadar komplekstir ki, o parçaların tamâmının aynı-zamanda, aynı-mekânda bir-anda buluşmaları gerekir. Aksi-halde oluşamazlar. Big-Bang sürecine göre bu buluşma imkânsızdır. Çünkü parçaların çoğu oluşmamıştır.

 

“Genç Dünyâ Yaratılışçılığı” (Young Earth Creationism) Evren’in ve Dünyâ’nın ‘altı-gün’de yaratılmasını dünyevi 24 saat anlamında “gün” olarak algılamaktadırlar. Bunlardan bâzısı ise bilimsel delillerin genç bir Dünyâ’nın ve Evren’in varlığını desteklediğini savunmaktadırlar. Ay’ın Dünyâ’dan yılda dört cm. uzaklaştığını, milyarlarca yıllık Dünyâ ömrüne bunun aykırı olduğu (Ay’ın Dünyâ’ya olan uzaklığı 356.000 km ile 407.000 km arasında değişir; ortalama uzaklığı 384.000 km’dir. Son 40 yılda yapılan ölçümlerde ayın Dünyâ’dan her yıl yaklaşık 4 cm. kadar uzaklaştığı tespit edilmiştir. Bu ölçüme göre de, ayın bir süre sonra Dünyâ’nın yörüngesinden çıkacağı biliniyor. Yılda 4 cm. uzaklaşan Ay, 4,5 milyar yılda 180.000 km. uzaklaşır) gibi argümanlar ileri sürenler de bulunmaktadır. Bunlar, kayaların radyo-metrik ölçümü gibi bilimsel metotları ele alıp, bunların güvenilmez olduğunu göstermeye çalışmaktadırlar. Yer-bilimsel olayların hiç-birinin tek-düzenlilik (uniformatism) ilkesine göre açıklanamayacağını; günümüzün yer-bilimsel olaylarının geçmişe anahtar olamayacağını ve yaş-tahmini ile ilgili yanılgıların kaynağının yanlış tek-düzenlilik ilkesinin apriori kabûlü olduğunu, yer-katmanlarının hızlı oluşumlarla açıklanabileceğini de savunmaktadırlar.

 

Evrenin yaşının 13.8 milyar yıl olmasıyla “sonsuz” olması arasında fark yoktur. Evrenin yaş verileri, “lâboratuvar ortamında” belirlenmiştir. O hâlde bu yaş verileri lâboratuvar ortamının verileridir. Hâlbuki kâinâtın ortamı çok farklıdır. Hareketin olduğu, devamlı bir döngünün yaşandığı bir yerin, devamlı dönüp duran bir şeyin yaşı belirlenemez. Heisenberg’in belirsizlik ilkesi de bunu söyler. Bir şeyin hızının ve yerinin aynı-anda belirlenememesinin nedeni, o şeyin “hareket hâlinde” olmasındandır. Kâinatta hareket hâlinde olmayan hiç-bir şey olmadığı için, hiç-bir şeyin yeri yada hızı, dolayısı ile de yaşı tam olarak belirlenmez.

 

Bu anlattıklarımıza göre, hayâtın başlaması için, 13.7 milyar yıl, 15 milyar yıl, 2 milyon yıl gibi uzun zaman dilimlerine ihtiyaç yoktur. Bu süreç, insanlık târihi olan ortalama 10.000 yıllık bir süreçtir. İnsanlar, bitki örtüsü, Dünyâ, Güneş, kısaca bütün evren ortalama 10.000 yaşındadır. Daha uzun bir zaman-dilimine gerek yoktur. Bu mükemmel yaratılışın oluşması Allah için bir zorluk değildir. Ayrıca sonsuz yoğunluktaki bir noktadan yaratılma, Allah’ı bir sebebe bağlamaktır ki Allah bundan münezzehtir.

 

Bu sürecin ortalama 10.000 yıl olması gerektiğinin nedeni; Kur’ân’ın, Hz. Âdem’i ilk peygamber ve ilk insan olarak tanıtmasıdır, (Zümer 6, Nîsâ 1, En-âm 98, A’raf 189). Hz. Âdem’den bu-yana geçen süreç Tevrat’a göre 7.000 yıl civârındadır. Mecûsilikte (Zerdüştlük) de “Dünyâ, üçer bin senelik dört evre geçirecek ve ömrü 12.000 sene olacaktır” denir. Yahudilere göre Âdem 6.054 yıl, Hristiyanlara göre 7.404 yıl önce, Mecûsilere göre de 4.551 yıl önce yaratılmıştır. İlk tarımın yapıldığı târih 10.000 yıl, ilk pulluğun kullanıldığı târihin 5.000 yıl olması, (M.Ö. 8.500’lerde Bereketli Hilal’de ortaya çıkan ilk çiftçiliğin, Orta Avrupa’ya yayılması ancak M.Ö. 5.000 [?] yıllarında gerçekleşebilmiştir). İlk insan göçlerinin 10.000 yıl önce başlaması, insan-oğlunun yerleşik hayâta geçmesinin yaklaşık 10.000 yıl önce başlaması; Dünyâ’nın en eski yerleşim yeri olarak bilinen Çatalhöyük’ün yaşının 9.000 yıl olması vs. gibi nedenler gösterilebilir. Ayrıca, karbon 14 metodu ve diğer metotlarla yapılan zaman belirleme ölçümlerindeki çelişkilerdir. Karbon 14’ün yarılanma ömrü 5.730 yıldır. Bu durumda Karbon 14 metodu “en doğru bir şekilde” en fazla 11.460 yaşında olan bir organizmada, o da %20 hatâ payıyla ölçülebilir. Yarı-ömür belirlenerek yapılan hesaplamalar, olasılık hesaplarıdır. Bir yazıda şöyle denir:

 

“Karbon-14’ün yarı-ömrü (herhangi bir örneğin yarısının yok olması için gereken süre) yaklaşık 5.600 yıldır. 8 yarı-ömür sonrasında geriye kalan, başlangıçtaki radyoaktif karbonun yalnızca 1/256’sı olur. Bu miktar güvenilir, bir ölçüme elvermeyecek derecede azdır, dolayısıyla radyo-karbonla târihlendirme yöntemi yalnızca kırk küsur bin yıldan yaşlı olmayan nesnelerde işe yarar”.

 

Uranyum-235’in 704 milyon yıl; Potasyum-40’ın 1.25 milyar yıl; Uranyum-238’in 4.5 milyar yıl; Toryum-232’nin ise 14 milyar yıllık yarı-ömürleri olduğu söylenir.Karbon 14’ün ise yarılanma ömrü 5.760 yıldır. Sâdece canlılara uygulanabilir. Fakat bunların yarı-ömürlerinin söylendiği gibi olduğu nereden biliniyor?. Çünkü o kadar süre boyunca gözlemlenmedi ki bunlar. Bunların gözlemi, üzerlerinden yıl-yıl eksilen element tâkip edilerek yapılıyor ve “şu kadar yılda şu kadar element eksiliyorsa, o hâlde şu kadar yılda da şu kadar eksilir” diye yapılan hesaptır bu. “Eksilmeyen sâbit elemente göre”, “eksilen element”in miktârı ölçülerek hesaplar yapılır. Yoksa insan sonuna kadar gözlem yapması imkânsızdır. Meselâ tüm canlılarda Karbon 12 sâbit kalırken Karbon 14 değişir ve bu eksilmeye göre yarı-ömür belirlenir.

 

Fakat bütün yaş ölçme tekniklerinde ana sorun, ölçümü yapanların, belli bir kriteri peşin ve değişmez olarak kabûl etmiş olmalarıdır. Oysa doğada böyle bir şey olmaz ve bir şey diğer bir-çok şeyden etkilenir ve farklı şekilde değişir yada değişmez. Yâni doğa her-şeye etki eder ve her zaman beklenen sonucu vermez. Üstelik doğru sonucu ne zaman vereceği de bilinemez. Doğada doğru ve yakın yaş ölçümleri yapılabilecek araçlar ve yöntemler vardır fakat bunlar öyle uzun târihlendirmelerde için değildir. Meselâ ağaçlar kesildiklerinde gövdelerinde gördüğümüz halklar bunlardan biridir. Bu konularda bir yazıda şunlar söylenir:

 

“Bugüne kadar en güvenilir ve geniş bilgiler radyo-karbon ile radyo-potasyum tabanlı iki yöntemle sağlanmıştır. Radyokarbon yönteminin en büyük sorunları; öncelikle 14C’ün yarı-ömrünün çok kısa oluşu ve ikinci olarak da organik maddenin gömülü olduğu yerde zamanla topraktan karbon çekme olasılığıdır ki laboratuarlarda karbondaki ‘sonradan sızma’ oranını ayırt etmek mümkün değildir. Uygulamada her yöntemin kullanım alanı sınırlı kalmaktadır. Bâzen yerleşke, yönteme uygun madde bulundurmayabilir. Örneğin, Güney Afrika’nın en eski yerleşkelerinde volkanik madde bulunmadığı için, târihlendirme için potasyum-argon yönteminin kullanılması mümkün olamamıştır. Uygun madde bulunsa bile, yer-altında kaldığı süre içinde daha eski yada daha yeni maddelerle kimyâsal-radyolojik tepkimeye girebilir, böylece târihlendirme yapılamayabilir. Bunların dışında yöntemlerin kullanım sınırları da sorun olabilir. Örneğin, potasyum-argon yöntemi, çok özel bir-kaç durum dışında, 200.000 sınırına yakın dönemler için güvenilir yaş veremez; radyo-karbon yöntemi ise yaklaşık 50.000 sınırından daha eski dönemlerin târihlendirmesinde sonuç vermez.

 

Ağaçlar yaşamları süresince her yıl iki büyüme halkası meydana getirirler. Bu halkaların genişliği, iklim koşullarına bağlıdır. Uzun ömürlü ağaçların yatay kesitlerindeki halkaların oluşumları ve bunların sayılmaları ile, ağacın kesildiği zamandaki yaşının mutlak olarak bulunabileceği anlaşılmıştır. Eski dönemlerde kullanılmış bir ağaç, yanıp kömürleşerek günümüze kadar gelebilir. Kömürleşmiş ağaçlarda burguyla yapılan ölçümlerle elde edilen halka göstergeleri ile seriler elde edilir ve verilerin birleştirilmesiyle ‘M.Ö.8 bin yılına kadar ki dönem için’ yorum yapılabilir”.

 

İşte tüm bu nedenlerden dolayı kâinat Big-Bang denen aşamalı bir süreç ile değil, Allah’ın bir mûzice eseri olarak ve bizim “nasıllığını anlayamayacağımız bir şekilde” bir-anda yaratılmıştır ve bu yaratılış da yaklaşık 10.000 yıl önce gerçekleşmiştir.

 

“Bir tasarım sonucu aşama-aşama olmuştur” diyorlar. Aslında kâinatı açıklamada Tasarım Delîli de yetersiz kalır. “Bu etki nasıl yapılmıştır” sorusu cevaplanamaz çünkü. “Evet; Big-Bang’cilerin dediğinin aynısı olmuş, fakat süreci bir “Bilinç” kontrôl etmiş” dediğinizde bu açıklama kesinlikle bilimsel olmaz. Bâzı müslüman yazarlar da, Big-Bang Teorisi’ni -sözde- yaratılışı ispât ettiği için el üstünde tutarlar ve mevcut Big-Bang sürecinin üstüne yalnızca; “Allah’ın kontrôlünde olmuştur” etiketini yapıştırarak Teori’ye sâhip çıkmaktadırlar. Fakat yaratılmanın-oluşumun “bilinçli” yada “bilinçsiz” olduğunu söylemek arasında Big-Bang süreci açısından bir fark olmuyor ki!. Big-Bang süreci yine aynen işlemeye devâm ediyor. Yaratılış bir-anda olmadığında mecbûren “rastgele” yada “şans” kelimeleri anlam kazanmaya başlar. “Allah’ın müdâhalesi”nin Big-Bang sürecini değiştirmediği söylendiğine göre, sürecin “şans” ile meydana geldiğini söyleyenlerin söyledikleri şeyler doğru olur. Yâni; “tamam, sizin söylediğinizin aynısı, fakat rastgele değil, müdâhale ile” denmesi, inanmayacak biri için bir anlam ifâde etmez. İnanmak ise, -bu süreçleri tâkip edip de inanmayanlar olduğuna göre- bu süreçlerin konusu değildir. Big-Bang Teorisi’ni kabul edenlerin tamâmı evliyâ değildir nede olsa.

 

Allah-merkezli açıklamalardan mahrum olunduğunda ortaya konan hemen her-şey yakın-uzak vâdede insanlara, canlılara ve hattâ tüm kâinâta zarar verir. Zâten Şeytan’ın Big-Bang ve Tasarım Delîli’ne “sesini çıkarmaması” bu yüzdendir. Kâinâtta bir “tasarım” vardır. Fakat bu tasarım bir sürece tâbi değildir. Allah’ın tasarlaması ve yaratması aynı-anda olur. Allah zamandan ve eksiklikten münezzehtir. Biz insanlar gibi, ilk-önce düşünüp, plân yapıp, tasarlayıp da sonra yaratmaya koyulmaz. Allah’ın düşünmesi, plânlaması, tasarımlaması ile yaratması aynı şey demek olduğu için, tasarımlaması ile yaratması aynı-anda olur.

 

Dindarlara göre; “Tanrı kontrôlünde bir süreç (tasarım)” olunca hem Evrim Teorisi hem de Big-Bang Teorisi doğruluk kazanıyor. Allah’ın kontrôlünde ya!.. Big-Bang Teorisi’ndeki sürecin “Tanrı-kontrôllü” bir şekilde olduğuna inanmak ve o şekilde anlamak bu Teori’yi kurtarmaz. Sâdece bir süreliğine onunla oyalanılabilir sâdece. Teori bir süre sonra çatırdamaya yada çökmeye başladığında birilerinin hayâlleri yıkılır tabi. Tabi o zaman da Teori’nin birileri tarafından alaya alınacağını söylemeye gerek yok.

 

Gerek Evrim gerekse Big-Bang sürecinin Allah’ın kontrôlünde olması o teorileri meşrû hâle getirmez. Her türlü saçmalık için; “Allah’ın kontrôlünde olmuştur” dense meşrû hâle mi gelecek?. Allah’ın gözetiminde oluşacak bir Big-Bang Teorisi ile Allah’ın gözetiminde oluşacak bir Evrim Teorisi arasında bir fark yoktur. Müslümanların bir-kısmı neden “mikro evrim” olan Evrim Teorisi’ni kabûl etmezken; “makro evrim” olan Big-Bang Teorisi’ni kolayca kabûl ediyor ve onda hiç-bir yanlışlık görmüyor?. Bir hücrenin değişe-değişe, evrile-evrile insan olmasıyla; meselâ hidrojenin değişe-değişe, evrile-evrile kâinâtı oluşturması arasında ne fark var ki?. İkisi de evrimden bahsediyor. O hâlde Evrim Teorisi mikro evrim” iken; Big-Bang Teorisi ise makro evrimdir.

 

Evrimsel-aşamalı bir yaratılışta, o evrimi-aşamalı süreci Allah’ın kontrôl edip-etmemesinin önemi ortadan kalkar. Evrim olunca artık fark etmiyor. Netîcede evrim.. Evrim-aşama ile olunca yaratılışı Allah ile bağdaştırmak zorunlu olmaktan çıkar. Bir-anda olan bir yaratılış ise mecbûren Allah-yaratıcı ile olmak zorunda. İşte Big-Bang süreci buna aykırı, yada Allah’ın kontrôlünde olmak ihtiyâcı da hissettirmiyor. Çünkü Big-Bang ile olunca “Allah’sız da olabilir” düşüncesi normâl ve doğal olarak çıkıyor ortaya. “Bir-anda yaratılma”da ise başka alternatif yoktur ve zâten kâinat bunu haykırıp durur: “Allah tarafından bir-anda yaratıldım”.

 

Allah yaratıcıdır, müteahhit değil. Bu nedenle de müteahhitler gibi bir şeyi yapmaya temelden başlamaz. Bir-anda yaratıverir. Yâni sorun; “tamam, yaratılış bilimin dediği gibi oldu ve bunda bir sorun yok, fakat bu süreç Allah’ın kontrôlünde mi oldu, yoksa kendi-kendine mi oldu tartışması” mı?. Bilim açısından ne fark eder ki?. Oluşumun bizzat kendisi için ne fark eder?. Oluşum için iki kesim de aynı şeyi söylüyor ve kabûl ediyor. Bilimsel olarak tıpa-tıp onlar gibi konuştuktan ve inandıktan sonra, “fakat tüm bunlar Allah’ın plânlamasıdır” demenin ne anlamı olacak?. O zaman onlar da; ”hayır kendi-kendine olmuştur” derler. Tartışmanın bu boyutu inanç ile alâkalıdır. Biri tesâdüf diyor diğeri yaratılış. Netîcede iki kesimin de kabûl ettiği, aynı sürecin işlemiş olduğudur. Asıl ilginç olan şey; nasıl oluyor da inançsızların gözlemleri ile inançlıların gözlemlerinde aynı süreç görülüyor?. İnançlı olanların inançtan kaynaklanan gözlemsel ve değerlendirme anlamında bir farkları olmalı değil midir?. Ve bu nedenle de inançsızlardan daha farklı ve doğru bir sonuca ulaşmaları gerekmez mi?. Eğer cevap “hayır” ise bu; “onların bilimini alalım ama inançsızlığını almayalım” demek anlamına gelmiyor mu?. Yaratılışın açıklaması iki kesim için de aynı ise, o yaratılışın tesâdüfen yada tasarımla oluştuğunu söylemek arasında niye bir fark olsun ki?, yada bilim açısından bunun ne önemi var?, bu fark araftaki (nötr) bir kişi için artık bir-şey ifâde etmez.

 

Evrenin yaşına 1024 sâniye biçiliyor. Bu durumda araştırma sonuçlarına göre Big-Bang sürecinde bahsedilen oluşumların gerçekleşmesi için bu süre yetmiyor. Demek ki bu oluşumlar süreç ile yaratılmadı. Bir-anda yaratıldı. İnançlı bilim-insanları; “bu kadar kompleks varlıkların tesâdüfen oluşması imkânsızdır” diyorlar. İyi de buna tesâdüf değil de tasarımla ve bilinçli aşamalı bir süreçle yaratıldığını söylediğimizde de evrenin ömrü bu oluşumların oluşmasına yetmiyor ki!. Tasarımlı fakat aşamalı bir süreç ile yaratıldığını da kabûl edemeyiz, çünkü zaman yetmiyor. Big-Bang’den beri geçen zaman yetmiyor. O hâlde tasarımlı ama aşamasız-süreçsiz bir ilk-yaratılıştan bahsetmemiz kaçınılmaz oluyor ki bu yaratılış, bir-anda gerçekleşen bir yaratılıştır. Bu mükemmelliğe (kâinâtın oluşumuna) zaman yetmiyor, imkân yetmiyor zîrâ. Yâni süreçle oluşması imkânsız. O nedenle hiç-bir zaman idrâk ve îzah edemeyeceğimiz mûcize ile olan bir yaratılış var ki, o da; -aşamalı süreç, açıklamalı bir süreç olması gerekeceğinden- “bir-anda” olacak olan bir yaratılıştır. Bir-anda olacak olan bir “ilk yaratılış”tır. Yâni yaratılışa şans-tesâdüf ile değil de, bilinçle-tasarımla dediğimiz zaman da aşamalı-süreçli bir yaratılış yetersiz kalıyor.

 

Sorun, kâinâtın tesâdüf ile mi yoksa tasarımla mı yaratıldığı sorunu değil, aşamalı mı, bir-anda mı yaratıldığı sorunudur. İnançlılar buna inançsızlardan ayrılmak için mecbûren “bir-anda” demek zorundalar. Aksi-hâlde inançsızların söylemlerinden bir farkları kalmayacaktır. Çünkü ikisi de aşamayı kabûl ediyor fakat bu aşamanın şuurlu mu şuursuz mu olduğunda anlaşamıyorlar ki bu, varlığın açıklamasında önemli bir şey değildir. Açıklama tıpatıp aynıdır çünkü. İnançlılar inançsızlarla “nasıl”lıkta çelişmiyorlar, niçin-nedenlikte farklılaşıyorlar ki inançsızlar zâten bunu sorun etmiyorlar, yâni onlar için bir niçin-neden yok. Böyle olunca da inançlıların derdi, inançsızları niçin-neden’e zorlamak oluyor. İkisi arasında başka bir sorun yok çünkü.

 

Sen evrenin yaratılış sürecini pozitivistler gibi kabûl et; insanın yaratılışını evrimsel süreçlerle îzah et, sonra da de ki: “Tüm bu yaratılışlar, Allah’ın kontrôlünde tasarımla olmuştur”. Lafla olmuyor. Aynı bilimsel açıklamaları inançsızlar da yapıyor zâten. O zaman onlar da her ne kadar “tesadüfle olmuştur” deseler bile, yaratılış açıklamalarını tıpa-tıp inançlılar gibi yaptığı için tasarımı kabûl etmiş olmuyorlar mı?. Yada, yaratılışın aşamalarını-sürecini inançsızlar gibi yapıyorsan, yâni ilmini onlardan alıyorsan, inancını da paylaşıyorsun demektir. Yâni ilmini aldığının ahlâkını da almışsın demektir. Bu nedenle Pozitivist Dünyâ’nın bilimini aldığınızda, “pozitivist ahlâkını” (daha doğrusu etiğini) da almış olursunuz. Ahmet Kalkan:

 

Kimi savunmacı ve uzlaşmacı insanlar öyle derler: “Batılıların sâdece tekniği alınmalı, ahlâk ve kültürü alınmamalıdır. Düşünülmez ki, teknik ve teknolojik aygıtlar, dünyâ-görüşü ve yaşama biçimiyle birlikte gelir. Zâten bunlar, belirli bir kültürün ürünüdür ve o arka-plândan koparılamaz. Söz-gelimi, “buzdolabı”, kültürüyle birlikte gelmiştir. Eskiden, artan yemekler, ertesi güne saklanamayacağından bir komşuya ve özellikle fakirlere verilirdi. İnsanlar, evlerine gıdâ depola(ya)mazlardı. Buzdolabı, “verme”yi unutturan “egoist” kültürüyle, kullananlara sâdece kendini düşündüren yaşama biçimiyle geldi. Çamaşır-makinesi alınca ister-istemez deterjan, yumuşatıcı, kireç-sökücü gibi yan ürünlere de abone olacaksınız. Çamaşır için fakir komşuyu yardıma çağırıp onun da bu bahaneyle geçimine katkıda bulunma gibi düşünceler, makine alır-almaz, artık  aklınızın ucundan bile geçmeyecek. Örnekleri çoğaltabiliriz. Tv, radyo, kasetçalar, bilgisayar, kendileriyle birlikte hangi kültür, oyun, anlayış ve ahlâkı da kaçınılmaz olarak getiriyor, düşünmek yetecektir” der.

 

İnançsızlar; “tamam-tamam tasarımla oldu” deyiverseler ne değişecek?. İnsanlar yaratılış ile ilgili açıklamalardan ne anlıyorlar, orası önemli. Biz de diyoruz ki: Aşamalı-süreçli “ilk yaratılış” hikâyesi, Allah’sızlığı çağrıştırır. Allah’a bir ihtiyaç hissettirmez çünkü. “Zâten açıklaması yapılan şey”de Allah’a ihtiyaç kalmaz. Bir-gün gelir açıklamasını yaptığı o şeyi kendisi de yaratabilir. İnsanlar anlayabildikleri şeye artık îman etmezler. Yaratabildiklerine ise hiç etmezler. Artık ortada inanılacak bir şey yoktur. Ortada gayb kalmamıştır çünkü. Zîrâ Allah’a îman gayba îmandır. Fakat yapılan “aşamalı süreç açıklaması” yâni Big-Bang süreci doğru değildir. Allah’a îman hep sürecektir. Çünkü yapılan açıklamalar açıklama değil, masallardır. Zannetmelerdir. Uydurmalardır. Masa-başı felsefelerdir. Modern bilimsel yalanlardır. Söylenenlerin %90’ı yalan ve yanlıştır. Kâinâtın tamâmını gözlemleyip idrâk etmeden kesin bir yargıya varılamaz ve insanda da böyle bir güç yoktur ve hiç-bir zaman da olmayacaktır. Eğer olsaydı, insan -hâşâ- Allah olurdu. İnsanlar, “yakın göğün” (Güneş Sistemi’nin) bilgisi dışında doğru açıklamalar yapamazlar. Sâdece Güneş Sistemi kapsamında, o da eksik ve hatâlı ölçümlerden başka açıklamalar yapamazlar. Diğer alanda da sâdece atoma kadar çalışabilirler. Atomu ayırdıkları anda ortada somut bir şey yoktur zâten. Bu nedenle de artık matematiksel muhabbetlerden başka bir açıklama olmaz. Zâten yine, soyut bilginin-felsefenin konusu olan Kuantum Teorisi bile insanlara; “bildiklerinizin % 99,99’u yanlıştır” diyor.

 

Bir şeyi tam olarak açıklayamadığınız zaman “rastgele” gibi bir şey söylemiş olursunuz. O mâlûm sürecin meydana gelmesini “bilincin kontrôlü” sözüyle açıklayamazsınız. Bu tam bir açıklama değildir. “Bu “bilinç” müdâhalelerini nasıl yaptı” diye sorulduğunda cevap verilemez çünkü. O yüzden bu ilk-yaratılış için “bir-anda yaratılma”dan bahsetmek gerekir. Bunun nasıl olacağı sorusuna ise sâdece; “mûcize” diye cevap verilebilir.

 

Evet; evrende bir tasarım vardır fakat bu tasarım “aşamayla olgunlaşan bir tasarım” değil, sonuçları bir-anda görülen bir tasarımdır.

 

Bilim, bir Allah inancı oluşturmaz, fakat Allah inancını pekiştirebilir. Lâkin, Allah inancının olması için bilime gerek yoktur. İşte biz de diyoruz ki; ilk-yaratılış (hattâ şimdiki yaratılış da öyle) evrimcilerin yada yaratılışçıların dediği gibi aşamalı olarak olmaz. Yâni aşama-aşama olmaz. Bir-anda olur. Her-şey bir-anda olur. Fakat ilk-yaratılışta her-şey bir-anda yaratılmışken, sonraki yaratılışlar-türetmeler, yâni şu-anda hâlen gözlemlediğimiz yaratılışlar “bir-andalar” ile olur. İlk-yaratılış bir-anda ile, sonraki-şimdiki yaratılışlar ise bir-andalar ile olur-oluyor.

 

Tüm bu söylenenler aslında, kâinâtın yaratılış için bir süreçten geçmediğinin; Allah tarafından bir mûcize olarak bir-anda yaratıldığının delîlidir. Meydana gelme ihtimâli “sıfır” olan şeylerin açıklaması başka nasıl yapılacak ki?. Demek ki bir süreçle oluşma ihtimâli yok. Çünkü olağan-üstü durumlar var. Olağan-üstü durumlar kelimenin kendisinin de söylediği gibi “olağan” değildir, “olağan”ın üstündedir. O hâlde “bir süreçte yaratılma” değil; “bir-anda yaratılma” vardır.

 

Big-Bang Teorisi aslında deistik bir teoridir. O sözde sonsuz yoğun tekilliğe bir-kez dokunduktan sonra kendi-kendine olma durumu vardır. Böylece deizm normâlleşir ve mâkûl görülmeye başlanır.

 

En baba doğa kânunu (aslında Allah’ın kânunudur) olan Termodinamiğin İkinci Yasası Entropi Kânununa göre, her-şey zamanla bozulmaya doğru gider. Fakat Big-Bang Teorisi’ne göre düzelmeye doğru gitmiştir. Her-şey mevcut ideâl durumundan bir-önceki durumunda eksik bir yapıdadır. Yâni en ideâl hâlinde değildir. Zâten en ideâl hâlinde olsa oluşum devâm etmez-edemez. En ideâl olan hâline göre daha kötü, eksik, çirkin vs. hâlinde olan bir yapı, zamanla nasıl oluyor da iyi, güzel ve ideâl hâle gelebiliyor?. Entropiye göre zamanla bozulmaya doğru gitmesi gerekiyor ya!. Fakat Teori’ye göre zamanla düzelmeye doğru gitmiş kâinât. Kaostan kozmosa ulaşmış. İşte bu, iki bilimsel olgunun çelişmesidir. Allah zâten başlangıçta en güzel şekilde yaratmıştır kâinâtı. İşte bu yaratma aşama-aşama değil, bir-anda olan bir yaratılmadır. Allah, koyduğu-yarattığı hiç-bir yasa ile kayıtlanamaz. Fakat Allah, yaratmayı yasalarından bağımsız yapmaz/yapmıyor. Aşama-aşama yaratılışta kötüden-eksikten iyiye-mükemmele doğru bir gidişat Entropi Yasası’na göre mümkün değildir. Tam tersine; bu yasaya göre iyiden kötüye doğru bir gidişat vardır. Bu nedenle de eksik yapılar zamanla en ideâl hâle dönüşemezler. İdeâl olmayan bir yapı, -hele ki milyarlarca yıldan sonra- düzelip, ideâl hâle gelemez. Entropi Yasası’na aykırıdır bu durum ve Entropi Yasası’na aykırı olan bir teori çökmeye mahkûmdur. Çünkü hiç-bir teori Entropi Yasası’yla çelişemez. Entropi Kânunu’na göre her-şey doğal hâlinde bırakıldığında zamanla bozulmaya doğru gider, oysa Big-Bang Teorisi’ne göre her-şey zamanla düzelmeye doğru gitmiştir. Bu, iki bilimsel olgunun çelişmesi demektir.

 

Allah “ihsân eden”dir. ihsân, “güzel eylemek”, yaptığını güzel yapmak” demektir. Allah’ın ihsân ile yaratmadığı bir an yoktur. Dolayısıyla güzel yaratmadığı yâni kâinâtın en mükemmel hâlinden bir-önceki “az mükemmel” yada “kötü” hâlde bulunduğu, tamamlanmamış, eksik ve dolayısıyla kötü-çirkin bir yapıda olduğu ihsândan kopuk bir hâlde hiç-bir zaman olmamıştır. Aksi bir durum Muhsîn ismine uygun değildir ve bu nedenle de “aşamalı bir ilk yaratılış” olmamıştır. Allah “ol” demekle her-şeyi “bildiğimiz” altı günde yaratmıştır. Allah yarattığı şeyi mânâsıyla birlikte yaratır. Aşamalı yaratışta, en mükemmel olmadan önceki durum eksik ve dolayısıyla kötü olacağından dolayı, eksik durumdaki eşyâda “mânâsızlık” ortaya çıkar ki böyle bir şey mümkün değildir.

 

Entropi Yasası evrende (insanlar tarafından) mutlak-doğru bir târif yapılamayacağını da söyler. Çünkü târif yapılırken bile entropi tarafından tahrif devâm eder. Arthur Eddington:

 

“Evren/Dünyâ hakkındaki bir teori, Maxwell’in formülleriyle, hattâ daha önceden yapılmış bâzı deneylerle uyumsuz olsa bile doğru olma şansı bulunabilir; ama Entropi Yasası ile çelişiyorsa hiç-bir şansı yoktur” der. 

 

Caner Taslaman:

 

“Bir teori belki diğer tüm teorilerle hattâ yasalarla bile çelişebilir ama Termodinamiğin İkinci Yasası’yla (entropi) asla çelişemez. Entropi ile çelişen hiç-bir teori kabûl edilemez” der.

 

Entropi Yasası, “en baba yasa” olduğu için, oluşumun “tasarım” nedeniyle ve “kontrôl altında” bir süreçle oluştuğu da söylenemez. Yasaların çelişmesi tasarıma aykırıdır zîrâ. Zâten Allah, ilk-önce tasarım yapıp da sonra yaratmaya başlamaz. Allah için böyle bir şey söylenemez, bu bir eksilik olur çünkü. Allah’ın tasarımı ile yaratması aynı şeydir. Allah çelişik işler yapmaktan münezzehtir. Bu nedenle kâinatın, bir mûcize olarak bir-anda yaratılması söz-konusudur. Bir mûzice olarak (idrâk edemeyeceğimiz şekilde) bir-anda yaratılan tüm varlık, artık bildiğimiz oluşumunu sürdürmeye devâm etmiştir/ediyor.

 

Big-Bang Teorisi, bir çeşit sudur teorisidir. Sudur Teorisi’nde bir çeşit “doğum” vardır. Allah -hâşâ- kâinâtı doğurur. Hâlbuki Kur’ân’da: “O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır” (İhlâs 3) denir. Big-Bang’de tanrı yerine, o meçhûl “sonsuz yoğunluk” kullanılır. O “sonsuz yoğunluk”tan yavaş-yavaş sâdır olmuştur âlem. Ayrıla-ayrıla. Sudur Teorisi maddenin, soyut olan akıldan “bir şekilde” oluştuğunu söylerken; Big-Bang de, o sonsuz yoğunluktan “bir şekilde” oluşmuştur. Big-Bang Teorisi, İslâm felsefe ve tasavvufundaki Sudur Teorisi’nin benzeridir. Tasavvufta -hâşâ- her-şey Allah’tan yayılmışken, Big-Bang Teorisi’ne göre ise her-şey o yoğun “süper tekillikten” yayılmıştır. Bu anlatımların iler-tutar bir yanları olmadığı gibi, masaldan bir farkları da yoktur. Zâten dindarların Big-Bang’i kabûl etmesi yada kabûl etmeye meyyâl olmaları; dîni, tasavvuf seviyesinde ve bakış-açısında anlamalarındandır. “Tasavvufa aykırı olmayınca, dîne de aykırı olmamış” düşüncesi var.

 

Big-Bang Teorisi’ni ciddiye aşıp da tartışmaya bile gerek yok. Her-şey o kadar mükemmel ve bâriz ki; her-şey bir aşamanın olmadığını haykırıyor. Öyle ki; bu haykırışın sesi kâinâtın her noktasında yankılanıyor.

 

Big-Bang Teorisi bir aşamadan bahsettiği için, olacak olan şeyler, sürecin bir ânında mükemmel yapıda olmayacak ve çok absürd bir yapıda olacaklardır. Yâni ilkel olacaklardır. Dünyâ’da ve kâinatta ilkel bir şey yoktur ve hiç-bir zaman da olmamıştır. Mükemmellikten bir-önceki hâl hiç-bir zaman yaşanmamıştır. Çünkü Allah yaratmanın her ânına hâkim olduğundan, Allah’ın ilkel bir yaratma durumunda olduğundan bahsetmek gerekecektir. Oysa Allah kusursuz Yaratıcıdır.  

 

Big-Bang’in mutlak-bir başlangıcı yoktur. Bu yüzden Big-Bang Teorisi en temelinde bilimsel değildir. Başı-sonu belli olmayan bir teori bilimsel olamaz. Bir teorinin bilimsel olabilmesi için başının-sonunun bilimsel olarak târif edilebilmesi gerekir. Lâkin ilk 10-43 sâniye öncesi bilimsel olarak açıklanamıyor. “10-43 sâniyeden önce fizik yasaları yoktu” denir. Fizik-kurallarının geçersizliğinden bahsediliyor. Hem yasaların geçersizliğinden bahsetmek hem de “fiziğe göre” bir yaratıştan bahsetmek nasıl bir çelişkidir. Bir kuralın olmadığı yerde bir hareket de olmaz. Olan şey gerçekten de imkânsızdır ve bu imkânsızlığın aşılmasının tek-yolu da; “her-şey kemâliyle tamamlanmış şekliyle bir-anda yaratılmıştır” inancıdır.

 

Evrende entropi sürekli artmaktadır. Bu ise evrendeki başlangıç ânında çok düşük entropili bir başlangıcın olması gerektiği anlamını taşır. Bu olasılığın gerçekleşmesi imkânsızdır. Roger Penrose, düşük entropili bu başlangıcın gerçekleşme ihtimâlini 1010123’te 1 olarak hesaplamıştır. Matematikte 1050’de 1 ihtimâl sıfır sayıldığına göre ve zâten imkânsız olduğu da söylendiğine göre Allah yaratmayı bildiğimiz yasaların dışında bir yasayla yapmış demektir. O hâlde bu, mûcize ile bir-anda yaratmanın adıdır. Neden kâinâtın her bir zerresi bu şekilde yaratılmış olmasın?.

 

Bir şeyi tam olarak açıklayamadığınız zaman “rastgele” gibi bir şey söylemiş olursunuz. O mâlûm sürecin meydana gelmesini “bilincin kontrôlü” sözüyle açıklayamazsınız. Bu tam bir açıklama değildir. “Bu “bilinç” müdâhalelerini nasıl yaptı” diye sorulduğunda cevap verilemez çünkü. O yüzden bu ilk-yaratılış için “bir-anda yaratılma”dan bahsetmek gerekir. Bunun nasıl olacağı sorusuna da sâdece “mûcize” diye cevap verilebilir.

 

Canlılardaki DNA, aminoasit, molekül, atom, protein vs. dizilimleri ile, evrendeki tüm gök-cisimlerinin dizilimleri, yâni bulundukları yerler, mükemmel olma bakımından aynıdır. Her iki yapıdaki mevcut dizilme ihtimâlleri aynıdır; yâni imkânsızdır. Bu dizilim ancak; mûcizeyle açıklanabilir. Buna göre; tüm varlığın mûcizevi bir şekilde bir-anda yaratılması”ndan bahsetmek kaçınılmaz olur.. 

 

İnsan, Kur’ân, Evren; bu üç varlık nitelik olarak bir-birinin aynısıdır. Allah, Kur’ân’daki harfleri öyle bir dizmiştir ki; âlimler bu diziliş karşısında hayretler içerisindedir. İnsan’daki protein ve kromozomları vs. öyle bir dizmiştir ki, bilim bu konuda suskunluk içerisindedir. Çünkü bu dizilişlerin rasyonel bir açıklaması yoktur. İşte aynı şekilde, Allah, evrendeki materyâlleri öyle bir dizmiştir ki, bu dizilişi anlayabilmek ve dolayısıyla anlatabilmek imkânsızdır. Sâdece ve sâdece mûcize ile açıklanabilir.

 

Kâinat yoktan-yokken bir-anda yaratılmıştır ve Allah bu yaratmayı “Bedî” ismiyle yapmıştır. Bedî; “bir örnek edinmeksizin yaratan”, yâni “yoktan yaratan” demektir. Zâten yaratmak, “yoktan yaratmak” demektir.

 

El Bârî ismi de: “Bir kalıptan döker gibi düzgün, tertipli ve güzel bir şekilde yaratan”; “mahlukların âzâ ve cihazlarını bir-biriyle uyumlu bir şekilde yaratan”; “her varlığı kâinattaki umûmi nizâma ve gâyelere uygun bir şekilde yaratan” demektir. Yâni Allah’ın, Bârî ismiyle yarattığı varlıklarda bir uygunsuzluk, bir acayip görünüş olmaz. Tam uygun ve güzel görünüşte yaratır Allah. Bârî ismi “yoktan vâr eden” anlamını da taşır.    

 

“O hâlde yüzünü bir hanif olarak dîne tut, Allah’ın insanları kendisi üzerine yarattığı fıtratına. Allah’ın yaratışında değişme yoktur, dosdoğru sâbit din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler” (Rûm 30)

 

Âyetin de söylediği gibi; Allah’ın yaratışında bir değişme/başkalaşma/farklılaşma/evrim/tekâmül yoktur. Allah’ın “ol” demesiyle ilk-başta ortaya çıkan şey zâten “ahsen-i takvim” yâni “en güzel sûret ve şekilde olan bir yaratma” olduğu için, bu yaratışın zamanla daha iyiye doğru gideceğini düşünmek -hâşâ- Allah’ın yaratışının ilk-hâlinin eksik ve hatâlı olduğunu söylemek olur ki bu, “Allah’ı hakkıyla takdir edememek” demektir. Gerek insanın, gerekse kâinâtın “ol” dendiğinde ortaya çıkıverdiği o ilk-yaratılıştaki hâli, şu-andaki hâlinin %99.99.99 aynısıdır. “Değişmeler”le düzelen bir insan ve kâinat yoktur. Bu nedenle; bir “değişim süreci” olan Big-Bang Teorisi yanlıştır.

 

Birden-bire ve bir-anda yaratılma şekliyle “tam kemâl” hâlinde yaratılmamış olan şey işlevsiz kalır ve işlevsiz kalan şey de çürüyüp yok olur gider. Bu nedenle bir şeyin birden-bire her-şey tamamlanmış olarak yaratılması gerekir.

 

Modern kozmoloji (evren-bilim) kozmogoniyi (evren-doğum) açıklayamaz. Klâsik kozmoloji de tam açıklayamasa da daha derin bir açıklama yapar. Fakat aslında kâinâtın kozmogonisi yâni doğumu, “açıklanabilecek” bir şey değildir. Zîrâ bir-anda mûcizevî olarak yaratılmıştır. Mûcizenin açıklaması yapılamadığı ve yapılamayacağı için, kâinâtın ilk yaratılışının nasıllığı hiç-bir zaman bilinemez. Zâten o “ilk yaratılışın” bilinemezliğidir insanlara aşamalı ve ayrıntılı bir süreci düşündürten.

 

Bir çocuk, kâinâtın mekânına dışarıdan bakarken bir-anda kâinâtın tam-teşekkülü bir şekilde oluşuverdiğini görseydi hiç şaşırmazdı. Zîrâ ön-kabûlü yoktur. Buna en çok şaşıracak olanlar, ön-kabûlleri olanlardır.

 

Big-Bang Teorisi’nin Çelişkileri

 

Teori çelişkilerle doludur. Teoriye göre Big-Bang’den kısa bir süre sonra madde ve anti-maddenin çarpışarak birbirlerini imhâ etmelerinden dolayı evrendeki tüm maddenin yok olması gerekiyordu. “CP (Charge Parity) İhlâli” denilen ve “doğanın maddeyi neden anti-maddeye tercih etmesi” olayı. Oysa böyle olmadı ve kâinât, galaksiler ve gezegenler bu maddeden oluştu.

 

Bakın burası çok önemli: Şöyle deniyor: “Big Bang’den sonra açığa çıkan protonlar ile anti-protonlar ve nötronlar ile anti-nötronlar bir-birini yok eder. Canlılığın oluşabilmesi için proton sayısının anti-protonlardan ve nötron sayısının anti-nötronlardan çok olması gerekiyordu ve öyle olmuştur”. İyi de, bu durumda “çifti olmayan proton ve nötronlar”dan bahsetmemiz gerekecektir. Peki bu fazla olan proton ve nötronların çiftleri yok mu?. Çünkü Allah, çifti olmayan bir şey yaratmamıştır. Çiftleri varsa zâten yok olmalıydılar. Bir müslüman için bunu es geçmek olmaz. (Tabi biz bu delîli inançlı kesim için veriyoruz).

 

“Parçacık fiziği teorileri, evrenin ilk oluşum aşamalarında madde ve karşı-maddenin aynı miktarda olmasını gerektirir. Ama bugün karşı-madde yok denecek kadar azdır ve bu madde-karşı-madde dengesizliği bir muammâ olmaya devâm etmektedir.

 

“Her şeyden de iki çift yarattık, olur ki inceden-inceye düşünürsünüz” (Zâriyat 49).

 

Şimdi şöyle bir soru sormak lazım; Bir şeyin çiftinin olmadığı bir zaman var mıydı?. Yoktu. Çünkü ilk çift aynı-anda ve bir-anda yaratılmıştır.

 

Steven Weinberg: “Evren’de ilk bir-kaç dakîkada gerçekten de eşit sayıda parçacık ve karşıt parçacık oluşmuş olsaydı, sıcaklık bir milyar derecenin altına düştüğünde, bunların tümü yok olur ve ışınım dışında hiç-bir şey kalmazdı. Bu olasılığa karşı çok iyi bir kanıt vardır: Var olmamız. Parçacık ve karşı parçacıkların yok olmasının ardından şimdiki Evren’in maddesini sağlamak üzere geriye bir şeylerin kalabilmesi için, pozitronlardan biraz daha çok elektron, anti-protonlardan biraz daha çok proton ve anti-nötronlardan biraz daha çok nötron vâr olmalıydı”.

 

Buna göre, evrenin oluşumu aşamasında bir süreliğine de olsa “çifti olmayan parçacık demetleri” bulunmuş. Bu durum dîni hesâba katmayanlar için normâl olarak görülebilir es geçilebilir belki ama, vahyi hesâba katanlar için böyle bir şey mümkün değildir. Zîrâ Allah her-şeyi çift yarattığını söylemektedir. Çifti olmayan parçacık olmadığı gibi, “bir süreliğine çifti olmayan bir parçacık” da olmamıştır. Çiftsiz bir parçacık kîanatta hiç-bir zaman bulunmamıştır.

 

20 milyar ışık-yılı uzaklıkta yıldızlar saptandı. Bu şu demek; o yıldızların ışığı bize 20 milyar yılda geliyor. 13.7 milyar yıllık Big-Bang Teorisi bu durumda iptâl olur, çünkü ışığı 20 milyar yılda gelen yıldızlar var. Bunların yaşı Big-Bang’den daha eski.

 

Evrenin her-hangi bir yerinde 12 milyar ışık-yılı uzaklıkta galaksiler bulunur. Bunlar patlamadan sonra ne zaman oraya gittiler ve yıldızlaştılar, sonra, oluşan yıldızların ışığı bize nasıl 13.7 milyar yılda gelebiliyor?. 12 gidiş, 12 geliş, 5 de yıldız oluşumu 29 eder. Yâni bu sürecin en az 29 milyar yıl olması lâzım.

 

Bulutsuları bir noktaya çökertip tepkimeyi başlatacak olan çekim-gücü nedir?. Hidrojen bunu yapamaz, çünkü yapısı uygun değildir.

 

Entropinin nedeni protonun yarılanma ömrüdür. Entropiye göre protonun bu kadar zamandır (13,7 milyar yıldır) bozunmuş olması gerekirdi.

 

Anti-maddenin nerede olduğunu sormak bile fiziği çökertmeye yeterlidir. Çünkü Teori’ye göre başlangıçta madde ve anti-madde eşit idi ve çarpıştıkça bir-birlerini yok ediyorlardı. Eşit miktarda bir yok olma olduysa neden şu-anda madde anti-maddeden daha fazla?.

 

Big-Bang Teorisi, Termodinamiğin 2. Yasası olan Entropi Kânunu’yla da çelişir. Entropi Kânunu’na göre her-şey doğal hâlinde bırakıldığında zamanla bozulmaya doğru gider, oysa Big-Bang Teorisi’ne göre her-şey zamanla düzelmeye doğru gitmiştir. Bu, iki bilimsel(!) olgunun çelişmesi demektir.

 

Teoriye göre Big-Bang'den kısa bir süre sonra madde ve anti-maddenin çarpışarak bir-birlerini imhâ etmelerinden dolayı evrendeki tüm maddenin yok olması gerekiyordu. “CP (Charge Parity) İhlâli” denilen ve “doğanın maddeyi neden anti-maddeye tercih etmesi” olayı. Oysa böyle olmadı ve kâinât, galaksiler ve gezegenler bu maddeden oluştu. Bunun açıklaması nasıl yapılacaktır?.

 

Zâten ilk başta tekillik de bir sorundur. Big-Bang tekilliğinin daha başlangıcında madde ve anti-madde birlikte bulunacağı için birbirini yok etmesi kaçınılmaz olurdu. “Parçacıklar anti-maddesinden daha çoktu” denemez. Çünkü oluşum aşamalı olacağından dolayı bir tarafın fazlalaşması olmaz. Bir taraf fazlalaşamadan yok olma gerçekleşirdi çünkü. Bu yüzden her-hangi bir tekillikten bahsedilemez.

 

Patlayan şey nedir ve nerede patlamıştır?. Bu sorunun cevâbı yoksa, diğer cevaplar anlamsızlaşır.

 

Big-Bang Teorisi’ni afallatan bir çelişki de şudur: Patlamayı-açılmayı kabûl ettiğimizde zorunlu olarak, patlayan/açılan/yarılan bir şeyi de kabûl etmemiz gerekir. O hâlde o patlayan şey de madde/ilk-madde (enerji de bir maddedir ya) olur ve o şey her-zaman “orada olan” bir şey olmak zorundadır. O hâlde zaman neden Planck-zamânından sonra başlasın?. Çünkü bu-durumda bir “yokluktan varlığa geçiş”ten değil; “varlıktan varlığa geçiş”ten bahsetmemiz gerekir ki, bu, kapalı-evren yada “açılıp-kapanan evren” modelini tasdik etmektir. Bu-durumda “ilk madde”ye göre 13.7 milyar yıllık yaş da anlamsızlaşacağından, Big-Bang Teorisi’ni çöpe atmak gerekir. Zîrâ ilk varlık olan sonsuz yoğunluktaki tekillik-enerji zâten orada belli olmayan bir zamandan bêri durmaktadır. O zaman evrenin yaşı, belirsizliğin diğer adı olan “sonsuz” yaştır. Bu ise bir çıkmazdır, çelişkidir.

 

Çok büyük-kütleli nesnelerin, ışığın bile kaçamayacağı güçte çekim-alanları oluşturacağı, dolayısıyla tek bir noktada birikmiş tüm evren kütlesinin dağılmasına imkân olmayacağı, yâni evrenin doğmasının mümkün olmadığı da bir gerçektir.

 

Michael Rivero, “tekillik” ve “yaş” sorunlarını şöyle sıralar:

 

“Big-Bang teorisinin en büyük çelişkisi muhtemelen tekillik sorunudur. Bu “ilk evrensel yumurta”, süper-kütleli bir kara-delik olmak zorundadır. Dolayısıyla, hangi büyüklükte olursa-olsun, hiç-bir patlama evreni ortaya çıkarmaya yetmeyecektir. Big-Bang Teorisi’ni savunmaya hevesli kozmologlar, fizik-kânunlarının, gravitenin vs. evrenin ilk bir-kaç sâniyesinde geçerli olmadığını savunmaktadır. Mevcut Big-Bang Teorisine göre, evren 3 sâniye kadar kuralsız bir dönem yaşamıştır ve bildiğimiz fizik-kânunları (çekim bunların arasında olmak üzere) ancak bundan sonra geçerli olmaya ve kendini göstermeye başlamıştır.

 

Fakat şöyle bir problem var. İlk evrensel yumurta tarafından oluşturulmuş tekillik oldukça büyüktür. Evrenin toplam kütlesine dâir tahminler değişmektedir, fakat mevcut tahminlerden biri 2.6x1060'tır. Kütleden, tekilliğin olay-ufku hesaplanabilir. Buradan ışık-yılları genişliğinde bir olay-ufku ortaya çıkmaktadır. Yâni kısacası, Big-Bang Teorisyenlerinin evrenin günümüzdeki gibi işlemeye başladığını iddia ettiği anda, evrenin tüm kütlesi, kendi çekim-alanının yarattığı olay ufkunun hâlâ içinde olmak durumundadır. Dolayısıyla, Big-Bang, günümüzde târif edilen şekliyle gördüğümüz evreni ortaya çıkartamaz. Üç sâniye sonra, yâni günümüzde bildiğimiz şekilde işlemeye başladığı anda, kendi çekim-alanının hâlâ etkisinde olmalıdır, dolayısıyla ışık-hızını aşan bir kaçış-hızına ulaşamayıp kendi üzerine çökmek durumundadır.

 

Bu düşünce-deneyi açısından farz-edelim ki, Tanrı elindeki sihirli değneği salladı ve evren Big-Bang yoluyla ortaya çıktı ve de kendi çekim-alanından kurtulmayı başardı. 2.6x1060'lık bir kütle/enerji bir süper süpernova’ya eş-değer sıcaklık ve basınç durumu ortaya çıkaracaktır. Biliyoruz ki bu koşullarda ağır elementler ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, evren ilk-zamanlarında bildiğimiz tüm ağır elementleri ortaya çıkarmış olmalıdır. Peki o zaman Population II türü yıldızları nasıl açıklayacağız?. Population II türü yıldızlar, içlerinde hiç-bir ağır element olmayan yıldızlardır. Ömürlerinin sonunda patladıklarında ağır elementler ortaya çıkar. Bunlar çevredeki yıldızlar tarafından süpürülür ve Population I yıldızlar ortaya çıkar, genellikle etraflarındaki gezegenlerle birlikte. Population I yıldızların ağır elementleri vardır. Population II yıldızların ise yoktur. Dolayısıyla, Big-Bang doğruysa, evren, bildiğimiz kurallara uyacak şekilde işlemeye başladığı ilk-anlarda ortaya çıkmış ağır elementlerle dolu olmalıdır. Bu elementleri içinde barındırmayan yıldızlar mevcut olmamalıdır. Fakat böyle yıldızlar vardır. Population II yıldızların varlığı, Big-Bang teorisi ile açıkça çelişki içindedir.

 

Big-Bang'in 14 milyar yıl önce olduğu düşünülmektedir. Evrende gözlenen en uzak cisim 13 milyar ışık-yılı uzaklıktadır ve evren sâdece 750 milyon yaşındayken ortaya çıktığı düşünülmektedir. Çünkü Big-Bang'den ortaya çıkan maddenin yıldız oluşturması en az o kadar süre gerektirmektedir. Fakat bir problem vardır; 13 milyar ışık-yılı ötedeki cisimleri biz bu-günkü hâlleriyle ve bu-günkü yerlerinde değil, 13 milyar yıl önceki hâlleriyle ve bizim bulunduğumuz noktadan 13 milyar ötedeki şekliyle görüyoruz. Dolayısıyla, bu galaksinin Big-Bang’den 750 milyon yıl sonra, Dünyâ’dan 13 milyar ışık yılı uzakta yer alabilmesi için, 750 yıl içinde 13 milyar ışık yıllık mesâfe katetmiş olması gerekmektedir. Bu ise söz-konusu galaksinin ışık-hızının 17 katından daha hızlı hareket etmiş olmasını gerektirmektedir ki Big-Bang savunucularına göre gerçekten de evren ilk 3 sâniyeden sonra bir süre bu hızda genişlemiştir(?). Yâni aynen “Epicycle Teorisinde” olduğu gibi, Teori ile uyuşmayan veriler ortaya çıktıkça, bu veriler zorla Teori’ye sığdırılmaya çalışılmaktadır”.

 

Çelişkileri bu şekilde sıralayan Michael Rivero:

 

“Ama yukarıda bahsettiğim diğer tüm problemlerin o aşamada farkında olunsaydı, bu Teori çözdüğünden çok daha fazla problem ortaya çıkarıyor deyip, daha henüz kabûl etmeden Lamaitre’in teorisini rafa kaldırırlardı” der.

 

Kâinâtın yaratılışı zinhar bilim-adamlarının dediği gibi değildir. Zâten onların dediği gibi olsaydı, âyetin dediği gibi olurdu:

 

“Eğer hak, onların hevâ(istek ve tutku)larına uyacak olsaydı hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her-şey) bozulmaya uğrardı. Hayır, biz onlara kendi şan ve şeref (zikir)lerini getirmiş bulunuyoruz, fakat onlar kendi zikirlerinden yüz çeviriyorlar” (Mü’minûn 71).

 

Kâinât yalnızca 10.000 yaşındadır ve mûcizevî bir yaratılışla bir-anda yaratılmıştır.

 

Big-Bang Teorisi, modern bir “yaratılış destâdır. Bir bilim-kurgu destânıdır Big-Bang. Fantastik bir romanın konusu olabilir ancak.

 

Nazife Şişman şöyle der:

 

“Bilim-târihinde sık telaffuz edilen bir söz vardır: ‘Her kültür kendi gökyüzüne bakar ve her kültür kendi gökyüzünü yaratır’. İşte bilgi üretimini sağlayan bu kavramsal şemaya paradigma denir. Thomas Kuhn, paradigmayı belirli bir bilim-adamları topluluğunun paylaştığı ortak değerler, inançlar ve anlayışların oluşturduğu düzlem olarak tanımlamış ve bilgi üretimini mümkün kılan kavramsal şemanın, zaman içinde değişebileceğini vurgulamıştı.

 

İki yüzyıldır batı’lı modern-bilim paradigmasıyla kendi insan, kâinât ve yaratıcı tasavvurumuza dayanan paradigma arasındaki karşıtlık ve çatışmadan muzdaribiz. 18. yüzyıldan îtibâren batı’lı modern-bilim paradigması, hâkimiyetini îlân etmişti. Ama bu îlân esnâsında kendisini ‘paradigmalardan bir paradigma’ olarak değil, gerçeği keşfedecek yegâne yöntem ve ‘evrensel bilgiye giden yol olarak’ sunmuştu. Batı’nın askerî, siyâsî ve iktisâdî hegemonyası, Sanâyi İnkılâbı’yla birlikte bilimin teknolojiye ivme kazandıran yönünün ortaya çıkardığı göz kamaştırıcı ‘başarılar’la birleşince, batı’lı modern-bilim, insan ve kâinatla ilgili söz söyleyebilecek bir iktidar konumuna taşındı”.

 

Allah Kur’ân’da şöyle der: “De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, böylelikle yaratmaya nasıl başladığına bir bakın, sonra Allah âhiret yaratmasını (veyâ son yaratmayı) da inşâ edip yaratacaktır. Şüphesiz Allah her-şeye güç yetirendir” (Ankebût 20).

 

Âyete göre yaratılışın nasıl başladığını öğrenmek için yeryüzünü gezmek gerekiyor. Oysa araştırmacılar yaratılışın nasıl başladığını, kâinâtın uzak bölgelerine bakarak anlamaya çalışıyorlar ama ya yanlış anlıyorlar yada hiç anlamıyorlar. Zîrâ “dönüp duran gök”e bakarak kesin ve doğru bir bilgiye ve anlayışa ulaşılamaz.

 

Evet; Big-Bang Teroisi bir teori değil, bir senaryodur. Seküler paradigmanın ortaya attığı bir senaryo.

 

(Not: Bu konuda çok daha geniş bilgi için: http://777has444.blogspot.com.tr/2015/02/10000-teorisi-ve-big-bangin-cokusu.html).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2016

 

 

 

 

 

 

 

 


 

Devamını Oku »

27 Temmuz 2017 Perşembe

Ehven-i Şer’de Teselli Aramak




“İnsan hayra duâ ettiği gibi, şerre de duâ eder. İnsan, pek acelecidir” (İsrâ 11).

Aslı “ehven-i şerreyn” olan ehven-i şer, “iki kötünün hafif olanı” demektir. “Kötü olanların içinde iyisi”, “az kötü”, “daha az kötü”, yâni “daha az iyi” anlamlarına gelir.

Ehven-i şer, “şer” değildir deseler de, adı üstünde; ehven-i şer, yâni “az olan şer” de bir şerdir. Ehven, “daha az” demektir.

Ya “hayır” vardır yada “şer”. Yâni bir şey ya şerdir yada hayır. Tabi ki “az şer” olanı “çok şer” olana tercih edebileceğimiz gibi, “çok hayırlı olan”ı “az hayırlı olan”a tercih etmemiz gerekir. Hayrın her türlüsü “iyi” olduğu gibi, şerrin her türlüsü de “kötü”dür. Fakat hayrın azı da “hayırlı” olduğu gibi, şerrin az olanı “hayırlı” değildir. Çünkü şerrin azı da şerdir ve kötüdür. Hz. Mûsâ: “..Rabbim, doğrusu bana indirdiğin her hayra muhtâcım” (Kasas 24) der. Yâni küçük de olsa her hayra muhtâç olunabilir. Fakat az şerre muhtâç olunmaz. Şerre karşı hayra muhtâç olunur.

Ehven-i şerrin müslüman ülkelerde çok gündeme gelmesi, müslümanların toplum olarak kötü durumda olmalarıdır. Fakat ilginçtir ki, kötü durumda olanlar hayrı istemiyorlar da, şerrin hafiflemesine râzı oluyorlar. “Hayrı nasıl ikâme edebiliriz”in değil de, “şerri nasıl azaltabiliriz”in derdine düşmüşler. Zîrâ hayırdan ümitlerini kesmişler. Çünkü hayrı istemenin bir bedeli oluyor. Oysa “daha az şer”ri istemek bedâva. Üstelik hayrı istemek için “hayrın kaynağı” olan Allah’ı da hesâba katmak gerekiyor. Bu durum birilerinin işine gelmiyor. Ahmet Kılıçkaya ehven-i şer konusunda şunları söyler:

“Ehven-i şer kavramı, Mecelle’nin şu 29. maddesi ile yaygınlaşmıştır: ‘Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur’. Yâni: ‘Ehven-i şerreyn/kurtulma imkânı olmayan iki şerden daha zararsız olanı ihtiyar edilir /seçilir, tercih olunur’ demektir. Örneğin; kişinin bedeni emânet olup, herhangi bir uzvunu kestirmesi yâhut zarar vermesi bilindiği üzere haramdır. Ancak ayak parmakları kangren olmuş bir kimsenin hayâtını yahut ayağını kurtarmak için ayak parmaklarını kestirmesi câiz olur. Çünkü böyle bir durumda kişi iki şer ile karşı-karşıyadır. Ya kesilmesi haram olan parmaklarını kestirecek ve ayakla birlikte hayatını da kurtaracaktır, yada parmaklarını kestirmeyecek kangren yayılacak ve bir süre içinde ölüm gerçekleşecektir. Kişinin böyle bir durumda zarârın ve şerrin azını tercih ederek parmaklarını kestirerek hayâtını kurtarması ruhsat olup, câizdir ve günah işlemiş de sayılmaz. Öyleyse şu üç madde, bu kuralın şartlarıdır:

1- Zarûrî bir durumun olması: Buna göre, kişinin yapmazsa helâk olacağı ve başka bir çıkış-yolu bulamadığı bir şeyle karşı-karşıya gelmesi şarttır.

2- Şer olan iki seçenekten başkasının olmaması: Buna göre, kişinin karşı-karşıya geldiği iki şerli yada zararlı olan seçenekten başka bir seçeneğin veyâ çözüm yolunun veyâhut kaçıp kurtulma imkânın olmaması şarttır.

3- Seçilen şeyin daha az zararlı olması: Buna göre, kişinin seçmek mecbûriyetinde olduğu iki seçenekten, seçilecek olanın daha az şerli yada zararlı olması şarttır.

Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, kişinin mecbur kaldığı, içinden çıkamadığı ve üçüncü bir tercihinin de olmadığı durumlarda zararlı ve şerli olan iki şıktan, diğerine göre daha az şerli ve zararlı olanını tercih ederek onunla amel etmesi câizdir. Yâni bu durum kısaca: Kişinin mecbur olduğu iki seçenekten zarârı az olanı alıp, çok olanı ise terk etmesi olarak özetlenebilir.

Ancak bu kavram yada kural, mecrâsından çıkartılıp bütün haramları câiz kılan, genel-geçer bir kural hâline dönüştürülmüştür. Meselâ; ticâret yapmak için fâizli işlemin mubah görülmesi, lâik rejimle yönetilen bir ülkede yaşamak için şirk sisteminin parçası olan partilerden birisinin desteklenmesi gibi hususlarda ‘ehven-i şer’ bir hüccet olarak(!) kullanılmaktadır. Hattâ geçmişte komünist Rusya’ya karşı kapitâlist ABD’ye destek vermenin hücceti olarak da ‘ehven-i şer’ söylemi ileri sürülmüştür. ‘Müslümanım’ diyenler arasında bu söyleme dayanarak komünizme karşı kapitâlizmi, yada kapitâlizme karşı sosyâlizmi, diktatörlüğe karşı demokrasiyi savunanlar da çıkmıştır. İşte bu tür savrulmalar; îtikadda, fıkıhta, Kur’ân ve Sünneti anlamada, düşünmede ve İslâm’ı tatbik etmek ve dâvette İslâm’ın yöntemine tâbi olmamanın tezâhürleridir”.

Ehven-i şer kime göre ehvendir?. Birileri için “ehven-i şer” olan, diğerine göre “basbayağı şer” olabilir. Bu nedenle ehven-i şerri istemek adâletsizliktir, bencilliktir.  

Şerrin azı da “hayır” değil şerdir ve “az şer” bir zaman “sonra çok şer”e dönüşür. “Az hayır” ise, zamanla “çok hayr”a değil, “az şer”e ve daha sonra da “çok şer”e dönüşür. Kuraldır; “pasif iyi” olan şey çok uzun olmayan vâdede “aktif kötü”ye dönüşür. Zâten “pasif iyi”, “pasif yada aktif kötü” demektir. Bu nedenle Allah, örtüsüne bürünen ve yatan Peygamberimizin, örtüsünü kaldırıp atmasını yâni pasifliği bırakıp aktifliğe dönmesini emreder. Demek ki iyi az olunca “iyi” olmuyor ve “daha az kötülük” oluyor. O hâlde ehven-i şer “iyilik” değil, “daha az kötülük”tür ama yine kötülüktür. Buna göre, ehven-i şerri istemek, görece “daha az olan kötülüğü istemek” oluyor ki bu, “kötülüğü istemek” anlamına gelir.  

Bu, şunun gibidir: Meselâ çok yan-etkisi olan bir ilacın yerine daha az yan-etkisi olan bir ilaç tabî ki tercih edilmelidir fakat bu durum, yan-etkisi az olan ilacın da yan-etkisinin olduğu gerçeğini değiştirmez ve az yan-etkiye sâhip olan ilaç kullanıldığında da yan-etkiye mâruz kalınır. Hastalığın azalması ve bir-nevî rahatlama iyidir fakat hasta olan kişiler için önemli olan, hastalığın azalması değil, tamâmen geçmesidir. “Az hastalık” da sıkıntı verir ve “ehven-i hastalık” da “ekber-i hastalık” olmasa da yine bir hastalıktır. Ahmet Kalkan: “Hayır varken en şerli şer ehven-i şerdir” der.  

Kur’ân-ı Kerim’de: “Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar Allah’tan korkup-sakının, dinleyin ve itaat edin. Kendi nefsinize hayır (en büyük yarar) olmak üzere infakta bulunun. Kim nefsinin bencil-tutkularından (yada cimri tutumundan) korunursa; işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır” (Teğâbün 16) âyetini ortaya koyarak, itaatin “mutlak” değil, “insanın yapabileceği kadar” olduğu söylenir. Fakat burada derin bir çelişki vardır. Eğer mutlak itaat Kur’ân’ın târif ettiği gibi ve Peygamberin örnek olarak gösterdiği kadarsa, demek ki o itaati herkes gösterebilir. Aksi-hâlde Allah insandan yerine getiremeyeceği bir şey istemiş olur ki, bu hâşâ, kullarını zora sokarak “Allah’ın zâlimlik yaptığını söylemek” demek olur. Oysa Allah’ın zulmetme ihtimâli bile yoktur. Âyet burada, “o mutlak itaati yakalayabilmek için olanca gücünüzü harcayın” demek istiyor (güç yetirebildiğiniz kadar). Hattâ bunun yolunu da gösteriyor ve “infâk ile buna yol arayın” demeye getiriyor. Yâni Allah az hayrı da “hayır” olarak görüyor fakat, hedef olarak “mutlak hayrı” gösteriyor. Zîrâ “az hayr”ın, zamanla şerre dönme ihtimâli vardır. Bir şey hakkıyla yapılmadığında “tam anlamıyla yapılmamış” demek olacağı için, bir zaman sonra anlamsızlaşıp etkisini kaybedebiliyor.        

Peygamberimiz; “Bir şey tamâmen elde edilmezse, büsbütün terk edilmez” (Keşfu’l-Hafa, 2:196) der. Fakat bu, “hayır” konusundadır. Yâni; “şerrin tamâmı zarar veriyorsa, az olana yâni ehven-i şerre yönelin” denmiyor. “Hayrın tamâmına ulaşılamıyorsa, -şimdilik- “ulaşabildiğiniz kadarını hakkıyla yerine getirin” denmek isteniyor.   

Ehven-i şer nedeniyle büyük şerler de işlenmiştir. Meselâ Osmanlı: “..Fitne, öldürmekten beterdir...” (Bakara 191) âyetini delil getirerek “evlat katlini” uygulamıştır. Ehven-i şer kapsamında yapmıştır bunu. Bu, devlete yarar sağlamıştır fakat insanlık ve İslâm adına çok da doğru bir iş olmadığı ortadadır. Çünkü: “..Kim bir nefsi, bir başka nefse yada yeryüzündeki “bir fesada karşılık olmaksızın” (haksız yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur..” (Mâide 32) denir. Kundaktaki bebeği bir “fesad unsuru” olarak görmek doğru bir davranış değildir.

Ehven-i şer için, naklî delil olarak, “batmaya yüz tutan geminin bir kısım yükleri denize atılır” denir. İyi de bu davranış ehven-i şer değil ki!; “hayır”dır. Yine; “Zarârın neresinden dönülürse kârdır” denir. Fakat zarardan dönmek şer değil, “hayır”dır. Çünkü neresinden olursa-olsun zarardan yâni şerden dönülmüştür.  

Aslında “ehven-i şer” (az şer) “ekber-i şer” (büyük şer)dir. Zîrâ ehven-i şer uğruna niceleri münâfıklaşmıştır. Ehven-i şer i dile getirenler aslında en ufak bir şerre bile katlanamayanlardır. Yâni şerrin ehveni de onlar için felâkettir:

“İnsana bir nîmet verdiğimizde sırt çevirir ve yan çizer; ona bir şer dokunduğu zaman da umutsuzluğa kapılır” (İsrâ 83).

“İnsan, hayır istemekten bıkkınlık duymaz; fakat ona bir şer dokundu mu, artık o, ye’se düşen bir umutsuzdur” (Fussilet 49).

“Kendisine bir şer (kötülük) dokunduğu zaman feryâdı basar” (Meâric 20).

Ehven-i şer birileri tarafından mâzeret olarak kullanılmaktadır. Bir şeye cevap vermek ve altta kalmamak için. Meselâ son yıllarda, bir zamanlar “küfür” olarak gördükleri demokrasiyi ehven-i şer olarak göstermeleri gibi. Müslümanlar demokrasinin târifini yıllara göre şu sıralamayla yapmışlardır: Şer, ehven-i şer, “hayır”.

Kur’ân’a göre ya “şer” vardır yada “hayır”. “Yarı-hayır” yada “yarı-şer” diye bir şey yoktur. Kur’ân meselâ “biz sizi yarı-hayırla ve yarı-şerle sınarız” demiyor da şöyle diyor:

“Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz bize döndürüleceksiniz” (Enbiyâ 35).

Modernizmin etkisiyle gevşeyen ve dik duruşunu kaybeden müslümanlar, sıkıştıklarında hemen “ehven-i şer”e sığınıveriyorlar. Dayanaklarını şaşırmış hâldeler. Neyin iyi=hayır, neyin şer=kötü olduğunun farkında değiller yada bilmemezlikten geliyorlar. Kıyas mercîlerini kaybetmişler. Üstelik bunu Kur’ân-merkezli olduğunu söyleyenler de yapıyor. Meselâ siyâsette mevcut iktidârı ve lîderi: “Önceki daha mı iyiydi” diyerek yanlış bir kıyaslamaya tâbi tutuyorlar. Yâni kıyaslamayı yanlış yapıyorlar. Şimdiki iktidâr öncekine göre “daha az kötü” olabilir ama sonuçta az da olsa ikisi de kötüdür. “İyi” olan İslâm-dışı olan değil, “İslâm olan”dır.

Müslümanlar kıyasını şöyle yapmalıdır: Bu lîder, bizim “güzel örnekliğimiz”, lîderimiz Peygamberimize göre nasıldır?. Sünnete uygun hareket ediyor mu, etmiyor mu?. Yapılanlar da İslâm’a ve Paygamberimizin yada meselâ Hz. Ömer’in yaptıklarına benziyor mu?”. Kıyası işte böyle bir karşılaştırmayla değil de, ehven-i şerri dinleştirerek, bir-önceki “kendisinden olmayan” üzerinden yapıyor. Ehven-i şer böylece “belirleyici unsur” oluyor ve artık ortalıkta iyilik değil de, “daha az da olsa kötülük” hüküm sürüyor. Çünkü ana-konudan sapılmış ve şirke düşülmüştür. Destekledikleri kim olursa-olsun aslında “Allah’tan başka kânun koyucu tâğutlar”dır. Hayra dönük olarak: “Bunlar Allah’tan daha iyi kânun yapamazlar” demiyor da; şerre dönük olarak: “Eski anayasaya ve kânunlara göre daha iyi değil mi” diye ehven-i şer söylemini gündem ediyorlar ve böylece ehven-i şerde teselli arıyorlar. Bir zamanlar da “şimdikilerin kadim dostları”, “hile-i şer’iye” diye bir zırvalık çıkararak şeytan-işi bir pislik olan fâizi helâlleştiriyorlardı. “İslâm’ı ifsâd etmenin en büyük destekçisi, şeytan ve uşakları olan tâğutlardır. İslâm’a göre şerri hafifletmenin her türlüsü ağır bir sapıklıktır.  

Bâzen “şer” zannedilenlerde “hayır”, “hayır” zannedilenler de “şer” olabilir. Ama bunlar “yarı-şer” yada “yarı-hayır” olmaz. Allah Kur’ân’da savaş bağlamında şöyle denir:

“Savaş, hoşunuza gitmediği hâlde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara 216).

Şu da var ki; ehven-i şerri kim belirleyecek?. O şeyin “ehven” olduğunun ölçüsü nedir?. Kime göre ehven?. Hayrı ve şerri Allah belirler. Buna rağmen “ehven-i şer” belirlemeye kalkmak, “ilahlaşmak” anlamına gelir.

Ehven-i şer belki sâdece “ölüm riski” olduğunda olabilir ki buna zâten Kur’ân da onay vererek, o an için -geçici olarak- şerri hayra çevirmiştir. Fakat bu, şerri ehven-i şerre çevirmek değildir:

“O, size ölüyü (leşi) kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilmiş olan (hayvan)ı kesin olarak haram kıldı. Fakat kim kaçınılmaz olarak muhtâç kalırsa, taşkınlık yapmamak ve haddi aşmamak şartıyla (ölmeyecek oranda yiyebilir), ona bir günah yoktur. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir” (Bakara 173).

Allah, ehvenine-mehvenine bakmadan şerrin her türlüsünden sakınmamızı emreder:

“De ki: Sabahın Rabbine sığınırım. Yarattığı şeylerin şerrinden. Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden. Düğümlere üfüren-kadınların şerrinden. Ve hased ettiği zaman, hasetçinin şerrinden” (Felak Sûresi).

İslâm’dan ne “ehven-i şer” çıkar, ne de ehven-i şerden bir hayır çıkar.

Ehven-i şerri (az şer) savunmak, ihvan-ı şerri (şer kardeşliği) savunmaktır vesselam.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2017

Devamını Oku »