6 Şubat 2017 Pazartesi

Mutluluk Üzerine


“Îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin Allah katında büyük dereceleri vardır. İşte ‘kurtuluşa ve mutluluğa’ erenler bunlardır” (Tevbe 20).

 

Fransız Yurttaşlık Bildirgesi’nde: “İnsanoğlunun nihâi hedefi mutluluğa ulaşmaktır, mutluluk ise ekonomik refahta gizlidir” denir. O hâlde mutluluğa ulaşmak için paraya ulaşmak, paraya ulaşmak için de para kazanmaya kilitlenmek gerekecektir. Fakat bu durum insanın ruhsal-psikolojik yönünü olumsuz etkileyecek ve onu daha da mutsuz edecektir. Mutluluk, tüm insanları hem Dünyâ’da hem de âhirette mutlu edecek şeyler ile gerçekleşebilir.  

 

“Dinde ikrah (çirkinlik-iğrençlik) olmadığı için (Bakara 256), normâlde doğumdan ölüme kadar tüm süreç bütünsel bakışta mutluluk ile doludur. Fakat modern anlamda mutluluk ile haz karıştırılıyor ve insanlar sürekli “haz durumu”nda olmayı mutlu olmak zannediliyor. Her dâim relâks durumunda olmak kişiyi aldatarak mutlu ediyormuş gibi hissettirse de, mutsuzluk bu-arada kişiyi içten-içe çürütmeye başlamıştır. Zîrâ mücâhede ve mücâdelenin, dâvânın, “sâdece Allah’a olan teslîmiyetin”, bu uğurda gösterilen sabrın, mahrûmiyetin, paylaşmanın, ibâdetin, “gadan alma”nın, iyilik yapmanın, üşümenin, terlemenin, hasta olmanın vs. vs. hattâ acı ve ölümün olmadığı yerde bir şeyler eksik kalacağından, mutluluğa ve huzura ulaşılamayacak  yada değeri bilinemeyecektir.  

 

İnsan, sürekli mutsuz olduğunda maddî ve mânevi yapısı bozulur ve bundan çok olumsuz olarak etkilenir. Fakat, insan sürekli relâks durumunda haz içinde kaldığında da “insan” özellikleri zedelenir, azalır ve hattâ kaybolur ve yavşaklaşır çıkar. Zîrâ onu hiç-bir acı, zulüm, mazlûmiyet rahatsız etmemeye başlar ve kişi böylelikle bencilleşir. Herkesi kendisi gibi zanneder. Hazzın verdiği sarhoşlukla kötülüğe karşı dirençsizleştiğinden zulmü doğal ve normâl görür yada umursamaz ve önemsemez. Bu durumda zulme bir tepki vermez. Oysa dediğimiz gibi, insanı “insan” yapan şey, zaman-zaman yaşadığı mutluluklarla birlikte, bir mücâhede ve mücâdele içinde olmasıdır. Zîrâ Dünyâ cennet değildir ve bir imtihan alanıdır. Bilindiği gibi imtihanlar kolay değildir ve büyük çabalar ve ciddiyetler ister.

 

Mutlu olmak için çabalamakla mutluluğa ulaşılamaz; mücâdele sürecinin kendisi mutluluk kaynağıdır mü’minler için. Bu nedenle mü’minler; “nasıl mutlu olabilirim”in değil; “nasıl mücâhede-mücâdele edebilirim”in derdine düşmelidirler.

 

Gerçek mutluluk cennette yaşanacaktır. Hani Dünyâ’da zaman-zaman yaşadığımız o huzur veren mutluluk anları vardır ya; işte cennet, o anların kesintisiz yaşandığı yerdir.

 

Bilgi ve bilinç de mutluluğa götürür kişiyi. Fakat aslında çok bilmek değil, doğal ve saf olmak mutlu eder insanları. Zîrâ bâzen çok bilmek mutsuzluğun da kaynağı olabilir. Lâkin bu, cehaletin mutluluk demek olduğu anlamına gelmez. “Cehâlet mutluluktur” dense de, cehâlet, ahmaklıktan başka bir şey değildir. Cehâletten kaynaklanan şey mutluluk değil, geçici hazlardır. Haz, dediğimiz gibi, ancak kesintisiz olursa insan boşluğa düşmez, fakat Dünyâ’da kesintisiz bir hazzın olması varlığın yapısına ve yasasına terstir.  

 

Hedonistler (hazcılar), mutluluk zannettikleri hazzın, insanın biricik hedefi olması gerektiğini söylerler. Epikür insanın biricik amacının mutluluk olduğunu söyler ve bunu da şöyle tanımlar: “Yaşamın tadını çıkarmak ve acılardan kaçınmak!”.

 

Hazcılar hazzı kesintiye uğratmamak için Pollyanna’cılık da oynarlar. Düzünden olmazsa tersinden düşünerek hazlarını sürdürmek isterler. Bir yazıda hazcılık için şunlar söylenir:

 

“Bu yaklaşımın kurucusu Aristippos, temsilcisi Epiküros’tur. Hoşa giden bir şeyin yarattığı, uyandırdığı duyguya haz adı verilir. Bu yaklaşıma göre ahlâki eylemlerin amacı hazdır. Haz ise mutluluktur. Bir eylem, haz getiren eylemse doğru ve iyi eylemdir. İnsan, doğası gereği acıdan kaçınıp, hazza yönelen bir varlıktır. Bu nedenle davranışlarımızın amacı haz olmalıdır. Hedonizmin kurucularından biri olan Aristippos bedensel zevkin önemini vurgular. Diğer kurucu Epikros ise duygusal hazzın da önemli olduğunu savunur.

 

Hedonistler devamlı olarak zevk ve hazzın peşinde koşarlar ve bunun en doğru yaşama biçimi olduğuna inanırlar. Kişinin, anlık istek, zevk ve hazzının karşısındaki diğer insanları önemsemeden yaşaması gerektiğini savunurlar. Hattâ “bilgi”nin bile "”an”da yaşanan duygulardan oluştuğu düşünülür.

 

Hedonistlerde sıklıkla görülen ortak özellikler; bencillik, kendini beğenme, başkalarını kendi çıkarları için kullanma, eleştiriye kapalı olma şeklinde özetlenebilir”.

 

Mutluluk bir sonuçtur, bu nedenle mutlu olmak için bir şeyler yapılmaz, bir şeyler yapıldıktan sonra mutlu olunur yada olunmaz.

 

Mutluluk bir sonuçtur ve hedef değildir. Bir hedefe varıldığında mutlu da olunur. Fakat mutluluğa ulaşma çabasıyla mutlu olan olmamıştır. Mutluluk “en yüce amaç” da değildir. En yüce amaç, “Allah yolunda olmak ve ölmektir (şehit)”. Bunun sonucunda hak edilecek cennettir insanı gerçekten mutlu edecek olan. Aristo da; Yunanlı düşünürlerin çoğuna aldırmadan, insanın en yüce amacının mutluluk olduğundan kuşku duymuştur.

 

Mutluluk amaç değil, sonuçtur. Bireysel mutluluk gerçek bir mutluluk değildir, olamaz. O haz, zevk, neşe hâli olabilir ama mutluluk değildir. Yine; mutluluk taklidi yaparak mutlu olunamaz, çünkü taklit yaparak ve mutlu görünerek gerçekten de mutlu olunmuş olmaz. Şu da var ki ille de mutlu olacaksınız ve mutlu görüneceksiniz diye bir şey yok. Böyle olmaya çalışmak yada böyle görünmek, kişisel gelişim uzmanlarının insanları zorlamasından dolayıdır. Mutluluk zorla olmaz, o doğal olarak ortaya çıkar yada Dünyâ’da iken ortaya çıkmayabilir de. Mutlu olmadığı hâlde mutlu gibi görünmek mutluluk değildir, o “mutluluk hastalığı”dır. Williams Sendromu denen “mutluluk hastalığı” denen bir hastalık da vardır. Bir yazıda bu konuda şunlar söylenir:

 

“Çok fazla gülümsemenin bir hastalık belirtisi olabileceğini düşünmüş müydünüz hiç?. Sizin de çevrenizde mutlakâ ne yaşarsa-yaşasın pozitif kalıp, tebessüm eden insanlar vardır. Peki, bu durumun bâzı insanlarda bir hastalık olduğunu biliyor muydunuz?. 1961 yılında Beuren ve Williams adlarında iki doktorun tanımladığı Williams Sendromu, aynı zamanda mutluluk hastalığı olarak da biliniyor. Bu genetik hastalığa sahip olan çocuklar, âdetâ gülen bir yüzle Dünyâ’ya geliyorlar. Yüzlerindeki sâbit gülümseme, elbette rûh hâllerini de olumlu etkileyerek yaşama devamlı pozitif bakmalarını sağlıyor.

 

Williams Sendromu, 1961 yılında Beuren ve Williams isimli iki doktorun tanımladığı genetik bir hastalıktır. Bu hastalığa sebep olan şey, 7. kromozom çiftinin herhangi birinde meydana gelen bozukluktur. Hastalık âileden geçebileceği gibi kendiliğinden ortaya çıkan genetik mutasyonlar sebebiyle de oluşabilir. Eldeki verilere göre, ortalama 30.000 bebekten 1’inde Williams Sendromu görülüyor. Kız ve erkek çocuklardaki dağılımının ise eşit olduğu biliniyor. Williams Sendromu’nun en belirgin fiziksel özelliği güler yüzlü ifâdedir. Bu nedenle toplumda ‘mutluluk hastalığı’ olarak da biliniyor. Yanaklar dolgun, ağız açık ve geniş bir görünümdedir. Bununla birlikte hastalığa sâhip olan çocuklarda burun kökü basık, gözler birbirine yakın, burun ucu kalkık ve üst damak yüksektir. Williams Sendrom’lu çocuklar, oldukça sıcak bir karaktere sâhip olurlar. Hiç tanımadıkları insanlara dâhi sevecen bir şekilde yaklaşıp, ‘günaydın, merhaba, iyi günler’ gibi konuşma başlatan cümleler kurmayı severler. Sürekli pozitiflerdir, çevrelerindeki herkese dostça davranış sergilerler. Kısacası dışa dönük ve fazlasıyla cana yakındırlar. Karşılarından hiç zarar görmeyeceklerini düşünüp, insanlara sonsuz bir güven beslerler. Hastalığın berâberinde getirdiği güler yüzlü ifâde, âdetâ karakterlerine de yansır. Bu nedenle Williams Sendromu, toplumda ‘mutluluk hastalığı’ olarak da bilinmektedir”.

 

 Çünkü aslında mutluluk, iyi işler yapanlara Allah’ın âhirette vereceği ödüldür. Allah’ın rızâsını kazananlar ebedî mutluluk diyârı olan cennette sonsuz nîmetlerle sevineceklerdir. Cennette herkes mutludur ve tek bir kişi bile mutsuz değildir. Çünkü mutluluk, bir diyarda herkes mutluysa “gerçek mutluluk” olarak ortaya çıkar. Edgar Cabanas, mutluluk hakkında şunları söyler:

 

“Mutluluk hayâtın amacı mı, yoksa bir takıntı mı?. Mutluluk ‘tıpkı bir tüketim malı yada bir iş gibi bencil bir kavram’ hâline geldi. Bireysel mutluluğumuzu takıntı hâline getirmekten vazgeçmemiz, onun yerine ortak mutluluk için çalışmamız gerekir. Mutluluk söylemiyle ilgili temel sorunlardan biri, mutluluğun bir saplantı hâline gelmesi, gurular, kişisel gelişim kitapları ve yaşam koçlarının, gelişmemizi sağlayacak daha iyi, daha dolu bir yaşam vaadine neredeyse bağımlılık duyulmasıdır. Vaat yanıltıcı, çünkü o mutluluk gerçekte hiç gelmez. Amaca aslâ ulaşılmaz çünkü bu hiç bitmeyen bir süreç. Tuzağa düşüyoruz ve bu ürünlere bağımlı hâle geliyoruz. Örneğin kendini tanımak veyâ mutlu olmak için kişisel gelişim kitabı alan biri, tek kitap almaz. Ondan sonrakini ve bir sonrakini de alır. Bu kitaplar gerçekten mutlu olmamızı sağlasaydı, bir tânesi yeterdi öyle değil mi?. Ama öyle olmuyor. Bu döngüden çıkmamız, bunun bir tuzak olduğunun farkına varmamız gerekiyor. ‘Mutlu olmak elinizde, güzel bir yaşam sürmek için tek ihtiyâcınız olan şey kendiniz’ gibi cümleler kulağa hoş geliyor. Ancak gerçekler böyle değil. Kişisel gelişim kitapları ve mutluluk koçları 1950 ve 60’larda ABD’de ortaya çıktı ve bu kültür büyüdü. ABD dışında, bu fikirlere bilimsel bir görünüm vermeyi amaçlayan pozitif psikoloji akımının ortaya çıktığı 2.000 yılından bu yana daha yaygın hâle geldi. Üzüntü ve acı çekmekten korkarız. Mutluluğu takıntı hâline getirmemiz belki de bundan kaynaklanıyordur.

 

Duygular aslâ olumlu veyâ olumsuz değildir, olumlu veyâ olumsuz olmaları duruma ve o-anda oynadığı rôle bağlıdır. Örneğin kaygı duyabilir ve bu yüzden sıkıntı duyabiliriz. Ama biraz kaygı iyidir, bir yarış yada sınav öncesinde olumlu bir rôl oynar. Öfkenin olumsuz bir duygu olduğu söylenir. Şiddet içeren hareketlere veyâ kötü muâmeleye yol açarsa, öfke gerçekten de çok olumsuz olabilir. Ancak adâletsizliğe karşı mücâdele etmemizi yada yanlışları düzeltmemizi sağlıyorsa olumludur. Kendilerini iyi hissetseler bile, daha mutlu olmaları gerektiğini düşünenler var, ‘mutluluk hastalığı’ olarak tanımlanan hissin özünde bu var. Mutluluk hastası, aslı olmasa da sürekli olarak bir şeylerin yolunda gitmediğine, hasta olduğuna inanan kişidir Hastalık hastası gibi, mutluluk hastası da hep hasta olduğuna inanıyor çünkü yeteri kadar mutlu değil. Potansiyelini gerçekleştiremediğine inanıyor. İyi olduğu hâlde, kafasını kötü olmaya takıyor. Burada yanlış bir şey var; kendini kötü hissedince düzelmen için değil, iyi olsan bile daha iyi olman için yardım öneriliyor. ‘Daha iyi’nin de sonu yok. İçinde bulunduğumuz koşulları değiştiremedikçe, kendimizi çâresiz hissediyoruz. Koşulların değişmeyeceğini düşündüğümüz için, daha çok kendimizi değiştirmeyi düşünüyoruz. Bireysellik artmakla kalmıyor, Dünyâ’da büyük değişiklikler yapma şansımız olmadığı hissi de artıyor. İyi olmaktan söz ettiğimizde, kendi iyiliğimizden söz ediyoruz. Kendine iyi bak. Kimse seni kurtarmaz. Senin için en iyisi neyse onu yap. Sağlığına dikkat et. Bunlar hatâ, çünkü korona-virüs ile bireysel sağlığın, topluca sağlıklı olmak kadar önemli olmadığını gördük. Kendine istediğin kadar bakabilirsin, ama asıl önemli olan herkesin sağlığının yerinde olması, yoksa sâdece kendin için endişelenmenin bir anlamı yok.

 

Mutluluk konusunda da benzeri bir durum söz-konusu; insan kendisi için endişelenebilir ancak yine de etrâfında işler yolunda gitmiyorsa iyi olamayacağını çünkü sosyâl varlıklar olduğumuzu bilir. Beğensek de beğenmesek de başkalarına bağımlıyız. Toplumsal refah olmazsa, bireysel refah da olmaz. Toplumsal mutluluk olmazsa bireysel mutluluk da olmaz. Bireysel refahı, sosyâl refahın önüne koyuyoruz. Mutlu olmak için uğraştıkça kendi mutluluğunuzu sabote ediyorsunuz. Çok eğleneceğinizi düşünerek bir partiye gitmeye benziyor. Gidiyorsunuz ve normâl geçiyor. Çok daha iyi olmasını beklediğiniz için, fazla eğlenmiyorsunuz.

 

19. yüzyıl filozoflarından John Stuart Mill, ömrünün sonunda mutluluğu hayâtın temel amacı olarak görmeye değmeyeceğini, çünkü ne olduğunu ve nasıl bulacağımızı bilmediğimiz gibi, mutlu olmaya uğraştıkça sıkıntı çektiğimizi söylemişti. Mutluluktan söz etmeyi bırakmamız, bunun için de takıntı yapmaktan vazgeçmemiz gerekiyor. ‘Daha mutlu olacağım’ demek yerine, ‘birini mutlu edeceğim’ deyin. Kendinize değil, başkalarına odaklanın”.

 

Haz ile mutluluk karıştırılıyor. Haz-merkezli bir düşünce-uygarlık olan modernizmin ortaya koydukları şeyler haz vericidir fakat mutlu edici değildirler. Zâten insanlık da günden-güne mutsuzlaşmaktadır. Modernizmin ortaya çıkardığı teknoloji, sürekli değişik ürünler ortaya koyarak insanlara geçici hazlar veriyor ama insanlar yine de mutlu olmuyorlar. İstatistiklere göre Dünyâ’nın her yerinde anti-depresan kullanan insanların sayısında muazzam bir artış olmaktadır. 10 kişiden en az 1’i anti-depresan kullanmaktadır. Bu durum, insanların gün geçtikçe mutsuzlaştığını ve mutlu edeceğini sandığı geçici ilaçlara ve araçlara sarıldıklarını gösteriyor. Bilimin -güyâ- bu kadar geliştiği(!) bir Dünyâ’da insanların bu kadar mutsuz olması normâl değildir. Demek ki modern-bilim ve üretimler insanları mutlu-huzurlu etmiyor ve giderek huzûrunu daha fazla kaçırıyor. Zîrâ fıtrata, doğala ve en başta İslâm’a, dîne, Kur’ân’a-vahye aykırıdır. Evet; bilim haz verir ama mutlu etmez.

 

Demokrasi ve oy kullanma, bir; “mutlu azınlık değişimi” savaşıdır. Mutlu bir “azınlık” varsa Dünyâ’nın geneli mutsuz demektir. Birinin yiyip diğerinin baktığı bir Dünyâ’da haz olsa da gerçek anlamda mutluluk olmaz. Bunu çok iyi bilen şeytan ve seküler düşünce, insanları birey olmaya özendirir ve zorlar. Bireylerin bireysel olarak ulaşabildiği hazları örnek göstererek mutluluğun güyâ resmini çizer. Nasıl ki vücûdun bir yeri ağrıdığında tüm vücut da etkileniyorsa; insanların bir kısmı perişân bir hâldeyken diğer insanların mutlu olması söz-konusu olamaz. Zîrâ bir insan, gözlerinin önünde acı çeken insanlar varken mutlu olduğunu söylüyorsa, o insan ancak kaliteli bir şerefsizdir. Bencillik ile haz bir-arada olabilse de mutlulukla bencillik birbirinin zıddıdır. Bu nedenle de İslâm’da infâk etmek yâni maldan paylaşımda bulunmak emredilmiştir. 

 

Mustafa İslamoğlu mutluluk için şunları söyler:

 

“Mutluluk nîmetin elden çıkmama duygusuyla olur, bu bağlamda Dünyâ’da mutlu olunmaz, çünkü Dünyâ-nîmeti geçicidir. Mutluluk bir ülküye inanmak ve inancını hayâtında yaşamaktır. “Îman ettim” demek, “mutlu oldum” demektir. Senin için bir zamanlar mutluluk kaynağı olan için bir-gün gelir ağlayabilirsin. Mutluluk Dünyâ’da kalıcı eser bırakmaktır. İnsanlık; lâiklik, ulus-devlet, sekülerizm, demokrasi, cumhuriyet vs. vs. geldi diye daha mutlu ve daha huzurlu olmadı. Mutlu olmak istiyorsan hakîkati ara”.

 

Upanişad’larda da şöyle denir:

 

“Ey saygıdeğer kişi!. Bu kemikten, deriden, kastan, ilikten, etten, ersuyundan, kandan, gözyaşından, çapaktan, sümükten, tükürükten, terden, boktan, çişten, ödden ve salyadan oluşan, kokuşmuş vücutla nasıl mutlu olunur!. Bu isteklerin, öfkenin, kızgınlığın, tutkunun, korkunun, kuşkunun, ürkekliğin, kıskançlığın, özlemin, tiksinmenin, açlığın, susuzluğun, yaşlılığın, ölümün, hastalığın ve daha başkalarının uğrağı olan bu vücutla nasıl mutlu olunur!. Hem, bu Dünyâ’da her-şey gelip-geçici, bu sinekler ve böcekler ve benzerleri gibi, şu otlar, ağaçlar gibi, önce oluyor, sonra yok oluyor. Dahası da var; denizlerin kuruması, dağların devrilmesi, demir-kazığın titremesi, fırtınaların kopması, yerin çatlayıp göçmesi... Bütün bunların olabildiği bir yerde nasıl mutlu olunur!. Sonra, bir-gün her-şeyden bıkılır; sonra yine her-şeye yeni baştan başlanır!”.

 

Dünyâ’da gerçek mutluluk ancak “anlık” olarak yaşanabilir. Sürekli bir mutluluk hâli olmaz, mutluluk “an”larla ölçülebilen bir şeydir. Zîrâ Dünyâ’da sürekli bire mutluluk yaşanabilseydi cennete gerek kalmazdı. Dünyâ, “cenneti hak edip de ebedî mutluluğu yakalamak için” vardır. Mutlu olmak için her-şeyi yapabilenler, Dünyâ cennet olmadığı ve bu nedenle de Dünyâ’da salt ve mutlak-mutluluk elde edilemeyeceği için, bâzıları yanlış olarak, durumu tersine çevirerek acı çekmeye yönelerek çileciliği başlatmışlardır. İlginçtir ki, mutlak-mutluluk arayışı kişiyi acıya yönlendirmiştir. Böylece “insan, dengede duramayan varlıktır” sözü tekrar-tekrar söylenmektedir.

 

Sağlıksızlık da mutsuz eder insanı. Zîrâ sağlık tek-başına bir mutluluk kaynağıdır. Sağlık, tek-başına bile mutluluk verir insana. Şunu da söyleyelim ki, hasta olmamak sağlıklı olmak anlamına gelmez. Sağlık, fizîki ve rûhi mânâda tam bir iyiliğin olması durumudur.

 

Doğal ve fıtrî olana aykırı etmek kişiyi mutsuz etmek için yeter de artar bile. Zâten mutsuzluğun nedeni budur. Modern insan, hem fıtratına hem de doğasına aykırı hareket etmekte ve bir-türlü yüzü gülmemektedir. Yeme, içme, giyme, çalışma, ev, yaşama alanı, âile kurmak ve yönetmek, çoluk-çocuk, ana-baba vs. düzenin ve ilişkilerinin bozulduğu yerde bir mutluluktan bahsedilemez. Orada ancak tampon olarak geçici hazlar olabilir ancak. Gerçek mutluluğa ulaşamayan toplumlarda da sağlıklı ve bilinçli nesiller de yetişemez.

 

“Yaşamanın ereği mutluluktur (endaimonia)” denir. Fakat mutluluk bir sonuçtur, o hâlde mutluluğa ulaştıracak şeyleri yapmaktır amaç. Gerçek mutluluğa ulaşmak ise ancak cennette olur. Buna göre mutluluk, cenneti kazanmak için Allah’ın istediği yaşamak ve nihâyetinde de cenneti hak etmektir.

 

Kant şöyle der:

 

“Doğa insanı bir amaca göre yaratmıştır; bu amaç ne olabilir?. Bir-çok ahlâk öğretilerinin ileri sürdükleri gibi, bu “mutluluğa erişmek” olsa, “doğa insanı çok yanlış, çok ters yaratmış” demek gerekirdi. Çünkü mutlu olması için insana yalnız itkileri (içgüdüleri, eğilimleri) pekâlâ yetişirdi. Nitekim hayvan bu bakımdan pek rahat; içgüdüleri onu gidilecek yere kendiliklerinden götürüyorlar; bu yüzden hayvan ne günahı biliyor, ne de ölüm korkusunu. Ama, insanda içgüdülerden başka bir de akıl var; işte bu akıl denilen güç de, kılı kırk yaran bu yeti de, insanı hiç de mutluluğa götüren bir şey değil, mutluluğa ulaştırmada hiç de iyi bir kılavuz değil. Bundan dolayı doğa insan için mutluluktan başka bir şeyi gözönünde bulundurmuş olmalıdır. İnsan fenomenler dünyâsında mutlu olsun diye belirlenmiş olamaz; o, bütün yaratıklar arasında aklı olan tek yaratıktır. Akıl da insanı fenomenler dünyâsı üstüne yükseltip, ona bir değer, bir onur kazandırır; ona başka bir dünyâdan gelen bir sesi işittirir; bu ses de “ahlâk  yasası”dır, ilâhi buyruktur. İnsan yapısı gereği, yalnız mutluluğa yönelmiş olamayacağına göre, geriye ödev’den (Pflicht) başka bir şey kalmamaktadır. İnsanın varlığının amacı, hiç-bir zaman mutluluk olamaz, çünkü doğa bunun için hiç de elverişli değildir. İnsanın amacı, ahlâk yasasıdır, ödevini yerine getirmektir”.

 

İnsanların mutlu olması, onların doğru yolda olduğu anlamına gelmez. Fakat doğru yolda olmayanlar gerçek ve sürdürülebilir bir mutluluğa ulaşamazlar. Yamuk yol, kişiye içten-içe huzursuzluk verir.

 

Mutlu olmak istiyorsanız başkalarını da mutlu etmelisiniz. Zîrâ insanın kişisel olarak gerçek anlamda mutlu olması mümkün değildir.

 

Mutluluk, huzûrun kesintisiz yaşanmasıdır ki bu ancak cennette olur. Kur’ân cennetliklerin târifini şöyle yapar:

 

“Mutlu (said olanlar) olanlar da, artık onlar cennettedirler. Rabbinin dilemesi dışında gökler ve yer sürüp gittikçe, orada süresiz kalacaklardır. (Bu) kesintisi olmayan bir ihsandır” (Hûd 108).

 

“O gün, öyle yüzler de vardır ki, nîmette (engin bir mutluluk içinde)dirler” (Ğaşiye 8).

 

Kur’ân, mutlu olmanın formülünü şu âyetle ortaya koyar:

 

“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar, ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).

 

Evet; gerçek mutluluğa ancak, Dünyâ’da îman edip sâlih amel işlemekle ve böylece cenneti hak ederek oraya girmekle ulaşılabilir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2017

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »