27 Mart 2017 Pazartesi

Modern Cehâlet


“De ki: ‘Hak geldi, bâtıl yok oldu. Hiç şüphesiz bâtıl yok olucudur” (İsrâ 81).

İslâm’a göre sürekli olarak iki tür toplum bulunur: İslâm toplumu ve câhiliye toplumu. Seyyid Kutup: “Dünyâ’da iki sistem vardır. Bunlardan birincisi “İslâm”; ikincisi de; demokrasi, sosyâlizm, komünizm vb. tüm beşer-aklının ortaya koyduğu sistemlerdir ki, bunların hepsi de câhili sistemlerdir” der.

Cehâlet, insanın “dünyevî olan”ı bilmemesi ve ondan habersiz olması demek değildir. İslâm’a göre cehâlet, bir “kendini bilmeme” hâlidir. Bu kendini bilmeme hâli, vahiyden habersiz olmaktan ve onu bilmemekten kaynaklanır. Vahyin kazandırmış olduğu bilinçten yoksun yada mahrûm olmak, kişiyi mutlakâ cehâlete düşürür. Dolayısı ile “Kur’ân’ı-vahyi bilmeyenler cehâlete düşerek ‘bilmez’ olurlar” denebilir. Tasavvufta şirk olarak şu şekilde bir söz söylenir: “Kendini-nefsini bilmeyen Rabbini bilemez”. “Rabbini bilmeyen kendini bilemez” deseler kabûl ederiz ve, tabî ki; “Rabbini bilmeyen neyi bilir ki” diyebiliriz. Fakat Rabbin bilinmesi şartını, insanın kendisinin bilinmesine bağlıyorlar ki, bu durumda kendisi -hâşâ- Rabb’den daha üstün oluyor. Zîrâ “etken-bilen” kendisi iken, “edilgen-bilinen” Rabb oluyor. Hâlbuki bilinebilecek olan Allah’ın zâtı değil, sanatıdır. Böylece “bilme” işi ifsâd edilerek şirke ve cehâlete düşülüyor. Yâni kişi bir “kendini bilmez”, câhil oluyor. Zîrâ Rabbini hakkıyla takdir edemiyor.

Modern dünyâda; İslâm toplumu “câhiliye toplumu” olarak, câhiliye toplumu ise “İslâm toplumu” olarak gösterilmekte ve insanlar-müslümanlar da bunun aynen “gösterildiği gibi” olduğunu zannetmektedirler. Sonuçta ise cehâlet devâm ediyor ve müslümanlardan ve mazlumlardan başka zarar gören olmuyor. İşte bunu tersine çevirmenin yolu, hak ve bâtıl toplumun yâni İslâm ve câhiliye toplumunun ayrılmasıdır. Cehâletten kurtuluşun ilk aşaması bu “ayrılış”tır. Zîrâ hak ve bâtıl birbirine karışmış durumdadır ve neyin ne olduğu belli olmadığı için bilinemediğinden, cehâlet, iktidârını sürdürmektedir. Bu ayrılış, ilk başta vahiy/sünnet-merkezli bir zihnî-kâlbî ayrılışla başlamalı, daha sonra da amelde-eylemde görülecek bir ayrılışla devâm etmelidir. En sonunda da bu hak-bâtıl ayrımı Dünyâ-çapında ortaya konmalıdır. Böylece hak ne imiş, bâtıl-câhiliye ne imiş herkes görsün.  

Cehâlet her zaman ve her durumda cehâlettir. Fakat modern zamanlarda cehâlet çok farklı bir hâl almıştır. Modern cehâlet eski cehâletlere benzemiyor. Modern cehâlette insanlar cehâletlerini kabûl etmedikleri gibi cehâletin ne olduğunun farkında da değiller. Aslında modern insanın cehâletini kabûl etmemesinin nedeni, hak ve bâtılın birbirine çok karışmış olmasından dolayı cehâletin ne olduğunu bilmemesidir. Böyle olunca da modern insan; mevcut Dünyâ-düzenini ve sistemini, zulmü ve dolayısı ile şirki savunmayı “akıl-sâhibi olmak”, “aydınlanmış olmak” ve “doğru yolda gitmek” zannediyor. Sonuçta da bu cehâleti “doğru yol” olarak gösteren şeytan, genelde tüm insanları, özelde ise müslümanları, “vahyettiği yandaşları vâsıtasıyla” kandırmaya devâm ediyor.

Modern cehâletin bedeli klâsik cehâlete göre çok ağır oluyor. İnsanlık, târihte görülmemiş şekilde ve oranda bir perişanlık yaşamaktadır. Meselâ insan, târih boyunca hiç-bir zaman “evsiz” kalmamışken, modern zamanlarda evsizler, “devlet kurabilecek kadar” artmıştır. Bu konuda şunlar söylenir:

“Günümüzde dünyâ-çapında yüz milyondan fazla evsiz yaşamaktadır. Özellikle 1980 sonrası küresel ölçekte yaşanan krizler ve 2000’li yıllarda meydana gelen finans krizleri ile ortaya çıkan işsizlik büyük oranda evsiz nüfusun artışına kaynaklık etmiştir. Plânsız kentleşme, özellikle yoksul kesim üzerinde büyük bir evsizlik riski yaratmaktadır. Birleşmiş Milletler'in (BM) Yeterli Barınma konusundaki özel raportörü Miloon Kothari, Dünyâ’da 1 milyarı aşkın kişinin yeterli barınma koşullarından yoksun olduğunu, 100 milyonu aşkın kişinin de evsiz olduğunu söyler. Ayrıca BM verilerine göre Dünyâ üzerinde 65 milyondan fazla insan işgâl, iç-savaş ve açlık sebebiyle evlerini terk ederek mültecî durumuna düşmüştür ve bunların 20 milyondan fazlasını ülke dışına göç etmek zorunda kalanlar oluşturmaktadır”.

Yüksek öğretim görmüş, kariyer yapmış, kitaplar yazmış, konferanslar vermiş olmakla cehâletten kurtulmak aynı şey olmayabilir. Nice câhiller vardır ki toplumun önde gelen aydınları ve bilim-adamlarıdır. Nice okuma-yazma bilmeyenler de vardır ki toplumu aydınlatırlar. Peygamberimizin de peygamberlikten önce herhangi bir kitap okumadığı (ümmi) söylenir: (Ankebût 48). Fakat o, ahlâk timsâli olan ve “el-emin” diye çağırılan biriydi. Yâni “kendini her türlü kötülükten sakındıran” birisi olduğu için kendisine “muhteşem bir ahlâk sâhibi” olarak peygamberlik verilmişti. Demek ki cehâletten kurtulmanın ilk şartı “kendini tutmak-sakınmak” ile alâkalıdır. Oysa modernizm bir “kendini tutmama” uygarlığıdır. Bu nedenle de modernizmde cehâletten kurtulmak söz-konusu değildir.

Cehâletin panzehiri İslâm’dır. İslâm’dan gayrı tüm “cehâlet ilaçları” yan-etkileriyle katlanmış olarak geri döner ve toplumları daha da câhilleştirir. Zîrâ modernizm, lâiklik-sekülerizm üzerinden, Allah’tan kopuk bir reçete ortaya koymaktadır. Âlim olan Allah hesâba katılmadan yapılacak olan her “cehâlet-savar”, modern insanın elinde patlayacak ve insanlara daha fazla zarar verecektir. Zîrâ vahiyden kopuk bir aydınlanma söz-konusu olamaz.

Çağımızda câhiliye, “kültürlü câhiliye”dir. Câhiliye sanki; “eskiden hiç-bir şey bilinmiyormuş da, tam da şimdi bilinmeye başlamış” ve “her-şey en ideâl hâline gelmiş” gibi davranarak, birilerinin bir zamanlar içtihad kapısını kapattığı gibi, şimdi de “târihin sonu tezleri”ni ortaya koyuyor. Eskiden bilinmeyen şey niye şimdi bilinmiş olsun ki?. Zaman mı bitti?. Allah’ın ilmi kesin anlamda ne eski çağlarda, ne şimdiki devirde, ne de ileriki zamanlarda tam olarak anlaşılabilir. Seyyid Kutup da: “Allah’ın şeriatının hikmeti, herhangi bir dönemde bütünüyle anlaşılamaz” der. Yâni insanın “cehâlet”ten “mutlak anlamda” kurtulması söz-konusu değildir ve zâten insan için bu bir rahmettir.

Bir şeyin câhilce değil de bilinçli olarak yapılıp-yapılmadığı, onun İslâm-merkezli olması ve bu doğrultuda amele-eyleme dökülüp-dökülmediğine bakarak anlaşılabilir. Amele-eyleme döküldüyse bilinçlidir. Aksi-hâlde cehâlettir. Cehâletten kurtulmak; vahiy-merkezli bir bilgi-bilinç süreciyle aydınlanmak ve sonra da İslâm-merkezli amel ve eylemler ortaya koyarak yâni sâlih ameller işleyerek; İslâm’ı tebliğ ve dâvet ile yayarak, sonuçta da Allah’ın izni ile “emr-i bil mâruf ve nehy-i anil münker” merkezli bir İslâm toplumu kurarak ve nihâyetinde de İslâm’ı devlet ve medeniyet sürecine sokmaktır. Zîrâ İslâm ancak, bilinçli mü’minlerin gayretiyle kurulacak güçlü bir devletin öncülüğünde yaygınlaştırılıp hâkim olabilir ve insanlık cehâletten-zulümden ancak bu vesîleyle kurtulabilir. Zâten Nûr Sûresi 35. âyette de denildiği gibi; ancak bir İslâm Devleti yeryüzünde hâkim duruma geldiğinde, başta müslümanlar olmak üzere tüm insanlar cehâletten gerçek anlamda kurtularak zulme-mazlûmiyete bir son verilebilecektir:

“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara va’detmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl “güç ve iktidâr sâhibi” kıldıysa, onları da yeryüzünde “güç ve iktidâr sâhibi” kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

Modern zamanlarda insanları bilgilendirdiği ve aydınlattığı iddiâ edilen medya ve iletişim araçları, aslında büyük oranda bir cehâlet aracıdır. İnsanlar bu araçlarla kitleler hâlinde kandırılıp cehâlete düşürülebilmektedir. Bu nedenle mü’minler bu konuda uyanık olmalı ve duydukları-gördükleri haberleri sorgulamalı ve iyice düşünmelidirler. Kur’ân bu konuda bizi şu şekilde uyarır:

“Ey îman edenler!; eğer bir fâsık, size bir haber getirirse, onu etraflıca araştırın. Yoksa cehâlet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişmân olursunuz” (Hucurât 6).

Birileri de “cehâletin mutluluk olduğunu” söylüyor. Hayır!; cehâlet ahmaklıktan başka bir şey değildir. Bu ahmaklıktan kurtulmadan insanlık selâmete çıkamayacaktır. Cehâletten kurtulmak demek, “entelektüel olmak” demek de değildir; nice okuma-yazma bile bilmeyenler vardır ki “irfân” sâhibidirler. Burada okuma-yazmayı kötülemiyoruz ve “bilgili-bilinçli aydınlanma”yı öneriyoruz tabî ki ama, önemli olanın, eğitimin sonucundaki “güzel ahlâk” olduğunu söylemek istiyoruz. Bilgi-bilinç ve ahlâk bütünlüğü, cehâletin en iyi panzehiridir.  

Modern-bilim, “pozitif bilim”dir ve maddî olmayanı inkâr eder ve “maddî olandan başka hiç-bir şey bilinemez” der. Bu düşüncenin sonu insanlık için olumlu sonuçlara yol açmadığından (meselâ 1. ve 2. Dünyâ savaşları) ve nice zulümleri doğurduğundan, modern-bilimin bu önermesi bir cehâlet îlanıdır.

Cehâlet “bilmek”ten ziyâde, belki de bilmemekle alâkalıdır. Zîrâ bilemediğimiz ve bilemeyeceğimiz şeyler daha çoktur ve bunun farkında olmak hem bilinenlere bir rûh katar, hem de “gerçek bilen”in Allah olduğu bilincini kazandırır ki, bu bilinç gerçek anlamda “cehâletten kurtuluş”tur. Bu bilinç insana haddini bilmeyi öğretir ve haddini bilmeyenler cehâletten kurtulamazlar. İşte modernizm, bir “haddini bilmeme uygarlığı”dır. Bu nedenle bir-türlü cehâletten kurtulamıyor ve insanlık bir-türlü selâmete çıkamıyor.   

Bir önermenin cehâlete yâni karanlığa mı yoksa nûra yâni aydınlığa mı dönük olduğunun delîli, onun hayattaki yansımasıyla bilinebilir. Hayattaki sonucu insana, sonra da bitki ve hayvanlara yarar olarak mı dönüyor yoksa zarar olarak mı?; işte ölçü budur. Kur’ân, tâğut-merkezli olan yâni cehâlet iş-başına geçtiğinde şu sonucun ortaya çıkacağını söyler:

“O, iş-başına geçti mi (yada sırtını çevirip gitti mi) yer-yüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).

Lâik-seküler-demokratik-kapitâlist-liberâl-konformist-modernist önermeler ve dayatmalar, insanlığı son 200 yıldır ama özellikle son 50-60 yıldır zifiri bir karanlığa (cehâlet) sürüklemiştir ve insanlık dipsiz bir kuyuya yuvarlanmaya devâm etmektedir. Hele ki Dünyâ “tek kutuplu” kalalıdan bêri insanlık çeşitli “tamponlarla” avunmakta; geçici hazları mutluluk ve huzur zannederek sevinmekte ve cehâletini sürdürmektedir. Zîrâ gerçek aydınlık olan İslâm’ın nûrundan-aydınlığından (medeniyet) uzunca bir zamandır habersiz ve mahrûm olduğundan, bu huzûrun ve mutluluğun ne olduğunu unutmuştur. Öyle ki artık insanlar ve özellikle müslümanlar böyle bir huzur-iklimini “ütopya” olarak görmeye başlamıştır. Hattâ “yeniden İslâm-merkezli bir huzur-iklimi” söyleminde bulunanları a-normâl kişiler olarak görmekte; bu yolda, cihad-merkezli amel ve eylemde bulunanları ise terörist îlan etmektedir. Zîrâ câhildir ve cehâletin içinde yuvarlanmakta ve boğulmaktadır. Çok sıkı bir kuşatılmışlık içinde “sırât-ı müstakîm”i bir-türlü bulamamaktadır ve artık maalesef bulmak da istememektedir. Çünkü modern cehâleti “aydınlık” zannetmektedir. İşin kötüsü, müslümanlar da benzer yada aynı durumdadır. Dünyâ’nın kötü durumu apaçık olarak ortada olduğu için, birileri sürekli olarak “ne yapmalı” sorusunu sormaktadır. Kur’ân, Peygamber-örnekliği ve “ebedî dersler” veren Kur’ân kıssaları apaçık ortada duruyorken bu soruyu sorup durmaktadır. Tabî ki bu soru çok da samîmi bir soru değildir.  

İslâm bir “zorbalık dîni” değildir ve tam-aksine insanları zorbalıktan kurtarmak için vardır. Allah da Rahman ve Rahimdir. Câhilleri, tevbe edip vahyin nûrunda yol aldıklarında affeder:

“Allah’ın (kabûlünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehâlet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabûl eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Nîsâ 17).

“Sonra gerçekten Rabbin, cehâlet sonucu kötülük işleyen, sonra bunun ardından tevbe eden ve ıslah olanlar(la berâberdir). Şüphesiz Rabbin bundan sonra bağışlayandır, esirgeyendir” (Nahl 119).

Cehâlet domino-taşları gibidir. Domino taşlarının ilki devrilmeye başladığında diğer taşları da düşürür. İlk düğmenin yanlış iliklenmesi misâlinde olduğu gibi. Bu câhili gidişâta bir “dur” demek için tatlı-sert müdâhalelerde bulunmak kaçınılmazdır. Bizim “güzel örnekliğimiz”de de gördüğümüz de budur. Sözleri ve ardından sesleri yükseltmeksizin cehâletin zifiri bir karanlık olduğunu göstermek kolay değildir. Bu nedenle İslâm hakîkatini biraz da yüksekçe bir sesle dile getirmek gerekebilecektir.  

Tabî ki en büyük cehâlet, Allah’tan başkalarının hükmünü istemek ve buna destek olmaktır. Bu cehâletin sonu şirke ve dolayısı ile zulme çıkar:

“Hani Lukman oğluna -öğüt vererek- demişti ki; Ey oğlum, Allah’a şirk koşma. Şüphesiz şirk, gerçekten büyük bir zulümdür” (Lokman 13).

“Câhiliyenin hükmünü mü istiyorlar. Yakînen bilen bir kavim için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim vardır?” (Mâide 50).

Modern cehâlet, “öğretilmiş cehâlet”tir. Pasif kalanlar ve hiç-bir eleştiri ve îtirazda bulun(a)mayanlar bu cehâletten kurtulamazlar. Vahyin aydınlığında yapılacak olan eleştiri ve îtirazlar cehâlet karanlıklarına darbe indirecek yolun başıdır. Bu darbeler kaliteli ve sürekli olunca, cehâlet direncini kaybedecek ve bir “gedik” açılabilecektir. Gedik bir kez açıldığında ise hakîkat onun beynini darmadağın edip âlemi nurlandırıp aydınlatacaktır.

Şeytan-merkezli ve tâğut uygulamalı bu cehâletin-karanlığın yok edilmesi; hakîkat erlerinin canla-başla çalışarak cehâleti teşhir etmesi ve hakîkatin sağlamca ortaya konulmasıyla gerçekleşecektir. Böylece cehâletin görünümü olan zulüm ve mazlûmiyet bir son bulacak, Dünyâ âdetâ cennetin bir şûbesine (kendisine değil) dönecek ve şükür sesleri ayyuka çıkacaktır. Zîrâ cehâlet engeli ortadan kalkmış olacağından doğal ve normâl bir dünyâda yaşadıkları için fıtratları serbest kalan insanlar tebliğ ve dâvete duyarsız kal(a)mayacaklar ve hayatlarını İslâm ile aydınlatarak nurlandıracaklardır. En nihâyetinde vahyin doğrultusunda yaşayıp hayatlarını noktaladıklarında ise Allah’ın izni ile cennetle aydınlanacaklardır. Zîrâ cennet, cehâletin olmadığı yerdir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Şubat 2017



Devamını Oku »

10 Mart 2017 Cuma

Mustaz’af



“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sâhip) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar (mustaz’af) adına savaşmıyorsunuz?” (Nîsâ 75).

Mustaz’af: “Haklı iken haksızlaştırılmış; haksızlaştırılmış/güçsüzleştirilmiş olmasına karşı istikâmetinden geri durmayan/şaşmayan topluluk. Câhiliye toplumlarında toplumun çoğunluğunu teşkil eden, ezilen, hor görülen, güçsüz bırakılmış halk tabakası” anlamındadır.

Bir yazıda mustaz’afın târifi şöyle yapılır: “Mustaz’af, “za-u-fe (zayıf oldu)” fiilinin istif’al babından ism-i mef’uldür. “Za-u-fe” kuvvetli olmanın zıddıdır. Masdarı olan “za’f-zayıflık” nefiste ve bedende olduğu gibi, durum ve vaziyette, akıl ve re’yde de olur”.

İnsanlık târihi; tâ Hâbil-Kâbil’den bêri müstekbirlerin mustaz’aflara baskı kurduğu; onları ezdiği, sömürdüğü, zayıf bıraktığı ve zulmettiği târihtir. Mustaz’aflar ilk başta “sakınma”dan kaynaklanan bir pasiflik hâlindedirler. Fakat zamanla bu pasiflik meleke hâline gelir ve mustaz’aflar artık müstekbirlerin güdümüne-kontrôllerine girerler ve zamanla da müstekbirleri ilahlaştırırlar. Müstekbirliği ve mustaz’aflığı, -târih boyunca böyle sürüp geldiğinden- “kader” olarak görürler. Hâlbuki bu, şeytanın ve tâğutların, değişivermesinden çok korktukları, hattâ en fazla korktukları sûni bir durumdur. Bu durum Allah’tan değil, şeytandan ve tâğuttandır.

Dünyâ’daki zulmün ve kötü durumun nedeni, müstekbirlerin iktidarlarını ne olursa-olursa mutlakâ sürdürme isteğidir ve bunu sürdürebilmelerinin olmazsa-olmazı da çoğunluğun mustaz’af olarak kalmasıdır. Tabi bu bir zulümdür ve bu zulüm yüzünden Dünyâ hiç-bir zaman bir barış ve huzur ortamı olamıyor. Mevcut durum sâdece peygamberler ile birlikte onların zamânında değişmiş ve farklı bir kulvara girmiştir. Hak yeniden hâkim olduğunda müstekbirler yer-altına çekilmek zorunda kalmıştır. İşte böyle zamanlarda hak-hakîkat-huzur net bir şekilde açığa çıkmıştır. Baskı ortadan kalkıp fıtratlar serbest kalınca insanlar İslâm’ın, barışın, huzûrun, adâletin ne olduğunu görerek sünetullaha uygun yaşamaya başlarlar ve İslâm’a sıkıca sarılırlar. O hâlde hak ve hakîkat, mustaz’afların gözünden bakınca daha net görülür. Dünyâ’ya mustaz’afların gözünden bakmak farklı ama doğru sonuçlar ortaya koyar. Bu bakış “İslâm’a uygun olan bakış”tır ve buna göre oluşturulacak toplumsal düzende zulüm ve “zayıf bırakılmışlık” (mustaz’af) boşa çıkar.

Allah Rahmân ve Rahîm olduğu için zayıflardan-mazlumlardan yanadır. Bu nedenle müstekbirlerin ağır bir devrim ile devrileceklerini ve Dünyâ’nın mîrâsının mustaz’afların olduğunu söyler. Allah biraz da bu nedenle olsa gerek, Kur’ân’da, belki de canlıların en zayıfı-mustaz’afı olan bir sivrisineği bile örnek vermekten çekinmez:

“Şüphesiz Allah, bir sivrisineği de, ondan üstün olanı da, (herhangi bir şeyi) örnek vermekten çekinmez. Böylece îman edenler, kuşkusuz bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler; inkâr edenler ise, ‘Allah, bu örnekle neyi amaçlamış?’ derler. (Oysa Allah,) Bununla bir-çoğunu saptırır, bir-çoğunu da hidâyete erdirir. Ancak O, fâsıklardan başkasını saptırmaz” (Bakara 26).

Allah yardımını göndermesi için güce-mala-mülke-imkâna değil; samîmiyete, îmâna, fedâkârlığa, cesârete, dirâyete, güvene, sabra ve direnişe bakar. Allah, bu özelliklere sâhip -görece- zayıf olan mü’minlere Bedir’de de yardım etmişti:

“Andolsun, siz güçsüz iken Allah size Bedir’de yardımıyla zafer verdi. Şu hâlde Allah’tan sakının, O’na şükredebilesiniz” (Âl-i İmran 123).

Allah, zayıf bırakılmış mustaz’aflardan, kendilerine gelmelerini, boyun eğmemelerini ve dik durup sabırla mücâdele etmelerini ister. Allah ancak böylelerini sever:

“Nice peygamberle birlikte bir-çok Rabbâni (bilgin)ler savaşa girdiler de, Allah yolunda kendilerine isâbet eden (güçlük ve mihnet)den dolayı ne gevşeklik gösterdiler, ne boyun eğdiler. Allah, sabredenleri sever” (Bakara 146).

İnsan sâdece “Allah’a karşı” zayıflığının bilincinde olmalıdır. İnsanlara karşı gösterdiği zayıflık, kula kulluğu yanında getirir. Belli bir dönemde zayıflığa düşmek belki insan için iyi olabilir. Sorun olan şey sürekli bir zayıflık ve mustaz’aflık durumudur. Geçici mustaz’aflık durumu ise, “gerçek kudret sâhibinin sâdece Allah olduğu”nu göstermesi bakımından önemli olabilir. İnsan zayıf olarak doğar ve zayıf olarak ölür. Fakat zayıf (mustaz’af) olarak yaşamak zorunda değildir:

“Allah, sizi bir zaaftan yarattı, sonra (bu) zaafın ardından bir kuvvet kıldı, sonra bu kuvvetin ardından da bir zaaf ve yaşlılık verdi. Dilediğini yaratır. O, bilendir, güç yetirendir” (Rûm 54).

“Allah (ağır yükleri) sizden hafifletmek ister: (Çünkü) İnsan zayıf olarak yaratılmıştır” (Nîsâ 28).

Mustaz’afları mustaz’af yapan ve mustaz’afların bâzılarını âhirette sonsuz azâba dûçar eden şey, bu mustaz’afların müstekbirlere ve tâğutlara karşı olan pasiflikleridir. Bu durum onların Dünyâ’da zor bir hayat yaşamalarına neden olduğu gibi, onları âhirette de azâba sürükler. Âhiretteki mustaz’aflarla müstekbirler arasında şöyle bir diyalog yaşanır:

“..Sen o zulmedenleri, Rableri huzûrunda tutuklanmış olarak görsen; sözü (suçlamaları) birbirlerine karşı evirip-çevirir (birbirlerine yöneltirler). Zaafa uğratılan (mustaz’af)lar, büyüklük taslayanlara derler ki: ‘Eğer sizler olmasaydınız, gerçekten bizler mü’min (kimse)ler olurduk’. Büyüklük taslayanlar, zaafa uğratılan (mustaz’af)lara dediler ki: ‘Size hidâyet geldikten sonra, sizi biz mi ondan alıkoyduk?. Hayır, siz (zâten) suçlu-günahkârlardınız’. Zaafa uğratılanlar da büyüklük taslayanlara: ‘Hayır, siz gece ve gündüz hîleli düzenler (kurup) bizim Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na eşler koşmamızı bize emrediyordunuz’ dediler. Azâbı gördüklerinde pişmanlıklarını saklarlar; biz de inkâr edenlerin boyunlarına halkalar geçirdik. Onlar, yaptıklarından başkasıyla mı cezâlandırılacaklardı?” (Sebe’ 31-33).

Mustaz’afları “sürekli mustaz’af” yapan şey, müstekbirlere kulluk yapmalarıdır. Onları gözlerinde fazla büyütmüşler ve onların seviyesine ulaşamayacaklarını düşündüklerinden, mevcut zayıf durumlarını bir kader olarak görmüşler, onlara tam itaat ile uymuşlardır. Fakat bu durum hem müstekbirleri hem de mustaz’afları; birini zulümlerinden dolayı, diğerlerini de pasifliklerinden dolayı cehennemilik yapar:

“Ateşin içinde, iddiâlar öne sürüp karşılıklı tartışırlarken zayıf olanlar, büyüklenen (müstekbir)lere derler ki: ‘Gerçekten biz, size uymuş (teb’anız) olan kimselerdik. Şimdi siz, ateşten bir parçasını olsun, bizden uzaklaştırabilir misiniz?. Büyüklenen (müstekbir)ler derler ki: ‘Biz hepimiz (ateşin) içindeyiz; gerçekten Allah, kullar arasında hüküm verdi (artık)” (Mü’min 47-48).

Allah mustaz’afların pasifliklerini kabûl etmez ve hicret seçeneğini gösterir. Fakat bir de nefes almaya bile mecâlleri kalmayan mustaz’aflar vardır ki, artık bunlara karşı Allah rahmândır, affedicidir.

“Melekler, kendi nefislerine zulmedenlerin hayâtına son verecekleri zaman derler ki: ‘Nerde idiniz?’. Onlar: ‘Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmışlar (müstaz’aflar) idik’ derler. (Melekler de:) ‘Hicret etmeniz için Allah’ın arzı geniş değil miydi?’ derler. İşte onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü yataktır o?. Ancak erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan mustaz’aflar olup hiç-bir çâreye güç yetiremeyenler ve bir yol (çıkış) bulamayanlar başka. Umulur ki Allah bunları affeder. Allah affedicidir, bağışlayıcıdır” (Nîsâ 97-99).

Allah mustaz’aflardan yanadır fakat Allah kimden yanaysa o artık mustaz’af değildir, olmamalıdır. Zîrâ Allah’ın yardımını celb edecek ameller ortaya koymaya başlamışlardır. Allah’ın yardım ettikleri kişiler mustaz’af olmaktan çıkarlar:

“Hatırlayın; hani sizler sayıca azdınız ve yeryüzünde zayıf bırakılmıştınız, insanların sizi kapıp-yakalamasından korkuyordunuz. İşte O, sizi (yerleşik kılıp) barındırandı, sizi yardımıyla destekledi ve size temiz şeylerden rızıklar verdi; ki şükredesiniz” (Enfâl 26).

“Derler ki, ‘Andolsun, Medîne’ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp-çıkaracaktır.’ Oysa izzet (güç, onur ve üstünlük) Allah’ın, O’nun Resûlü’nün ve mü’minlerindir. Ancak münâfıklar bilmiyorlar” (Münâfikûn 8).

Müstekbir ve mustaz’af farkı en çok îman konusunda kendini açıkça gösterir. Müstekbirler; zulümden elde ettikleri kazançlarından kolay-kolay vazgeçemeyecekleri için dâvete icâbet edemezler. Oysa zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayan mustaz’aflar, dâvete kolay icâbet ederler ve îmâna ulaşırlar:

“Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler), içlerinden îman edip de onlarca zayıf bırakılanlara (müstaz’aflara) dediler ki: ‘Sâlih’in gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?’. Onlar: ‘Biz gerçekten onunla gönderilene inananlarız’ dediler. Büyüklük taslayanlar (müstekbirler şöyle) dedi: ‘Biz de, gerçekten sizin inandığınızı tanımayanlarız” (A’raf 75-76).

Müstaz’afların gözünden Dünyâ’nın hâl-i pür melâli de, nasıl olması gerektiği de çok net gözükür ve bilinir. Zîrâ onlar Dünyâ’ya yeryüzünün en düşük rakımından bakmaktadırlar ve baktıkları yerden genel durumu hiç-bir şeyi ıskalamadan çok net görebilirler. Nice çâresizler-zayıflar-mazlumlar-düşmüşler-ezikler-sürünenler-ölmek üzere olanlar ve ölenlerin durumu çok net gözükür durdukları yerden. Mustaz’aflar iyinin nasıl olması gerektiğini, konumlarından dolayı iyi bildikleri için farklı bir Dünyâ öngörebilirler. Zîrâ ârızayı iyi bilmektedirler. Fakat daha yüksek rakımda yaşayanların, bu çâresizlikleri, ezikliği ve zor durumu görmesi mümkün değildir. Onlara göre zâten “her-şey çok güzeldir; hârika bir zamanda yaşıyoruzdur, herhangi bir sorun da yoktur”. Mustaz’aflar ise sıfır rakımın zorlayıcılığından dolayı meseleyi idrâk edip çözebilirler, “sıfır rakım” onlara farklı bir ferâset kazandırmıştır. Bu nedenle de sorunu çok iyi analiz edebilirler ve ne yapılması, kiminle yapılması ve neye ihtiyâcımız olduğunu mustaz’aflar daha iyi bilir. Dediğimiz gibi; sıfır rakım çok net gösterir. Belki de bu nedenle Allah yeryüzüne mustaz’afları mîrasçı kılmak ister:

“Bereketler kıldığımız yerin doğusuna ve batısına o hor kılınıp-zayıf bırakılanları (mustaz’afları) mîrasçılar kıldık. Rabbinin İsrâiloğullarına olan o güzel sözü (vaâdi), sabretmeleri dolayısıyla tamamlandı (yerine geldi). Firavun ve kavminin yaptıklarını ve yükselttiklerini (iktidarlarını ve saraylarını) da yerle bir ettik” (A’raf 137).

Ali Şeriati: “Ey gaybın bilicisi Allah’ım!. Şu çağımızda sana gerçekten tapanlar, yalnızca yeryüzünün mustaz’aflarıdır” der.

Mustaz’aflık orijinâl bir hâl ve durum değildir. İlk mustaz’aflar “sonradan mustaz’af” olmuşlardır. Zîrâ Allah hiç kimseyi mustaz’af olarak yaratmamıştır, yaratmaz. Cehâletten, pasiflikten, direnememekten, karşı koyamamaktan, korkmaktan, eleştirememekten, îtirâz ve isyân edememekten kaynaklanır mustaz’aflık. Ne zaman ki mustaz’aflar birbirleriyle çekişmeye başlarlar, Allah ve Resûlüne itaat etmezler, pasifleşip yılgınlaşmaya başlarlar; işte o zaman güçleri gider ve zayıflayarak mustaz’aflaşırlar. Bu durumdan kurtulmak için yapılması gereken şeyi Allah çok net ortaya koyuyor:

“Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).

Modern zamanlar da mustaz’afların ve mustaz’aflığın yoğun olarak yaşandığı zamanlardır. Bu, normâl ve doğal olmayan onursuz bir durumdur ve bundan kurtulmak Allah’ın emridir. Yapılacak şey ise bellidir. Şöyle bir silkinip ve karar alıp, bilgi-bilinç, amel-eylem ve devlet-medeniyet sürecine girilmelidir. Zulüm yada mustaz’aflık ancak böyle bir süreç çok ciddi ve gayretli şekilde ortaya konulup yaşandığında ortadan kalkacak ve Dünyâ cennetin bir şûbesine (kendisine değil) dönebilecektir. Böylece asr-ı saadet süreci yeniden başlayacak ve “son saat”e kadar da devâm edecektir inşaallah.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mart 2017



Devamını Oku »

9 Mart 2017 Perşembe

Zulüm


“...Allah’a şirk/ortak koşma!. Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür” (Lokman 13).

Zulüm: “Haksızlık. Eziyet, işkence. Bir şeyi kendi yerinden başka bir yere koymak. “Hayâtı ve kâlpleri karartmak” anlamında “karanlık”. Eşyâyı bulunduğu mükemmel konumundaki yerinden etmek” anlamlarına gelir

Zulmün nedeni, “çıkar”dır. Çıkarını sağlamak yada daha da iyileştirmek için güçlü(!) olan kişinin başkalarının çıkarlarına türlü şekillerde maddî yada psikolojik olarak saldırmasıdır. Tek “hak din” olan İslâm, temelde dinsizliği değil zulmü ortadan kaldırmak için vardır fakat zulüm, İslâm’ın göz-ardı edildiği oranda ortaya çıkar. Din göz-ardı edilmeye başladığında zulmün kaynağı olan şirk ortaya çıkmaya başlar. Zâten âyetin de söylediği gibi şirk en büyük zulümdür. Şirk, zulmün başlatıcısı, yayıcısı ve sürdürücüsüdür. Demek ki zulmün nedeni, Allah’ın tüm kâinâta uyguladığı sünnetullahı, Dünyâ’da insanlar arasında da uygulamak istemesi fakat bunun nefsin hoşuna gitmemesi nedeniyle, birileri tarafından sünnetullahın yada onun yazılı şekli olan vahyin aksine işler yapmaktır.

Vahye aykırı işler yapmanın yaygın göstergesi, Allah’ın sözünü ifsâd edip değiştirmek ve farklı anlamlara sokmaktır. Zulüm böyle başlar. Yâni her tahrif bir zulümdür. Fıtrata tam uygun olan Allah’ın sözü değiştiğinde mutlakâ zulüm çıkar ve o zulmü ber-tarâf edecek doğru bir kaynak kalmaz ortada. Çünkü “panzehir” olan doğru kaynak değiştirilip tahrif edilmiştir ve azap kapıya dayanmıştır:

“Ama zulmedenler, kendilerine söylenen sözü bir başkasıyla değiştirdiler. Biz de o zâlimlerin yaptıkları bozgunculuğa karşılık, üzerlerine gökten iğrenç bir azap indirdik” (Bakara 59).

Kur’ân’a bu şekilde zulmedilmektedir. Kur’ân’a yapılacak en büyük zulüm, onu sünnetten ayırmakla olur. Vahyi, pratiğinden yâni Peygamber’den ayırmak, zulmün de başladığı yerdir.  

Allah zulme karşı zinhar sessiz kalmaz ve zâlimlerin kökünü kazır. Târih boyunca bu hep böyle olmuştur. Fakat zulmün olduğu yerde bir ıslah çalışması varsa Allah azâbı erteler ve hattâ kaldırır:

“Halkı, ıslah eden kimseler iken, Rabbin o ülkeleri zulm ile helâk edecek değildi” (Hûd 117).

Azâbın ertelenmesini ve kaldırılmasını sağlayan en etkili şey “sâlih ameller ve ıslah hareketleri”dir. Zîrâ orada zulme karşı bir eleştiri, bir îtiraz ve isyân başlamıştır ve zulme karşı olan bir harekette Allah’ın yardımı kaçınılmaz olacağından, mutlakâ zulüm ber-tarâf edilecektir. Fakat özellikle günümüzde görüldüğü gibi, zulme sessiz kalındığında feryatlar ayyuka çıkmakta ve Dünyâ bir “zulüm diyârı” hâline gelmektedir. Bunun panzehiri vahyin ışığında yapılacak sâlih amellerdir:

“Kim de bir mü’min olarak, sâlih olan amellerde bulunursa, artık o, ne zulümden korksun, ne hakkının eksik tutulmasından”  (Tâ-hâ 112).

Allah zâlimlere karşı savaşılmasını emreder. Tabi bu; tebliğ-ıslah-dâvet aşamalarından sonra olacaktır. Zîrâ zulüm demek fitne demektir ve fitne adam öldürmekten bile daha beterdir. Zâten savaş da zulme-zâlimlere karşı yapılır ve zâlimlerden başkasına düşmanlık da yoktur:

“(Yeryüzünde) Fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur” (Bakara 193).

Peygamberler hep zâlim kavimlere gönderilirler. Yoksa mutlu-mesut ve adâletli bir yaşamın olduğu yere peygamber göndermeye gerek yoktur. Anlamsız da olur zâten. Fakat bu tarz hayatlar lokâl ve kısa süreli olur ve şeytan her dâim görevinin başındadır. Şeytanın vahyettiği taraftarları hemen mevcut iyi durumu değiştirmeye başlarlar, böylece fitnenin ayak-sesleri duyulur ve hemen arkasından da zulüm başlar. Tabi zulmün ayyuka çıktığı yere peygamberler hemen yetişir:

“Hani Rabbin, Musa’ya seslenmişti: Zulmetmekte olan kavme git” (Şuârâ 10).

Zulüm, vicdanları bile baskılayıp kişinin doğruya ulaşmasına mâni olur. Allah insanların hür olmasını ister. Zîrâ insanlar fıtratlarıyla baş-başa kaldıklarında İslâm’a-vahye duyarsız kalamayacaklar ve sünnetullaha uygun yaşamaya başlayacaklardır. Fakat zulüm başladığında bunu blôke eder ve insanlar zâlimlerin kontrôlüne girerler. Uzun yıllar baskı ve zulm altında yaşamak, mazlumları da zâlimleştirebilir. Yâni zulüm, mazlumları da zâlimleştirebilir ve şiddetli bir İslâm-hak-hakîkat düşmanı bile yapabilir. Artık bu kişileri yeniden İslâm’a döndürmek zor olur. Vicdanları uyarıları kabûl etse bile nefisleri kabûl etmez:

“Âyetlerimiz onlara, gözler önünde sergilenmiş olarak gelince dediler ki: Bu, apaçık bir büyüdür. Vicdanları kabûl ettiği hâlde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkâr ettiler. Artık sen, bozguncuların nasıl bir sona uğratıldıklarına bir bak” (Neml 13-14).

Zulmün sonu virân olmaktır. Târih boyunca bu hep böyle olmuştur. Nice Firavunlar, Nemrutlar, Hâmân, Kârun ve Bel’amlar yâni kısaca şirkin başını tutan zâlimler ve zulüm yönetimleri, bulundukları yerlerin altı üstüne getirilerek yok olup gitmişler ve ebedî cehennemi boylamışlardır. Bunun nedeni hep zulüm olmuştur:

“İşte, zulmetmeleri dolayısıyla enkâza dönüşmüş ıpıssız evleri. Şüphesiz bilen bir kavim için bunda bir âyet vardır” (Neml 52).

Azap ve helâk zulüm hâlinde olan kavimlerin-devletlerin-yönetimlerin üzerine iner:

“Andolsun, biz Nûh’u kendi kavmine (elçi olarak) gönderdik, içlerinde elli yılı eksik olmak üzere bin sene yaşadı. Sonunda onlar zulme devâm ederlerken tûfân kendilerini yakalayıverdi” (Ankebût 14).

“Böylece zulmeden topluluğun kökü kurutuldu. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’adır” (En-âm 45).

Mü’minler bir zulüm karşısında birbirlerine yardım ederek mücâdele etmeli ve savaşmalıdırlar. Zâten ümmetin hâl-i pür melâlinin nedeni, her türlü zulüm ayyuka çıktığı hâlde birlik olup da zâlimlere karşı duramayışlarıdır. Fakat unutulmaması gereken şey şudur ki zulme sessiz kalmak da zulüm ve zâlimliktir:

“(Mü’minler) Rablerine icâbet edenler, namazı dosdoğru kılanlar, işleri kendi aralarında şûrâ ile olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk edenler ve kendilerine zulmedildiği zaman, birlik olup karşı koyanlardır” (Şûrâ 38-39).

Zulüm, zulûmattır. Yâni karanlıktır. Allah ise karanlığın olmasını istemez ve tüm âlemi nurlandırdığı gibi Dünyâ’yı ve kâlpleri de nurlandırmak ister. Peygamberimiz: “Zulüm yapmaktan kaçınınız. Zîrâ zulümler, kıyâmet gönü yapanın bir daha çıkamayacağı bir karanlığa girmesine sebep olur” ve “Ey insanlar!; Allah’ın gazâbından korkunuz. Allah’ın birliğine yemin ederim ki, Allah mü’mine zulüm eden bir kimseden kıyâmet gü­nü mü’minin intikâmını muhakkak alacaktır” der.

Güyâ modern ve ileri bir uygarlık çağında yaşıyoruz. Fakat aslında târih boyunca görülmemiş oranda bir zulüm hâkimdir Dünyâ’ya. Zulmün her çeşidi acı bir şekilde yaşanmaktadır. “Şu konuda zulüm yoktur” denebilecek bir alan gösterilemez. Çoğu kimse bilmese de Dünyâ’da şu-an îtibâriyle “bildiğimiz anlamda” bir kölelik bile vardır ve bu kölelik çeşidi eskisine oranla daha zâlimcedir. İnsanların çoğunun Dünyâ’nın ve insanların perişân bir hâlde olduğunun farkında olmaması da ayrıca bir zulümdür.   

İslâm-dışı tüm ideolojiler zulüm üretirler. Kapitâlizm bir zulümdür. Şeytan-işi bir pislik olan fâizi işleten bankalar zulmün merkezleridir. Neo-emperyâlizm hızla sürmektedir. İnsanların mankurtlaştırılması, istihmarlaştırılması (eşekleştirilme), aptallaştırılması zulümdür. İnsanlar sarhoş bir hâldedirler ve zulmün farkında olmadıkları gibi her-şeyin güllük-gülistanlık olduğunu zannetmektedirler.

Fakat bu böyle gitmemelidir. Bir eleştiri, îtirâz ve nihâyet kerîm öfkelere sâhip olanlar tarafından bir isyân yükseltilip gidişâta çomak sokulmalı ve Dünyâ’nın altını üstüne getirmek pahasına da olsa zulüm ve zâlimler ber-tarâf edilmeli ve mazlumlar rahat bir yaşama kavuşmalıdırlar. Zâten Allah Dünyâ’da zâlimlerin değil, mazlumların, mustazafların, zayıf bırakılmışların önder olmasını istemektedir:

“Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mîrasçılar kılmak istiyorduk” (Kasas 5).

Dünyâ’nın perişân hâlini anlatmaya ciltler dolusu kitaplar yetmez. Bir hipnoz hâlinde olan ekserun-nas bunun farkında değildir. Zîrâ çeşitli yollarla uyuşturulmuş durumdadır. O hâlde iş, İslâm ile aydınlanmış sâlihlere düşmektedir. Eğer bu Sâlihler; tebliğ-ıslah-dâvet, bilgi-bilinç-eleştiri-îtirâz-isyân sürecine girerlerse Allah mutlakâ onarla yardım edecek ve “zafer garantili yardım”ını ulaştıracaktır. Zîrâ Allah kendi yolunda cihad edenlere yollarını gösterir:

“Bizim uğrumuzda cihad edenlere, şüphesiz yollarımızı gösteririz. Gerçekten Allah ihsân edenlerle berâberdir” (Ankebût 69).

Tabî ki Allah rahmân ve rahîmdir ve zâlim değildir. Zâlimler dâvetçilere ve vahye uyup kötülükten uzak durursa ve müslüman olarak yaşayıp ölürse Allah’ın affına mahzar olacaklardır. Çünkü Allah insanlara kendilerine gelmeleri için mühlet vermekte ve tövbeye dönmelerini beklemektedir:

“Eğer Allah, insanları zulümleri nedeniyle sorguya çekecek olsaydı, onun üstünde (yeryüzünde) canlılardan hiç-bir şey bırakmazdı; ancak onları adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler” (Nâhl 61).

“Ancak kim işlediği zulümden sonra tevbe eder ve (davranışlarını) düzeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabûl eder. Muhakkak Allah, bağışlayandır, esirgeyendir” (Mâide 39).

İslâm için “nefret dîni” diyorlar. Evet; İslâm zulümden nefret eder ve zulmü ve zâlimi yok etmek için mücâdele eder. Zûlüm aslında aslî değil de tâli olduğu yâni bir “hakkın ve adâletin yokluğu durumu” olduğu için gerçek bir güce sâhip değildir. Stadyumlarda 100.000 kişi hep bir ağızdan “gol” diye bağıracaklarına “Lâ” diye bağırsa, ortada zulüm kalmazdı. Zulüm, fakirlerin, “yeter artık” deyip de ayaklanacağı zamâna kadar devâm edecektir. Zulüm, “İslâmî hareket” başladığında yok olup gidecek ve karanlıklar aydınlığa kavuşacaktır.

Evet; %100 yanlış olan bir şey varsa, o da zulümdür.  

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mart 2017













Devamını Oku »

Gıyb-et



“Ey îman edenler!, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin) Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi?. İşte, bundan tiksindiniz. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabûl edendir, çok esirgeyendir” (Hucurât).

Gıybet: “Arkadan çekiştirmek. Orada hazır olmayan birisinin aleyhine konuşmak. Birisinin gıyâbında hoşuna gitmeyen bir şeyi söylemek” diye geçer lûgatta.

Âyet, gıybetin târifini yaparken okuyucu mecbûren bir canlandırma yapıyor ve suratı değişiyor. Ölmüş kardeşinin etini yediğini, düşünmeye bile tahammül edemiyor. Kaldı ki psikolojik bir bozukluk yoksa hiç-bir “ölünün etini yemek” düşüncesi hoş değildir. İşte Allah, gıybetin ne kadar iğrenç bir şey olduğunun kıyasını bu şekilde yapmamızı istiyor. İnsanlar-arası ilişkileri olumsuz anlamda en çok ve kolay etkileyen şey “laf” ile olur-oluyor. Bir laf, en yakın iki kişiyi bir-anda düşman yapabiliyor. Lafın etkisi, olumsuz sözün kimden geldiğine göre değişir. Umurumuzda bile olmayan birinin bizim için ettiği bir söze kızsak da çok da kafamıza takmayız. Fakat yakınlarımızdan duyduğumuz sözler bizi çok yaralar. Bu yaralanma, yakınlığı bozar ve ânında bir uzaklaşma başlatır. Hele ki kendisine çok güvendiğimiz, sevdiğimiz, saygı duyduğumuz bir kişinin bizim aleyhimize ettiği söz, ölüme kadar sürecek bir ayrılığı doğurabilir. 

Gıybetin gıybet olabilmesi için, gıybet konusu olan şeyin gıybeti yapılan kişide olması gerekir. Aksi-hâlde o şey iftirâ olurdu. İftirâ ise, insanların Dünyâ’dayken uygulayabileceği cezâlardan biridir. İftirâ etmek zâlimliktir, zulümdür çünkü. Zâten en büyük zulüm olan şirk de bir iftirâdır:

“Gerçekten, Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftirâ etmiş olur” (Nîsâ 48).

İnsanın ayırıcı özelliğinden biri de, anlamlandırabilme yetisidir. Bir görüntüyü, sesi ve sözü anlamlandırabilir. Bu nedenle de gıybeti ancak insan yapabilir ve gıybetten etkilenebilir. O hâlde gıybet büyük bir imtihandır. Peki bu kadar tiksindirici ve hem Dünyâ’da hem de âhirette çok ağır sonuçları olacak olan gıybeti bu kadar kolay yapmamızın nedeni nedir?. Herhâlde hem aymazlığımız ve uyarıyı yeterli derecede dikkate almamamız; hem de özellikle müslümanlar olarak “samîmi” bir toplum olmamızdır. Çünkü samîmi olduğumuz kişinin her özelliğini bilebiliriz. Kişinin bir-çok özelliğini bilmemiz, potansiyel gıybet konusudur ve gıybet etme ihtimâlini arttırabilir. Doğulu insanlar açıktır ki daha samîmidirler ve belki de bu samîmiyetten kaynaklanan yakınlıklardır gıybetin konusunu ortaya çıkaran ve gıybeti etkili kılan.      

Müslüman, kardeşinin hatâsını ve ayıbını ortaya çıkarmaya çalışmaz ve tam-aksine onun kusurlarını örtmeye çalışır. Tecessüs de etmez:

“Ey îman edenler!, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın)…” (Hucurât 12).

Gıybet, gıybetçiyi kibirli yapar. Gıybet eden kişi, kendisi gıybetin konusu olan o şeyden münezzehmiş gibi olacağından, kibri artar. Genelde tüm Dünyâ’da ama özellikle gıybetten kaçınması ağır ifâdelerle emredilen müslümanları perişân eden unsurlardan biri de gıybettir. Gıybet, müslümanları içeriden yıkan şeydir. Gıybet nice fitneleri ateşleyen ve körükleyen şeytan-işi bir pisliktir. Gıybet sözün bereketini öldürür. İçinde gıybet olan sözlerin kâlbe ulaşması imkânsızdır. Bu nedenle Kur’ân bizi gıybetten ve söz taşıyıcılığından sakındırarak şöyle der:

“Şunların hiç-birine itaat etme: Yemin edip duran, aşağılık, alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip-götüren (gizlilik içinde söz ve haber taşıyan)” (Kalem 10-11).

Âyet, gıybet edene ve laf taşıyana uyulmamasını emreder. Gıybeti ve laf taşıcılığını en çok yapanlardan birileri de siyâsetçilerdir ve siyâsetçiler bâzen gıybetin dibini bulmaktadırlar. Bu modern tarz gıybet, “anlaşmalı gıybet” bile olabiliyor.

Kişinin hoşlanmayacağı şeyi sâdece söz ile değil de hareketler yada küçük bir mimik ile ifâde etmek bile yasaklanmıştır:

“Arkadan çekiştirip duran, kaş-göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay hâline!; Ki o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır. Gerçekten malının kendisini ebedî kılacağını sanıyor” (Hümeze 1-3).

Âyette, çekiştirip duran ve alay edenlerin daha çok, zenginlikten ve mal-mülk sâhibi olmaktan dolayı kendisini müstağni görenler olduğu söyleniyor. O hâlde kibri ortaya çıkaran özellikler; gıybeti, laf taşımayı ve alay etmeyi kolaylaştırıyor. Bu nedenle de bu özelliklere sâhip olanlar daha dikkatli olmak zorundadır. 

Peygamberlerin ortak ahlâki özelliklerinden öne çıkanı, “gıybetten uzak durmak”tır. Meselâ Îsâ aleyhisselâmın özelliklerinden bahsedilirken: “O, çok yemez, cimri değildir. Hîle yapmaz, kimseyi kötülemez, hiç acele etmez. Kendi için intikâm almaz. Tembel değildir. Kimsenin gıybetini yapmaz” denir.

Gıybeti gıybet olmaktan çıkaran durumlar da vardır. Peygamberimiz şöyle buyurur: “Üç grup vardır ki, gıybetlerini yapman sana haram değildir: Günahı açıkça işlemekten sıkılmayan kişi. Zâlim idâreci ve dinde olmayanı dîne sokan bid’atçı. Hayâ örtüsünü atan kimsenin arkasından konuşmak gıybet değildir. Ne fâsık, ne de günahı açıktan işleyen kimse için söylenen söz gıybet sayılmaz…” (Câmiu’s-sağîr, Hadis No: 8525. Müslim, Zühd 52).

Bir yazıda mü’minin hasleti için şunlar söylenir: “Mü’min doğru düşünür, pak ve temiz tabiatlıdır ve hâlis zevkler sâhibidir. Ahlâk-dışı şeylere karşı herhangi bir eğilim taşımaz. Yararlı ve doğru söz söyler, gevezelik etmez, ince bir şakacılığı vardır, ama bu hiç-bir zaman alay, eğlence, güldürmece ve taklit cinsinden değildir. Kulakların koğuculuk, gıybet, çekiştirme, iftirâ, yalan, iğrenç şarkı ve müstehcen sözlerden uzak kalamadığı bir toplum, mü’min için bir işkence kaynağıdır. Vaâd edilen cennetin bir özelliği de, “.... orda boş ve yararsız hiç-bir şeyin duyulmayacağı” değil midir?”.

Demek ki cennette gıybet olmaz. Fakat cenneti kazanmak için de cennette olmayan şeylerden (gıybet) uzak durmak gerekir.

İslâm âlimleri gıybetin aşağıdaki şekillerini câiz kabûl etmişlerdir:

1) Zulme uğrayan kişinin bu zulmü ortadan kaldırabilecek güçte olduğuna inandığı kimseye zâlim kimseyi şikâyet etmesi.

2) Düzeltilip ıslah edilmesi niyeti ile haksızlıkları ve kötülükleri giderebilecek yetkide olan kimselere bir kişi veya zümrenin kötülüklerinin anlatılması.

3) Fetvâ almak gâyesi ile bir müftüye veyâ bir İslâm âlimine, bir kişinin yanlış hareketlerini konu edinen bir olayın anlatılması.

4) Bir kişinin veya kişilerin şerlerinden sakınsınlar diye diğer insanlara bilgi verilmesi. Meselâ, hadis râvilerinin, şâhitlerin, kitap yazarlarının eksiklerini, hatâlarını açıklamak bütün âlimlerce, câiz değil, vâcip kabûl edilmiştir. Çünkü bu açıklama olmadan şeriatı yanlış rivâyetlerin yayılmasından, mahkemeleri adâletsizlikten ve insanları özellikle ilim araştırıcılarını sapıklıklardan korumak mümkün olmaz. Yuva kurmak isteyenlerin karşıki şahıs hakkında, yâhut yanından ev alınmak istenen kimsenin komşuluğu hakkında, yâhut birisi ile iş-ortaklığı kurulmak istendiği taktirde veyâ birine bir emânet verilmesi gerektiğinde kendisinden bilgi istenen kişinin bu kimselerin iyi ve kötü taraflarını bilmediğinden dolayı zarâra uğramasın diye soran kişiye açık-açık anlatması gerekir.

5) Fısk, fücur ve çeşitli ahlâksızlıklar yayan, yâhut dîni düşüncelerde sapık fikirler ve bid’atler dağıtan veyâ Allah’ın kullarını dinsizlik, eziyet ve zulüm fitnelerine boğan kimselerin kötülüklerini herkese karşı îlan ederek tenkit etmek, bunları anlatmak da gıybet değildir.
     
6) Kötü bir lâkapla meşhûr olan kimseleri bu lâkap dışında tanıtmak mümkün değilse, küçültmek ve hafife almak niyeti ile değil de kişiyi tanıtma niyeti ile o kötü lâkâbın kullanılması da gıybet değildir.

Bu istisnâi durumlar dışında birinin arkasından çirkin söz söylenmesi kesin olarak haramdır.

Mustafa İslamoğlu gıybet hakkında şunları söyler:

“Gıybet: “Sizden birinin kardeşini, o duyunca hoşlanmayacağı bir şekilde anmanızdır” der Peygamberimiz. “Onda olan bir şeyi söylesek de mi?” sorusuna ise; “zâten gıybet budur, aksi iftirâ olur” der. Gıybetin gıybet olması için, karşıdakinin “dinde kardeşi” olması lâzım. Gıybet, bilindiği kadarıyla Kur’ân’la gelmiştir. Gıybet etmenin bir ucu da, Allah’a gaybı bilme konusunda ortak olmaya gider. Diri olan kardeşi için “ölü” denmesinin nedeni, gıybet ederek onun şahsiyetini öldürdüğü içindir. Ne vejetaryenler vardır ki, ağzı-yüzü kan içindedir. AİDS, bağışıklık sistemini çökertir, gıybet ise, İslâm’i bağışıklık sistemi olan takvâyı çökertir. En tehlikeli olan virüs, gıybet virüsüdür. Gıybetkâr, bulaşıcı bir virüs taşıyan gibidir. İçki tüm kötülüklerin anasıdır. Gıybet ise tüm kötülüklerin babasıdır. Gıybetin anası ise “zan” dır. Gıybet, zan ile başlar. Dağ dururken taşın lafı edilir mi?. İşte gıybetkârın yaptığı budur. Allah’ın lafını edeceğine, kulun kötü lafını ediyor. Hüsn-ü zan değil, sû-i zan ediyor. Gıybetkâr, kabuğun lafını eder, öz’ün değil. Gıybet etmek, gaybı taşlamaktır. Allah’a gıybet edenler, O’ndan uzak oldukları için gıybet ederler. Gıybet bir uyuşturucudur, insanı uyuşturur, kâlbi paslandırır. Kâlp, bir “gıybet-metre”dir. Etlerimiz İslâm’i usülle kesildiği gibi, sözlerimiz de İslâm’i usülle kesilmeli. “Damlasını ağzıma koymadım” dedikten sonra, “(ölü kardeşimin) lokmasını ağzıma koymadım”) demeliyiz. Gıybet, toplumun kalitesini düşürüyor. Bütün gıybetkârlar kâtildirler. Gıybetkâr, başkasının ayıbını görmekten, kendi ayıbını göremeyendir. “Hakkını helâl et” demekle gıybet affolmaz. İstiğfâr etmesi lâzım. Başkalarının gözünde kötü gösterdiği kişiyi tam tersine iyi göstererek ve hayırla anarak. Gıybet, öteki ile ilgilenmektir, başkasıyla ilgilenen, kendisiyle ilgilenemez. Kendini unutur. Orucu farz kılan âyet ne kadar değerliyse, gıybet yapmaktan sakındıran âyetler de o kadar değerlidir. Eleştiremediğimiz için gıybet ediyoruz. Gıybet, eleştirinin yokluğu hâlidir. Gıybet etmemek için, “insanları çamura düşüp kirlenmiş kullar” olarak görmek lâzım”.

“Gıybet olmasın ama..” diye başlayan tüm sözler de gıybettir.

Dünyâ, gıybet etmekten, yâni “ölü eti yemekten dolayı obez olmuş” insanların doldurduğu bir yer hâline gelmiştir. Bu “gıybet obezliği”nden ancak, “gabya îman”la uzak durulabilir. Zîrâ gayba îman edenler gıybet etmezler; edemezler.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mart 2017

Devamını Oku »

AKP’nin Değişimi ve Toplumu Dönüştürmesi



“Böylece biz, her ülkenin önde gelenlerini -orada hîleli- düzenler kursunlar diye- oranın suçlu-günahkârları kıldık. Oysa onlar, hîleli-düzeni ancak kendilerine kurarlar da bunun şuuruna varmazlar” (En-âm 123).

Târih, bir değişim ve dönüşümün târihidir. Kâinatta dönmeyen ve bu nedenle de değişmeyen bir şey yoktur. Fakat varlık içinde sâdece insanın döngüsü ve değişimi -bâzı örnek dönemler hâriç- “Allah’a göre” değildir. Tüm kâinat tam da Allah’a göre yâni sünnetullaha göre hareket eder. Allah, İslâm Sistemi’ne uyarak insanların da aynen tüm kâinat gibi hareket etmesini ister ve bu nedenle de son Peygamber Hz. Muhammed’e kadar sürekli peygamberler ve vahiyler göndermiştir. “Sünnetullah” denen bu kâinât sisteminin adı İslâm’dır. Son olarak Peygamberimiz Hz. Muhammed ile en kemâl hâle gelen İslâm, yâni “Allah’a göre”lik, Peygamberimizle birlikte uygulamaya da konulmuş ve ebedî bir örneklik sergilenmiştir. Döngü  ve değişkenlik İslâm’a göre olduğunda, aynen göklerdeki gibi muazzam bir ahenk ve düzen olacak; fakat dönüşüm ve değişim İslâm değil de insan-merkezli yâni lâik ve seküler olunca, dolayısıyla İslâm sisteminin yâni “Allah’a göre”liğin dışına çıkılınca düzen bozulacaktır ki an îtibârıyla bu düzen bozulmuş bir hâldedir ve döngüden sapılmış olduğundan dolayı da giderek artan bir yalpalanma yaşanmaktadır.

İslâm’a aykırı bu değişim, yönetim şekillerinde ve insanların buna göre değişip dönüşmesiyle kendini gösterir. Bu değişimi ve dönüşümü başlatanlar ise yönetici kadrolar olan siyâsilerdir ki Türkiye’de bunun temsilciliğini son 15 yıldır muhâfazakâr siyâsiler yapmaktadır. İlâhi sisteme aykırı davranışı yapanların müslüman-dindar-muhâfazakâr olup-olmaması bu anlamda önemli değildir. Zulmü kim işlerse-işlesin zâlim olur. AKP’nin başlattığı bu dönüşüm ve değişimin, aklını birilerine kirâya vermemiş olanlar için “hayra alâmet” olmadığı çok açıktır.

AKP “gömlek değiştirdiği” ve İslâm’a göre davranmayacaklarını söyledikleri için, onun yaptıkları-yapmadıkları İslâm’a mâl edilemez. AKP’ye sâdece: “Siz eski İslâm’cı olduğunuz ve eski söylemleriniz İslâm’i yönde olduğu hâlde niçin İslâm’a göre davranmıyorsunuz?” diye sorulabilir.

AKP, sözde yükselişini ve uzatmalı iktidârını, “gömleği” çıkarmasına, “İslâm’ı referans olarak almak”tan vazgeçmesine (“din” değiştirmesine) borçludur. Evet; AKP, enfüste müslüman olduğunu söylemesine rağmen, âfakta İslâm-dışı insânî ideolojilere (din) göre hareket etmektir.

AKP’nin lîderi (ebedî şefi) olan Tayip Erdoğan, bir zamanlar şöyle söylüyordu: “Hem lâik hem de müslüman olunmaz; ya müslüman olacaksın ya lâik, ikisi bir-arada olduğu zaman âdetâ ters mıknatıslanma yapar. Mümkün değil ikisinin bir-arada olması. “Hem müslümanım hem de lâikim” demek mümkün değildir. Çünkü Allah her alanda kesin hâkimiyet sâhibidir”. Fakat daha sonra: “Biz yola çıkarken bir şey söyledik, Ak Parti din-eksenli bir parti değildir, insan-eksenli bir partidir. Lâiklik tüm inançlara eşit mesâfededir. Kişi lâik olmaz, devlet lâik olur” diyerek dîni kâlplere-vicdanlara hapsetmiştir ve tâkipçileri için de artık, din (İslâm) sâdece vicdanlarda yaşanan bir din olarak kabûl edilmiştir. Bunların içinde, bir zamanların sıkı İslâmcıları yâni “dîni hayâtın her alanına hâkim yapmak isteyenler” de vardır. O zamanlar beslendikleri Kur’ân onlara -doğru olarak- İslâm’ı hayâtın her alanına hâkim kılmasını emrederken; şimdi ise aynı Kur’ân, “İslâm’ın devlette ve kânunda yeri yoktur (lâiklik), o sâdece kâlplerde yaşanması gereken bir dindir” mi diyor?. Hangisi doğru?. Kur’ân’dan o zaman anladıkları yanlış idiyse, şimdi anladıkları nede doğru olsun ki?. Neye göre doğru olacak?. İslâm’ı hayâta hâkim kılma düşüncesinin dayanağı apaçık bir şekilde Kur’ân’dır (Enfâl 39) fakat dîni vicdanlara hapsetmenin ve sâdece kâlplerde yaşanması gerektiğinin dayanağını Kur’ân’dan bulmak imkânsızdır. Zîrâ Kur’ân, İslâm’ı hayâta hâkim kılmak için gönderilmiş vahiylerden oluşmuştur. Dînin devlette ve kânunda yeri yoktur sapık görüşünün dayanağı tabi ki de İslâm ve Kur’ân-Sünnet değildir. İslâm bir öyle bir böyle demez. İslâm hayâtın tamâmına hâkim olmak isteyen bir dindir ve bunu engelleyenleri müşrik ve kâfir olarak görür. Onun sâdece kâlplerde yaşamasını isteyenler Kur’ân’a bakarak değil, lâik-seküler-liberâl-kâpitâlist ideolojilere, mevcut konjonktüre ve reel-politiğe bakarak bunu kabûl ediyorlar. Çok kesin bir değişim-dönüşüm olmuş. Herhangi bir takıyyeden bahsetmek de mümkün değil. Mevcut düşünce (daha doğrusu din) içilmiş ve içirilmiştir ve kâlplere ulaşmıştır. İşte bu dönüşüm, Tayip Erdoğan ve AKP etkisiyle olmuştur. Fakat daha önce de şeytanın fısıldamaları ve tâğutların dayatmaları etkili olmuştur bu dönüşüm ve değişimde. Tabi bu değişimde bir de, etrâfında pervâne gibi dönen akıl hocaları ve bol miktardaki danışmanların rôlü vardır. Mehmet Pamak:

“Kur’ân ve sahih sünnetin belirlediği sahih İslâm anlayışına ulaşmanın önündeki engellerden geleneksel câhiliyeye, târihte üretilmiş bid’at ve hurâfelere karşı mücâdele veren bâzı ilâhiyatçı akademisyenler ve müslüman “aydınlar”, nedense sıra modern câhiliyeye, lâikliğe, demokrasiye, modernitenin ürettiği seküler ideoloji ve modellere gelince, ya susarak dolaylı yada konuşup yazarak doğrudan destekçi olmaktan çekinmiyorlar. Egemen modernitenin ürettiklerine sığınarak, modern kavram ve modellere yakınlaşıp uyum sağlayarak izzet, îtibar ve kurtuluş arıyorlar. “Devletin dini olmaz”, “hangi rejimle yönetilirse-yönetilsin devletin âdil olması yeterlidir” iddiâlarıyla, mevcut egemen lâik sisteme meşrûiyet kazandırmaya çalışıyorlar. Bu tür anlayışa sâhip danışmanları olan Tayyip Erdoğan da İstanbul Belediye Başkanlığı’ndan bu yana değişerek, lâikliğin İslâm ile bağdaştığına inanmaya ve bu Hak-bâtıl sentezi anlayışı yaymaya başladı. Zamanla kendisine yakın akademisyenlerin “devletin dîni olmaz. Devlet bütün dinlere eşit uzaklıkta olmalıdır. Din bireylere âittir” türü söylemlerinden etkilenip iknâ oldu ve yıllardır ısrarla, “devletin lâik olmasına İslâm’ın engel olmadığını, lâiklikle İslâm’ın bağdaştığını” söylüyor. Bunu Türkiye’de söylemekle kalmıyor, Mısır, Tunus ve Suudi Arabistan gibi ülkelere gittiğinde, özellikle tüm müslüman halklara teklif ediyor ve onları iknâ etmek için ısrâr eden özel bir çaba harcıyor. Bu söylem, bir seferliğine ağzından kaçırdığı ve sonra bir daha gündeme getirmediği bir husus da değil. Uzun zamandan beri ve özellikle müslüman halklara yönelik sürekli gündem yapıp tekrarladığı ve muhâtaplarını iknâ etmek için ısrâr ettiği bir söylem. Bu çaba tam da emperyâlist devletlerin uzun süredir “dîne karşı din” amaçlı ürettikleri ve müslüman halklara kabûl ettirmeye çalıştıkları “Ilımlı İslam” projesiyle örtüşen, ona hizmet eden bir söylem” der.

Tayyip Erdoğan, özelikle 28 Şubat’ın da etkisiyle İslâm’i söylemden vazgeçerek dönüşüp değişmiş ve lâik-demokratik dînin söylemini yapmaya başlamıştır. Bu konuda söyledikleri aslında bir din vaazıdır. Zîrâ lâiklik ve demokrasi, İslâm’a yâni vahye karşı oluşturulmuş bir dîndir.

AKP, sâdece kendisini dönüştürüp değiştirmekle kalmadı, zıt kutupta olan iki kesimin de karakterini değiştirdi-dönüştürdü. Aslında bozdu. Bu iki kesimden biri mutlak anlamda AKP’ciyken, diğeri mutlak anlamda AKP karşıtı. İki zıt kutup da farklı yönde ve kutuplarda AKP ve Tayip Erdoğan nedeniyle dönüştü ve değişti. Bu iki kesim, farklı düşüncede, ideolojide ve görüşte olduğundan değil, “AKP’yi ve Tayip Erdoğan’ı sevme ve nefret durumu”na göre farklılaştı. Tartışma hep; “Tayyip iyi mi kötü mü” üzerinde yoğunlaşıyor. Hâlbuki daha önce en azından ilkeler ve dünyâ-görüşleri öne çıkabiliyordu. Bir körü-körünelik oluştu. Akıl bir kenara bırakıldı ve tamâmen ön-yargılarla, duygularla ve dürtülerle hareket edilmeye başlandı. İşte bu durum aklı blôke etti ve hâlen de etmekte olduğundan, halkın karakterinde de olumsuz anlamda bozulmalar oldu.  

AKP ve Erdoğan’ın başlattığı dönüşüm-değişim ile birlikte nice “âlim” zannedilen zevat bile zıvanadan çıktı ve daha dün denebilecek bir zaman önce söylediklerini inkâr etmek durumuna geldiler. Söylediklerinin düşmanı oldular. Aslında bu bir tür “irâde yitimi”dir.

“Böylelikle (Firavun) kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fâsık olan bir kavimdi. Sonunda bizi öfkelendirince, biz de onlardan intikâm aldık, böylece onları toplu olarak suda boğduk” (Zuhrûf 54-55).

Kim olursa-olsun, İslâm/vahiy-merkezli olmayan yönetimle ve yöneticiler, halkı bir şekilde Ali Şeriati’nin deyimiyle istihmarlaştırırlar. Yâni eşekleştirirler. Mankurtlaştırırlar. Artık bundan sonra lîder ne dese ve söylese doğrudur genel halk için. Zîrâ bu halk, irâdelerini, akıllarını, düşüncelerini söyleyemeyen bir duruma gelmiştir. Murat Ünal:

“Bulundukları toplulukta hiçlenen, kaybolan, yeteneklerini kullanamayan insanlar bir zaman sonra irâdeyi kullanma, eleştirme, düzeltme gibi hasletlerin daha yüce insanlara âit olduğuna inanmaya başlarlar. Ümmet sorunlarına çözüm üretemiyor, düşünce geliştiremiyorsa bunda köleleşmiş ruhların etkisi büyüktür. Zîrâ köleleşmiş rûha sâhip olanlar çözüm üretme ve düşünce geliştirme işini yücelttikleri bâzı insanlara lâyık, kendilerini ise bu işten muaf görmektedirler” der.

Bu dönüştürmede halkın büyük kesimine hitâp etmeyen fakat etkileyici(!) gösterişli yapılar (yollar, köprüler, havaalanları vs.), halk için “yeterli sebep” olarak görülür ve kabûl edilir. Oysa somut bir yarârı da yoktur bunların. Bu nedenle olsa gerek Kur’ân bu tür yapılar için iyi şeyler söylemez:

  “Her tepede cehâlet eseri, anıtlar, tapınaklar (köşkler) mı yükselteceksiniz ve sonsuza kadar yaşayacağınız kuruntusuyla, sapasağlam mâlikaneler mi edineceksiniz? (Şuârâ 128-129). “Ve dağlarda/tepelerde hep böyle ustalıkla evler yontabileceğinizi mi sanıyorsunuz? (Şuârâ 149).

Hâlbuki bunlar daha çok isrâfın bir göstergesidir. AKP israf konusunda haddini çok-çok aşmıştır ve hem devlette hem de halkta bir “israf kültürü” oluşturmuştur. Bülent Arınç bile; “İsrâfın önünü alabilseydik, sizden vergi toplamamıza gerek kalmazdı” demişti.

AKP, yüzünü müslümanlardan/doğudan batıya çevirmiş ve gayr-ı müslimlerle iş tutmaya başlamıştır. Ki bu durum müslümanların zorluklarının devâm etmesine neden oluyor. Fakat AKP severler de artık ABD’yi, İsrâil’i ve  Avrupa’yı ümmet coğrafyasından daha çok seviyor ve yeğ tutuyor. AKP yüzünü; bir-çok şeyi paylaşabileceği ve anlaşma yolları bulabileceği müslümanların yaşadığı “doğu”dan çevirip, mü’minlere düşman olan “batı” toplumlarına çevirmiştir. Hâlbuki böyle yapmak Kur’ân’da yasaklanmıştır:

“Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri veliler/dostlar edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah’tan hiç-bir şey (yardım) yoktur. Ancak onlardan korunma gâyesiyle sakınma(nız) başka. Allah, sizi kendisinden sakındırır. Varış Allah’adır” (Âl-i İmran 28).

“Onlar, mü’minleri bırakıp kâfirleri dostlar (veliler) edinirler. Kuvvet ve onuru (izzeti) onların yanında mı arıyorlar?. Şüphesiz, bütün kuvvet ve onur, Allah’ındır” (Nîsâ 139).

“Ey îman edenler, mü’minleri bırakıp kâfirleri veliler (dostlar) edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah’a apaçık olan kesin bir delil vermek ister misiniz?” (Nîsâ 144).

“Ey îman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden her-hangi bir gruba (veya bir gruba) boyun eğecek olursanız, sizi îmânınızdan sonra tekrar küfre döndürürler” (Âl-i İmran 100).

Müslümanlar; “önceki kötü zamâna göre iyi değil mi?” terânesini tutturmuşlar. Mü’minler mevcut durumu; dîni hiç hesâba katmadan, önceki yönetime/iktidâra/zamâna göre değil, İslâm’ın en parlak zamânına göre değerlendirmelidirler. Ne yâni; şimdiki durum İslâm’ın en parlak zamânından daha mı iyi ki?. Gerçi bu sarhoşlukla ona da “tabî ki de iyi” diyenler de çıkar. AKP’nin hemen öncesine göre bâzı şeylerde görece bir iyileşme olmuştur fakat bu iyileşme sâdece Türkiye ile alâkalı değil, Dünyâ’nın genel konjonktürü ile alâkalıdır. Dünyâ değiştiği için Türkiye de değişmiştir. Fakat müslümanların dînî ve sosyâl durumlarında iyileşme değil, bozulma olmuştur. Çünkü artık îtiraz edemez, eleştiremez duruma gelmişlerdir. Zîrâ AKP ve Tayyip Erdoğan, onların “sivri uçlarını törpülemiştir”. Gazlarını almıştır ve onları dönüştürüp değiştirmiştir. Onları “ılımlı müslüman” yapmıştır. Artık âlim derecesinde olanlar bile Kur’ân’ı AKP’ye göre tefsir etmektedirler. AKP’ye göre yapılan tefsir, lâik-seküler-demokratik-kapitâlist-liberâl ideolojilere göre yapılan tefsir şeklidir. Hâlbuki İslâm insan-merkezli olan bu ideolojileri yıkmaya gelmiştir. AKP, âliminden(!) câhiline kadar müslümanları ve tüm toplumu Ali Şeriati’nin deyimiyle eşekleştirmiştir (istihmar). AKP, halka ve yandaşlarına, “ölümü göstererek sıtmaya râzı etme” politikası oynuyor ve bağlıları da bunu yiyor ve yemeye de devâm ediyor.

Dillerine pelesenk olmuş söz şu: “Daha öncekine göre iyi değil mi?”. Daha önceki?. CHP ve 28 Şubat süreci mi?. Peki neden daha da önceye, en önceye gitmiyorsunuz?. Benim/bizim ölçümüz “AKP’den bir-önceki” değildir. Çünkü önceki de bâtıl, sonraki de. İki bâtıldan birinin biraz daha az-bâtıl olması onun da bâtıl olduğunu değiştirmez. Bizim ölçümüz Peygamber örnekliğidir: “Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır” (Ahzab 21). Peygamber zamânının, yada Hz. Ömer zamânının ortalamasına göre yapılmalıdır ölçü. Orantı ona göre yapılacak. İşte o zaman görülecek ki AKP, bâtılı devâm ettiren bir partidir. Bir kapkaranlık var, bir de karanlık var. İkisi de karanlıktır. Birinin daha az karanlık olması onun da karanlık olduğunu değiştirmez. AKP işte bu karanlığı temsil ediyor, aydınlığı değil. Ahmet Ferhat Öksüz, toplumların körü-körüne bağlılıklarından bahsederken şunları söyler:

“Kafaları sloganlardan başka bir şey almazdı; her türlü ahmaklığa inanabilirlerdi, yeter ki parti tarafından söylensin. Bilinçleninceye kadar aslâ başkaldırmayacaklar, ama başkaldırmadıkça aslâ bilinçlenemezler. İşte onlar böyle büyük bir paradoksa hapsolmuşlardı. Ve onlar farklı olan hiçbir şeye tahammül etmeyeceklerdi. Çünkü farklı olan rahatsız ediciydi. Câhillik bir konfordu ve onlar öylece mutlulardı. Hattâ bunun için sizi linç bile edebilirlerdi.

Evet, geriye ne kalıyordu ki?. Koca bir hiç ve bitimsiz bir yalan. Kısaca bugün gördüğümüz şeyler aslında gördüğümüz gibi olmayabilir. Bizim görmemiz gereken şeyleri değil de görmememiz gereken, bir bakıma gereksiz bir-çok ayrıntı zihnimize doldurularak körleştiriliyoruz. Bu yapıldıktan sonra fehmetmeyi/düşünmeyi de aklınıza getiremiyorsunuz. Çünkü derin bir düşünmeyi gerçekleştirebilecek yegâne mefhum olan akıl, bitip-tükenmek bilmeyen yalanlar silsilesiyle kuşatma altına alınıyor. Ve sizler bu kuşatmayı ber-tarâf etmek ile uğraşırken diğer taraftan aslolan şeylerle irtibâtınız kesiliyor, onları es geçip gidiyorsunuz. Bir nevî zihniniz üzerinde büyük bir oyalama işlemi gerçekleştiriliyor ve bu oyalama işlemi sizi gerçeğin kendisinden mahrûm ediyor. Bu işlemin sonucunda sizler birer mankurt olup çıkıyorsunuz, kalabalığın seline kapılan bir çöp poşeti gibi sağa-sola savrulup duruyorsunuz.

Sonunda toplumlarda bilinç denen şey sıfırlanmış hâle geliyor. Toplumlar bu tür zihnî saldırıların sonunda bir nevî ‘zihinsel formattan’ geçiriliyorlar. Bu nedenle de kimse olan-biteni sorgulama gereksinimi duymaz hâle getiriliyor ve sonuç olarak orada her-şey tek-tip hâle geliyor, ‘farklı olan’ tehlike olarak algılanıyor ve bu karmaşıklık bu şekilde sürüp gidiyor”.

Türkiye’de toplum ikiye bölünmüş durumdadır. Fakat bu iki kesim, aynı nedenden yada kişiden dolayı bölünmüştür. Yâni yüce bir ideoloji, fikir ve inançtan kaynaklanan bir bölünme değildir bu. İki kesimden biri Erdoğan’ı aşırı severken, diğeri ona aşırı düşmandır. Yâni aynı nedenden dolayı bir bölünme yaşanmaktadır. Demokrasi zâten böyledir. “Körü-körüne bir sevgi ve nefret etme” vardır demokraside. İşin kötü yanı, körü-körüne olunca insanlar farklı bir “alternatif” de düşünememektedirler. Farklı alternatif “diğer partiler” değildir. Oy kullanmayarak oluşacak bir sinerji ile açığa çıkacak olan bir kitle ve İslâm’i yönetim-şeklidir. Bu alternatif, oy kullanmayan kitlenin farklı bir alternatifi yâni demokrasiden vazgeçilerek İslâm’i yönetimi dillendirmesidir. Gerçek anlamdaki îtiraz ancak bu şekilde olabilecektir. Yoksa ha Hassan Ali, ha Ali Hasan. Genel halk için değişen bir şey olmayacaktır. Evet, o alternatif, demokrasiye isyân ederek oy kullanmamaktır. İnsanların çoğunluğunu oyalayıp duran ve ezen Demokrasiye ve demokratiklere yapılacak en etkili îtirâz ve isyân, oy kullanmamakla olur.

Akıl blôke olmuşluktan kurtarıldığında görülecek olan şey, AKP’nin eğitimde, sağlıkta, sosyâl alanda, ahlâkta, âilede, ticâri alanda sınıfta kalmış; belki sâdece ulaştırma alanında olumlu gelişmeler olmuştur. Fakat bunun da toplumun büyük kesimine bir faydası yoktur. Arabası olmayanlar, uçağa binemeyenler, yolculuğa çıkmayanlar (daha doğrusu çıkamayanlar) için ulaşımda yapılan görece olumlu şeylerin bir faydası yoktur. Toplumun büyük kesimi, yine sabah işlerine giderken trafikte sıkış-tepiş yolculuk yapmaya devâm etmektedir.

“İnsanlardan kimi de vardır ki, Allah’tan başkalarını O’na denk tutar (eş koşar) onları Allah’ı sever gibi severler. Îman edenlerin ise Allah’a olan sevgisi daha kuvvetlidir” (Bakara165).

Körü-körüne sevgi ve düşmanlık, körü-körüne sevgi ve düşmanlık besleyenlerden başkasına zarar vermez.

Son pişmanlığın âyeti ise şudur:

“Ey Rabbimiz!. Doğrusu biz, efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize (lîderlerimize) itaat ettik de onlar bizi dalâlete (yanlış ve sapık yola) götürdüler. Ey Rabbimiz!. Onlara azâbın iki katını ver. Ve onları büyük bir lânet ile lânetle (rahmetinden uzaklaştır)” (Ahzab [Partiler Sûresi] 67).

Allah bizi şöyle uyarıyor:

“Ey îman edenler!. Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği (İslâm’ı) inkâr etmişken, (yâni vicdanlara hapsetmişken) onlara sevgi gösteriyorsunuz…” (Mümtehine 1).

AKP’nin değiştirmediği “gömlek” kalmadı ve toplum da üzerinde ne kadar elbise varsa değiştirdi ve başkalaştı. Şimdi de “son gömleği” (İslâmcılık) çıkartıyor ve tamâmen “muhâfazakâr demokrat” oluyorlar.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mart 2017












Devamını Oku »