30 Haziran 2017 Cuma

Teorik Müslümanlık



“Mü’minlerden, özür olmaksızın oturanlar ile, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) vâdetmiştir; ancak Allah, cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır” (Nîsâ 95).

“Biz 10 âyeti alırdık, önce bu âyetlerin helâlini-haramını öğrenirdik, amel etmemiz gereken, uygulamamız gereken, pratik olarak hayâtımıza yön vermesi gereken ilke ve prensiplerini uygulardık, sonra diğer 10 âyete yada 5 âyete geçerdik”.

İşte sahabenin Kur’ân ile olan ilişkisi böyleydi. Amel etmediği âyeti “okudum” saymıyorlardı. Çünkü idrâk etmişlerdi ki, Kur’ân, “okunup durulsun” diye değil, “okunan âyetler hayatta bir karşılık bulsun, yâni amele-eyleme dökülsün” diye gönderilmişti. Öyle ya; Peygamberin görevi nedir ki?. Peygamber Kur’ân’ın teorik çalışmalarını mı yapmaya gelmiştir sâdece. Kendisine gelen vahyi insanlara okuyup açıklamak ve âyetlerin gereğini ilk önce kendisi yerine getirerek bir örneklik sergilemek için gönderilmiştir. Yâni Allah peygamberleri, vahyin hayâta nasıl yansıtılacağının ve hayatta nasıl hâkim olacağının örneğini göstermek için göndermiştir. Yoksa Kur’ân’ı iki kapağı arasında bir yere bir şekilde indirmesini de bilirdi.

 Şeklen yapılan ibâdetler amele-eyleme dönmediğinde ibâdet değil “nüsuk”tur. Nüsukların ibâdet olması için “gereğinin yapılması” gerekir. Nüsuklar, gereği yapılınca ibâdetleşir. Yoksa gereği yapılmayan nüsuklar gafletin-yanılgının göstergesidirler: “İşte (şu) namaz kılanların vay hâline, ki onlar namazlarında gâfildirler-yanılgıdadırlar. Gösteriş yapmaktadırlar ve ‘ufacık bir yardımı (veya zekâtı) da’ engellemektedirler” (Mâûn 4-7).

İslâm sâdece anlatılmaz, yaşanır. Aslında yaşanarak anlatılır en iyi şekilde. Buna göre, din; oturulup durulan yerde hakkıyla hem anlaşılamaz-idrâk edilemez, hem de hakkıyla anlatılamaz. Çünkü ilk başta okuyarak dinleyerek bilgi edinilse de, İslâm salt bir felsefî sistem olmadığı ve bir hayat-dîni olduğundan, onu en iyi şekilde hayâtın tam ortasında amel-eylem hâlindeyken idrâk edebilir, tebliğ yapabilir ve amel-eylem ile örneklik sergileyebilirsiniz. Hem zâten bu din sâdece okuma-yazma bilenlere, üstün zekâlılara, dâhilere ve “cins kafalılar”a gelmemiştir ki. Okuma-yazma bile bilmeyen, aklı fazla almayan kişilere de gelmiştir ve bu kişiler Kur’ân’ı okumaktan-dinlemekten daha çok, amel ve eylemlerle idrâk ederler ve tatmin olurlar. Zâten Peygamberimiz de, Kur’ân’ın âyet-âyet, kelime-kelime bir tefsirini yapmamış, onu “sünnet” dediğimiz amel-eylem şeklinde “güzel bir örneklik” sergileyerek ortaya koymuştur ve bu örneklik toplumun -kâfirler dâhil- tüm kesimleri tarafından hemen idrâk edilmiştir. Ortada gizli-kapalı bir şey kalmamıştır ve Peygamberimizin “vedâ hutbesi”nde “tebliğimi en iyi şekilde yaptım mı?” sorusuna tüm cemaat hep bir ağızdan “evet” cevâbını vermiştir. Demek ki tebliğin en iyi şekilde yapılması, işin ilmî yönünden daha çok, amel-eylem yönü ile ilgilidir.

Kur’ân’ı, tam da modern lâik-seküler-kapitâlist-liberâl sistemin ve tâğutların istediği gibi, sâdece teorik çalışmaların konusu hâline getirmek, Kur’ân’a yapılacak en büyük zulümdür. Kur’ân hayâta hâkim olmak isterken, onu teorik çalışmaların nesnesi hâline getirmek müslümanların hâl-i pür melâllerinin nedenidir. Sürekli masa-başında okuma-anlama (“okuduktan sonra anlama” ne demekse), Kur’ân’ın canını çıkarırcasına didiklemekle yaptıkları iş, Nasreddin Hoca’nın; “Koyunların yünleri çalılara takılacak, sonra onları toplayıp ip yapacağım, sonra da bu iplerden ördüğüm kumaşları pazarda satıp sana borcumu ödeyeceğim” demesine benziyor. Bu hiç-bir zaman gerçekleşmeyecek olan bir hayâldir.

Bilgi biriktirmek de bir hastalıktır (dispozofobi). İsterse bu bilgi Kur’ânî bilgi olsun. Niçin o kadar çok bilgi biriktiriliyor?. Ortalık her alandan toplanmış bilgi-çöplüğüne dönmüş durumda. Müslümanlar da buna, dînî bilgiyle katkı yapıyorlar. Ne yapacaksınız ki biriktirdiğiniz o bilgileri?. Nerede kullanacaksınız?. Bilgi hayâta yansıtılmadıkça beş para etmez. O hâlde bilginin infâkı, hem onu birileri ile paylaşmak, hem de hayatta görünür kılmaktır. Biriktirilmiş bilgi bir işe yaramaz-yaramıyor. Eyleme geçmedikten sonra bilgi bir işe yaramaz. Eyleme geçmemiş bilgi ha bi eğlencedir. Oyun ve oyalanmacadır. Ey sürekli bilgi biriktirenler!; Yapılan onca birikimin amacı hedefi ne?. Ne için bu çabalar, koşuşturmacalar?. Amacınız ne?. Bir hedefiniz var mı?. Sonunda ne yapacaksınız?. Ulaştığınız ve biriktirdiğiniz bilgileri, yazdığınız kitapları, kaydettiğiniz konferansları-konuşmaları-dersleri vs. nerede kullanacaksınız?. Bunları yazmış-konuşmuş-söylemiş olmak Allah’ın ve Kur’ân’ın bir emri ve Peygamberin örnekliği (sünnet) midir?. Bilgi biriktirme anlamındaki çalışmalarınız dünyâ-çapında bir yaraya merhem oldu mu-oluyor mu?. Pratik anlamda, ıslah anlamında bir sonuca ulaşılmış mıdır?. Meselâ Kur’ân’ı komple tefsir ederek, bu tefsiri haftalık dersler şeklinde bir-kaç senede bitirdikten sonra ne yaptınız?. Tekrar başa dönüp tekrar tefsir etmeye neden başladınız?. İlk tefsirde anlayamadınız mı?. “Kur’ân’ı yeniden okumak” mı?. Ne olacak ki yeniden okuyunca?. Ne değişecek?. Müslümanların ve Dünyâ’nın böyle bir beklentisi yok. Müslümanların ve Dünyâ’nın “Kur’ân’ı okuyup harekete geçmek” sorunu ve beklentisi var. Kur’ân “hiç-bir şey yapmadan sürekli okunma” kitabı değildir. Sürekli okuyarak sürekli eyleme geçme ve eylemde olma kılavuzudur. Kur’ân bilgisini biriktirmek de bir çeşit biriktirmedir. Onu ancak hayatta görünür kılmakla bu birikim bir işe yarayabilir. Atasoy Müftüoğlu:

“İslâm’i düşünce, biriktirilen bir düşünce değildir” der.

Mehmet Âkif Ersoy:

“Hayâta geçirmek var ya?. İşte bütün mesele orada” der.

Aliya İzzetbegoviç:

“Kur’ân edebiyat değil, hayattır” der.

Yapılan şey sürekli “geviş getirmek”tir. Fakat unutulmasın ki geviş getirip durmak “evcil hayvanlara” mahsustur. İnsan ise, Kur’ân’ı okuyup zikretmekle ve zikrin gereğini yerine getirmekle mükelleftir.  

Şu âyet de açıkça, bilmenin zihin ile değil kâlp ile olacağını ve ancak hareket hâlinde iken kâlbin bu bilmeyi gerçekleştirebileceğini söyler:

“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kâlpleri ve işitebilecek kulakları olsun?. Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak sînelerdeki kâlpler körelir” (Hac 46).

İnsan bildiği ile amel edince bilmediğini de öğrenir. İnsan oturup durduğu yerde yaptığı ilmî çalışmalarla dikey bir ilerleme sağlayamaz, yatay seyirler izleyebilir sâdece. Peygamberimiz: “Bildiği ile amel edene Allah (c.c.) bilmediği şeyleri de öğretir” der (Ebu Nuaym, Enes b. Malik’ten, nak. İbni Teymiyye, Takvâ Yolu, s: 14).  

Kur’ân tâbir-i câizse didik-didik edildi. Fakat bir-türlü eyleme/harekete dönmüyor. Kamusal alanda, sosyâl hayatta kendini göstermiyor. Kur’ân profesörleri çoğaldıkça çoğalıyor, Kur’ân konusunda bilgilenme, uzmanlaşma “pik” yaparak en üst dereceye yükseliyor ama değişen bir şey olmuyor, mazlûmiyet bitmiyor. Müslümanların hâl-i pür melâli devâm ediyor. Bu süreç değişmediği için artık müslümanların “ışığı” sönmeye başladı. Artık “âlim” denilen kişiler bile kolayca tâvizler verebiliyor, iktidardan yana yorumlar yapabiliyor ve İslâm’ın düşman olduğu sistemleri yüceltebiliyorlar. Zîrâ İslâm ve Kur’ân sâdece zihinlerinde duruyor, kâlplerinde değil. Zâten kâlplerinde olmadığı için amelde ve eylemde yâni hayatta gözükmüyor. Tüm bu teorik etkinliklerin, başta mazlumlar olmak üzere müslümanlara bir faydası olmuyor. Şeytan “sağdan” yaklaşıyor ve müslümanları yine Allah ile aldatıyor.

Sürekli teorik çalışmalar yaparak ve İslâm’ı hayatta görünür kılmayı zinhar düşünmeyerek sûreleri, âyetleri, kelimeleri hattâ harfleri didik-didik ederek onlarda olmayan anlamları bulmaya çalışmak, bunun için arap grameri uzmanı, Dünyâ dilleri üstâdı, arapça dil-dâhisi olmak için çabalamak dînin emri değildir. Kur’ân bizden böyle bir çaba ve çalışma beklemez. Zâten böyle bir çaba dînî de değildir. Böyle bir çalışma içine girmek için müslüman/mü’min olmak hattâ inançlı olmak bile gerekmez. Pekâlâ bunu meraklı olan bir araştırmacı, oryantalistler, İslâm’ı yıkma peşinde olan din-düşmanları bile yapabilir. Yâni böyle bir çaba göstermek ve çalışma yapmak için dînî bir inanca bile sâhip olmaya gerek yoktur. Îmâna gerek yoktur. En nihâyetinde bu, filozofik, etimolojik, akademik bir çalışmanın konusudur. Teoriğin konusudur. Meselâ Toshihiko Izutsu bir semantikçidir ama müslüman değildir. Sâdece dil-bilimcidir. Gerçi Kur’ân’ın rûhunu kavrayamayanlar onun semantiğini de tam olarak idrâk edemezler. Allah’ın/Peygamberin/Kur’ân’ın hedefi için bu tarz çalışmalara gerek yoktur. İş o raddeye geldi ki; okumalar artık Kur’ân okuması değil, mushaf tekrârı, metin tilâvetidir. “Tersinden hatim”ler yapılıyor. Yâni kızdığımız birileri Kur’ân’ın orijinal metni olan arapçadan Kur’ân hatimleri yaparken, diğerlerimiz de “etimolojik hatimler” yapıyoruz. Ortalıkta ifrat ve tefrit hatimleri cirit atıyor ama hayatta gözüken bir iş yok. Bu tarz çalışmalar farkında olmadan (yada olarak) “dîne karşı din” çalışmasının bir ayağı oluyor.

Evet; müslümanların başına ne geldiyse hep hayattan kopunca gelmiştir. En büyük kopuş hayattan kopmaktır. İşin ilginç yanı, hayâtın tam ortasına inadına-inadına yönlendiren Kur’ân ile yapılmıştır bu hayattan koparılma. Aşırı yorumlama ile yapılmıştır-yapılmaktadır. Kur’ân ısrarla hayâtın içini adres gösterirken, sözde âlimler ise aşırı yorumların yapıldığı dernekleri-vakıfları-zâviyeleri gösteriyor. Teorik çalışmaları gösteriyorlar.

Dînin gerçek yönü pratiğinde kendini gösterir. Teorik yönü zâten 1.400 yıldır tartışılıyor. Tartışılıp durulan konuların içinden çıkılamıyor ve de bu çelişki de zamanla artmakta. Bunun tek ve kesin çözümü, onu hayâta taşıyarak yâni “yaşayarak bilmek”ten geçer. Yahudiler gibi, kitabın ana-temasını unutup lüzumsuz ayrıntılara dalmamak gerekir. Proudfoot:

“Dînî tecrübe alanı teorik olarak anlaşılması mümkün olmayan ve ancak yaşayarak anlaşılabilecek bir alandır” der.

Kur’ân’ın müthiş bir potansiyeli ve plânı vardır. Öyle ki bu potansiyel ve plân, Dünyâ’yı tümden değiştirebilecek güçte olan bir “eylem” içerir. İşte İslâm, medeniyetini bu eylem ile yer-yüzünde hâkim kılabilir. Devrime dönüşebilecek bu eylemin kaynağı Kur’ân’dır. Bu eylemi Kur’ân potansiyel ve plân olarak içinde taşır ve Allah’ın asıl isteği bu eylemin dışarı çıkarak ve hayatta hâkim edilerek İslâm medeniyetinin oluşturulmasıdır. Çünkü adâlet ancak tevhidle yâni İslâm medeniyeti ile sağlanabilir ve mazlûmiyet de ancak bu medeniyet ile son bulabilir. İşte bu nedenle biz diyoruz ki (Allah-u âlem), Kur’ân’da potansiyel olarak bulunan bu eylem, eğer hayat bulursa ve medeniyete dönerse Kur’ân’ın teorik kısmından üstün olur. Dolayısı ile Kur’ân’daki eylem, Kur’ân’daki sözden üstündür. Çünkü amel ve eylem, Kur’ân’ın “demek istediği”dir. Yazılı-sözlü tarafı ise “dediği”dir. “Demek istenilen”, “denilenin amacı” olduğu için “denilen”den üstündür. 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Nîsan 2017








Devamını Oku »

Mukâbele ve Hatim Etmek Üzerine



“Biz Kitab’ı sana, her-şeyin açıklayıcısı, müslümanlara bir hidâyet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik” (Nahl 89).

Mukâbele: “Karşılıklı yapılan iş, karşılıklı yapılan okuma, câmide Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup halka dinletmek”.

Hatim: “Hitâma erdirmek, sonlandırmak, son söz, nihâyet, bitirmek, mühür basmak”.

Peygamberler ve vahiy, cehâletin, zulmün, acının ve feryatların ayyuka çıktığı zamanlarda Rahmân ve Rahîm olan Allah tarafından bir aydınlanma, bilinçlenme, amelde-eylemde bulunma ve cehâletten ve zulümden kurtuluş için gönderilmiştir. Vahiy gelmeden önce toplumun en duyarlı insanları genel durumdan rahatsız olmalarına ve bu kötü durumu düzeltmek gerektiğini idrâk etmelerine rağmen ne yapacaklarını, nasıl yapacaklarını bilmemekteydiler. Peygamberimiz de çok rahatsız olduğu bu kötü durumdan kurtulmanın çâresini sürekli düşünüyor ama ne yapacağını bilemiyordu, bulamıyordu: “Ve seni yol bilmez iken, ‘doğru yola yöneltip iletmedi mi?” (Duhâ 7). Bu duyarlı insanlar durumları çok kötü olan kişilere kendilerince bâzı maddî desteklerde bulunuyor olsalar da bu, değerli fakat “geçici” bir iyilikti. “Kökten çözüm” için “başka bir şey” gerekiyordu. İşte Allah, bu kökten çözümü Peygamberimize vahyederek göndermeye başladı ve 23 yıl boyunca bu çözüm kılavuzu aşama-aşama bildirildi ve gereği yapıldı. Vahiy, toplumun ve Dünyâ’nın genel kötü durumunu düzeltmek için “ne yapılması” ve “nasıl yapılması” gerektiğini gösteren bir kılavuzdur. Peygamberlik de zâten bu kılavuzluğun pratik örnekliğidir.

Peki vahiy nedir ki de toplumu değiştirmeye ve düzeltmeye başlar ve sonuçta bir devlet ve medeniyet kurarak hayâta hâkim olur?. Vahiy, insanları cehâletten kurtaracak olan ve bilgi ve bilinç kaynağıdır. Yâni vahiy bilgi ve bilinç içerir ve bu bilgilerin toplamı Kur’ân’ı oluşturur. Bu bilgiler Allah kelâmı olduğu için içi boş sözler değildir ve tüm zamanlarda insanları aydınlatacak bilgi ve bilinci içerir. Zâten kıssalar ve Peygamber örnekliği de apaçık ortadır. Tüm zamanların kitabıdır Kur’ân. O hâlde ilk başta yapılması gereken şey, Kur’ân’ı açıp okumak ve ondaki bilgiyi tanımak, onu idrâk etmek ve bilgimizi bilince dönüştürmektir. Bu bilinç daha sonra amelde ve eylemde kendini gösterecek ve Allah’ın izni ile devlete ve medeniyete dönerek yeryüzünde tüm zulümleri ve cehâleti kaldırarak insanlığı aydınlatacaktır.

Peygamberimizle başlayan bu aydınlanma süreci, haçlı-seferleri ve moğol işgâliyle sarsıntıya uğradıktan sonra, Endülüs’ün yıkılmasıyla çatırdamış ve Rönesans ve Aydınlanma hareketi ile dur(durul)muştur. O günden bêri de bir-kısım insanların gayretli çalışmaları hâriç, yeniden aynı sürece girememektedir. Artık insanlar yanlış bir müslümanlık yoluna düşmüştür. “Kur’ân’dan mushafa inmek” diyebileceğimiz, vahyi idrâk ederek okumak ve bu okumayı sürekli yaparak bir bilinç kazanmak, sonra da bu bilinç ile amelde ve eylemde bulunmak yolunun bırakılıp, vahyi sâdece orijinâl dilinden seslendirmek, bunu dil kurallarına, tecvide, belâgata vs. en iyi uygun şekilde “olabildiğince çok mukâbele yapmak ve hatim indirmek” yoluna girmişlerdir. Yâni vahyi zihin ve yürekle değil de sâdece dil ve gırtlak ile okumalar yapılmaya başlanmış ve “Kur’ân’ı okumak”tan bu anlaşılır olmuştur. Oysa bu, Kur’ân okuma değil, mushaf tilâvetidir. Bu durum öyle bir noktaya gelmiştir ki, artık dili arapça olanlar bile sâdece sese odaklanmış ve vahyi duysalar da işitmemeye başlamışlardır. Yâni mesele aslında arapça bilmekle de alâkalı değildir.

Müslümanların geneli hattâ Kur’ân hâfızları da dâhil, Kur’ân’ın ne dediğinden habersizdir. Sanki Kur’ân herhangi bir şey söylemiyormuş da sâdece seslerden ve notalardan ibaretmiş gibi davranıyorlar Kur’ân’a. Kur’ân, hiç-bir söylemeyen, “do re mi fa” şeklinde müzik notaları gibi seslerden oluşan bir kitap değildir. Bu bağlamda da mushafın (Kur’ân değil) tilâvetini en çok, en güzel sesle, en iyi belâgatla ve tecvid kuralları ile okumaktan başka bir şey yapmıyorlar. Dindarlığı bu zannediyorlar. Bunu da doğru ve “iyi Müslümanlık” olarak biliyorlar. Tamam; Kur’ân’ı en iyi sesle ve tecvid-tilâvet ile okuyalım, gönlümüze bir huzûr versin. Fakat Kur’ân’ın bir de “söylediği bir şey” vardır ve zâten Kur’ân seslendirilmek için değil de, bu söylenenleri idrâk edip ona göre hareket etmek için gönderilmiştir. Çünkü Kur’ân, idrâk edip de ona göre hareket etmekten vazgeçildiği anda, ümmet coğrafyası karanlığa da gömülmeye başlamıştır. Yine aynen, tıpkı Mekke müşriklerinin zamânındaki gibi bir zulüm ve cehâlet karanlığı zamânına dönülmüştür. Bu nedenle de Kur’ân’ı yeniden idrâk ve amel-merkezli okumak gerekmektedir.

İş, “sâdece tilâvet”e döndüğü zamanlarda sâdece Kur’ân tilâveti ve hatmi ile kalmamış ve Buhâri tilâvetleri ve hatimleri de yapılmaya başlanmış, tıpkı Kur’ân hâfızları gibi “Buhâri hâfızları” da çıkmıştır ortaya. Hem de bu hâfızlar övünç kaynağı olmuşlardır. Tabi şimdi kimse takmıyor Buhâri hâfızlığını. Tüm târikatlâr  ve cemaatler de kendi eserlerini, şiirlerini, duâlarını vs. ezberleyip seslendirmekle-hatmetmekle yetinmişler, böylelikle Kur’ân’ı mehcûr bırakmışlardır-bırakmaktadırlar. Mehcûr bırakmak, “Kur’ân ellerde olmasına rağmen onu işlevsiz kılmak” demektir. Sonuçta Kur’ân, ortada öylece garip kalmıştır. Elden Kur’ân’ı hiç bırakamamak ama içinde ne yazdığını bilmemek, Allah’ın bizden ne istediğini düşünmemek nasıl bir cehâlettir?. Allah bir şey diyor; bize 604 sayfalık, 114 sûre ve 6.400 âyetten oluşan bir Kitap göndermesine rağmen, bunu hiç okuyup anlamadan seslendirmek yâni hatim etmek nasıl bir cehâlettir?.

Fakat şunu da söyleyelim ki, vahyi orijinâl dilinden sistemli bir şekilde okuyanlar da, (idrâk edemediklerinden dolayı bir-çok yönden yanlış düşünce ve tavırlarda olsalar da), genel hâllerinde bir düzelme olmaktadır. Yâni vahyin lafzı bile insanı değiştirebiliyor. Fakat Kur’ân sâdece bu tarz okumalar için gönderilmemiştir. Onun bir gönderiliş nedeni ve amacı vardır. Bu amaç, idrâk ederek okunduğunda anlam kazanır.

Aslında tilâvet etmek bile bir anlamayı gerektirir: (Âl-i İmran 93). Tilâvet, yaygın anlamında; “güzel sesle Kur’ân okuma” olarak bilindiği için kullanıyoruz bu kelimeyi. O  hâlde mukâbele ile yapılan şey, “Kur’ân’ın kelimelerini seslendirmek”tir ki bu seslendirme arapça yapıldığından, seslerin ne anlama geldiği bilinmeden yapılan bir seslendirme olur. Tabi böyle olunca buna “okumak” denemez. Fakat arapça bilenler için Kur’ân’ı tilâvet etmek “okumak” (kıraat) demek olacaktır.

Tevrat’ta da hemen her sene ve belli zamanlarda Tevrat’ın okunması yâni “hatim edilmesi” emri vardır:

“Ve Mûsâ bu şeriatı yazdı ve onu ahit sandığını taşıyan Levi-oğulları kahinlerine ve İsrâil’in bütün ihtiyarlarına verdi ve onlara emredip dedi: Her yedi yılın sonunda, borçları bağışlama yılında, Çardak Bayramı’nda bütün İsrâilliler Tanrınız Rabbin önünde bulunmak üzere seçeceği yere geldiğinde bu şeriatı onlara okuyacaksınız. Halkı-erkekleri, kadınları, çocukları ve kentlerinizde yaşayan yabancıları-toplayın. Öyle ki herkes duyup öğrensin. Tanrınız Rabden korksun. Bu yasanın bütün sözlerine uymaya dikkat etsin” (Tesniye 31/9-12).

Diyelim ki yaşadığınız ülkenin Cumhurbaşkanı size arapça alfabeyle yazılmış bir mektup göndermiş olsun. Zarfın üzerinde de, “bu mektup Cumhurbaşkanından … kişiye yazılıp gönderilmiştir” yazsın. Ne yaparsınız?. Mektup arapça ya!. Arapça yazıyı okumayı biliyorsanız onu arapça olarak anlamadan okuyup-okuyup hatim mi edersiniz, yoksa hemen mektubu birine çevirtip çok dikkatli bir şekilde okumaya mı başlarsınız?. Tabî ki de, belki masraf da ederek mektubu en kısa zamanda kendi dilinize çevirttirerek dikkatli bir şekilde belki de defâlarca okursunuz ve Cumhurbaşkanının size ne dediğini, sizden ne istediğini öğrenmeye anlamaya çalışırsınız. Bunu yapmayacak bir insanın olacağını sanmıyorum. Peki ya âlemlerin Rabbi, Rahmân ve Rahîm olan Allah, size yedi kat göklerden, hem de bir melek aracılığıyla, ahlâk timsâli, El Emin (çok güvenilir) diye çağırılan birine, size okuması ve iletmesi için gönderdiği mesajda, yâni Kur’ân’da ne var diye niçin merâk edip de bakmıyorsunuz ve onu okumuyorsunuz?. Üstelik Kur’ân kendi dilinize bir-çok kişi tarafından ayrı-ayrı çevrilmiş ve elinizin altında kolayca ulaşabileceğiniz yerde olmasına rağmen, Allah’ın ne dediğine, sizden ne istediğine bakmıyorsunuz ve bu mesajı iyice belleyip de idrâk etmiyor ve bir bilince ulaşıp da ona göre amel ve eylemde bulunmuyorsunuz?. Bu Kur’ân “müslümanım” diyen her bir insana gönderilmiştir. Bizzat size gönderilmiştir. Sana gönderilmiştir. Allah göndermiştir yaa!. Daha ötesi var mı?. Allah size bir mesaj göndermiş. Allah sana bir şey diyor. Ne dediği Kur’ân’ın iki kapağın arasında. Açıp okuyuversen göreceksin. Senden ne istediğini bileceksin. Öyleyse ne duruyorsun?.

Yok.. İlle de anlamdan sâdece arapçasından okuyacak. Mukâbele yapıp hatmedecek ve nice sevaplar kazanıp duracak. Hele bir Ramazan ayı gelsin, gör bak kaç mukâbele tâkip ediyor ve kaç kere hatmediyor Kur’ân’ı. “Ramazan gelsin de sen müslümanlık gör” demeye getiriyorlar. İyi de hatmedince yâni baştan sona okumayı bitirince ne olacak?. Tekrar baştan. İyi de ne oluyor?. İçinde bir huzur oluyor. Biraz da, “bir kere daha hatim yapmanın gurûru”. Peki müslümanların durumunda değişen bir şey oluyor mu?. Meselâ sen mukâbele yaptıkça ve hatim ettikçe (pardon, hatim indirdikçe) meselâ açlıktan-susuzluktan ölenlerin sayısında bir azalma oluyor mu?. Bu kadar çok mukâbele yapılmasına, bu kadar çok hatim indirilmesine rağmen, bu çalışmalar hiç-bir yaraya merhem olmadığı gibi, zulüm her geçen gün iktidârını güçlendiriyor, özellikle de ümmet coğrafyasında. Zâten zâlimlerin de istediği, Kur’ân’ın idrâk edilmemesi. İdrâk edilip da ona göre amele-eyleme geçilmemesi. Yoksa 24 saat seslendirilmesinden rahatsız olmuyorlar. Ümmet perişân. Mukâbeleler ve hatimler üzerine bombalar yağıyor. Çünkü Kur’ân Dünyâ’da en çok okunan ama en az anlaşılan kitaptır ve her geçen gün bu anlamama daha artıyor. Cehâlet artıyor ve ortalığı zifiri bir karanlık kaplıyor. Karanlıklar, bilinçli bir “Lâilâheillallah” sözünü bekliyor.

Aynı şey; “gereği yerine getirilmeyen meâl-tefsir okumaları” için de geçerlidir. Birileri de sürekli olarak meâl-tefsir okumaları ve çalışmaları yapıyor fakat bu okumalar bir bilince dönmediği için amele-eyleme de dönmüyor ve bu sefer de “anlayarak yapılan mukâbeleler ve hatimler” devreye giriyor fakat yine değişen bir şey olmuyor. Kur’ân’ın kavramlarını kelimelerini harflerini didik-didik ediyorlar ve en ince ayrıntısına kadar inceliyorlar ve böylece Kur’ân’ı baştan sona okuyorlar. Bitince de yine baştan başlıyorlar. İyi de değişen bir şey olmadı ki!. Onun bilgisini aldın ama bilincini alamadın. Çünkü Kur’ân seni amele-eyleme sevk-etmedi. Yeryüzünde zulüm artarak devâm etmekte. Yine adâletsizlik kök salmakta. Demek ki hiç-bir eylemde bulunmadan ve bir eylem-plânı yapmadan, Kur’ân’ı (velev ki anlayarak) sâdece okuyup-tefsir edip yorumlayarak bir şeylerin değişebileceğini beklemek ve zannetmekle; anlamadan, sâdece (yüzünden arapçasını) okuyarak bir şeylerin değişebileceğini beklemek ve zannetmek arasında fark yoktur.

“Semina ve ata’na=işittik ve itaat ettik” âyetinde “semi’na=işittik” diyoruz fakat bir türlü “ata’na=itaat ettik” diyerek “ne bedel ödenecekse ödeyelim” deyip eyleme-amele geçemiyoruz. Tam bir itaat edemiyoruz. Böyle bir anlayışla hiç-bir şey değişmez ve her-şey şeytanın ve tâğutların istediği gibi olur.

Eylemden kopuk salt zihinsel aşırı okuma-anlama-yorumlama yöntemi, sürekli olarak sivrisineklerle mücâdele etme yöntemidir. Hiç-bir zaman sorun bitmez. Bu yöntemde çözülmüş bir sorun örneği yoktur. Sorunları çözmek için bataklığı kurutmak şarttır.

Mevcut durum, değirmen taşını çeviren eşeğin durumu gibidir. Taşın arasında bir miktar buğday olsa da, buğdaydan ziyâde taşı öğüten bir değirmendir o. Bu nedenle, yapılan şey geviş getirmektir ve geviş getirmek “evcil hayvanlara” mahsustur.

Unutmayalım ki ne kadar uğraşsak da şeytan kadar “âlim” olamayız. Hattâ Belam-ı Baura kadar bile “âlim” olamayız belki. Zâten olmamalıyız da. Onlar işi eyleme dökmeye îtiraz etmişlerdi çünkü.

Kur’ân’ı aşırı anlama-yorumlama çalışmaları müntesipleri de, Kur’ân’ı sanki anlamak için değil de anlamamak için okuyorlar. Çünkü, “anladık” dediklerinde birileri de “hadi öyleyse meydana” diyecektir. Bu durum görece zor bir durum olduğu için bir türlü “anladık” diyemiyorlar. Artık “anlama” çalışmaları, “yapılacakları erteleme çalışmaları”na dönüyor, yapılan şey artık bir tiyatro oluyor.

Kur’ân’ı anlayarak okumak, anlamayarak okumaktan daha değerlidir tabî ki. Fakat kardeşlerim!, yaptığınız şeyler işe yaramıyor. Kur’ân’ın kelimelerinin sâdece analizini yaparak, insanları-Dünyâ’yı mazlûmiyetten-perişanlıktan kurtarmayı düşünmek, zavallılıktır.

Hatim “bitirmek” demek olduğu için, hatim edince “bitmiş” oluyor. Biten şeyi tekrar ele almanın bir anlamı olmuyor tabi. Bu nedenle de toplumda, “bir kere hatim edildiğinde” artık “görevin” yapılmış olduğu zannı var. Kişi bir kere kara-zorla hatim etmeye görsün, bir daha zinhar eline aldıramazsınız Kur’ân’ı. “Kur’ân okuyor musun” sorusuna, “hatim ettim” cevâbını verirler. Yâni, “hatim ettim bir daha niye okuyayım ki” demeye getirirler. Oysa yaptığı şey Kur’ân okumak değil, “mushaf seslendirmesi”dir ki onu da doğru-düzgün yap(a)mamıştır. “Hatim edildiğinde” ikinci kez ele almak zor ve anlamsız geliyor insanlara.

Peki hatim ettin de ne oldu?. Ne anladın?. Meselâ her hafta bir hatim yaptın. Ne diyeceğiz buna?. Övülmek mi istiyorsun?. “Vay maaşallah!, her hafta bir hatim indiriyor” övgüsünü mü duymak istiyorsun?. Birileri de arapçasından okuyamayınca parmaklarını gezdiriyor Kur’ân’ın her satırının üzerinde. Her satıra bir İhlas okuyor ve o şekilde hatim edip sevâbını aldığını zannediyor. İyi de sen Türkçe okuma biliyorsun, niye meâlinden-tefsirinden okumuyorsun?. Tamam; Allah kâlplere bakar ve samîmice yapılan eylemi kabûl eder ama câhilce, körü-körüne yapılan her eylemi de kabûl etmez ki!. Allah akıl vermiş, neden o aklı dünyevî alanda kullandığın gibi İslâmî alanda da kullanmıyorsun?. Kimin hangi îmanla-inançla ne yaptığı sâdece O bilir. Bu dînin de din-gününün de sâhibi O’dur. Yargılamak O’na âittir. Fakat biz, bilinçli bir Kur’ân okumasından bahsediyoruz. Çünkü samîmi de olsa bilinçli olmadığında bir farkındalık olmuyor.

Kur’ân sürekli bitirilip-bitirilip yâni hatmedilip-hatmedilip bilinçsizce kuru-kuru baştan-sona okunacak bir kitap değil; okuyup öğrendiğini başkalarıyla paylaşıp, onu amele-eyleme döndürmek için okunmalıdır.

İnsan her gün namazlarda okuduğu kısa sûrelerin olsun ne dediğini bir merâk eder yaa!. Her gün 40 kere okunan; İyyâke na’budu ve iyyâke neste’in” sözü ne demek diye bir bakar. Fakat bakmıyor ve bu yüzden gün boyunca 40 kere okumasına rağmen, gün boyunca İyyâke na’budu ve iyyâke neste’in”e aykırı hareket ettiiğinin farkında değil. Sâdece Allah’tan istemesi gereken yardımı O’ndan başka herkesten istiyor da, İyyâke na’budu ve iyyâke neste’in” okumaya devâm ediyor. Peki neden böyle yapıyor?. Çünkü birileri taa çocukluğunda bêri ona öyle öğretmiş ve “bu şekilde yaparsa sevaplarını arttıracağını ve kurtulacağını” söylemiş. Yâni “büyüklerin” sözleri onu uçurumun kenarına kadar getirmiş:

“Ve dediler ki: ‘Rabbimiz, gerçekten biz, efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik, böylece onlar bizi yoldan saptırmış oldular” (Ahzâb 67).

Eskiden çocuklara küçük yaşlarda Kur’ân-ı Kerim ezberletilirdi. Ve bu hâfızlar arasından, zihni iyi gelişmiş sayısız dehâ çıkardı. Yâni Kur’ân’ı arapçasından okumak-ezberlemek zihnî açıdan yararlıdır. Mukâbele yapmak da bu açıdan özellikle yaşlılar için yararlı bir zihni-kâlbî etkinlik olabilir. Bizim îtirâz ettiğimiz nokta, Kur’ân’ın, sâdece bu tarz okumaların bir nesnesi hâline getirilmesidir.

Kur’ân; anlamadan, idrâk etmeden okunacak mukâbele ve hatim kitabı değil, “hayat kitabı”dır. Bilgi-bilinç ve amel-eylem kitabıdır. Onu idrâk ederek dikkatli, disiplinli ve gayretli bir şekilde okumalı, bilgisini ve bilincini almalı, sonra da o bilince göre amelde ve eylemde bulunulmalı ve ona göre tebliğ ve dâvet yapılamalıdır. Hayat bu bilinçle yeniden inşâ edilmelidir. Aksi-hâlde perişanlığın önüne geçilemeyecektir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Nîsan 2017
Devamını Oku »

Kredi ve Fâiz Üzerine


“Ey îman edenler!, Allah’tan sakının ve eğer inanmışsanız, fâizden arta-kalanı bırakın. Böyle yapmazsanız Allah’tan ve elçisinden bir savaş bekleyin. Eğer tevbe ederseniz, artık sermâyeleriniz sizindir. (Böylece) Ne zulmetmiş olursunuz, ne zulme uğratılmış olursunuz” (Bakara 278-279).
Kredi; “Belirli miktardaki satın-alma gücünün, belirli bir süre için ve geri verilmek üzere bir bedel (genellikle fâiz) karşılığı gerçek yada tüzel kişilere verilmesi”. “Para, mal veyâ para cinsinden bir değerin belirli bir vâde ve koşulla geri alınmak üzere verilmesi” anlamlarındadır. Buna göre; “tefeci” tâbir edilen birinden yada yaygın olan şekliyle, “modern tefeciler” olan bankalardan herhangi bir şey için alınan anaparaya, belli bir zaman-dilimi içinde belli bir miktar “artı para” (fâiz) ödeyerek alınan borç paradır. Aslında “borç” demek çok da doğru değildir. Çünkü “borç” kelimesine hakâret edilmiş olabilir. Zîrâ kredi-fâizle alınan bu para, kişinin hayâtını ipotek altına alan bir paradır. Oysa borç alınan parada fâiz olmayacağı gibi, müslümanlar arasında borçluyu sıkıştırmamak ve hattâ o borcun geri alınmaması tavsiyesi bile vardır:
“Eğer (borçlu) zorluk içindeyse, ona elverişli bir zamâna kadar süre (verin). (Borcu) sadaka olarak bağışlamanız ise, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz” (Bakara 280).

Artık kredisiz yâni fâizsiz bir iş ve alış-veriş yapılamaz hâle geldi. Fakat bu iş ve alış-veriş şekli aslında hem vicdansız hem de akla-mantığa aykırıdır. Şöyle ki; meselâ 72 ay yâni 6 yıllık vâde ile 200.000 TL kredi alındığı farz-edilsin. (Kredi ile “farz” kelimelerinin yan-yana gelmeleri bile doğru değildir). Bu paranın 72 ayda, -bankadan bankaya biraz değişse de-, aylık ortalama 4.000 TL ödeme yapıldığında 72 ay sonunda yaklaşık 85-90 bin lira fâiz ödenmiş oluyor. Fakat eğer bu vâde 6 değil de, iki katı olan 11-12 yıla yâni 130-140 aya kadar yayılırsa, aldığınız kredi miktârı kadar fâiz ödersiniz.  

Şimdi; Meselâ 72 ay vâdeli kredi üzerinden gidersek; 90.000 TL fâiz ödeniyor. Fakat acele edilmese ve ayda 3.000 TL biriktirilse ve 1.000 TL de oturulan eve kirâ verilse, 67 ayda yapılan birikim (5,5 yıl) ile 200.000 TL’lik o ev alınabilir. Fakat denilirse ki, “bu zaman aralığında enflasyon nedeniyle evin fiyatı artar ve ev 250-300.000 TL olur”. O hâlde siz de birikiminizi aynı oranda artan, meselâ altın-döviz gibi şeyler üzerinde tutarsanız, birikiminiz bu artıştan çok az yada belki hiç etkilenmez. Hattâ belki de kazançlı! bile çıkabilirsiniz. Yâni böylelikle 90.000 TL fâiz ödeyeceğinize, 65-70.000 TL kirâ ödersiniz fakat bu-arada da fâize bulaşmamış olursunuz. Birikiminizle direkt olarak o dâireyi alabilirsiniz. Fakat şunu da söyleyelim ki İslâm’a göre rantın her türlüsü yanlıştır ve mutlakâ birilerine zarar verir. Paranın durduğu yerde değerlenmesi de a-normâl bir durumdur. 

İslâmî açıdan durum böyle olmasına rağmen müslümanlar kolaylıkla kredi-fâize yönelebiliyorlar. Üstelik bunu, namaz kılmasına, oruç tutmasına, hac yapmasına, Kur’ân okumasına, zekât vermesine rağmen yapabiliyor. Belki de fâizi namazı kıldıktan sonra alıyor. Yâni abdestli iken. Hadi “tek dünyâlı” olanları anlayabiliyoruz. Onlar bir kere gelinen dünyâda bir-an önce hazzı en zirvede yaşamak istiyorlar ve önünü-sonunu düşünmeden bu yola yönelebiliyorlar. Fakat neden “müslümanım” diyenler de yapıyor bunu ve kredi-fâize bulaşıyorlar?. Çünkü tüm dünyâ-insanları gibi müslümanlar da modernizmden ve post-modernizmden etkilendiler ve dünyevileştiler. Fâizin büyüsüne kapıldılar. Ev kredisi, araba kredisi, ihtiyaç kredisi (ne demekse) adı altında yeni fâiz çeşitleri üretiliyor. Zîrâ fâiz “hemen” sâhip oldurtuyor. O eve, eşyâya yada arabaya “hemen sâhip olma” duygusu ve isteği, “sabırsız modern insanın” dayanamayacağı bir şeydir. İşte kredi yâni fâiz, bir şeye hemen ulaşılmasını sağladığı için tercih ediliyor. Hâlbuki -kazanca göre- 6-7 yıl içinde de istenilen şeye sâhip olunabilir. Bunun için biraz sabretmesi gerekecektir sâdece. Fakat işte bu sabrı göster(e)meyenler ve hattâ “neden sabredeyim ki” diyenler için kredi, bulunmaz bir nimet(!) oluyor. Çünkü modernizm, bir “sabırsızlık uygarlığı”dır.    

Kredinin de fâiz olduğu gerçeği düşünülmek istenmiyor ve göz-ardı ediliyor. Zîrâ adı “kredi” olunca bir “pislik” olan fâiz de güyâ yumuşatılmış oluyor ki modernizm, “günahı yumuşatan bir hayat sistemi”dir. Yumuşayınca kolaylıkla yutulabiliyor tabi. Lâkin unutulmasın ki kredi bir fâiz sistemidir ve aslında fâizi ayakta tutan şey kredidir. Fâiz almak nasıl günah ise (ki, fâiz aynı-zamanda suç ve ayıptır da), fâiz ödemek-vermek de günahtır ve hattâ fâiz sistemi “fâiz ödemeleri”yle ayakta durduğu için, fâiz ödemek almaktan bile daha fazla günah olur. Fâiz, Allah ve Peygamber’le savaşmak demektir:

“Ey îman edenler, Allah’tan sakının ve eğer inanmışsanız, fâizden arta-kalanı bırakın. Böyle yapmazsanız Allah’tan ve elçisinden bir savaş bekleyin. Eğer tevbe ederseniz, artık sermâyeleriniz sizindir. (Böylece) Ne zulmetmiş olursunuz, ne zulme uğratılmış olursunuz” (Bakara 274-279).

72 ay boyunca yaklaşık 90.000 TL kadar -ki bu, anaparanın %45’ine tekâbül eder-, fâiz ödeneceğine kirâ ödensin diyoruz fakat aslında kirâ da başka bir zulümdür. Her ay ödenen kirânın da fâizden farklı bir yönü yoktur. Hele ki bu kirâ, gelir getiren bir ticârethâne değil de, barınmak için mecbûren oturulan ev için veriliyorsa.. Kirâ de fâiz yâni haksız kazanç olan ribâya girer ve adı başkadır sâdece. Bu nedenle yapılması gereken şey, ya eş-dost, vakıf-dernek gibi iyilik amaçlı kurulmuş, halkın oluşturduğu kurumlardan fâizsiz borç para alınıp o parayla hemen ev alınacak ve daha sonra taksitle, -sâdece ana-para- borç alınan kuruma ödenecek; yada bunu bizzat devlet yapacak ve ya evin-arabanın-eşyânın vs. parasını fâizsiz verecek ve sonra da taksitle o para devlete ödenecek yada evi bizzat devlet yaptıracak ve evi olmayanlar o evlere taşınarak taksitle evin parasını ödeyecekler. Bu işin “İslâmca”sı ve “insanca”sı ancak ve ancak böyle olursa olur. Böylece konut sektöründeki rant da ortadan kalkmış olacaktır.

Allah, kredi-fâizin her türlüsünü haram kılmıştır ve fâiz ile, helâl olan şeylerin karıştırılmasını yasaklar:

“Fâiz (ribâ) yiyenler, ancak şeytan çarpmış olanın kalkışı gibi çarpılmış olmaktan başka (bir tarzda) kalkmazlar. Bu, onların: ‘Alım-satım da ancak fâiz gibidir’ demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alış-verişi helâl, fâizi haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (fâize) bir son verirse, artık geçmişi kendisine, işi de Allah’a âittir. Kim (fâize) geri dönerse, artık onlar ateşin halkıdır, orada sürekli kalacaklardır. Allah, fâizi yok eder de, sadakaları arttırır. Allah, günahkâr kâfirlerin hiç birini sevmez” (Bakara 275-276).

İnsanlar dîni sâdece yüzeysel olarak bildikleri için konunun öneminden bi-haberdirler. Fakat bu, âhirette insanı çok zor durumlara düşürebileceği gibi, aslında Dünyâ’nın hâl-i pür melâlinin nedeni de kredi-fâiz sistemidir. Bu zulüm-sistemini önleyecek tek yol İslâm ve bilinçli müslümanlardır. Müslümanlar, bu konuda bilinçlenip işlerini, ticâretlerini İslâm’a göre yaptıklarında kredi-fâiz sisteminden kurtulacaklar ve İslâm sistemini tanıyacaklardır. Aksi-hâlde bir zulüm sistemi olan kredi-fâiz sistemi yürürlükten kalkmayacağı gibi, zamanla kredi-fâize karışmayan, “bir damla su” bile bulun(a)mayacaktır. Hz. Ali şöyle der: “Dînin hükümlerini bilmeden ticârete kalkışan kimse defâlarca fâize bulaşır”.

Kredi-fâiz; bereketi azaltır, dostlukları öldürür ve düşmanlıkları arttırır. Âilelerin çabucak dağılmasının nedeni de, “acaba kredi-fâizin bu kadar artmış olmasından ve boşanmaların artmasının nedeni de acaba kredi-fâizin doğurduğu bereketsizlikten mi kaynaklanıyor” diye şüphelenmeden edemiyoruz doğrusu.

Büyük bir zulümdür fâiz. Fâiz, kişiyi Allah yolundan ayırır ve uzaklaştırır. Kredi-fâiz, “insanların mallarını haksız yere yeme”nin diğer adıdır. Garibanın, yoksulun, mazlumun ve mâsumun hakkını çalmanın adı ve soyadı kredi, fâiz ve “kat-kat fâiz”dir:

“Yasaklandığı hâlde fâiz almaları ve insanların mallarını haksız yere yemeleri nedeniyle (öyle yaptık.) Onlardan kâfir olanlara pek acıklı bir azab hazırlamışızdır” (Nîsâ 161).

Kredi ve dolayısı ile fâizin yaygınlaşması yerine, yardımlaşmanın yaygınlaşması toplumun daha huzurlu olmasını sağlar. Zîrâ insanlar birbirlerine daha çok güvenirler ve sevip saygı duyarlar. Bu yardımlaşma, Kur’ân’ın “güzel borç vermek” sloganı üzerinden yapılabilir. “Allah’a güzel bir borç vermek” demek; akrabâya, yakınlara, eşe-dosta, ihtiyaç içinde olanlara “fâizsiz borç vermek” demektir:  

“Allah’a karşılığını çok arttırma ile kat-kat arttıracağı güzel bir borcu verecek olan kimdir?. Allah, daraltır ve genişletir ve siz O’na döndürüleceksiniz” (Bakara 245).

Dikkat edin!; Allah “fâiz almayı” değil, “fâizi” (ribâ) haram kılmıştır. Krediyi ve fâizi alma-verme-savunma dâhil, kredi-fâizin tamâmı ve her şekli haramdır. Bu bağlamda; “Fâize aracılık yapmak” dâhil fâizin her türlüsü haram olduğu için; -zâten doğru bir iş olmayan- “kirâ alma” işinde, dükkanlarını fâiz-sistemine göre çalışan bankalara kirâya verenler, fâizi yaygınlaştırmaya destek olmakta ve fâiz-sistemini güçlendirmektedirler. Bu nedenle de fâize bulaşmış olurlar.

Ne acı vericidir ki, faizle yâni kredi ile haşır-neşir olmayı “Allah ve  Peygamberle savaşmak” olarak gösteren bir Kitab’a (Kur’ân) sâhip olan müslümlar bile kredisiz yâni fâizsiz iş yapamaz hâle geldi ve hattâ artık bu kredi-fâiz sistemini canla-başla savunuyorlar. Onu “Dünyâ gerçeği” îlan ediyorlar. Hattâ ve hattâ kredisiz ve fâizsiz iş yapmaya kalkanı “ahmak” olarak görmekteler. Bir mal için; “nasıl alacağız” sorusuna çok kolayca, “kredi al” deyiveriyorlar. Hâlbuki Kur’ân, kredi-fâizi “şeytan işi pislik” olarak îlan ediyor. İslâm’a göre terk edilmeyen her kötülük, “şeytan işi pislik” sınıfına girer.  

Kredi yani fâiz alanlar, mutlakâ kaybedecekleri bir savaşa, Allah ve Peygamber’le harbe tutuşmakla şeytanın oyuncağı hâline gelmişlerdir ve halkın büyük çoğunluğunun da hakkını gasp etmektedirler. Çünkü fâiz sistemine-çarkına destek olarak Dünyâ’nın mevcut şerefsiz-adâletsiz-zâlim ekonomik düzenin sürmesini ve bu nedenle de birilerinin açlıktan-susuzluktan ölmesine ve acının-feryâdın içinde kahrolmasına neden olmaktadırlar. İşte bu, “kaybedilmiş bir savaş”ın ta kendisidir.  

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2017
















Devamını Oku »

Dînin Direği



“Bir de: Namazı kılın (ekîmûs salât) ve O’ndan korkup-sakının (diye de emrolunduk.) Huzûruna (götürülüp) toplanacağınız O’dur” (En-âm 72).

“Mü’min kadınlara söyle: Gözlerini (harama çevirmekten) kaçındırsınlar ve ırzlarını korusunlar; süslerini açığa vurmasınlar, ancak kendiliğinden görüneni hâriç. Başörtülerini, yakalarının üstünü (kapatacak şekilde) koysunlar (Nûr 31)

Hemen baştan söyleyelim ki İslâm, ancak “bütünsel anlamda” okunduğunda ve yaşandığında en kesin ve net bir şekilde açığa çıkabilir. Ancak bütünsel anlamda okunduğunda ve hiç-bir âyeti göz-ardı edilmediğinde idrâk edilebilir ve örnek bir mü’min şahsiyet ortaya çıkarabilir. Kur’ân’ın bir kısmını kabûl edip de bâzı âyetlerini göz-ardı etmek, İslâm’ın-Kur’ân’ın parçalanması anlamına geleceği için tevhîdi yapı bozulur ve ortaya vahyin söylemediği şeyler çıkar. Zâten bu nedenle Kur’ân’da hiç-bir âyetin göz-ardı edilmemesi emredilmiştir ve bu yapılmadığında Dünyâ’da rezillik, âhirette ise acıklı bir azapla karşılaşılacağı söylenir:

“..Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

Fakat “İslâm’ın direği” olan âyetler-emirler de vardır ve bu âyetler erkekler ve kadınlar için farklıdır. Çünkü Allah hiç kimseye zulmetmez ve erkek için belirlenen “dînin direği” olan âyetler-emirler, fizîki yapıları, dirençleri ve genel durumları nedeniyle erkeklere ağır gelmezken; nârin-zarif-zayıf yapılı olan kadınlar için ağır olur ve bu nedenle “dînin direği” olan âyet ve emirler “dînin direği” olma anlamında erkek ve kadın için farklı olmak zorundadır. Bu yazımızda bu farka değineceğiz..

Erkekler İçin Dînin Direği:

Erkekler için dînin direği, namaz-duâ-destek şeklinde “en fazla üç anlam”a gelen salâttır. Salâtın açılımı; namaz ile kişinin kendi içinde bir disiplin sağlaması, arkasından “hedef” için yalvara-yakara duâ etmesi ve bu hazırlıktan sonra da Kur’ân’ın emrine ve Peygamberin misyonuna destek vermesidir. Bu misyon, “İslâm’ın hayâta hâkim olması” şeklindedir. Bu süreç; kişinin kendisini “namaz ve sabırla” yetiştirmesi, o “büyük hedef” için duâ etmesi ve bu hazırlıktan sonra da Peygamberin misyonuna destek olarak “İslâm’ı devlet-medeniyet şeklinde hayâta hâkim kılmak” şeklindedir. Bu hedef ve misyon erkek-kadın tüm müslümanların sorumluluğudur fakat “genel durumları”ndan dolayı bu hedef, sâdece erkekler için “dînin direği”dir. İslâm’ı hayâta hâkim kılma hedefi, erkekler için namazın “dînin direği” olduğunu gösterir. Namazın “dînin direği” olması, “namazı sâdece şekilsel olarak kılmak” demek değildir.

“Ekîmûs salât”=”salâtı ikâme etmek” demek, “salâtın-namazın hakkını yerine getirmek” demektir. Peki namazın hakkını yerine getirmek ne demektir?. “Namazı ikâme  etmek” demektir. İkâme, “bir şeyin gereğini yerine getirmek” anlamındadır. Namazın gereği ise, “namazı-salâtı yâni Kur’ân’ın emrini dinlemek ve Peygamberin misyonunu diriltmek, dolayısı ile İslâm’ı hayâta hâkim kılmak” demektir. Namazı hayatta ikâme etmeden yâni diriltmeden, İslâm’ı da hayâta hâkim kılamazsınız. Namazın ikâmesi, “namazı hayâta hâkim kılmak” demektir. “Ekîmûs salât”, İslâm hayâta hâkim kılındığında gerçekleşir. Namaz hayâta hâkim kılındığında salât ikâme edilmiş ve Kur’ân’ın emri ve Peygamberin misyonu-sünneti yerine gelmiş ve İslâm hayâta hâkim kılınmış olur. Yoksa kuru-kuruya namaz kılmak, “salâtı ikâme etmek” demek değildir. Dolayısı ile namaz, “İslâm’ı hayâta hâkim kılma provası”dır. Namazı hayâta hâkim kıldığınızda namaz “dînin direği” olmuş olur. Dîni hayâta “direk” yapmak, “İslâm’ı hayâta hâkim kılmak” demektir. Namazı sâdece şeklen kılıp da duâ ile ve Peygambere destek olmakla İslâm’ı hayâta hâkim kılma düşüncesi, hedefi ve gayreti olmadığında, namaz dînin direği değil, sâdece nüsûku-ritüeli olmuş olur.

Evet; namazın-salâtın dînin direği olması, Nûr 55 ve Şûrâ 13’te en net ifâdesini bulan, “İslâm’ı hayâta hâkim kılmak” anlamındadır. Tüm peygamberler bunun için uğraşmıştır. Namazı ikâme ettiklerinde yâni hayâta hâkim kıldıklarında, dîni de ikâme etmişler, yâni hayâta hâkim kılmışlardır. İşte bunda kadınlardan daha çok erkekler sorumludurlar ve bu nedenle de namaz-salât, erkekler için “dînin direği”dir. Erkeklerin dîninin direği bu nedenle namaz-salâttır.  

Kadınlar İçin Dînin Direği:

Dînin her âyeti, emri ve misyonu kadınlar için de geçerlidir. Fakat kadınlar için de dînin bir direği vardır. İşte bu “direk” baş-örtüsü; genel anlamda ise “tesettür”dür. Erkekler de tesettürüne dikkat etmelidirler tabî ki fakat hayatta daha “işlevsel” oldukları için erkeklerin bâzı serbestlikleri vardır. Kadınlar için ise tesettür olmazsa-olmazdır. Başörtüsünü-tesettürü emreden âyetler şu şekildedir:

“Mü’min kadınlara söyle: Gözlerini (harama çevirmekten) kaçındırsınlar ve ırzlarını korusunlar; süslerini açığa vurmasınlar, ancak kendiliğinden görüneni hâriç. Başörtülerini, yakalarının üstünü (kapatacak şekilde) koysunlar. Süslerini, kendi kocalarından yada babalarından yada oğullarından yada kocalarının oğullarından yada kendi kardeşlerinden yada kardeşlerinin oğullarından yada kız-kardeşlerinin oğullarından yada kendi kadınlarından yada sağ-ellerinin altında bulunanlardan yada kadına ihtiyâcı olmayan (arzusuz veya iktidarsız) hizmetçilerden yada kadınların henüz mahrem yerlerini tanımayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süsleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Hep birlikte Allah’a tevbe edin ey mü’minler!, umulur ki felâh bulursunuz” (Nûr 31).

“Ey Peygamber, eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına dış elbiselerinden (cilbablarından) üstlerine giymelerini söyle; onların (özgür ve iffetli) tanınması ve eziyet görmemeleri için en uygun olan budur. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Ahzâb 59).

Bir kadına, neden namaz kılmadığı ve oruç tutmadığı sorulabilse de sorgulanamaz ve bu konuda ona baskı yapılamaz. Fakat başörtüsü-tesettür konusunda sorgulama-baskı yapılabilir. Çünkü başörtüsü-tesettür, kadının dînini direğidir.

Meselâ 10 sene arka-arkaya doğum yapan bir kadını ele alalım; Hâmilelik, loğusa hâli, emzirme durumu ve hattâ “aybaşı” hâli gibi durumlarda “ruhsat” kullanarak (yâni mevcut durumları bir “hastalık” olarak kabûl ederek) oruç tutmasa da olur. Fakat bu süre boyunca başörtüsüz ve tesettürsüz dolaşamaz. Bu durumlarda bulunuyorken namazı kısaltsa yada “cem” yapsa da olur, fakat bu süreç boyunca başörtüsüz ve tesettürsüz olamaz. Hâmile-loğusa-emzikli olma durumları nedeniyle haccı erteleyebilir, fakat başörtüsü ve tesettürü erteleyemez. Çoluk-çocuk, ev işi vs.den dolayı Kur’ân okumaya vakit ayıramayabilir yada ayırmayabilir, fakat başörtüsüz ve tesettürsüz hâlde bulunamaz. Hattâ şöyle bir durum bile vardır: Bir kadın bile-isteye ve tasarlayarak (taammüden) birini vahşice öldürse, sonra da bunu îtirâf etse, sonuçta da îdam ile cezâlandırılsa ve bu kadın 3 aylık hâmile olsa; 6 ay doğum süreci, 24 ay da emzirme süreci boyunca yâni 30 ay boyunca (Ahkâf 15) îdam edilemez. Bu süreç bitip çocuk emniyete alınana kadar kadının yaşamı güvence altındadır. Fakat bu 30 ay boyunca başörtüsüz ve tesettürsüz dolaşamaz, başörtüsü ve tesettürü bırakamaz. Tüm bu süreç-süreçler boyunca başörtüsüne-tesettüre uymak zorundadır. Çünkü başörtüsü-tesettür, kadının dîninin direğidir.  

Kadın, baş-örtüsü-tesettür konusunda sonuna kadar zorlanabilir, fakat diğer konularda belli bir noktadan sonra zorlanamaz ve sâdece uyarma-tavsiye-yönlendirme yapılabilir. Çünkü kadın dînin her emriyle sorumlu olsa da, kadının dîninin direği başörtüsü-tesettürdür.  

Başörtüsü-tesettür kadınlar için “dînin direği” olduğundan, kadınlar hem başörtüsü ve genel örtünmelerine titizlikle uymalı, hem de tesettürü “ayağa düşürmeyecek” şekilde uygulamalıdırlar. Post-modern zamanlarda kadınların çoğu baş-örtüsünü bir “aksesuar” olarak kullanmaya başladı. “Makyajsız çıkmam” diyenler gibi, “baş-örtüsüz çıkmam” diyenler peydâh oldu. Onu bir süs nesnesi olarak, bir “imaj” olarak kullanıyorlar. Hattâ bâzıları onu “ârızalı” yerlerini gizlemek için kullanıyor. Oysa baş-örtüsü ve tesettür “ziynetlerin örtülmesi” içindir. Amaç budur yâni. Baş-örtüsü imajın değil, îmânın bir göstergesidir. Mü’min kadının kimliğinin göstergesidir. Tesettürün farzları şunlardır:

1-İnce olmayacak.
2-Dar olmayacak.
3 Kısa olmayacak.
4-Gösterişli olmayacak.
5-Pahalı olmayacak.

Kadınlar için dînin direği olan başörtüsü-tesettür, hakkıyla yerine getirilmediğinde “bir parça bez”e indirgenir ve kadınlar için dînin geri kalan tarafı da yozlaşır. Çünkü merkez-direk sağlam olmadığında, diğer taraflar da sallanır ve sarsılır durur. Bu nedenle ey kadınlar-kızlar!; dîninizin direği olan başörtüsünü-tesettürü “bir parça bez”e indirgemeyin. Onu “bir parça bez” gibi kullanmayın. Başörtüsünü-tesettürü ayağa düşürmeyin ki dîninizin direği de kırılmasın.

Aslında kadınlar için dînin direğini “başörtüsü ve tesettür” olarak ifâde etmemize rağmen aslında dînin direği sâdece başörtüsüdür. Zîrâ kadınlar evlerinde dış elbise=cilbab ile örtünmek zorunda değillerdir. Fakat; gerek, yemek yaparken saç telinin yemeğe kaçmaması için; gerek, ev işlerini yaparken saçın rahatsız etmemesi için ve gerekse çocuk emzirme zamanlarında başörtülü olmak daha uygun olduğu gibi; namaz kılarken ve diğer ibâdetleri yaparken başörtülü olmak zorunlu olduğundan, kadın için dînin direği başörtüsüdür. Çünkü dînin direği, “meleke” (alışkanlık, yatkınlık) hâline gelmiş olan şeydir. 

Hem erkekler hem de kadınlar, Allah’ın emrinin ve Peygamberin sünnetinin tümünden sorumludurlar. Fakat “dînin direği” anlamında, “erkekler için dînin direği namaz” iken, “kadınlar için ise dînin direği başörtüsü”dür.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2017

 





Devamını Oku »

15 Haziran 2017 Perşembe

Bâtıl Toplumdan Ayrılmak


“Onların demelerine karşı sen sabret ve onlardan güzel bir ayrılma tarzıyla (düşünce ve eylem bakımından köklü bir tutum) ile kopup-ayrıl” (Müzzemmil 10).

Daha ilk inen âyetlerde “kâfirlerden-müşriklerden ayrılma” emri vardır Kur’ân’da: Nüzûl sıralamasında 3. sıraya konulan Müzzemmil Sûresi’nin 10. âyeti, müşriklerden ayrılmayı emreder. Zîrâ onlardan zihnen ve daha sonra da bedenen kopup ayrılmadan İslâm hakkıyla idrâk edilemeyecek ve yaşanamayacak, nihâyetinde de hayâta hâkim kılınma yoluna giremeyecektir. İslâm’ı hayâta hâkim kılma yoluna girilememesinin nedeni, müşrik toplumdan ayrıl(a)mamaktır. Ayrılmayınca hak (İslâm) ile bâtıl karışıyor ve İslâm’ın fikriyatı net olarak ortaya konamıyor. Günümüzdeki büyük problem budur. Bu nedenle büyük bir kavram karmaşası vardır. İslâm, şirkin hâkim olduğu yerde hakkıyla takdir edilip de yorumlanamıyor ve yaşanamıyor. Zâten idâreyi elinde tutan şirk, İslâmî yaşantıya da İslâm’ın gerçek yorumlarına da katlanamadığı için karşı çıkıyor ve vahyin sesini kesmeye çalışıyor.

Bu nedenle Peygamberimiz risâletin daha ilk yıllarında İslâm’ı hakkıyla yaşayabilecekleri Mekke-dışı bir ortam arıyordu. Bunun için de sahabenin bir kısmını Habeşistan’a göndermişti. Bu, bâtıl toplumdan bir ayrılış denemesiydi. Habeşistan’da çok iyi ağırlanmalarına rağmen “oturmuş bir devlet düzeni” vardı orada ve Habeşistan’ı İslâm Devleti yapmak pek de olanaklı değildi. Daha sonra bâtıl toplumdan ayrılıp bir İslâm alanı bulmak için Taif denendi ama burada da umduğunu bulamayan Peygamberimize en nihâyetinde Medîne kucak açtı. Hicret ile başlayan ayrılış, devlet ve cihad ile devâm etti, tebliğ ve dâvetlerle yayıldı. Nihâyet de ayrılınan yerin fethiyle sonuçlanan bir noktaya gelindi.

Demek ki Peygamberimiz daha ilk baştan bêri bâtılın hüküm sürdürdüğü yerde İslâm’ın hem hakkıyla yaşanamayacağını, hem de zorluklar içinde olunacağını görmüştür ve bunun için olanaklar aramıştır.

İslâm, hak ile bâtılı kaynaştıran değil; hak ile bâtılın arasını “uzlaşmaz bir şekilde” ayıran bir dindir. Zîrâ hak geldiğinde bâtıl yok olur gider. (İsrâ 81). Hak geldiğinde bâtıl yok olur gider. Çünkü hakkın gelmesi “her yönüyle gelmesi” demektir. Bâtılın hüküm sürdüğü yerde ise hak, her yönüyle değil, sâdece ilmî yönüyle geliyor ve uygulamaya bir türlü geçilemiyor. O hâlde uygulamanın da yapılıp İslâm’ın hakkıyla yaşanacağı ortam önemlidir. Öyle bir ortam yoksa oluşturulmalıdır. Zîrâ bâtıl toplumdan ayrılmadan yâni İslâm toplumu ile câhiliye toplumu ayrışmadan hak açığa çıkamıyor ve bu yüzden Allah’ın yardımı da gelmiyor. Allah, bâtıl toplumdan ayrılma gayretini görmek istiyor. Hz. İbrâhim onca mücâdelesine ve getirdiği aklî delillere rağmen yine de batıl topluma yaranamamış ve tutunamamıştı orada da bâtıl toplumdan ayrılmak zorunda kalmıştı. Çünkü bırakın ameli, düşüncesine bile katlanılamamıştı ve onu yakmak istemişlerdi. O da ayrılarak hicrete koyuldu:

“Sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan kopup-ayrılıyorum ve Rabbime duâ ediyorum. Umulur ki, Rabbime duâ etmekle mutsuz olmayacağım” (Meryem 48).

Tüm peygamberler bâtıl toplumlarından ayrılmışlardır. Bu, bâtıl toplum içinde İslâm’ın-îmânın hakkıyla yaşanamayacağının delîlidir. Bu Allah’ın ilâhi bir takdiridir ve aynı-zamanda büyük bir imtihandır da. İslâm bir anlamda “vazgeçmek” anlamına gelir. İşte bu nedenle bâtıl toplumdan ayrılmak bâtıldan ve onun olanaklarından vazgeçmek anlamına geliyor. Allah bu fedâkârlığı ve kararlılığı görmek istiyor nîmetini ve yardımını göndermek için. İmtihanı görmek istiyor. Bu imtihanı geçenler Allah’ın yardımına kavuşurlar ve çok daha iyi durumlara gelirler. Zâten ilk başta azaptan kurtulurlar ki bir-çok peygamber bâtıl toplumdan ayrılarak aslında onlara gelen azaptan kurtulmuştur.

Bâtıl toplumdan ayrılmak hak ile bâtılın ayrılmasıdır. Hak ile bâtılın ayrılması, hak ile bâtılın savaşmaya başlaması anlamına gelir. İslâm hak ile bâtılı ayırmakla, İslâm toplumu ile bâtıl câhiliye toplumunu karşı-karşıya getirir. İslâm toplumu ayrılmakla, tüm bâtıl toplumlardan ve câhiliyeden ayrılmış olur. Tabi böyle olunca da tüm bâtıl toplumlar ve câhiliye İslâm toplumunun karşısında olarak onun ortak düşmanı olur.

Peygamberimiz bir Mekke müşrikine; “Gel Allah’ın birliğine ve benim O’nun resûlü olduğuma îman et” dediğinde: Müşrik; “Sen bana diyorsun ki, zamânımızın süper gücü Bizans’a karşı savaş!. Bu çok zor, kabûl edemem” cevâbını almıştır. Müşrik o dâvetin bâtıl toplumların tamâmından ayrılmak ve onlarla savaşmak demek olduğunu ânında anlamıştır. Ayrılmanın ne demek olduğunu ânında idrâk etmiş ve bu ayrılışın ağır bir bedeli olduğunu hemen fark etmiştir ve “Ben Bizans’a karşı savaşamam” demiştir. Peygamber “îman et ve bâtıl toplumdan ayrıl” diyor, o “Bizans’la savaşamam” diyor. “Îman etmenin îcâbında bâtıl toplumdan ayrılmak ve Sasani ile, Bizans’ ile (günümüzde meselâ Amerika-Rusya ile) savaşmak demek” de olabileceğini hemen idrâk ediyor.

Bâtıl toplumdan ayrılmak bir îman göstergesidir ve îmânın sınanmasıdır. Allah’ın sınaması böyle olur. Allah hak ile bâtılı karşı-karşıya getirerek de sınar müslümanları. Zâten İslâm ve müslümanlık anlamını bu şekilde bulur. Yoksa kuru-kuruya zihnî tartışmalar yapmak değildir İslâm dîni. Bâtıl toplumdan ayrılmak, bâtıl toplumla savaşmak demektir ki işte münâfıklara çok zor gelen bu zorluğu “mü’minler” bunu kolayca göze alabilir. Allah’ın rızâsı ve cennet karşılığında her türlü bedeli ödemeyi göze alabilirler. Tüm savaşlar bu sınamanın bir parçasıdır. Sınamadan kaçmak İslâm’dan kaçmak demek olacağından, o kişinin-toplumun artık “Müslüman” diye anılmasına da gerek kalmaz. Belki onlar sâdece “kültürel müslüman”lardır. Fakat İslâm %100 İslâm’dır ve zihnî-kâlbî yönleri olduğu gibi, güzel ve hoş yönleri olduğu gibi, ağır ve zorlu yönleri de vardır İslâm’ın. İslâm’da bir Kur’ân tilâveti dinlemek de vardır, savaş meydanında olmak da vardır. Fakat bâtıl toplumdan ayrılmayı göze almak demek, “bâtılla savaşmayı da göze almak” demektir ki bu savaşı göze alamadıktan sonra kişinin bâtıl toplumdan ayrılmasının da, nerede olduğunun da bir anlamı kalmaz. Ali Şeriati:

“Hak ile bâtılın çarpıştığı savaş alanında olmadıktan sonra; çağının şâhidi, toplumunun şehidi olmadıktan sonra nerede olursan ol!. İster namaza dur, ister içki sofrasına otur; ne fark eder!” der.

Bâtıl toplum câhiliyedir ve câhiliyeden ayrılmak hak ve bâtılın ayrılmasıdır. İslâm’a göre sürekli olarak iki toplum bulunur: İslâm toplumu ve câhiliye toplumu. Fakat modern dünyâda; İslâm toplumu câhiliye toplumu, câhiliye toplumu ise İslâm toplumu olarak gösteriliyor ve müslümanlar da bunun, kendilerine gösterildiği gibi olduğunu zannediyor. Sonuçta ise müslümanlardan başka zarar gören olmuyor. İşte bunu tersine çevirmenin yolu, hak ve bâtıl toplumun yâni İslâm ve câhiliye toplumunun ayrılmasıdır. Bu ayrılış, ilk başta vahiy/sünnet-merkezli bir zihnî-kâlbî ayrılışla başlayacak, daha sonra da eylemde görülecek bir ayrılışla devâm edecektir. En sonunda da Dünyâ-çapında hak ve bâtıl olarak açığa çıkmalıdır. Böylece hak ne imiş, bâtıl-câhiliye ne imiş herkes görsün. Seyyid Kutub:

“Câhiliye sâdece, yaşanmış bir târihi dönem değildir. İnsanın insana kulluğu söz-konusu olan bütün hayat-sistemleri ve nizamları câhiliyedir. Bugün yeryüzünde egemen olan bütün hayat-sistemleri ve düzenleri istisnâsız olarak bu kapsamın içindedirler. Beşerin tâbi olduğu bugünkü sistemlerin tümünde insanlar; düşüncelerini, ilkelerini, ölçülerini, değerlerini şeriat ve kânunlarını gelenek ve göreneklerini kendileri gibi insanlardan alıyorlar. Bu durum, her yönüyle câhiliyenin ta kendisidir. Bâzısının bâzısını Allah (Subhânehu ve Tealâ)’dan başka rabler edinmesiyle, beşerin beşere kulluğu esâsına dayanan câhiliye... İslâm ise, insanların düşüncelerini, ilkelerini, ölçülerini, değerlerini, şeriat ve kânunlarını, gelenek ve göreneklerini aldıkları yegâne mercî Allah olduğundan, beşerin beşere kulluk yapmaktan kurtulduğu biricik sistemdir.

İslâm ile câhiliyenin yolun ortasında, daha doğrusu herhangi bir yolda buluşmaları mümkün değildir. Bu durum İslâm ile her zaman ve her çağdaki câhiliye sistemleri arasında her zaman geçerli olan bir kuraldır. Bu kural dünkü câhiliye için olduğu gibi, bu-günkü câhiliye için de, yarınki câhiliye için de geçerlidir. İslâm ile câhiliye arasındaki uçurum aşılmaz niteliktedir. İkisini bir noktada buluşturmak için bu uçurumun üzerine bir köprü kurmak imkânsızdır. Bir şeyi paylaşmaları, iletişim kurmaları mümkün değildir. Aralarında sürekli bir çatışma vardır ve sonuçta uyuşmaları söz-konusu değildir” der.

Câhiliyeden hicret etmek yâni onların sisteminden, ölçülerinden, kânun ve yasalarından, coğrafyasından ayrılıp uzaklaşmak peygamberlerin sünneti ve temel misyonudur ki bu, hak ile bâtılın mutlakâ ayrılması gerektiğinin bir işâretidir. Hakkın gerçek anlamda açığa çıkması için bu ayrılış, olmazsa-olmazdır. Ancak ve ancak böyle bir ayrılış ile “hak” apaçık olarak ortaya konacak ve insanlar hak ile bâtılın ne olduğunu çok net bir şekilde görebilecekler ve tercihlerini yapabileceklerdir.  

Bâtıl toplumdan ayrılmak, “her türlü bâtıldan ayrılmak” anlamına gelir. Bâtıldan ayrılınca da geriye haktan başka bir şey kalmaz. Günümüzde ise neredeyse tüm Dünyâ’yı bâtıl-câhiliye kuşatmıştır. Bu durumda yapılacak şey yine bâtıl toplumdan ayrılmak olacaktır fakat bu ayrılış ilkin zihinlerde ve kâlplerde başlamalıdır ki şuurlu bir ayrılış olabilsin. Bu ayrılışın samîmiyet derecesi Allah’ın izni ile “tam bir ayrışma”nın yolunu da açacaktır. Tabi bâtıl toplumdan ayrılmanın bir yolu da, bâtılı hakka çevirmek yada onu kıyâmete kadar yer-altına itmek, hattâ mezara gömmektir. “Toparlanın gitmiyoruz” sözünde ifâdesini bulduğu gibi, her zaman hak toplumun uzaklaşması da gerekmeyebilir ve tam tersine bâtıl uzaklaştırılabilir. Böylece hak ve bâtıl ayrılmış olur.

Hak ve bâtılın ayrılması, hakkın bâtılın üzerine atılıp onu darmadağın etmesi ve artık bâtıl hükümler yerine Allah’ın hükümleriyle hükmedilmesi anlamına da gelir. Eğer bir toplumda bâtıl hükümler yerine “Hakkın hükümlerinin ikâmesi” mücâdelesi başarılı olup da Hakk ile hükmediliyorsa, hak ile bâtıl ayrılmış, hak bâtılın beynini darmadağın etmiş ve Allah’ın dîni hayâta hâkim olmuş demektir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Nîsan 2017






















Devamını Oku »

5 Haziran 2017 Pazartesi

Nüzûl Sırasına Göre Kur’ân’da Yasaklar-Haramlar ve Yapılmaması Gerekenler



(Not: Âyetler Ali Bulaç meâlinden alınmıştır. Nüzûl sırası Mustafa İslamoğlu tertibine göre yapılmıştır).

MEKKE DÖNEMİ

2-’Alâk

6- Hayır; gerçekten insan, azar. 
7- Kendîni müstağni gördüğünden.

4- Müddesir

6- Daha çok istekte bulunmak (başa kakmak) için iyilik yapma!.

5-Duhâ

9- Öyleyse, sakın yetimi üzüp-kahretme!.
10- İsteyip-dileneni azarlayıp-çıkışma!.
             
7- Kalem

8- Şu-hâlde yalanlayanlara itaat etme!.
10- Şunların hiç-birine itaat etme: Yemin edip duran, aşağılık,     
11- Alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip götüren (gizlilik içinde söz ve haber taşıyan),       
12- Hayrı engelleyip sürdüren, saldırgan, olabildiğince günahkâr, 
13- Zorba-saygısız, sonra da kulağı kesik;
             
27- Abese
             
1- Surat astı ve yüz çevirdi;       
2- Kendisine o kör geldi diye.
5- Fakat kendîni müstağni gören (hiç-bir şeye ihtiyâcı olmadığını sanan) ise,        
6- İşte sen, onda ‘yankı uyandırmaya’ çalışıyorsun.

34- Hümeze
             
1- Arkadan çekiştirip duran, kaş göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay hâline;

40- Furkân

22- Melekleri görecekleri gün, suçlu-günahkârlara bir müjde yoktur. Ve o gün (melekler onlara) derler ki: ‘(Size sevinçli haber) Yasaktır, yasak’.

41- Rahmân

8- Sakın mîzanda ‘haksızlık ve taşkınlık yapmayın’.        
9- Tartıyı adâletle tutup-doğrultun ve tartıyı noksan tutmayın.

44- Tâ-Hâ

131- Onlardan bâzı gruplara, kendilerini denemek için yararlandırdığımız dünyâ-hayâtının süsüne gözünü dikme. Senin Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir.

46- Meâric

29- Ve onlar, ırzlarını (ferç) korurlar;

50- Vâkıa

33- Kesilip-eksilmeyen ve yasaklanmayan (meyveler).
79- Ona, temizlenip-arınmış olanlardan başkası dokunamaz.

51-Şuârâ

155- Dedi ki: ‘İşte, bu bir dişi devedir; su içme hakkı (bir gün) onun, belli bir günün su içme hakkı da sizindir’.        
156- ‘Ona bir kötülükle dokunmayın, sonra büyük bir günün azâbı sizi yakalar.
165- ‘Siz insanlardan (cinsel arzuyla) erkeklere mi gidiyorsunuz?.           
166- ‘Rabbinizin sizler için yaratmış bulunduğu eşlerinizi bırakıyorsunuz. Hayır, siz sınırı çiğneyen bir kavimsiniz’.
181- ‘Ölçüyü tam tutun ve eksiltenlerden olmayın’.
182- ‘Dosdoğru olan terâzi ile tartın’.      
183- ‘İnsanların eşyâsını değerden düşürüp-eksiltmeyin ve yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın’.  
184- ‘Sizi ve önceki yaratılmışları yaratandan sakının”.
             
53- Neml

55- ‘Siz gerçekten, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz?. Hayır, siz (yaptığı şeyi) bilmeyen bir kavimsiniz’.

55- Sâd

23- ‘Bu benim kardeşimdir, doksan dokuz koyunu vardır, benimse bir tek koyunum var. Buna rağmen ‘Onu da benim payıma (koyunlarıma) kat’ dedi ve bana, konuşmada üstün geldi’.

56- A’raf

19- Ve ey Âdem, sen ve eşin cennete yerleş. İkiniz dilediğiniz yerden yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zâlimlerden olursunuz.
20- Şeytan, kendilerinden ‘örtülüp gizlenen çirkin yerlerini’ açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki: ‘Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veyâ ebedî yaşayanlardan kılınmamanız içindir’.
27- Ey Âdemoğulları, şeytan, anne ve babanızın çirkin yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de bir belâya uğratmasın. Çünkü o ve taraftarları, (kendilerini göremeyeceğiniz yerden) sizleri görmektedir. Biz gerçekten şeytanları, inanmayacakların dostları kıldık.
28- Onlar, ‘çirkin bir hayâsızlık’ işlediklerinde: ‘atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah bunu bize emretti’ derler. De ki: ‘Şüphesiz Allah, ‘çirkin hayâsızlıkları’ emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah’a karşı mı söylüyorsunuz?’.
31- Ey Âdemoğulları, her mescid yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve isrâf etmeyin. Çünkü O, isrâf edenleri sevmez.
32- De ki: ‘Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?’. De ki: ‘Bunlar, dünyâ-hayâtında îman edenler içindir, kıyâmet günü ise yalnızca onlarındır’. Bilen bir topluluk için âyetleri böyle birer-birer açıklarız.
33- De ki: ‘Rabbim yalnızca çirkin-hayasızlıkları -onlardan açıkta olanlarını ve gizli olanlarını,- günah işlemeyi, haksız yere ‘isyân ve saldırıyı’ kendisi hakkında ispatlayıcı bir delil indirmediği şeyi Allah’a şirk koşmanızı ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır’.
40- Şüphesiz âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklenenler, onlar için göğün kapıları açılmaz ve halat (yada deve) iğnenin deliğinden geçinceye kadar cennete girmezler. Biz suçlu-günahkârları işte böyle cezâlandırırız.
50- Ateşin halkı cennet halkına seslenir: “Bize biraz sudan yada Allah’ın size verdiği rızıktan aktarın”. Derler ki: “Doğrusu Allah, bunları inkâr edenlere haram (yasak) kılmıştır”.
81- ‘Gerçekten siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın) bir kavimsiniz’.
85- Medyen (halkına da) kardeşleri Şuayb’ı (elçi olarak gönderdik. Şuayb onlara) dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir belge (mûcize) gelmiştir. Ölçüyü ve tartıyı tam tutun, insanların (hakları olan mallarını) eşyâsını değerinden düşürüp-eksiltmeyin ve düzene (ıslaha) konulmasından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın. Bu sizin için daha hayırlıdır, eğer inanıyorsanız’.
86- ‘O’na îman edenleri tehdit ederek, Allah’ın yolundan alıkoymak için ve onda çarpıklık arayarak (böyle) her yolun (başını) kesip-oturmayın. Hatırlayın ki siz azınlıkta (ve güçsüz) iken O, sizi çoğalttı. Bozgunculuk çıkaranların nasıl bir sona uğradıklarına bir bakın’.
157- Onlar ki, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de (geleceği) yazılı bulacakları ümmi haber getirici (Nebî) olan elçiye (Resûl) uyarlar; o, onlara mârufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nûru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır.

62- Kehf

22- (Sonra gelen nesiller) Diyecekler ki: ‘Üç’tüler, onların dördüncüsü köpekleridir’. Ve: ‘Beştiler, onların altıncısı köpekleridir’ diyecekler. (Bu,) Bilinmeyene (gayba) taş atmaktır. ‘Yedidirler, onların sekizincisi köpekleridir’ diyecekler. De ki: ‘Rabbim, onların sayısını daha iyi bilir, onları pek az (insan) dışında kimse bilemez’. Öyleyse onlar konusunda açıkta olan bir tartışmadan başka tartışma ve haklarında bunlardan hiç kimseye bir şey sorma.
23- Hiç-bir şey hakkında: ‘Bunu yarın mutlakâ yapacağım’ deme.
24- Ancak: ‘Allah dilerse’ (inşâllah yapacağım de). Unuttuğun zaman Rabbini zikret ve de ki: ‘Umulur ki, Rabbim beni bundan daha yakın bir başarıya yöneltip-iletir’.
70- Dedi ki: ‘Eğer bana uyacak olursan, hiç-bir şey hakkında bana soru sorma, ben sana öğütle-anlatıp söz edinceye kadar’.

63- Cin

18- Şüphesiz mescidler, (yalnızca) Allah’a âittir. Öyleyse, Allah ile berâber başka hiç-bir şeye (ve kimseye) kulluk etmeyin (duâ etmeyin, boyun eğmeyin, tapmayın).

66- Sâffât

6- Şüphesiz biz dünyâ-göğünü ‘çekici bir süsle’, yıldızlarla süsleyip-donattık.       
7- Ve itaatten çıkmış her azgın şeytandan koruduk;        
8- Ki onlar, Mele’i Â’lâ’ya kulak verip dinleyemezler, her yandan kovulup atılırlar;

67- Kasas

12- Biz, daha önce ona süt-analarını haram etmiştik. (Kız kardeşi:) ‘Ben, sizin adınıza bakımını üstlenecek ve ona öğüt verecek (veyâ eğitecek) bir âileyi size bildireyim mi?’. dedi.
17- Dedi ki: ‘Rabbim, bana verdiğin nîmetler adına, artık suçlu günahkârlara destekçi olmayacağım’.
55- ‘Boş ve yararsız sözü’ işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: ‘Bizim yapıp-ettiklerimiz bizim, sizin yapıp-ettikleriniz sizindir; size selâm olsun, biz câhilleri benimsemeyiz’ derler.
86- Kitabın sana (kâlbine vahy ile) bırakılacağını umud etmezdin; (bu,) Rabbinden ancak bir rahmettir. Öyleyse sakın kâfirlere arka olma.   
87- Sana indirildikten sonra, sakın seni Allah’ın âyetlerinden alıkoymasınlar. Sen Rabbine çağır ve sakın müşriklerden olma.
88- Ve Allah ile berâber başka bir ilaha tapma. O’ndan başka ilah yoktur. O’nun yüzünden (zâtından) başka her-şey helâk olucudur. Hüküm O’nundur ve siz O’na döndürüleceksiniz.

68- İsrâ

22- Allah ile berâber başka ilahlar edinme, yoksa kınanmış ve kendi başına (yapayalnız ve yardımcısız) bırakılmış olursun.
23- Rabbin, O’ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle-davranmayı emretti. Şâyet onlardan biri veyâ ikisi yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: ‘Öf’ bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle.
26- Akrabâya hakkını ver, yoksula ve yolda kalmışa da. İsrâf ederek saçıp-savurma.
29- Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın.
31- Yoksulluk endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin; onlara ve size biz rızık veririz. Şüphesiz, onları öldürmek büyük bir hâtâ (suç ve günah)dır.    
32- Zinâya yaklaşmayın, gerçekten o, ‘çirkin bir hayâsızlık’ ve kötü bir yoldur.      
33- Haklı bir sebep olmaksızın Allah’ın haram kıldığı bir kimseyi öldürmeyin. Kim mazlum olarak öldürülürse onun velisine yetki vermişizdir; o da öldürmede ölçüyü aşmasın. Çünkü o, gerçekten yardım görmüştür.
34- Erginlik çağına erişinceye kadar, -o da en güzel bir tarz olması- dışında yetimin malına yaklaşmayın. Ahde vefâ gösterin. Çünkü ahid bir sorumluluktur.    
35- Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun ve dosdoğru bir tartıyla tartın; bu, daha hayırlıdır ve sonuç bakımından daha güzeldir.           
36- Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kâlb, bunların hepsi ondan sorumludur.      
37- Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne dağlara boyca erişebilirsin.
39- Bunlar, Rabbinin sana hikmet olarak vahyettiği şeylerdir. Rabbin ile berâber başka ilahlar kılma, yoksa yerilmiş, kovulmuş olarak cehenneme bırakılırsın.
110- De ki: ‘Allah, diye çağırın, ‘Rahmân’ diye çağırın, ne ile çağırırsanız; sonunda en güzel isimler O’nundur’. Namazında sesini çok yükseltme, çok da kısma, bu ikisi arasında (orta) bir yol benimse.

69-Yûnus

59- De ki: ‘Allah’ın sizin için indirdiği sizin bir kısmını haram ve helâl kıldığınız rızıktan, haber var mı?. Söyler misiniz?’. De ki: ‘Allah mı size izin verdi, yoksa Allah hakkında yalan uydurup iftirâ mı ediyorsunuz?’.
94- Sana indirdiğimizden eğer kuşkudaysan, senden önce kitabı okuyanlara sor. Andolsun, Rabbinden sana gerçek gelmiştir, Şu-hâlde kuşkuya kapılanlardan olma!.       
95- Ve Allah’ın âyetlerini yalanlayanlardan olma!; yoksa hüsrâna uğrayanlardan olursun.
105- Ve: “Bir muvahhid (hanif) olarak yüzünü dîne doğru yönelt ve sakın müşriklerden olma!”.
106- ‘Allah’tan başka, sana yararı ve zararı olmayan(ilahlar)a tapma!. Eğer sen (bu emirlerin tersini) yapacak olursan, bu durumda muhakkak zulmedenlerden olursun’ (diye de emrolundum.)

70- Hûd

64- ‘Ey kavmim, size işte bir âyet olarak Allah’ın devesi; onu serbest bırakın, Allah’ın arzında yesin. Ona kötülük (vermek niyeti)yle dokunmayın. Yoksa sizi yakın bir azab sarıverir’.
84- Medyen (halkına da) kardeşleri Şuayb’ı (elçi gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah’a ibâdet edin, O’ndan başka ilahınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın; gerçekten sizi bir ‘bolluk ve refah (hayır)’ içinde görüyorum. Doğrusu sizi çepeçevre kuşatacak olan bir günün azâbından korkuyorum’.          
85- ‘Ey kavmim, ölçüyü ve tartıyı -adâleti gözeterek- tam tutun ve insanların eşyâsını değerden düşürüp- eksiltmeyin ve yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın’.
88- Dedi ki: ‘Ey kavmim görüşünüz nedir söyler misiniz?. Ya ben Rabbimden apaçık bir belge üzerinde isem ve O da beni kendisinden güzel bir rızık ile rızıklandırmışsa?. Ben, size yasakladığım şeylere (kendim sâhiplenmek suretiyle) size aykırı düşmek istemiyorum. Benim istediğim, gücüm oranında yalnızca ıslah etmektir. Benim başarım ancak Allah iledir; O’na tevekkül ettim ve O’na içten yönelip-dönerim’.
109- Artık onların tapmakta oldukları şeyler konusunda, sakın kuşkuda olma!. Daha önceleri, ataları nasıl tapıyor idiyseler, onlar da ancak böyle tapıyorlar. Şüphesiz biz paylarını eksiltmeksizin onlara ödeyecek olanlarız.
113- Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka velîleriniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz.

71- Yûsuf

87- ‘Oğullarım, gidin de Yûsuf ile kardeşinden (etrâflı bir araştırma yapıp) bir haber getirin ve Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden umut kesmez’.

72- Hicr

55- Dediler ki: ‘Seni gerçekle müjdeledik; öyleyse umut kesenlerden olma!’.
88- Sakın onlardan bâzılarını yararlandırdığımız şeylere gözünü dikme, onlara karşı hüzne kapılma, mü’minler için de (şefkat) kanatlarını ger.
94- Öyleyse sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklere aldırış etme!.

73- En-âm

14- De ki: ‘O, gökleri ve yeri yaratırken ve O, (hep) besleyen (hiç) beslenmezken, ben Allah’tan başkasını mı velî edineceğim?’. De ki: ‘Bana gerçekten müslüman olanların ilki olmam emredildi ve: Sakın müşriklerden olma!’. (denildi.)
35- Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse, onlara bir âyet getirmek için yerde bir tünel açmaya veyâ göğe bir merdiven dayamaya gücün yetiyorsa (yap). Eğer Allah dileseydi, onların tümünü hidâyet üzere toplardı. Öyleyse sakın câhillerden olma!.
52- Sabah-akşam -O’nun yüzünü (rızâsını) dileyerek- Rablerine duâ edenleri kovma!. Onların hesâbından senin üzerinde birşey (yükümlülük), senin hesâbından da bir şey (yükümlülük) yoktur ki onları kovman gereksin. Yoksa zâlimlerden olursun.
68- Âyetlerimiz konusunda ‘alaylı tartışmalara dalanlar:’ -onlar bir başka söze geçinceye kadar- onlardan yüz çevir. Şeytan sana unutturacak olursa, bu durumda hatırlamadan sonra, artık zulmeden toplulukla berâber oturma!.
70- Dinlerini bir oyun ve eğlence (konusu) edinenleri ve dünyâ-hayâtı kendilerini mağrur kılanları bırak. Onunla (Kur’ân’la) hatırlat ki, bir nefis, kendi kazandıklarıyla helâke düşmesin; (böylesinin) Allah’tan başka ne bir velîsi, ne bir şefaatçisi vardır; her türlü fidyeyi verse de kabûl olunmaz. İşte onlar, kazandıkları nedeniyle helâke uğrayanlardır; küfre saptıklarından dolayı onlar için çılgınca kaynar sular ve acıklı bir azab vardır.
106- Rabbinden sana vahyedilene uy. O’ndan başka ilah yoktur. Ve müşriklerden yüz çevir.
114- Allah’tan başka bir hakem mi arıyayım?. Oysa O, size Kitabı açıklanmış olarak indirmiştir. Kendilerine Kitap verdiklerimiz, bunun gerçekten Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilmektedirler. Şu hâlde, sakın kuşkuya kapılanlardan olma!.
118- Eğer O’nun âyetlerine inanıyorsanız, artık üzerinde yalnızca Allah’ın ismi anılanlardan yiyin.  
119- Ne oluyor ki size, kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı-karşıya kalmanız dışında, O, size haram kıldıklarını ayrı-ayrı açıklamışken, üzerinde Allah’ın ismi anılan şeyleri yemiyorsunuz?. Gerçekten çoğu, bir ilim olmaksınız kendi hevâ(istek ve tutku)larıyla (kimilerini) saptırıyorlar. Şüphesiz, senin Rabbin haddi aşanları en iyi bilendir.
120- Günahın açıkta olanını da, gizlisini de terkedin. Çünkü günahı kazananlar, yüklendikleri nedeniyle karşılık göreceklerdir.
121- Üzerinde Allah’ın isminin anılmadığı şeyi yemeyin; çünkü bu fısk’tır (yoldan çıkıştır). Gerçekten şeytanlar, sizinle mücâdele etmeleri için kendi dostlarına gizli-çağrılarda bulunurlar. Onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de müşriklersiniz.
138- Ve kendi zanlarınca dediler ki: ‘Bu hayvanlar ve ekinler dokunulmazdır. Onları bizim dilediklerimiz dışında başkası yiyemez. (Şu) Hayvanların da sırtları haram kılınmıştır’. Öyle hayvanlar vardır ki, -O’na iftirâ etmek suretiyle- üzerlerinde Allah’ın ismini anmazlar. Yalan yere iftirâ düzmekte olduklarından dolayı O, cezâlarını verecektir.
139- Bir de dediler ki: ‘Bu hayvanların karınlarında olan, yalnızca bizim erkeklerimize âittir, eşlerimize ise haramdır. Eğer o, ölü doğarsa onlar da bunda ortaktırlar’. Allah, (bu) düzmelerinin cezâsını verecektir. Şüphesiz O, hüküm sâhibi olandır, bilendir.
140- Çocuklarını hiç-bir bilgiye dayanmaksızın akılsızca öldürenler ile Allah’a karşı yalan yere iftirâ düzüp Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiklerini haram kılanlar elbette hüsrâna uğramışlardır. Onlar, gerçekten şaşırıp sapmışlardır ve doğru yolu bulamamışlardır.
141- Asmalı ve asmasız bahçeleri, hurmaları ve tadları farklı ekinleri, zeytinleri ve narları -birbirine benzer ve benzeşmez- yaratan O’dur. Ürün verdiğinde ürününden yiyin ve hasad günü hakkını verin; isrâf etmeyin. Çünkü O, isrâf edenleri sevmez.           
142- Hayvanlardan yük taşıyan ve (yünlerinden, tüylerinden) döşek yapılanları da (yaratan O’dur). Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden yiyin ve şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.
143- Sekiz çift; koyundan iki, keçiden de iki. De ki: ‘İki erkeği mi haram kıldı?. Yoksa iki dişiyi mi, yada o iki dişinin rahimlerinin, kendisini kapsadığı (yavruları) mı?. Eğer doğru söylüyorsanız bana bir ilimle haber verin’.
144- Deveden iki, sığırdan da iki. De ki: ‘İki erkeği mi haram kıldı?. Yoksa iki dişiyi mi yada o iki dişinin rahimlerinin, kendisini kapsadığı (yavruları) mı?. Yoksa Allah, bunları sizlere tavsiye ettiği zaman şâhid miydîniz?’. Hiç-bir bilgiye dayanmaksızın insanları saptırmak için Allah’a karşı yalan uydurup iftirâ düzenden daha zâlim kimdir?. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez.
145- De ki: ‘Bana vahyolunanlar içinde, yiyen bir kimsenin yiyeceği (şeyler) için, ölü eti, dökülen kan, domuz eti -ki bu gerçekten murdardır- yada Allah’tan başkası adına kesilmiş bir fısk dışında, haram kılınmış bir şey bulmuyorum. Kim kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı-karşıya kalırsa, -saldırmamak ve haddi aşmamak şartıyla- (bu sayılanlardan ölmeyecek kadar yiyebilir). Şüphesiz Rabbin bağışlayandır, esirgeyendir.
146- Yahudi olanlara her tırnaklı (hayvanı) haram kıldık. Sığırlardan ve koyunlardan, sırtlarına veyâ bağırsaklarına yapışan veyâ kemiğe karışanlar dışında iç yağlarını da onlara haram kıldık. ‘Azgınlık ve hakka tecâvüzde bulunmaları’ nedeniyle onları böyle cezâlandırdık. Biz şüphesiz doğru olanlarız.
148- Şirk koşanlar diyecekler ki: ‘Allah dileseydi ne biz şirk koşardık, ne atalarımız ve hiç-bir şeyi de haram kılmazdık’. Onlardan öncekiler de, bizim zorlu-azâbımızı tadıncaya kadar böyle yalanladılar. De ki: ‘Sizin yanınızda, bize çıkarabileceğiniz bir ilim mi var?. Siz ancak zanna uymaktasınız ve siz ancak ‘zan ve tahminle yalan söylersiniz’.
150- De ki: ‘Gerçekten Allah’ın bunu haram kıldığına şehâdet edecek şâhidlerinizi getirin’. Şâyet onlar, şehâdet edecek olurlarsa sen onlarla birlikte şehâdet etme. Âyetlerimizi yalan sayanların ve âhirete inanmayanların hevâ(istek ve tutku)larına uyma; onlar (bir-takım güçleri ve varlıkları) Rablerine denk tutmaktadırlar.
151- De ki: ‘Gelin size Rabbinizin neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiç-bir şeyi ortak koşmayın, anne-babaya iyilik edin, yoksulluk-endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. -Sizin de, onların da rızıklarını biz vermekteyiz- Çirkin-kötülüklerin açığına ve gizli olanına yaklaşmayın. Hakka dayalı olma dışında, Allah’ın (öldürülmesini) haram kıldığı kimseyi öldürmeyin. İşte bunlarla size tavsiye (emr) etti; umulur ki akıl erdirirsiniz’.
152- ‘Yetimin malına, o erginlik çağına erişinceye kadar -o en güzel (şeklin) dışında- yaklaşmayın. Ölçüyü ve tartıyı doğru olarak yapın. Hiç-bir nefse, gücünün kaldırabileceği dışında bir şey yüklemeyiz. Söylediğiniz zaman -yakınınız dâhi olsa- âdil olun. Allah’ın ahdine vefâ gösterin. İşte bunlarla size tavsiye (emr) etti; umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz’.
153- Bu benim dosdoğru yolumdur. Şu-hâlde ona uyun. Sizi O’nun yolundan ayıracak (başka) yollara uymayın. Bununla size tavsiye etti, umulur ki korkup-sakınırsınız.

74- Nahl

35- Şirk koşmakta olanlar dediler ki: ‘Eğer Allah dileseydi, O’nun dışında hiç-bir şeye kulluk etmezdik, biz de, atalarımız da; ve O’nsuz hiç-bir şeyi haram kılmazdık’. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Şu-hâlde elçilere düşen apaçık bir tebliğden başkası mı?.
71- Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?.
74- Artık Allah’a benzerler aramaya kalkışmayın; çünkü Allah bilir, siz ise bilmezsiniz.
94- Yeminlerinizi kendi aranızda, bir bozuculuk unsuru edinmeyin; sonra sapasağlam basan ayak kayar ve Allah’ın yolundan alıkoyduğunuz için kötülüğü tadarsınız. (Ayrıca) Büyük azab da sizin içindir.       
95- Allah’ın ahdîni ucuz bir değere karşılık satmayın. Eğer bilirseniz, Allah katında olan sizin için daha hayırlıdır.
114- Öyleyse Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden helâl (ve) temiz olanlarını yiyin; eğer O’na kulluk ediyorsanız Allah’ın nîmetine şükredin.
115- O, size ancak ölüyü, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilmiş olan (hayvan)ı haram kıldı. Fakat kim mecbur kalırsa, saldırmamak ve sınırı aşmamak üzere (yiyebilir). Çünkü gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.
116- Dillerinizin yalan yere nitelendirmesi dolayısıyla şuna helâl, buna haram demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa ermezler.
118- Yahudi olanlara da, bundan önce sana aktardıklarımızı haram kıldık. Biz onlara zulmetmedik, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.
127- Sabret; senin sabrın ancak Allah(ın yardımı) iledir. Onlar için hüzne kapılma! ve kurmakta oldukları hîleli-düzenlerden dolayı sıkıntıya düşme.

75- Lokmân

13- Hani Lukman oğluna -öğüt vererek- demişti ki; ‘Ey oğlum, Allah’a şirk koşma. Şüphesiz şirk, gerçekten büyük bir zulümdür’.
15- Bununla birlikte, onların ikisi (annen ve baban) hakkında bilgin olmayan şeyi bana şirk koşman için, sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda onlara itaat etme ve dünyâ (hayâtın) da onlara iyilikle (ma’ruf üzere) sâhiplen (onlarla geçin) ve bana ‘gönülden-katıksız olarak yönelenin’ yoluna tâbi ol. Sonra dönüşünüz yalnızca banadır, böylece ben de size yaptıklarınızı haber vereceğim.
18- ‘İnsanlara yanağını çevirip (büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, büyüklük taslâyıp böbürleneni sevmez’.    
19- ‘Yürüyüşünde orta bir yol tut, sesinden de (yüksek perdeleri) eksilt. Çünkü, seslerin en çirkin olanı gerçekten eşeklerin sesidir’.
33- Ey insanlar, Rabb’inizden korkup-sakının ve öyle bir günün azâbından çekinip-korkun ki, (o gün hiç) bir baba, çocuğu için bir karşılık veremez ve (hiç) bir çocuk da babası için bir şeyi verebilecek (durumda) değildir. Şüphesiz Allah’ın vâdi haktır. Artık dünyâ-hayâtı sizi aldatmaya sürüklemesin ve aldatıcı(lar) da sizi Allah ile aldatmasın.

77- Zümer

53- (Benden onlara) De ki: ‘Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü aşan kullarım. Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir’.

82- Şûrâ

51- Kendisiyle Allah’ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir; ancak bir vahy ile yada perde arkasından veyâ bir elçi gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka. Gerçekten O, yücedir, hüküm ve hikmet sâhibidir.

83- Zuhrûf

89- Şimdi sen, ‘aldırış etmeksizin onlardan yüz çevir’ ve: ‘Selam’ de. Artık onlar bileceklerdir.

87- Zâriyât

51- Allah ile berâber başka bir ilah(ı ortak) kılmayın. Gerçekten sizi, O’ndan yana açıkça uyarıyorum.
54- Öyleyse sen, onlardan yüz çevir; artık kınanacak değilsin.

88- Rûm

31- ‘Gönülden katıksız bağlılar’ olarak, O’na yönelin ve O’ndan korkup-sakının, dosdoğru namazı kılın ve müşriklerden olmayın.
60- Öyleyse sen sabret; şüphesiz Allah’ın vâdi haktır; kesin bilgiyle inanmayanlar sakın seni telâşa kaptırıp-hafifliğe (veyâ gevşekliğe) sürüklemesinler.

89- Ankebût

8- Biz insana, anne ve babasına (karşı) güzelliği (ilke edinmesini) tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan şeyle bana ortak koşman için sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda, onlara itaat etme. Dönüşünüz banadır. Artık yaptıklarınızı size haber vereceğim.
46- İçlerinde zulmedenleri hâriç olmak üzere, Kitap Ehli’yle en güzel olan bir tarzın dışında mücâdele etmeyin. Ve deyin ki: ‘Bize ve size indirilene îman ettik; bizim ilahımız da, sizin ilahınız da birdir ve biz O’na teslim olmuşuz’.

MEDÎNE DÖNEMİ

91- Hacc

1- Ey insanlar, Rabbinizden korkup-sakının, çünkü kıyâmet saatinin sarsıntısı büyük bir şeydir.
26- Hani biz İbrâhim’e Evin (Kâbe’nin) yerini belirtip hazırladığımız zaman (şöyle emretmiştik:) ‘Bana hiç-bir şeyi ortak koşma, tavâf edenler, kıyâm edenler, rükûa ve sücûda varanlar için Evimi tertemiz tut’.
30- İşte böyle; kim Allah’ın haram kıldıklarını (gözetip hükümlerini) yüceltirse, Rabbinin katında kendisi için hayırlıdır. Size (haklarında yasaklar) okunanlar dışındaki hayvanlar helâl kılındı. Öyleyse iğrenç bir pislik olan putlardan kaçının, yalan söz söylemekten de kaçının.
67- Biz her ümmete bir ibâdet tarzı (mensek) kıldık, onlar bu tarz üzere ibâdet etmektedirler. Öyleyse, (din) iş(in)de seninle çekişmesinler. Sen Rabbine çağır. Şüphesiz sen dosdoğru bir hidâyet üzerindesin.

92- Muhammed

33- Ey îman edenler, Allah’a itaat edin, Resûl’e itaat edin ve kendi amellerinizi geçersiz kılmayın.
35- Öyleyse, siz üstün (bir durumda) iken, barışa çağırmak sûretiyle gevşekliğe düşmeyin. Allah sizinle berâberdir; O, sizin amellerinizi aslâ eksiltmez.

94- Bakara

35- Ve dedik ki: ‘Ey Âdem, sen ve eşin cennette yerleş. İkiniz de ondan, neresinden dilerseniz, bol bol yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zâlimlerden olursunuz’.
41- Yanınızda olan (Tevrat)ı, doğrulayıcı olarak indirdiğime (Kur’ân’a) îman edin; onu inkâr edenlerin ilki siz olmayın ve âyetlerimizi az bir değer karşılığında değişmeyin. Ve yalnızca benden korkun.
83- Hani İsrâiloğullarından, ‘Allah’tan başkasına kulluk etmeyin, anneye-babaya, yakınlara, yetimlere ve yoksullara iyilikle davranın, insanlara güzel söz söyleyin, namazı dosdoğru kılın ve zekatı verin’ diye misâk almıştık. Sonra siz, pek azınız hâriç, döndünüz ve (hâlâ) yüz çeviriyorsunuz.
84- Hani sizden ‘Birbirinizin kanını dökmeyin, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın’ diye misâk almıştık. Sonra sizler bunu onaylamıştınız, hâlâ (buna) şâhitlik ediyorsunuz.
85- Sonra (yine) siz, birbirinizi öldürüyor, bir bölümünüzü yurtlarından sürüp-çıkarıyor ve günah ve düşmanlıkla aleyhlerinde ittifaklar kuruyor ve size esir olarak geldiklerinde onlarla fidyeleşiyorsunuz. Oysa onları çıkarmanız size haram kılınmıştı. Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.
104- Ey îman edenler, ‘Râina-Bizi güt’ demeyin. ‘Unzurna-Bizi gözet’ deyin ve dinleyin. Kâfirler için acı bir azab vardır.
109- Kitap Ehlinden çoğu, kendilerine gerçek (hak) apaçık belli olduktan sonra, nefislerini (kuşatan) kıskançlıktan dolayı, îmânınızdan sonra sizi inkâra döndürmek arzusunu duydular. Fakat, Allah’ın emri gelinceye kadar onları bırakın ve (onlara ne sözle, ne de eylemle) ilişmeyin. Hiç şüphesiz Allah, her-şeye güç yetirendir.
123- Hiç kimsenin hiç kimse adına bir şey ödeyemeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı ve hiç kimsenin şefaatinin kabûl edilmeyeceği ve yardım görülmeyeceği bir günden sakının.
147- Gerçek (hak) Rabbinden (gelen)dir. Şu-hâlde sakın kuşkuya kapılanlardan olma!.
152- Öyleyse (yalnızca) Beni anın, Ben de sizi anayım; ve (yalnızca) Bana şükredin ve (sakın) nankörlük etmeyin.
154- Ve sakın Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin; hayır onlar diridirler. Fakat siz bunun şuurunda değilsiniz.
168- Ey insanlar, yeryüzünde olan şeyleri helâl ve temiz olarak yiyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Gerçekte o, sizin için apaçık bir düşmandır.
172- Ey îman edenler size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyin ve yalnızca O’na kulluk ediyorsanız, (yine yalnızca) Allah’a şükredin.          
173- O, size ölüyü (leşi)- kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilmiş olan (hayvan)ı kesin olarak haram kıldı. Fakat kim kaçınılmaz olarak muhtaç kalırsa, taşkınlık yapmamak ve haddi aşmamak şartıyla (ölmeyecek oranda yiyebilir), ona bir günah yoktur. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.
187- Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar, sizin örtüleriniz, siz de onlara örtüsünüz. Allah, gerçekten sizin, nefislerinize ihânet ettiğinizi (güvenmediğinizi) bildi, tevbenizi kabûl etti ve sizi bağışladı. Artık onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için yazdıklarını dileyin. Fecir vakti, sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırd edilinceye kadar yiyin, için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın. Mescidlerde îtikâfta olduğunuz zamanlarda onlara (kadınlarınıza) yaklaşmayın. Bunlar, Allah’ın sınırlarıdır, (sakın) onlara yanaşmayın. İşte Allah, insanlara âyetlerini böylece açıklar; umulur ki sakınırlar.
188- Birbirinizin mallarını haksızlıkla yemeyin ve bile-bile günahla insanların mallarından bir bölümünü yemeniz için onları hâkimlere aktarmayın.
194- Haram ay, haram aya karşılıktır; hürmetler (de) karşılıklıdır. Öyleyse kim size saldırırsa, onun saldırdığı gibi siz de ona saldırın. Allah’tan korkup-sakının ve bilin ki Allah, muhakkak ki korkup-sakınanlarla berâberdir.
195- Allah yolunda infâk edin ve kendînizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever.
197- Hacc, bilinen aylardır. Böylelikle kim onlarda haccı farz eder (yerine getirir)se, (bilsin ki) haccda kadına yaklaşmak, fısk yapmak ve kavgaya girişmek yoktur. Siz, hayır adına ne yaparsanız, Allah, onu bilir. Azık edînin, şüphesiz azığın en hayırlısı takvâdır. Ey temiz akıl sâhipleri, Benden korkup-sakının.
203- Sayılı günlerde Allah’ı anın. İki günde (Mina’dan dönmek için) elini çabuk tutana günah yoktur, geri kalana da günah yoktur. (Bu) sakınan için(dir). Allah’tan korkup-sakının ve gerçekten bilin ki, siz O’na döndürülüp-toplanacaksınız.
208- Ey îman edenler, hepiniz topluca ‘barış ve güvenliğe (Silm’e, İslâm’a) girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.
217- Sana haram olan ayı, onda savaşmayı sorarlar. De ki: ‘Onda savaşmak büyük (bir günahtır). Ancak Allah katında, Allah’ın yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek, Mescid-i Haram’a engel olmak ve halkını oradan çıkarmak daha büyük (bir günahtır). Fitne, katilden beterdir. Eğer güç yetirirlerse, sizi dîninizden geri çevirinceye kadar sizinle savaşmayı sürdürürler; sizden kim dîninden geri döner ve kâfir olarak ölürse, artık onların bütün işledikleri (amelleri) Dünyâ’da da, âhirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateşin halkıdır, onda süresiz kalacaklardır.
219- Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: ‘Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için (bâzı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür’. Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: ‘İhtiyaçtan artakalanı’. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz;
221- Müşrik kadınları, îman edinceye kadar nikâhlamayın; îman eden bir câriye, -hoşunuza gitse de- müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Müşrik erkekleri de îman edinceye kadar nikâhlamayın; îman eden bir köle, -hoşunuza gitse de- müşrik bir erkekten daha hayırlıdır. Onlar, ateşe çağırırlar, Allah ise kendi izniyle cennete ve mağfirete çağırır. O, insanlara âyetlerini açıklar. Umulur ki öğüt alıp-düşünürler.
222- Sana ‘kadınların aybaşı hâlini’ sorarlar. De ki: ‘O, bir rahatsızlık (ezâ)dır. Aybaşı hâlinde kadınlardan ayrılın ve temizlenmelerine kadar onlara (cinsel anlamda) yaklaşmayın. Temizlendiklerinde, Allah’ın size emrettiği yerden onlara gidin. Şüphesiz Allah, tevbe edenleri sever, temizlenenleri de sever’.
224- Yeminlerinizi bahane ederek; iyilik yapmanız, sakınmanız ve insanların arasını düzeltmenize Allah’ı engel kılmayın. Allah işitendir, bilendir.
228- Boşanmış kadınlar kendi-kendilerine üç ‘ay-hâli ve temizlenme süresi’ beklerler. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorlarsa Allah’ın rahimlerinde yarattığını saklamaları onlara helâl olmaz. Kocaları, bu süre içinde barışmak isterlerse, onları geri almada (başkalarından) daha çok hak sâhibidirler. Onların lehine de, aleyhlerindeki mâruf hakka denk bir hak vardır. Yalnız erkekler için onlar üzerinde bir derece var. Allah Aziz’dir. Hâkim’dir.
229- Boşanma iki defâdır. (Sonra) Ya iyilikle tutmak veyâ güzellikle bırakmak (gerekir). Onlara (kadınlara) verdiğiniz bir şeyi geri almanız size helâl değildir; ancak ikisinin Allah’ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkmuş olmaları (durumu başka). Eğer ikisinin Allah’ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkarsanız, bu durumda (kadının) fidye vermesinde ikisi için de günah yoktur. İşte bunlar, Allah’ın sınırlarıdır; onlara tecâvüz etmeyin. Kim Allah’ın sınırlarına tecâvüz ederse, onlar zâlimlerin ta kendileridir.
230- Yine onu (kadını üçüncü defâ) boşarsa, (kadın) onun dışında bir başka kocayla nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz. Eğer (bu koca da) onu boşarsa, onlar (ilk koca ile karısı) Allah’ın sınırlarını ayakta tutacaklarını sanıyorlarsa, tekrar birbirlerine dönmelerinde ikisi için günah yoktur. İşte bunlar, Allah’ın sınırlarıdır; bilen bir topluluk için bunları (böyle) açıklar.
231- Kadınları boşadığınızda, bekleme sürelerini tamamlamışlarsa, onları ya güzellikle tutun yada güzellikle bırakın. Fakat haklarını ihlâl edip zarar vermek için onları (yanınızda) tutmayın. Kim böyle yaparsa artık o, kendi nefsine zulmetmiş olur. Allah’ın âyetlerini oyun (konusu) edinmeyin ve Allah’ın size verdiği nîmeti ve size öğüt olarak indirdiği Kitab’ı ve hikmeti anın. Allah’tan korkup-sakının ve bilin ki, Allah her-şeyi bilendir.
232- Kadınları boşadığınızda, bekleme sürelerini de tamamlamışlarsa -birbirleriyle mâruf (bilinen meşrû biçimde) anlaştıkları takdirde- onlara, kendilerini kocalarına nikâhlamalarına engel çıkarmayın. İşte, içinizde Allah’a ve âhiret gününe îman edenlere bununla (böyle) öğüt verilir. Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Allah, bilir de siz bilmezsiniz.
233- Emzirmeyi tamamlamak isteyenler için anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Onların (annelerin) yiyeceği, giyeceği bilinen (örf)e uygun olarak, çocuk kendisinin olana (babaya) âittir. Kimseye güç yetireceğinin dışında (yük ve sorumluluk) teklif edilmez. Anne, çocuğu, çocuk kendisinin olan baba da çocuğu dolayısıyla zarara uğratılmasın; mîrasçı üzerinde (ki sorumluluk ve görev) de bunun gibidir. Eğer (anne ve baba) aralarında rızâ ile ve danışarak (çocuğu iki yıl tamamlanmadan) sütten ayırmayı isterlerse, ikisi için de (bu hususta) bir güçlük yoktur. Ve eğer çocuklarınızı (bir süt-anneye) emzirtmek isterseniz, vereceğinizi örfe uygun olarak ödedikten sonra size bir sorumluluk yoktur. Allah’tan korkup-sakının ve bilin ki, Allah yaptıklarınızı görendir.
235- (İddeti bekleyen) Kadınları nikâhlamak istediğinizi (onlara) sezdirmenizde yada böyle bir isteği gönlünüzde saklamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Gerçekte Allah, sizin onları (gönlünüzden geçirip) anacağınızı bilir. Sakın bilinen (meşrû) sözler dışında onlarla gizlice vaâdleşmeyin; bekleme süresi tamamlanıncaya kadar nikâh bağını bağlamaya kesin karar vermeyin. Ve bilin ki, elbette Allah içinizden geçeni bilmektedir. Artık ondan kaçının. Ve bilin ki, şüphesiz Allah bağışlayandır, (kullara) yumuşak davranandır.
256- Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim Tâğutu tanımayıp Allah’a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir.
267- Ey îman edenler, kazandıklarınızın iyi olanından ve sizin için yerden bitirdiklerimizden infâk edin. Kendînizin göz yummadan alamayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın ve bilin ki, şüphesiz Allah, hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayandır, övülmeye lâyık olandır.
275- Fâiz (ribâ) yiyenler, ancak şeytan çarpmış olanın kalkışı gibi, çarpılmış olmaktan başka (bir tarzda) kalkmazlar. Bu, onların: ‘Alım-satım da ancak fâiz gibidir’ demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alış-verişi helâl, fâizi haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (fâize) bir son verirse, artık geçmişi kendisine, işi de Allah’a âittir. Kim (fâize) geri dönerse, artık onlar ateşin halkıdır, orada sürekli kalacaklardır.
276- Allah, fâizi yok eder de, sadakaları arttırır. Allah, günahkâr kâfirlerin hiç-birini sevmez.          
277- Îman edip güzel amellerde bulunanlar, namazı dosdoğru kılanlar ve zekatı verenler; şüphesiz onların ecirleri Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.           
278- Ey îman edenler, Allah’tan sakının ve eğer inanmışsanız, fâizden artakalanı bırakın.
282- Ey îman edenler, belirli bir süre için borçlandığınız zaman onu yazınız. Aranızdan bir kâtip doğru olarak yazsın, kâtip Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın, yazsın. Üzerinde hak olan (borçlu) da yazdırsın ve Rabbi olan Allah’tan sakınsın, ondan hiç-bir şeyi eksiltmesin. Eğer üzerinde hak olan (borçlu), düşük akıllı yada zaaf-sâhibi veyâ kendisi yazmaya güç yetiremeyecekse, velîsi dosdoğru yazdırsın. Erkeklerinizden de iki şâhid tutun; eğer iki erkek yoksa, şâhidlerden rızâ göstereceğiniz bir erkek ve biri şaşırdığında öbürü ona hatırlatacak iki kadın (da olur). Şâhidler çağırıldıkları zaman kaçınmasınlar. Onu (borcu) az olsun, çok olsun, süresiyle birlikte yazmaya üşenmeyin. Bu, Allah katında en âdil, şâhitlik için en sağlam, şüphelenmemeniz için de en yakın olandır. Ancak aranızda devredip durduğunuz ve peşin olarak yaptığınız ticâret başka, bunu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Alış-veriş ettiğinizde de şâhid tutun. Yazana da, şâhide de zarar verilmesin. (Aksini) Yaparsanız, o, kendîniz için fısk (zulüm ve günah)tır. Allah’tan sakının. Allah size öğretiyor. Allah her-şeyi bilendir.
283- Eğer yolculukta iseniz ve kâtip bulamazsanız, bu durumda alınan rehin (yeter). Şu durumda eğer birbirinize güveniyorsanız, kendisine güven duyulan, Rabbi olan Allah’tan sakınsın da emânetini ödesin. Şâhidliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse, artık şüphesiz, onun kâlbi günahkârdır. Allah, yaptıklarınızı bilendir.

95- Enfâl

15- Ey îman edenler, toplu olarak kâfirlerle karşılaştığınız zaman, onlara arka çevirmeyin (savaştan kaçmayın).
20- Ey îman edenler, Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin. Siz de işitiyorken, ondan yüz çevirmeyin.
21- Ve: ‘Biz işittik’ dedikleri hâlde, gerçekte işitmeyenler gibi olmayın;
46- Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir. 
47- Bir de yurtlarından refahtan şımarıp-azıtarak, insanlara gösteriş yaparak çıkanlar ve (halkı) Allah’ın yolundan alıkoyanlar gibi olmayın. Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatandır.
67- Hiç-bir peygambere, yeryüzünde kesin bir zafer kazanıncaya kadar esir alması yakışmaz. Siz dünyânın geçici yararını istiyorsunuz. Oysa Allah (size) âhireti istemektedir. Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir.
69- Artık ganîmet olarak elde ettiklerinizden helâl ve temiz olarak yiyin ve Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir’.

96- Hadîd

16- Îman edenlerin, Allah’ın ve haktan inmiş olanın zikri için kâlplerinin ‘saygı ve korku ile yumuşaması’ zamânı gelmedi mi?. Onlar, bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun bir süre geçmiş, böylece kâlpleri de katılaşmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan çoğu fâsık olanlardı.
28- Ey îman edenler, Allah’tan sakınıp-korkun ve O’nun elçisine îman edin, size kendi rahmetinden iki kat (güzel karşılık) versin. Size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nûr kılsın ve size mağfiret etsin. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.

97- Nûr

3- Zînâ eden erkek, zînâ eden yada müşrik olan bir kadından başkasını nikâhlayamaz; zînâ eden kadını da zînâ eden yada müşrik olan bir erkekten başkası nikâhlayamaz. Bu, mü’minlere haram kılınmıştır.
21- Ey îman edenler, şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa, (bilsin ki) gerçekten o (şeytan) çirkin utanmazlıkları ve kötülüğü emreder. Eğer Allah’ın üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı, sizden hiç-biri ebedî olarak temize çıkamazdı. Ancak Allah, dilediğini temize çıkarır. Allah, işitendir, bilendir.
22- Sizden, fazîletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoşgörsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz?. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.
26- Kötü kadınlar, kötü erkeklere; kötü erkekler, kötü kadınlara; iyi ve temiz erkekler, iyi ve temiz kadınlara (yaraşır). Bunlar, onların demekte olduklarından uzaktırlar. Bunlar için bir bağışlanma ve kerim (üstün) bir rızık vardır.          
27- Ey îman edenler, evlerinizden başka evlere, yakınlık kurup (izin almadan) ve (ev halkına) selam vermeden girmeyin. Bu sizin için daha hayırlıdır; umulur ki öğüt alıp düşünürsünüz.
28- Eğer orada kimseyi bulamazsanız, izin verilinceye kadar artık oraya girmeyin; ve eğer ‘Dönün’ denirse, siz de dönün, bu sizin için daha temizdir. Allah yaptıklarınızı bilendir.
30- Mü’minlere söyle: ‘Gözlerini (harama çevirmekten) kaçındırsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu, onlar için daha temizdir. Gerçekten Allah, yaptıklarından haberdârdır.
31- Mü’min kadınlara söyle: ‘Gözlerini (harama çevirmekten) kaçındırsınlar ve ırzlarını korusunlar; süslerini açığa vurmasınlar, ancak kendiliğinden görüneni hâriç. Baş örtülerini, yakalarının üstünü (kapatacak şekilde) koysunlar. Süslerini, kendi kocalarından yada babalarından yada oğullarından yada kocalarının oğullarından yada kendi kardeşlerinden yada kardeşlerinin oğullarından yada kız-kardeşlerinin oğullarından yada kendi kadınlarından yada sağ ellerinin altında bulunanlardan yada kadına ihtiyâcı olmayan (arzusuz veyâ iktidarsız) hizmetçilerden yada kadınların henüz mahrem yerlerini tanımayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süsleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Hep birlikte Allah’a tevbe edin ey mü’minler, umulur ki felâh bulursunuz’.
33- Nikâh (imkânı) bulamayanlar, Allah onları kendi fazlından zenginleştirinceye kadar iffetli davransınlar. Sağ ellerinizin mâlik olduğu (köle ve câriyelerden) mükâtebe isteyenlere -eğer onlarda bir hayır görüyorsanız- mükâtebe yapın. Ve Allah’ın size verdiği malından onlara verin. Dünyâ-hayâtının geçici metaını elde etmek için -ırzlarını korumak istiyorlarsa- câriyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları (fuhşa) zorlarsa, şüphesiz, onların (fuhşa) zorlanmalarından sonra Allah (onları) bağışlayandır, esirgeyendir.
58- Ey îman edenler, sağ ellerinizin mâlik olduğu ile sizden olup da henüz erginlik çağına ermemiş olan (çocuk)lar, (odalarınıza girmek için şu) üç vakitte izin istesinler: Sabah namazından önce, öğleyin üstünüzü çıkardığınız vakit ve yatsı namazından sonra. (Bu) Üçü sizin için mahrem (vakitleri)dir. Bunların dışında size de, onlara da bir sakınca yoktur; yanınızda dolaşabilirler, birbirinizin yanında olabilirsiniz. İşte Allah, size âyetleri böyle açıklamaktadır. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
61- Kör olana güçlük yoktur, topal olana güçlük yoktur, hasta olana da güçlük yoktur; sizin için de, gerek kendi evlerinizden, gerekse babalarınızın evlerinden, annelerinizin evlerinden, erkek kardeşlerinizin evlerinden, kız kardeşlerinizin evlerinden, amcalarınızın evlerinden, halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden, teyzelerinizin evlerinden, anahtarına mâlik olduğunuz (yerlerden) yada dostlarınızın (evlerin)den yemenizde bir güçlük yoktur. Hep bir-arada veyâ ayrı-ayrı yemenizde bir günah yoktur. Evlere girdiğiniz vakit, Allah tarafından kutlu, güzel bir yaşama dileği olarak birbirinize selam verin. İşte Allah, size âyetleri böyle açıklar, umulur ki aklınızı kullanırsınız.
63- Elçinin çağırmasını, kendi aranızda kiminizin kimini çağırması gibi saymayın. Allah, sizden bir diğerinizi siper ederek kaçanları gerçekten bilir. Böylece onun emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir fitnenin isâbet etmesinden veyâ onlara acı bir azâbın çarpmasından sakınsınlar.

98- Âl-i İmran

50- ‘Benden önceki Tevrat’ı doğrulamak ve size haram kılınan bâzı şeyleri helâl kılmak üzere size Rabbinizden bir âyetle geldim. Artık Allah’tan korkup bana itaat edin’.
60- Hak, Rabbinden (gelen)dir. Öyleyse kuşkuya kapılanlardan olma!.
73- ‘Ve sizin dîninize uyanlardan başkasına inanıp güvenmeyin’. De ki: ‘Şüphesiz doğru yol Allah’ın dosdoğru yoludur. Size verilenin bir benzeri birine (İslâm peygamberine) veriliyor yada Rabbinizin katında onlar (müslümanlar) size karşı deliller getiriyorlar diye mi (bu telâşınız?.) De ki: ‘Şüphesiz ‘Lûtuf ve ihsân (fazl)’ Allah’ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah (rahmeti) geniş olandır, bilendir’.
79- Beşerden hiç kimsenin, Allah kendisine Kitabı, hükmü ve peygamberliği verdikten sonra insanlara: ‘Allah’ı bırakıp bana kulluk edin’ deme (hakkı ve yetki)si yoktur. Fakat o, ‘Öğrettiğiniz ve ders verdiğiniz Kitaba göre Rabbaniler olunuz” (deme görevindedir.)
80- O, melekleri ve peygamberleri Rabler edinmenizi emretmez. Siz, müslüman olduktan sonra, size küfrü mü emredecek?.
85- Kim İslâm’dan başka bir din ararsa aslâ ondan kabûl edilmez. O, âhirette de kayba uğrayanlardandır.
90- Doğrusu, îmanlarından sonra inkâr edenler, sonra inkârlarını arttıranlar; bunların tevbeleri kesinlikle kabûl edilmez. İşte bunlar, sapıkların ta kendileridir.           
91- Şüphesiz küfredip kâfir olarak ölenler, bunların hiç-birisinden, yeryüzü dolusu altını olsa -bunu fidye olarak verse de- kesin olarak kabûl edilmez. Onlar için acı bir azab vardır ve onların yardımcıları yoktur.
92- Sevdiğiniz şeylerden infâk edinceye kadar aslâ iyiliğe eremezsiniz. Her ne infâk ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.
93- Tevrat indirilmeden evvel, İsrâil’in kendine haram kıldıklarından başka, İsrâiloğullarına bütün yiyecekler helâl idi. De ki: ‘Şu-hâlde eğer doğruysanız, Tevrat’ı getirin de onu okuyun’.
102- Ey îman edenler, Allah’tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa öylece korkup-sakının ve siz, ancak müslüman olmaktan başka (bir din ve tutum üzerinde) ölmeyin.
103- Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın üzenizdeki nîmetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idîniz. O, kâlplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nîmetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidâyete erersiniz diye, Allah, size âyetlerini böyle açıklar.
105- Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azab vardır.
118- Ey îman edenler, sizden olmayanları sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışırlar, size zorlu bir sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa vurmuştur, sînelerinin gizli tuttukları ise, daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık; belki akıl erdirirsiniz.
130- Ey îman edenler, fâizi kat-kat arttırılmış olarak yemeyin. Ve Allah’tan sakının, umulur ki kurtulursunuz.
131- Kâfirler için hazırlanmış olan ateşten sakının.
139- Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) îman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz.
156- Ey îman edenler, inkâr edenler ile yeryüzünde gezip dolaşırken veyâ savaşta bulundukları sırada (ölen) kardeşleri için: ‘Yanımızda olsalardı, ölmezlerdi, öldürülmezlerdi’ diyenler gibi olmayın. Allah, bunu onların kâlplerinde onulmaz bir hasret olarak kıldı. Dirilten ve öldüren Allah’tır. Allah, yaptıklarınızı görendir.
169- Allah yolunda öldürülenleri sakın ‘ölüler’ saymayın. Hayır, onlar, Rableri katında diridirler, rızıklanmaktadırlar.
175- İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer mü’minlerseniz, Ben’den korkun.
180- Allah’ın, bol ihsânından kendilerine verdiği şeylerde cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır; bu, onlar için şerdir; kıyâmet günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mîrası Allah’ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır.
188- Getirdikleriyle sevinen ve yapmadıkları şeyler nedeniyle övülmekten hoşlananları (kazançlı) sayma; onları azaptan kurtulmuş olarak sayma. Onlar için acı bir azap vardır.

99- Saff

2- Ey îman edenler, yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz?.    
3- Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında bir gazab (konusu olması) bakımından büyüdü (büyük bir suç teşkil etti).

102- Haşr

7- Allah’ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü’ne verdiği fey, Allah’a, Resûl’e, (ve Resûl’e) yakın akrabâlığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara âittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın. Resûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah cezâsı (ikâbı) pek şiddetli olandır.
9- Kendilerinden önce o yurdu (Medine’yi) hazırlayıp îmanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar felâh (kurtuluş) bulanlardır.

103- Münâfikûn
           
4- Onları gördüğün zaman cüsseli yapıları beğenini kazanmaktadır. Konuştukları zaman da onları dinlersin. (Oysa) Sanki onlar (sütun gibi) dayandırılmış ahşap-kütük gibidirler. (Bu dayanıksızlıklarından dolayı da) Her çağrıyı kendileri aleyhinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan kaçınıp-sakının. Allah onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar.
9- Ey îman edenler, ne mallarınız ne çocuklarınız sizi Allah’ı zikretmekten ‘tutkuya kaptırarak-alıkoymasın’; kim böyle yaparsa, artık onlar hüsrâna uğrayanların ta kendileridir.

104- Mücâdile

2- Sizden kadınlarına ‘zıhar’da bulunanlar (bilsinler ki, kadınları) onların anneleri değildir. Anneleri, yalnızca kendilerini doğuranlardır. Şüphesiz onlar, çirkin ve yalan söylemektedirler. Gerçekten Allah çok affeden, çok bağışlayandır.   
9- Ey îman edenler, kendi aranızda gizli konuşmalarda bulunacağınız zaman, bundan böyle günah, düşmanlık ve Peygamber’e isyânı fısıldaşıp-konuşmayın; birri (iyiliği) ve takvâyı konuşun ve huzûrunda toplanacağınız Allah’tan sakının.
22- Allah’a ve âhiret gününe îman eden hiç-bir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah’a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşîretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kâlplerine îmânı yazmış ve onları kendinden bir rûh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orada süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan râzı olmuş, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah’ın fırkası olanlar, felâh (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir.

105- Ahzâb

1- Ey Peygamber, Allah’tan sakın, kâfirlere ve münâfıklara itaat etme!. Şüphesiz Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
4- Allah, bir adamın göğüs boşluğunda iki kâlp kılmadı ve kendilerini annelerinize benzeterek yemin konusu yaptığınız (zıharda bulunduğunuz) eşlerinizi sizin anneleriniz yapmadı, evlatlıklarınızı da (öz) çocuklarınız saymadı. Bu, sizin (yalnızca) ağzınızla söylemenizdir. Allah ise, hakkı söyler ve (doğru olan) yola yöneltip-iletir.
32- Ey Peygamberin kadınları, siz kadınlardan herhangi biri (gibi) değilsiniz; eğer sakınıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kâlbinde hastalık bulunan kimse tamah eder. Sözü mâruf bir tarzda söyleyin.          
33- Evlerinizde vakarla-oturun (evlerinizi karargâh edînin), ilk câhiliye (kadınları)nın süslerini açığa vurması gibi, siz de süslerinizi açığa vurmayın; namazı dosdoğru kılın, zekatı verin, Allah’a ve elçisine itaat edin. Ey Ehl-i Beyt, gerçekten Allah, sizden kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.
48- Kâfirlere ve münâfıklara itaat etme!, eziyetlerine aldırma ve Allah’a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.
52- Bundan sonra (başka) kadınlar ve bunları başka eşlerle değiştirmek -güzellikleri senin hoşuna gitse bile- sana helâl olmaz; ancak sağ elinin mâlik olduğu (câriyeler) başka. Allah her-şeyi gözetleyip denetleyendir.
53- Ey îman edenler (rastgele) Peygamberin evlerine girmeyin, (Bir başka iş için girmişseniz ille de) yemek vaktini beklemeyin. (Ama yemeğe) çağrıldığınız zaman girin, yemeği yiyince dağılın ve (uzun) söze dalmayın. Gerçekten bu, Peygambere eziyet vermekte ve o da sizden utanmaktadır; oysa Allah, hak (kı açıklamak)tan utanmaz. Onlardan (peygamberin eşlerinden) bir şey isteyeceğiniz zaman, perde arkasından isteyin. Bu, sizin kâlpleriniz için de, onların kâlpleri için de daha temizdir. Allah’ın Resûlü’ne eziyet vermeniz ve ondan sonra eşlerini nikâhlamanız size ebedî olarak (helâl) olmaz. Çünkü böyle yapmanız, Allah katında çok büyük (bir günah)tır.
59- Ey Peygamber, eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına dış elbiselerinden (cilbablarından) üstlerine giymelerini söyle; onların (özgür ve iffetli) tanınması ve eziyet görmemeleri için en uygun olan budur. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.
69- Ey îman edenler, Mûsâ’ya eziyet edenler gibi olmayın; ki sonunda Allah onu, demekte olduklarından temize çıkardı. O, Allah katında vecihti.

106- Nîsâ

2- Yetimlere mallarını verin ve murdar olanı temiz olanla değiştirmeyin. Onların mallarını mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu, büyük bir suçtur.
3- Eğer yetim (kız)lar konusunda adâleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, bu durumda, (onlarla değil) size helâl olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâhlayın. Şâyet adâleti sağlayamayacağınızdan korkarsanız, o zaman bir (eş) yada sağ ellerinizin mâlik olduğu (câriye) ile (yetinin). Bu sapmamanıza daha yakındır.
5- Allah’ın sizin için (kendileriyle hayâtınızı) kâim (geçiminizi sağlamaya destekleyici bir araç) kıldığı mallarınızı düşük akıllılara vermeyin; bunlarla onları rızıklandırıp giydirin ve onlara güzel (mâruf) söz söyleyin.
6- Yetimleri, nikâha erişecekleri çağa kadar deneyin; şâyet kendilerinde bir (rüşd) olgunlaşma görürseniz, hemen onlara mallarını verin. Büyüyecekler diye isrâf ile çarçabuk yemeyin. Zengin olan iffetli olmaya çalışsın, yoksul olan da artık mâruf (ihtiyâca ve örfe uygun) bir şekilde yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman, onlara karşı şâhid bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter.
18- Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: ‘Ben şimdi gerçekten tevbe ettim’ diyenler, ne de kâfir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azab hazırlamışızdır.
19- Ey îman edenler, kadınlara zorla mîrasçı olmaya kalkışmanız helâl değildir. Apaçık olan ‘çirkin bir hayâsızlık’ yapmadıkları sürece, onlara verdiklerinizin bir kısmını gidermeniz (almanız) için onlara baskı yapmanız da (helâl değildir.) Onlarla güzellikle (örfe göre ve ma’ruf üzere) geçinin. Şâyet onlardan hoşlanmadınızsa, belki, bir şey hoşunuza gitmez, ama Allah onda çok hayır kılar.
20- Bir eşi bırakıp yerine bir başka eşi almak isterseniz, onlardan birine (öncekine) yüklerle (mal ve para) vermişseniz bile ondan hiç-bir şey almayın. Ona iftirâ ederek ve apaçık bir günaha girerek verdiğinizi alacak mısınız?.
22- Kadınlardan babalarınızın nikâhladıklarını nikâhlamayın. Ancak (câhiliyede) geçen geçmiştir. Çünkü bu, ‘çirkin bir hayâsızlık’ ve ‘öfke duyulan bir iğrençliktir’. Ne kötü bir yoldu o!...
23- Sizlere anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerin kızları, kız kardeşlerin kızları, sizi emziren (süt) anneleriniz, süt kız kardeşleriniz, kadınlarınızın anneleri ve kendileriyle (gerdeğe) girdiğiniz kadınlarınızdan olup koruyuculuğunuz altında bulunan üvey kızlarınız -onlarla gerdeğe girmemişseniz, size bir sakınca yoktur-, sizin sülbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi bir-araya getirdiğiniz (evlilik) haram kılındı. Ancak (câhiliyede) geçen geçmiştir. Şüphesiz, Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.           
24- Sağ ellerinizin mâlik olduğu (câriyeler) dışındaki kadınlardan ‘evli ve özgür’ olanlarla da (evlenmeniz haramdır.) Bunlar, Allah’ın üzerinize yazdığıdır. Bunların dışında kalanı iffetlerini koruyup fuhuşta bulunmamak üzere mallarınızla (mehir vererek) evlenecek kadın aramanız size helâl kılındı. Öyleyse onlardan hangi şeyle (veyâ ne kadar) yararlandıysanız, onlara ücret (mehir)lerini tesbit edildiği miktarıyla ödeyin. Miktarın tesbitinden sonra, karşılıklı hoşnud olduğunuz bir şey konusunda üstünüze bir sorumluluk yoktur. Şüphesiz Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sâhibi olandır.
29- Ey îman edenler, mallarınızı, sizden karşılıklı anlaşmadan (doğan) bir ticâretten başka haksız ‘nedenler ve yollarla’ (bâtılca) yemeyin. Ve kendi nefislerinizi öldürmeyin. Şüphesiz, Allah, sizi çok esirgeyendir.
31- Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı örteriz ve sizi ‘onurlu-üstün’ bir makâma sokarız.
32- Allah’ın kendisiyle kiminizi kiminize göre üstün kıldığı şeyi (malı) temenni etmeyin. Erkeklere kazandıklarından pay (olduğu gibi), kadınlara da kazandıklarından pay vardır. Allah’tan onun fazlını (ihsânını) isteyin. Gerçekten, Allah her-şeyi bilendir.
34- Allah’ın, bâzısını bâzısına üstün kılması ve onların kendi mallarından harcaması nedeniyle erkekler, kadınlar üzerinde ‘sorumlu gözeticidir’. Sâliha kadınlar, gönülden (Allah’a), itaat edenler, Allah nasıl koruduysa görünmeyeni koruyanlardır. Nüşuzundan korktuğunuz kadınlara (önce) öğüt verin, (sonra onları) yataklarda yalnız bırakın, (bu da yetmezse hafifçe) vurun. Size itaat ederlerse aleyhlerinde bir yol aramayın. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür.
36- Allah’a ibâdet edin ve O’na hiç-bir şeyi ortak koşmayın. Anne-babaya, yakın akrabâya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sağ ellerinizin mâlik olduklarına güzellikle davranın. Çünkü, Allah, her büyüklük taslâyıp böbürleneni sevmez.
43- Ey îman edenler, sarhoş iken, ne dediğinizi bilinceye ve cünüp iken de -yolculukta olmanız hâriç- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta veyâ yolculukta iseniz yada biriniz ayak yolundan (hacet yerinden) gelmişseniz yâhud kadınlara dokunmuş da su bulamamışsanız, bu durumda, temiz bir toprakla teyemmüm edin, (hafifçe) yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz, Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.
47- Ey kendilerine kitap verilenler bir-takım yüzleri silip de arkalarına çevirmeden yada cumartesi adamlarını (o gün yasağı çiğneyenleri) lânetlediğimiz gibi onları da lânetlemeden evvel, yanınızdakini (Tevrat ve İncil’i) doğrulayıcı olarak indirdiğimize (Kur’ân’a) îman edin. Allah’ın emri yerine getirilmiştir.
60- Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri görmedin mi?. Bunlar, Tâğut’un önünde muhakeme olmayı istemektedirler; oysa onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister.
89- Onlar, kendilerinin inkâra sapmaları gibi sizin de inkâra sapmanızı istediler. Böylelikle bir olacaktınız. Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan velîler (dostlar) edinmeyin. Şâyet yine yüz çevirirlerse, artık onları tutun ve her nerede ele geçirirseniz öldürün. Onlardan ne bir velî (dost) edînin, ne de bir yardımcı.
92- Bir mü’mine, -hatâ sonucu olması dışında- bir başka mü’mini öldürmesi yakışmaz. Kim bir mü’mini ‘hatâ sonucu’ öldürürse, mü’min bir köleyi özgürlüğüne kavuşturması ve âilesine teslim edilecek bir diyeti vermesi gerekir. Onların (bunu) sadaka olarak bağışlamaları başka. Eğer o, mü’min olduğu hâlde size düşman olan bir topluluktan ise, bu durumda mü’min bir köleyi özgürlüğe kavuşturması gerekir. Şâyet kendileriyle aranızda andlaşma olan bir topluluktan ise, bu durumda âilesine bir diyet ödemek ve bir mü’min köleyi özgürlüğe kavuşturmak gerekir. (Diyet ve köle özgürlüğü için gereken imkânı) Bulamayan ise, kesintisiz olarak iki ay oruç tutmalıdır. Bu, Allah’tan bir tevbedir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
105- Şüphesiz, Allah’ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için biz sana Kitabı hak olarak indirdik. (Sakın) Hâinlerin savunucusu olma!.
107- Kendi nefislerine ihânet edenleri savunma!. Hiç şüphesiz Allah, ihânette ilerlemiş günahkârı sevmez.
116- Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlar ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.
129- Kadınlar arasında adâleti sağlamaya -ne kadar özen gösterseniz de- güç yetiremezsiniz. Öyleyse, büsbütün (birine) eğilim (sevgi ve ilgi) gösterip de öbürünü askıdaymış gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir ve sakınırsanız, şüphesiz, Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.
135- Ey îman edenler, kendîniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şâhidler olarak adâleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adâletten dönüp hevâ(tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) yada yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.
140- O, size Kitapta: ‘Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz’ diye indirdi. Doğrusu Allah, münâfıkların ve kâfirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır.
144- Ey îman edenler, mü’minleri bırakıp kâfirleri velîler (dostlar) edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah’a apaçık olan kesin bir delil vermek ister misiniz?.
160- Yahudilerin yaptıkları zulüm ve bir-çok kişiyi Allah’ın yolundan alıkoymaları nedeniyle (önceleri) kendilerine helâl kılınmış güzel şeyleri onlara haram kıldık.
161- Yasaklandığı hâlde fâiz almaları ve insanların mallarını haksız yere yemeleri nedeniyle (öyle yaptık.) Onlardan kâfir olanlara pek acıklı bir azab hazırlamışızdır.
171- Ey Kitap Ehli, dîniniz konusunda taşkınlık etmeyin, Allah’a karşı gerçek olandan başkasını söylemeyin. Meryem-oğlu Mesih Îsâ, ancak Allah’ın elçisi ve kelimesidir. Onu (‘ol’ kelimesini) Meryem’e yöneltmiştir ve O’ndan bir rûhtur. Öyleyse Allah’a ve elçisine inanınız; ‘üçtür’ demeyiniz. (Bundan) kaçının, sizin için hayırlıdır. Allah, ancak bir tek ilahtır. O, çocuk sâhibi olmaktan yücedir. Göklerde ve yerde her ne varsa O’nundur. Vekil olarak Allah yeter.

107- Talâk

1- Ey Peygamber, kadınları boşadığınız zaman, iddetleri süresinde (temizlendiklerinde) boşayın ve iddeti sayın. Rabbiniz Allah’tan korkun. Onları evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkmasınlar; ancak açık ‘çirkin bir hayâsızlık’ göstermeleri durumu başka. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını çiğnerse, gerçekte o, kendi nefsine zulmetmiş olur. Sen bilmezsin; olabilir ki Allah, bunun arkasından bir iş (durum) oluşturur.
6- (Boşadığınız) Kadınları, gücünüz oranında oturmakta olduğunuz yerin bir yanında oturtun, onlara ‘darlık ve sıkıntıya düşürmek amacıyla’ zarar vermeyin. Eğer onlar hâmile iseler, yüklerini bırakıncaya (doğumlarını yapıncaya) kadar onlara nafaka verin. Şâyet sizler için (çocuğu) emzirirlerse, onlara ücretlerini ödeyin. (Durum ve ilişkilerinizi) Kendi aranızda mâruf (güzellikle ve İslâm’a uygun bir tarz) üzere görüşüp-konuşun. Eğer güçlük içine girerseniz, bu durumda (çocuğu) onun (babası) için bir başkası emzirebilir.

108- Mâide

1- Ey îman edenler, akitleri yerine getirin. İhramlı iken avlanmayı helâl saymaksızın ve size okunacaklar dışta tutulmak üzere, hayvanlar size helâl kılındı. Şüphesiz Allah, dilediği hükmü verir. 
2- Ey îman edenler, Allah’ın şiarlarına, haram olan ay’a, kurbanlık hayvanlara, (onlardaki) gerdanlıklara ve Rablerinden bir fazl ve hoşnutluk isteyerek Beyt-i Haram’a gelenlere sakın saygısızlık etmeyin. İhramdan çıktınız mı artık avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Haram’dan alıkoyduklarından dolayı bir topluluğa olan kininiz, sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takvâ konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah’tan korkup-sakının. Gerçekten Allah (cezâ ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır. 
3- Ölü eti, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilen, boğulmuş, vurulmuş, yüksek bir yerden düşmüş, boynuzlanmış yırtıcı hayvan tarafından yenmiş, -(henüz canlıyken yetişip) kestikleriniz hâriç,- dikili taşlar üzerine boğazlanan (hayvanlar) ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar fısktır (günahla yoldan sapmadır.) Bugün inkâra sapanlar, sizin dîninizden (dîninizi yıkmaktan) umut kesmişlerdir; artık onlardan korkmayın benden korkun. Bugün size dîninizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nîmetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçip-beğendim. Kim ‘şiddetli bir açlıkta kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı-karşıya kalırsa’ -günaha eğilim göstermeksizin- (bu haram saydıklarımızdan yetecek kadar yiyebilir.) Çünkü Allah bağışlayandır, esirgeyendir.    
4- Sana, kendilerine neyin helâl kılındığını sorarlar. De ki: ‘Bütün temiz şeyler size helâl kılındı’. Allah’ın size öğrettiği gibi öğretip yetiştirdiğiniz avcı hayvanlarının yakaladıklarından da -üzerine Allah’ın adını anarak- yiyin. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, hesâbı çabuk görendir.
5- Bugün size temiz olan şeyler helâl kılındı. (Kendilerine) Kitap verilenlerin yemeği size helâl, sizin de yemeğiniz onlara helâldir. Mü’minlerden özgür ve iffetli kadınlar ile sizden önce (kendilerine) kitap verilenlerden özgür ve iffetli kadınlar da, nâmuslu, fuhuşta bulunmayan ve gizlice dostlar edinmemişler olarak -onlara ücretlerini (mehirlerini) ödediğiniz takdirde- size (helâl kılındı.) Kim îmanı tanımayıp küfre saparsa, elbette onun yaptığı boşa çıkmıştır. O âhirette hüsrâna uğrayanlardandır.
8- Ey îman edenler, âdil şâhidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kîniniz, sizi adâletten alıkoymasın. Adâlet yapın. O, takvâya daha yakındır. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.
26- (Allah) Dedi: ‘Artık orası kendilerine kırk yıl haram kılınmıştır. Onlar yeryüzünde ‘şaşkınca dönüp duracaklar’. Sen de o fâsıklar topluluğuna üzülme’.
42- Onlar, yalana kulak tutanlardır, haram yiyicilerdir. Sana gelirlerse aralarında hükmet veyâ onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirecek olursan, sana hiç-bir şeyle kesin olarak zarar veremezler. Aralarında hükmedecek olursan adâletle hükmet. Şüphesiz, Allah, adâletle hüküm yürütenleri sever.
48- Sana da (Ey Muhammed,) önündeki kitap(lar)ı doğrulayıcı ve ona ‘bir şâhid-gözetleyici’ olarak Kitab’ı (Kur’ân’ı) indirdik. Öyleyse aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların hevâ(istek ve tutku)larına uyma!. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; ancak (bu,) verdikleriyle sizi denemesi içindir. Artık hayırlarda yarışınız. Tümünüzün dönüşü Allah’adır. Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir.
51- Ey îman edenler, yahudi ve hristiyanları dostlar (velîler) edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edînirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna hidâyet vermez.
57- Ey îman edenler, sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dîninizi, alay ve oyun (konusu) edinenleri ve kâfirleri dostlar (velîler) edinmeyin. Ve eğer inanıyorsanız, Allah’tan korkup-sakının.
62- Onlardan çoğunun günahta, düşmanlıkta ve haram yiyicilikte çabalarına hız kattıklarını görürsün. Yapmakta oldukları ne kötüdür.
63- Bilgin-yöneticileri (Rabbaniyyun) ve yüksek bilginleri (Ahbar), onları, günah söylemelerinden ve haram yiyiciliklerinden sakındırmalı değil miydi?. Yapmakta oldukları ne kötüdür.
68- De ki: ‘Ey Kitap Ehli, Tevrat’ı, İncil’i ve size Rabbinizden indirileni ayakta tutmadıkça hiç-bir şey üzerinde değilsiniz’. Andolsun, Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun tuğyanlarını ve inkârlarını arttıracaktır. Sen de kâfirler topluluğuna karşı üzüntüye kapılma!.
72- Andolsun, ‘Şüphesiz Allah, Meryem-oğlu Mesih’tir’ diyenler küfre düşmüştür. Oysa Mesih’in dediği (şudur:) ‘Ey İsrâiloğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibâdet edin. Çünkü O, kendisine ortak koşana şüphesiz cenneti haram kılmıştır, onun barınma yeri ateştir. Zulmedenlere yardımcı yoktur’.
77- De ki: ‘Ey kitap Ehli, haksız yere dîniniz konusunda aşırı gitmeyin ve daha önce sapmış, bir-çoğunu saptırmış ve dümdüz yoldan kaymış bir topluluğun hevâ(istek ve tutku)larına uymayın’.
87- Ey îman edenler, Allah’ın sizin için helâl kıldığı güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Şüphesiz Allah, haddi aşanları sevmez.
90- Ey îman edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden olan pisliklerdir. Öyleyse bun(lar)dan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz.    
91- Gerçekten şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi, Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?.
93- Îman edenler ve sâlih amellerde bulunanlar için korkup-sakındıkları, îman ettikleri ve sâlih amellerde bulundukları, sonra korkup-sakındıkları ve îman ettikleri ve sonra (yine) korkup-sakındıkları ve iyilikte bulundukları takdirde (yasaklanmadan önce) dedikleri dolayısıyla bir sorumluluk yoktur. Allah, iyilik yapanları sever.
95- Ey îman edenler, siz ihramlıyken avı öldürmeyin. Sizden kim onu kasıtlı olarak (taammüden) öldürürse, cezâsı, hayvandan öldürdüğünün bir benzeridir. Buna da, Kâbe’ye ulaşmış bir kurbanlık olarak içinizden adâlet sâhibi iki kişi hükmedecektir. Veyâ yoksulları doyurmak veyâ onun dengi oruç tutmak olan bir keffâret vardır. Böylelikle işlediğinin vebâlini tadmış olsun. Allah geçmişte olanı bağışladı. Ama kim tekrarlarsa, Allah ondan öc alacaktır. Allah üstün ve güçlü olandır, öc sâhibidir.
96- Deniz avı ve onu yemek size ve (yeryüzünde) dolaşanlara bir meta olarak helâl kılındı. İhramlı olduğunuz sürece kara avı ise size haram kılınmıştır. O’na (götürülüp) toplanacağınız Allah’tan korkup-sakının.
101- Ey îman edenler, size açıklandığında sizi üzecek şeyleri sormayın; Kur’ân indirildiği zaman sorarsanız, size açıklanır. Allah onu affetti. Allah bağışlayandır, (kullara) yumuşak olandır.
103- Allah Bahriye’den Sâibe’den Vasiyle’den ve Ham’dan hiç-birini (meşrû) kılmamıştır. Ancak inkâr edenler, Allah’a karşı yalan düzüp-uyduruyorlar. Onların çoğu akıl erdirmez.

109- Mümtehine

1- Ey îman edenler, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları velîler edinmeyin. Siz onlara karşı sevgi yöneltiyorsunuz; oysa onlar haktan size geleni inkâr etmişler, Rabbiniz olan Allah’a inanmanızdan dolayı elçiyi de, sizi de (yurtlarınızdan) sürüp-çıkarmışlardır. Eğer siz, Benim yolumda cihad etmek ve Benim rızâmı aramak amacıyla çıkmışsanız (nasıl) onlara karşı hâlâ sevgi gizliyorsunuz?. Ben, sizin gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı bilirim. Kim sizden bunu yaparsa, artık o, elbette yolun ortasından şaşırıp-sapmış olur.
10- Ey îman edenler, mü’min kadınlar hicret ederek size geldikleri zaman, onları imtihan edin. Allah, onların îmanlarını daha iyi bilendir. Şâyet (gerçekten) mü’min kadınlar olduklarını bilip-öğrenirseniz, artık sakın onları kâfirlere geri çevirmeyin. (Çünkü) Ne bunlar onlara helâldir, ne onlar bunlara helâldir. Onlara (kâfir kocalarına kendileri için) harcadıklarını verin. Onlara (hicret eden mü’min kadınlara) ücretlerini (mehirlerini) verdiğiniz takdirde onları nikâhlamanızda size bir güçlük yoktur. Kâfir (kadın)ların ismetlerini (nikâhlarını) tutmayın ve (onlar için) harcadıklarınızı isteyin. Onlar da (mü’min kadınlara) harcadıklarını istesinler. Bu, Allah’ın hükmüdür; sizin aranızda hükmeder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
13- Ey îman edenler, Allah’ın kendilerine karşı gazablandığı bir kavmi velî (dost ve müttefik) edinmeyin; ki onlar, kâfirlerin mezar halkından umut kesmeleri gibi âhiretten umut kesmişlerdir.

110- Fetih

17- Kör olana güçlük (sorumluluk) yoktur, topal olana güçlük yoktur, hasta olana da güçlük yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederse, (Allah) onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim sırt çevirirse, onu acı bir azab ile azablandırır.

112- Hucurât
           
1- Ey îman edenler, Allah’ın Resûlü’nün huzûrunda öne geçmeyin ve Allah’tan sakının. Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir.  
2- Ey îman edenler, seslerinizi peygamberin sesi üstünde yükseltmeyin ve birbirinize bağırdığınız gibi, ona bağırıp-söylemeyin; yoksa şuurunda değilken, amelleriniz boşa gider.
11- Ey îman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi-kendînizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve birbirinizi ‘olmadık-kötü lâkablarla’ çağırmayın. Îmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar, zâlim olanların ta kendileridir.      
12- Ey îman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin.) Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi?. İşte, bundan tiksindîniz. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabûl edendir, çok esirgeyendir.

113- Tahrîm

1- Ey Peygamber, eşlerinin hoşnutluğunu isteyerek, Allah’ın sana helâl kıldıklarını niçin haram kılıyorsun?. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.

114- Tevbe

5- Haram aylar (süre tanınmış dört ay) sıyrılıp-bitince (çıkınca) müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları tutuklayın, kuşatın ve onların bütün geçit yerlerini kesip-tutun. Eğer tevbe edip namaz kılarlarsa ve zekatı verirlerse yollarını açıverin. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.
17- Şirk koşanların, kendi inkârlarına bizzat kendileri şâhidler iken, Allah’ın mescidlerini onarmalarına (hak ve yetkileri) yoktur. İşte bunlar, yaptıkları boşa gitmiş olanlardır. Ve bunlar ateşte süresiz kalacak olanlardır.
23- Ey îman edenler, eğer îmâna karşı inkârı sevip-tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi velîler edinmeyin. Sizden kim onları velî edînirse, işte bunlar zulmeden kimselerdir.
28- Ey îman edenler!, müşrikler ancak bir pisliktirler; öyleyse bu yıllarından sonra artık Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer ihtiyaç içinde kalmaktan korkarsanız, Allah dilerse sizi kendi fazlından zengin kılar. Şüphesiz Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
29- Kendilerine kitap verilenlerden, Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Resûlü’nün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dîni (İslâm’ı) din edinmeyenlerle, küçük düşürülüp cizyeyi kendi elleriyle verinceye kadar savaşın.
34- Ey îman edenler, gerçek şu ki, (yahudi) bilginlerinden ve (hristiyan) râhiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azâbı müjdele.
36- Gerçek şu ki, Allah katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah’ın kitabında on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte dosdoğru olan hesab (din) budur. Öyleyse bunlarda kendînize zulmetmeyin ve onların sizlerle topluca savaşması gibi siz de müşriklerle topluca savaşın. Ve bilin ki Allah, takvâ sâhipleriyle berâberdir.
37- (Haram ayları) Ertelemek ancak inkârda bir artıştır. Bununla kâfirler şaşırtılıp-saptırılır. Allah’ın haram kıldığına sayı bakımından uymak için, onu bir yıl helâl, bir yıl haram kılıyorlar. Böylelikle Allah’ın haram kıldığını helâl kılmış oluyorlar. Yaptıklarının kötülüğü kendilerine ‘çekici ve süslü’ gösterilmiştir. Allah, inkârcı bir topluluğa hidâyet vermez.
41- Hafif ve ağır savaşa kuşanıp çıkın ve Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.
80- Sen, onlar için ister bağışlanma dile, istersen dileme. Onlar için yetmiş kere bağışlanma dilesen de, Allah onları kesinlikle bağışlamaz. Bu, gerçekten onların Allah’a ve elçisine (karşı) nankörlük etmeleri dolayısıyladır. Allah fâsıklar topluluğuna hidâyet vermez.
84- Onlardan ölen birinin namazını hiç-bir zaman kılma!, mezarı başında durma!. Çünkü onlar, Allah’a ve elçisine (karşı) inkâra saptılar ve fâsık kimseler olarak öldüler.
108- Sen bunun (böyle bir mescidin) içinde hiç-bir zaman durma!. Daha ilk gününden takvâ temeli üzerine kurulan mescid, senin bunda (namaza ve diğer işlere) durmana daha uygundur. Onda, arınmayı içten-arzulayan adamlar vardır. Allah arınanları sever.

Sadakallahülazim

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Hazîran 2017





Devamını Oku »