“Göklerin
ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin
(milletlerinizin-ırklarınızın-kavimlerinizin) ayrı olması, O’nun
âyetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için gerçekten âyetler
vardır” (Rûm 22).
İnsan maddî ve mânevî yapısı olan bir varlıktır.
Maddî yapısı, tüm kâinâtın yapısıyla aynı özden (hidrojen), canlılığı da tüm
canlılarla aynı temelden (karbon) oluşmuştur. Bu nedenle insanın mânevi
yapısından başka maddî yapısı da aslında İslâm-fıtratıyla uyumludur. Zîrâ kâinât
müslümandır. İnsan İslâm-fıtratı üzere yaratılmıştır. Kur’ân bunu şu şekilde
söyler:
“Öyleyse sen
yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dîne, Allah’ın o fıtratına çevir; ki
insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiç-bir değiştirme
yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler” (Rûm 30).
Yâni insan da dâhil kâinâtın tümü, İslâm-fıtratına
uygundur, uyumludur, o şekilde yaratılmışlardır çünkü. Kâinâttaki “canlı”
anlamında tek irâdeli-akıllı varlık olan insan, mânevi yapıya uygun
yaratılmıştır fakat, bu mânevi yapı henüz içi doldurulmamış “tabula rasa”
hâlindedir. Yâni kap, İslâmî bir kaptır fakat içi İslâm’la doldurulmadığında
İslâm olmaz. Dolayısı ile insan, doğduğunda İslâm-fıtratı ile doğsa da,
müslüman-mü’min olarak doğmaz. Doğduğu kavim meselâ Türk kavmi ise, yâni kişinin
annesi-babası Türk ise, doğduğunda o da Türk sayılır ve biyolojik ve fizîki
özellikleri de anne-babasına yâni Türklere benzer. Bu durum tüm kavimler-ırklar
için de geçerlidir. Fakat insan bu özelliğini kendisi seçmemiştir, doğuştandır.
Zâten ilk doğduğunda da bunun farkında değildir. Sonradan çevresinin âit olduğu
ırktan olduğunu anlayınca o ırkın-kavmin genel özelliklerini, kültürünü,
gelenek-göreneklerini benimser ve sever. Zamanla ona alışmıştır çünkü.
Peki insan hangi yönüyle nitelendirilmeli ve
tanımlanmalıdır?. İnsanın mâneviyatından başka tabî ki maddî yapısı da vardır.
O bakımdan maddî yapısı da önem taşır ve maddî yapısını gösteren bir kimliği de
olmalıdır. Fakat bu kimlik insanın “üst-kimliği” olmamalıdır, olamaz da. Çünkü
o kimliği seçmemiştir. İnsan “seçen” bir varlıktır ve seçmediği bir şeyle
övünemez, bu nedenle de kendini âit bulduğu kavim onun üst-kimliği değildir.
Zîrâ kişi o kavme âit olmak için bir şey yapmamıştır, hiç-bir emek
harcamamıştır ve onu kazanmamıştır. Önünde hazır bulmuştur sâdece. Toplumsal
bir varlık olan insan kendini âit olduğu ırkın-kavmin-toplumun adıyla
tanıtabilir tabî ki ama bu âitlik “üst-kimlik” yapılamaz. Yâni müslüman
olduğunu söyleyen kişi maddî-fâni varlığını üst-kimlik olarak kullanamaz. Fakat
İslâm ile uzaktan-yakından ilişkisi olmayanların zâten başka da şansları
yoktur.
Üst-kimlik; bir emek, bir gayret sonucunda bir bilgi
ve bilinç-merkezli amel-eylem ile kazanılmış olandır. Yâni üst-kimliği belirleyecek
olan şey “bilinçli olarak seçilen” olmak zorundadır. Zâten Allah da insanları
alt-kimliğine göre değil, üst-kimliğine göre değerlendirir ve zâten insanı üst-kimliği
ile tanımlamıştır ki o üst-kimlik Hz. Âdem’den bêri bu şekildedir:
“….,O
(Allah) bundan daha önce de, bunda (Kur’ân’da) da sizi ‘müslümanlar’ olarak
isimlendirdi; elçi sizin üzerinize şâhid olsun, siz de insanlar üzerine şâhidler
olasınız diye. Artık dosdoğru namazı kılın, zekatı verin ve Allah’a sarılın,
sizin Mevlânız O’dur. İşte, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcı” (Hac 78).
Âhirette de insanlar alt-kimlikleri olan ırk ve
kavimlerine göre değil, dinlerine göre ayrılacaklar. Zâten ortada bir hak din
olan İslâm ve bir de “câhiliye” denilen bâtıl din vardır. Âhirette insanlar
Türkler, Araplar, Fransızlar, Çinler, Japonlar vs. diyerek ayrılmazlar.
Müslüman olanlar ve olmayanlar olarak ayrılır. Çünkü zâten artık o alt-kimlikleri
olan kavim mensubiyetlerini oluşturan maddî yapıları yok olmuştur. Son durağı
mezarlık olmuştur alt-kimliğin.
O hâlde ben, Türklükten önce müslümanım. Seçmediğim
şey benim üst-kimliğim olamaz çünkü. İnsanın ayırıcı özelliği “seçim
yapabilmesi”dir ve seçim yapamayanlar hayvandır ve onlar kendileri nasıl
yaratılmışlarsa ona râzıdırlar. Ben de maddî yapı olarak insan olmaktan râzıyım
ve Türk gelenek-göreneğine alışkın olduğumdan, Türklüğe, daha doğrusu Türk
kültürüne de râzıyım. Fakat bunu alt-kimlik olarak kabûl ederim, üst-kimlik
olarak değil. Çünkü ezeli ve ebedî olan İslâm, Türlükten üstündür. Bu nedenle
İslâm benim üst-kimliğim iken, Türklük alt-kimliğimdir. İnsan olmanın ayırıcı
özelliği olan “irâdem dışında olmuş” olan kavmî âitliğim benim alt-kimliğimdir.
Birileri müslüman olmayı “Arap olmak” zannededursun, Allah bizi “müslüman” olarak
isimlendirmiştir ve insanlar-arası ilişkilerde de kavimler olarak ayırmıştır.
Fakat bu ayırma, tanışma ve çeşitli insâni ilişkiler içindir, ulus-devlette olduğu
gibi kavga, rekâbet ve sömürü için değil:
“Hiç şüphesiz
din, Allah katında İslâm’dır. Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim
geldikten sonra, aralarındaki ‘kıskançlık ve hakka başkaldırma’ (bağy) yüzünden
ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, (bilsin ki)
gerçekten Allah, hesâbı pek çabuk görendir” (Âl-i İmran 19).
“Gerçekten,
sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, öyleyse bana
ibâdet ediniz” (Enbiyâ 92).
“Gerçek şu
ki, Allah, Âdem’i, Nûh’u, İbrâhim Âilesi’ni ve İmran Âilesi’ni âlemler üzerine
seçti; Onlar birbirlerinden (türeme) bir zürriyettir. Allah işitendir,
bilendir” (Âl-i İmran 33-34).
Âyette Hz. Âdem, Nûh ve İbrâhim’in aynı zürriyetten
doğdukları söylenir. (Aslında bu tüm peygamberler için geçerlidir). Hâlbuki
onlar farklı kavimlerde yaşamışlardı. Peygamberler aynı zürriyetten gelirler.
Peygamberimiz de: “Peygamberler babaları bir kardeşler gibidirler. Dinleri
birdir” der.
Âyetlerin de dediği gibi; Tek bir din hak vardır, o
da İslâm’dır. Hak din üzere olanlar nerede yaşıyor olurlarsa-olsunlar ve
kendilerine ne isim verilmiş olursa-olsun İslâm üzeredirler ve müslümandırlar.
Yahudilikten, Hristiyanlıktan ve Muhammedi’likten çok-çok önceleri yaşayan yâni
bu isimlendirmelerin olmadığı bir zamanda yaşayan Hz. İbrâhim için Kur’ân bakın
ne diyor:
“İbrâhim,
ne yahudi idi, ne hıristiyandı: ancak, O hanif (muvahhid) bir müslümandı,
müşriklerden de değildi” (Âl-i İmran
67).
Kur’ân, Hz. İbrâhim’in milleti için şunu söyler:
“De ki:
Allah doğru söyledi. Öyleyse Allah’ı bir tanıyan (Hanif)ler olarak İbrâhim’in milletine-dînine
(millete İbrâhim) uyun. O, müşriklerden değildi” (Âl-i
İmran 95).
“Millet” aslında “din”, “İslâm şeriatı üzere gidilen
yol” demektir. Onu daha sonraları “kavim” anlamında kullanmışlardır. Çünkü
önceleri her kâvim kendini ırkıyla değil, dîniyle tanımlardı.
Âyetlerde neden böyle söyleniyor?. Çünkü Allah’ın tek
biri dîni vardır, o da İslâm’dır. Hz. Âdem müslümandı. Hz. Âdem’den son
peygamber Hz. Muhammed’e kadar tüm peygamberler müslümandı. O hâlde tüm zamanlarda
ve şu-anda yaşayan ve İslâm’a göre düşünen ve amel-eylemde bulunup hareket edenlerin
tamâmı müslümandır. Birileri onları yahudi-hristiyan zannededursun. Âyetin
söylediği gibi; hristiyanlık, yahudilik ve diğerleri, müslümanların
yozlaşmasının sonucunda almış oldukları isimlendirmelerdir. İslâm, daha
doğrusu müslümanlar yozlaşınca, yozlaşan müslümanlar yahudi, hristiyan vs diye
isimlenmeye başlamışlardır, olan şey budur. Bu nedenle bir İslâm ülkesinde doğanlar
ille de müslüman olmayacağı gibi; bir hristiyan-yahudi-budist vs. ülkede doğanlar
da ille de budist olmazlar. Müslüman olmanın şartı bir İslâm ülkesinde
doğmuş olmak değildir. Fakat bir İslâm ülkesinde doğmuş olmak, daha
yakından ve daha çok tanıyıp benimsemek için, dolayısıyla müslüman olmak için
bir avantajdır. İslâm ülkelerinde olanlar -nasıl ki yaptıklarına baktığımızda
görüldüğü gibi- müslüman değillerse; gayr-ı müslim ülkelerde doğanlar da illâ
ki o ülkelerin dinlerinden değillerdir. Ne yâni?; şu-anda Türk olan herkesi
müslüman mı kabûl edeceğiz?. Küçük çocuklara tecâvüz edenleri; insanları haksız
yere öldürenleri; çalıp-çırpanları, sâdece müslüman(!) bir ülke olan Türkiye’de doğdukları için
müslüman mı sayacağız. O hâlde müslüman olmayanlar kimlerdir?. Kim müslüman
değildir?.
Müslümanlığı sâdece bir kültürden ibâret zannedenler
böyle zannediyor. Öyle ya; lâik-merkezli eğitim veren okullarda dîni değil de
“din kültürü” adı altında dînin sâdece kültürünü öğrendiler. Bu nedenle de dînin
ne olduğundan haberleri yok. Zâten dînin özü olan Kur’ân’ı hayatlarında bir-kez
bile okumuyorlar. Bu nedenle ne olduğunu bilmedikleri ve bu nedenle
“birilerinin” kandırdığı gibi zannediyorlar Kur’ân’ı. Kur’ân okumayı “beyni
sulandıran” bir şey zannediyorlar. Şeytanın uşakları olan tâğutlar ve onların
ülkelerdeki uşakları olan taşeronlar, şerefsizlikleri anlaşılmasın diye,
onların kirli yüzlerini net olarak ortaya koyacak tek Kitap olan Kur’ân’ı
okumayanların beyninin sulanmış olduğunu uydurmuşlardır. Düşünsenize, kitap
okuyarak beyin sulanıyorsa, o hâlde “Nutuk” okuyunca da beyin sulanır. Bedeni
sağlamlaştırmak için jimnastik nasıl işe yarıyorsa, zihni canlandırmak ve
sağlamlaştırmak için de “beyin jimnastiği” yapmak gerekir ki bunu için en ideâl
kitap Kur’ân’dır. Müslüman doğulmaz, müslüman olunur. Çünkü müslümanlık bir
irâdesiz vâr-olma şekli değil, bilinçli-irâdeli bir vâr-olma şeklidir.
Ben kesinlikle ve kesinlikle Türklükten önce müslümanım.
Türk olmayı ben tercih etmedim ki!; neden kendimi onunla öne çıkarayım?. Ben
kendi bilgi-bilincimle tercih ettiğim, seçtiğim âidiyete göre kendimi
tanımlarım. Doğuştan olan şeyle övüneceksem, o zaman yahudiler gibi “erkek”
olmakla da övünmem gerekir. Her sabah-kahvaltısından önce annesinin ve kız-kardeşinin
yanında: “Allah’ım beni “erkek” olarak yarattığın için sana şükürler olsun”
duâsını yapıyorlar. Doğuştan gelen özellikler insanlıkla değil, “beşer” yada
varlığın hayvâni yanıyla alâkalıdır. Doğduğum yerin âit olduğu ırk ile övünmek
zorunda değilim. İtalya’da doğsaydım bu sefer de İtalyan olmakla mı
övünecektim?. Hem Türklük yada diğer ırklardan olmak mezara kadardır. Ölünce
biter. Oysa müslüman olmak ebedîdir. Haa!; ben Türk kavminden-kültüründenim ve
Türk kavminin gelenek-göreneklerinden, yemeklerinden, coğrafyasından,
kültüründen genelde memnunum. Çünkü ona alışığım. Diğer ırklar da öyle zâten.
Yine; ben kahverengi gözlüyüm. Öyle doğdum çünkü.
Kahverengi gözlü olmayı bir üstünlük nedeni mi sayayım şimdi? ve diğer renkli
gözleri daha düşük mü göreyim?. Bunun sonu yok ki. Karşı taraf da saçını öne
sürer. Bunlar kişinin tanımlanması yada târif edilmesiyle ilgili geçici maddî
özelliklerdir. Alt-kimliklerdir. Ebedî olan üst-kimlik ise din ile, İslâm ile
olur.
İnsanlar müslüman bir ülkede doğmakla yada müslümanım
demekle müslüman oluverdiklerini zannediyorlar. Üstelik İslâm’ın hiç-bir emrine
ve yasağına da uymazlarken. Siz İslâm’ı ne zannediyorsunuz ki?.
Allah katında din İslâm’dır. Kur’ân’a göre; bir, “hak
din olan İslâm” vardır, bir de “bâtıl dinler” vardır. Bu nedenle “din
değiştirme” olmaz, “dinden çıkma” olur. Ya İslâm dînindensindir, yada
değilsindir. Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar tüm peygamberler müslümandır. Dediğimiz
gibi; Kur’ân, “Hz. İbrâhim ne yahudi ne de hristiyandı, o müslümandı” der. Müslümanlık
dinlerden bir din değildir, “Allah katındaki tek hak din”dir.
Mustafa Kemâl’in şu sözleri vardır: “Ne mutlu Türk’üm
diyene”; Bir Türk Dünyâ’ya bedeldir”. Şimdi ben Papua Yeni Gine’de doğsaydım ne
diyecektim?. “Ne mutlu Papua Yeni Gine’liyim diyene” mi?. Yada “Bir Papua Yeni
Gine’li tüm Dünyâ’ya bedeldir” mi diyecektim?. İşte zâten modern zamanlar,
ulus-devletlerin bunu yaptıkları ve birbirlerine can-düşman oldukları zamanlardır.
Ulus-devletin büyüsüyle büyülenmiş olanlar birbirlerini yemektedirler. Üstelik
Allah müslümanlara ırkla değil de “takvâ” ile yâni “İslâm bağlılığı” ile
övünülmesini ve başka bir şeyle öne çıkmamalarını isterken, müslümanlar da bu
tuzağa düşerek ulus-devlet dînine girmişlerdir ve bu nedenle de Dünyâ
hâkimiyetlerini ve güçlerini kaybetmişlerdir. Atasoy Müftüoğlu:
“İslâm-dünyâsı toplumlarında bugün müslümanlık ve müslümanlar, tâbi
oldukları devletlerin projeleri doğrultusunda konumlandırıldıkları ve
yönlendirildikleri için, İslâmî kimlik birincil kimlik olmaktan çıkıyor; proje
kimlikler, milliyetçi ve mezhepçi kimlikler birincil kimlikler hâline gelebiliyor. Etnik rekâbetler, mezhepçi rekâbetler sebebiyle dayanışma rûhu ve bilinci
sorumluluk konusu olmaktan çıkıyor. Ulus-devletlerin İslâm’ilik adına sâhiplendikleri
soyut iddiaları somutlaştırmak gibi bir kaygıları, projeleri ve tasavvurları
yok. Bizler müslümanlar olarak İslâm’ı etnik ve mezhepçi bencilliklerimiz
doğrultusunda, devletçi bencilliklerimiz doğrultusunda târif ediyor,
tanımlıyor, ancak yaşamıyoruz. Yaşamadığımız, ancak târif edebildiğimiz İslâm
hakkında yazıyor, konuşuyor, tartışıyor, kavga ediyoruz” der.
Peygamberimiz de alt-kimlik olarak Mekke’li olsa da,
üst-kimlik olarak müslümandır. Bunu, Mekke’yi terk ederek ve Medine’ye yerleşerek
gösterdi. Zîrâ onun üst-kimliği Mekke’lilik ve Araplık değil, İslâm’dı. “İslâm’ın
önde giden atlıları” hiç-bir zaman memleketlerini mesele yapmadılar. Milliyetçi
olsalardı Medine’den kalkıp da İstanbul’a kadar gelerek savaşmayı ve orada
ölmeyi o kadar kolay göze alamazlardı.
Milliyetçilik yada ulus-devlet, “devletin bulunduğu
yerde sınırlardan ileri-geri bir adım atmadan kalmak” anlamında ağır bir
hareketsizliktir. Bu hareketsizlik, kâlpleri kararttıktan sonra, zihinleri de
köreltmiştir. Oysa İslâm, hiç-bir zaman hareketsizliği sevmez ver der ki: Bir
işten yorulduğunda başka bir işle ilgilen?. Bu durum kâlplere ve zihinlere de sirâyet
eder ve İslâmî kişilik, kendini hareketsiz alt-kimlik olan ulusçuluk yerine,
hareketli ve tüm Dünyâ’yı mescid olarak gören bir anlayışa sâhiptir. Bir
müslüman için sınır, Dünyâ’nın ve hattâ kâinâtın sınırlarıdır. Millî sınırlar, “birileri”nin,
“birileri” için çizmiş olduğu sınırlardır.
Aslında “millet” kavramı dînî bir kavramdır ve
“inanç” ile ilgilidir. Dînî inançta ırk-birliği değil, inanç-birliği esas
alınır. Fransız Devrimi ile başlayan milliyetçilik “millet” kavramını dinden
ayırmış, kan-kemik-et-tip gibi maddî şeylere indirgeyerek onu ilkelleştirmiş ve
sekülerleştirmiştir. Artık milliyetçilik denilince seküler (din-dışı) bir
milliyetçilik anlaşılıyor ki bu en başta “kan” ile ilgilidir.
İslâm’dan önceki bâzı zamanlarda ama özellikle İslâm’dan
sonra Türkler kendilerini “Türk” olarak adlandırmazlardı ve “Türk”
adlandırmasını kendilerine göre ilkel bir hayat süren “göçebeler” için kullanırlardı.
Araplar da kendilerine “Arap” demezlerdi ve “Arap” adlandırmasını kendilerine
göre ilkel bir hayat yaşayan “bedeviler” için kullanıyorlardı. Milliyetçilik
ilkelliktir, zîrâ her kavim kendini, ilkel zamanlardaki isimleri ile
adlandırır. Henüz medenîleşmeden önceki adlarını modern dönemdeki isimleri
olarak kullanmaktadırlar. O hâlde milliyetçilik, bir ilkelleşme hareketidir. İlginçtir
ki bunu, medenîliğin zirvesi olan İslâm kimliğini geriye artarak
yapmaktadırlar. Aslında ilkel olan ırk isimleri alt-kimlik, dînî isimleri
(İslâm-müslüman) ise üst-kimliktir.
Allah âyetlerinde milliyetçiliği değil, ümmetçiliği
öne çıkarır:
“Göklerin
ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin
(milletlerinizin-ırklarınızın-kavimlerinizin) ayrı olması, O’nun
âyetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için gerçekten âyetler
vardır” (Rûm 22).
İslâm’a göre birliğin temeli veya kaynağı kan veya
soy değil, inançtır. Bu inanç tabî ki dînî inançtır. İslâm inancı.. Îman
kardeşliği:
“Mü’minler
ancak kardeştirler. (Irkları farklı olsa da). Öyleyse kardeşlerinizin
arasını bulup-düzeltin ve Allah’tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz” (Hucûrât 10).
“Ey îman
edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden
daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki
kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi-kendinizi)
yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve bir-birinizi olmadık-kötü lâkablarla çağırmayın.
Îmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar zâlim
olanların ta kendileridir” (Hucûrât
11).
Üstünlük ırkta-soyda değil, “takvâ” denilen Allah’tan
sakınmada yâni İslâm’dadır:
“Ey
insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve bir-birinizi
tanımanız ve tanışmanız için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık.
Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve
servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber
alandır” (Hucûrat 13)
Kendi milliyetini överek aşırı bir şekilde öne
çıkaran milliyetçilik, bunu sâdece et-kemik ile değil, dil ile de yapmıştır.
Dilinin en iyi dil olduğunu savunmuştur/savunuyorlar. Bu nedenle meselâ Türkiye’de
yapılan Osmanlıca kıyımı nedeniyle Türkçeye eklenen 5.000 kelimeye rağmen
60.000 kelimeyi silmiştir. Üstelik eklediği bu kelimeler de Türkçe kelimeler
değil, başta Fransızca olmak üzere, “komik bir şekilde Türkçeleştirilen”
yabancı dillerin kelimeleridir.
Sanıldığının aksine Türkler (yada diğer ırklar),
eskiden Türklüğü ve ırkı çok fazla öne çıkaran kişiler değildi ve bunun
muhabbetini de yapmazlardı. Herkes kendi boyunun/dîninin/lîderinin vs.
isimleriyle tanıtırdı kendini. Irklarının ne olduğunu dert edinmezlerdi, çünkü
çok başka dertleri-uğraşları vardı. Öyle ki; savaştıkları bir kavimle, bir-süre
sonra birlik olup başka bir kavme karşı ittifak yapabiliyorlardı. Irk sorunu
yoktu, “yaşama” sorunları vardı.
“Aslında insanlar,
başlangıçta tek bir ümmet idi. Allah’ın gönderdiği peygamberler, onların
sorunlarını çözüyorlardı. Ancak daha sonradan aralarındaki bağy (taşkınlık)
yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Farklı-farklı dinler uydurdular ve değişik
ümmetler hâline geldiler” (Bakara
213; Yûnus 19).
“Ma’rûfu
(iyiliği) emreden, münkeri (kötülüğü) önlemeye çalışan İslâm ümmeti,
insanlık içerisinden çıkartılmış en hayırlı ümmettir” (Âl-i İmrân 110).
Peygamberimiz de milliyetçilik hakkında şunları
söyler:
“Milliyetçilik yapan, onun için savaşan veya onun yolunda ölen bizden
değildir” (Müslim, İmâre 53, 57, hadis no: 1850; Ebû Dâvud, Edeb 121; İbn Mâce,
Fiten 7, hadis no: 3948; Nesâî, Tahrim 27, 28).
“Bir kimseyi ameli geri bırakmışsa, nesebi, soyu onu
kurtaramaz, yükseltemez, ilerletemez” (İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 225).
“Allah indinde en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır. Arabın Arap
olmayan (acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanın da Arap üzerine bir
üstünlüğü yoktur. Siyah derili olanın beyaz derili üzerine bir üstünlüğü
yoktur, beyazın da siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sâdece
takvâ iledir” (Cem’u’l-Fevâid, 1/510, hadis no:
3632).
Milliyetçilik, söylediğimiz gibi, fizîki görünüş ile
ilgilidir. Et/kan/kemik/vücut-şekli/tip/duruş/oturuş vs. Tabi kültürel
özellikler de önemlidir. Tüm milliyetçiler/ırkçılar/kavmiyetçiler, bu
özellikleri en iyi kendilerinin taşıdığını iddia ederler. Zâten milliyetçilik
de budur. İyi de; bu özelliklerin en iyisinin kendilerinde olan özellikler olduğunun
delîli nedir ki?. Neye göre bu kıyası yapıyorlar?. Ölçü nedir?. Adam
anne-babasından doğuyor ve anne-babası hangi milletten ise o da o milletten
oluyor doğal olarak. Başka bir milletten doğsaydı o zaman da o milleti övmeye ve öne çıkarmaya
çalışacaktı. Aslında mevcut milletten olmasında onun hiç-bir dahli yok. Kendi
çabasıyla olmayan bir “görece üstünlük”ten bahsediyor ve onu körü-körüne
savunuyor. Hiç-bir delil yok, hiç-bir mantık yok, sağduyuya aykırı. Birilerinin
verdiği gazla başlayan sûni, körü-körüne olan bir bağlılık. Bağlandığın şey
ne?. Soyut kavramlar. Vatan nedir?, millet nedir?. Vatan;
toprak-dağ-deniz-kaya-orman mı?. İyi de bunlar her yerde var. Millet de;
kan-et-kemik mi?. Bunlar mı yâni?. Bu özellikler sende varsa diğerlerinde de
var. Tamam; yaşadığın ülkeyi ve ırkı sev. Allah tüm Dünyâ’yı ve insanları güzel
yaratmıştır ve insanlar belli bir süre bulundukları ve yaşadıkları yere
alışırlar ve orayı severler. Oranın güzelliklerini (yada kötülüklerini) en iyi
onlar görürler çünkü. Bu nedenle de değer verirler. Bunda bir beis yok. Fakat
en güzel vatanın, en güzel insanların, en üstün insanların bu vatan ve bu
vatanda yaşayanlar olduğunu söylemenin delîli nedir?. Ölçü nedir ki?.
Yine; Türkçe yada başka bir dil neden başka bir
dillerden üstün olsun ki?. Hangi dilin özellikleri, grameri, türetme
potansiyeli vs. daha geniş ise o dil daha zengin bir dildir. Meselâ Türkçe
neden Kürtçeden üstün olsun yada tam tersi?. Herkese ana-dili güzel ve
anlaşılırdır. Türk’e göre Türkçe güzel bir dilse, Kürde göre de Kürtçe güzel
bir dildir. Dilin salt kendisi değildir güzel olan. O dil ile ne söylendiği
önemlidir. Kürtçe yapılan bir duâ, Türkçe yapılan bir küfürden üstündür.
Türkçe söylenen bir şarkı, Kürtçe yapılan bir hakâretten üstündür.
İlber Ortaylı:
“Osmanlı'ya baktığımızda şunu görüyoruz: O bir kere kolonyalizm nedir
filân anlamaz. O bir devlettir işte, toprakları vardır. Sonra etnisite
anlamında, milletler nedir?; Arnavutmuş, Arapmış, Hırvatmış. Osmanlı’nın
kafasında öyle şeyler yoktur. Gerçi devlet dâirelerinde Türkçe konuşulur, Türk
devletidir, ordudaki, bürokrasideki dil Türkçedir. Osmanlı imparatorluğu’nun
kesintisiz bütün kayıtları, yazışmaları Türkçedir. Medresede Arapça okunur ama
dil Türkçedir. Türkçe konusundaki bu Türklüğe rağmen kimlik-bilinci hâline
gelmiş bir Türklük söz-konusu değil. Bir-kere kendisine Türk demiyor, öyle bir
gayreti yok, başka ad koyuyor. Önce “Müslüman” demiş, sonra “Osmanlı” demiş.
Türklük bilincinin, uluslaşmanın da, tabii bir bedeli var.
Bunun başlangıcı 93 Harbi ve hızlanması da Balkan Savaşı. Çanakkale, Kafkaslar,
Yemen derken, Türklerden başka herkes imparatorluktan kopmaya çalışınca biz de
artık bakışlarımızı “Biz kimiz?” diye kendimize çevirmek zorunda kaldık. Tabî
bu kimlik-şuuru zamanla gelişti ve artık bizim için vazgeçilmez bir sıfat
hâline geldi. Türklük bizim Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde ulaştığımız
bir kimliktir. Bunu târihî olaylarla, bir-takım müesseseler yoluyla kazanmışız.
Binaenaleyh Türk ulusal kimliğini ele alırken bizdeki siyâset bilimcilerin
yaptığı gibi nation buûding (ulus kurmak) türünden kavramlar kullanılmasının
manası yoktur, çünkü bu gibi kavramlar başka ortamlar için, koloniyâl
formasyonlar için kullanılmıştır. Türkiye için de, Balkanlardaki uluslar için
de geçerliliği yoktur” der.
Üstünlüğü herkes kendine göre belirlerse gerçek üstün
olanın kim olduğu nasıl anlaşılacak?. Üstünlüğü kim belirleyecek?. Üstünlüğü
belirleyecek tek merci “En Üstün Olan’ Allah’tır. Allah diyor ki Şeytan’a:
“Ey ateşten yaratılan!, topraktan yaratılana secde (itaat) et”. Bitti!.
Kompleks yapıp, bir kibre kapılıp kendi varlığının yapısını diğerinden üstün
görerek ondan üstün olduğunu söylemek Allah’a isyandır. Terbiyesizliktir.
Kibirdir. Anlamsız bir gururdur. İşte gerçek değersizlik de budur.
Övünülecek taraf, üstün olan taraf, “geçici olan”
değil, “ebedî kalıcı olan” taraftır. Et-kemik-kan geçici olan şeylerdir, geçici
olan şeylerle övünmek saçmalıktır, esas kalıcı olan İslâm ile öne çıkar insanın
karakteri ve kimliği.
Din azalınca milliyetçilik başlar. İnsan “değer”siz
yapamaz çünkü. İnsan, dinden boşalan yeri ilk-önce “eski” ile doldurmaya
çalışır. Târihsel milliyetçilik başlar böylece. Şehir efsânesidir
milliyetçilik.
Milliyetçilik, insanların kuru-kuruya
bağlandıkları ve alışkanlık edindikleri boş bir oyalanma alanıdır. Değerlerini
bir şekilde yitirmiş yada yaralamış olan insanların “değer ihtiyacı”ndan doğan
bir bağlanma-şeklidir. Fakat bu bağlanış-şekli seküler/materyâlist (maddî) bir
bağlanma-şekli olduğu için bâtıldır yada üst-kimlik değildir. Hele bir de İslâm’dan
kopmadan milliyetçiliğe bağlılığını sürdürmek isteyip de: “Türk-İslâm; Anadolu
İslâm’ı” gibi zırva sözlere sığınmalar tam bir şirktir. İslâm kendine tam yeten
bir dindir ve yanında hiç-bir isme ve ideolojiye ihtiyaç duymaz. Üstelik kullanılan
söz; “İslâm-Türk” de değil, “Türk-İslâm”. Yâni ilk önce Türk’lük, sonra İslâm.
Böyle olunca da ana unsur İslâm’a rağmen Türk’lük olacaktır ki bu İslâm’a da
bir hakârettir. Unutulmasın ki, vatan sevgisi, Dünyâ sevgisidir.
Ölen kişinin ırkı-milliyeti ortadan
kalkar. Bir-süre sonra mezarda kalan kemiklerin hangi ırka-millete âit
olduğunun bir önemi yoktur.
Müslümanlarda ve de Türklerde, -hümümdar âilesi
hâriç- zâten uzun şecereler de yoktur. İnsanlar bir-kaç kuşak öncesi atalarını
bile bilmezler. Çünkü et-kan-kemik, yâni ırk-bilinci yoktur. Mesele de yapmazlar
bu. İlber Ortaylı:
“Aslında Türkiye’de kimse etnik köken bakımından pek rahatsız edilmez.
Kimse kimsenin ne olduğunu bilmez. Burada öyle şecere-mecere yoktur insanlarda.
Türkler iki-üç nesille yetinen bir halktır. Ondan ötesini karıştırmaz.
Türkiye’de müslümansan, başka şeye bakılmaz” der.
Türkler, Bulgarlar, Yunanlılar, Sûriyeli’ler,
Îranlılar birbirlerine benzerler. Şimdi; tüm bu ırklara ortak bir şekilde
benzeyen ama hangi ırktan olduğu bilinemeyen ve bulunamayan bir insanın ırkı ne
olacaktır?. Bu kişi hangi kavimdendir?. Böyle insanlar vardır. Şimdi bu kişi
hangi dinden sayılacak?. Aslında bu kişi hangi dinden olduğunu söylüyorsa o
dindendir.
1789 Fransız Devrimi’nden sonra öyle bir hâle gelinmiş
ki, sınırın iki metre ötesindeki adam “doğuştan hristiyan” oluyor; iki metre
berisindeki ise, sırf 2 metre beride doğduğu için “doğuştan müslüman” oluyor.
Aynı apartmanda yaşayan ve aynı gün ve aynı saatte doğum yapan ve doğumdan
sonra da uzun yıllar aynı apartmanda birlikte yaşayan bir müslüman ve bir
hristiyan âilelerin çocukları “doğuştan müslüman” ve “doğuştan hristiyan” kabûl
etmek hangi mantıkla îzah edilebilir?. Hele ki bunlar budizmin hâkim oluğu bir
ülkede kültürde doğmuşlar ve yaşıyorlarsa. Bırakın da bunlar ileride dinlerini
seçsinler. Kimseyi “doğuştan müslüman-hristiyan” vs. yapmayın. Her doğan İslâm
fıtratıyla doğar ama bu, “potansiyel müslümanlık”tır.
Kur’ân’da anlatılan peygamberlerin çoğunun da hangi
ırktan olduğu bilinmez ama tamâmı da müslümandır ve bir-çoğunun müslümanlıkları
anadan-babadan yâni doğuştan değil, sonradan akıllarını-irâdelerini-bilgilerini
kullanarak şirkten ve ahlâksızlıktan uzak kalmaları ve Allah’ın onlara vahiy
göndermesi sebebiyledir. Bunun en meşhur örneği Hz. İbrâhim’dir. Hz. İbrâhim’in
babası kâfirdi. Oysa Hz. İbrâhim kâfir olmadı ve ileride yaptığı sorgulamalar
netîcesinde bir noktaya vardı ve Allah onu peygamber olarak seçerek vahyetti.
Böylece Hz. İbrâhim, ana-babası müslüman olmadığı hâlde müslüman oldu. Tam
tersi de olmuştur. Hz. Nûh müslümandı ama oğlu müslüman olmadı ve gemiye
binmedi de boğulanlardan oldu. Demek ki müslümanlık bir “seçim-işi”dir,
“doğum-işi” değil. Bu peygamberlerin hangi ırktan olduğu belli değildir.
Belli olsa da önemli değildir. Çünkü onlar, o ırkların dînlerinden olmayı kabûl
etmediler ve müslüman oldular.
“Doğuştan müslüman” olununca “doğuştan cennetlik”
olunacağı zannı da vardır. “Müslümanlar doğuştan müslüman oldukları için
otomatikman cennete; hristiyanlar ve yahudiler ve diğerleri ise otomatikman
cehenneme gideceği” düşüncesi oluşur böylece. Hâlbuki, Allah’a teslim olup
O’nun emrettiği gibi yaşayanlar cennete girecek; O’na karşı çıkan ve ortak
koşanlar yâni müşrikler, kâfirler ve münâfıklar ise cehenneme gireceklerdir.
Peygamberimiz: “Her doğan, İslâm-fıtratı üzerine doğar.
Sonra, anne-babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecûsi yapar” (Buhârî,
cenâiz 92; Ebû Dâvut, sünne 17; Tirmizî, kader 5) der.
Demek ki her insan İslâm-fıtratı
üzere doğuyor ve onu mensup olduğu dîne yada dinsizliğe, âit olduğu
âile-toplum-kültür yönlendiriyor. Fakat bu, ilâhi-merkezli değil de,
insân-merkezli bir din oluyor ki, bunun İslâm ile alâkası yoktur. O hâlde bir
insan müslüman bir anne-babadan doğsa da, kendisi bilinçli bir şekilde İslâm’ı
seçip o yolda hareket etmeye başlayıncaya kadar müslüman yâni İslâm üzere
olmamış olur. Doğuştan müslümanlık, “İslâm-dîni üzere olmak” değil, “anne-baba,
kültür, coğrafya dîni üzere olmak”tır. Fakat bu çeşit bağlılıklar “hak yol”
değil, “bâtıl yol” olur. Demek istediğimiz odur ki; bir kişi Peygamberin
hânesinde de doğsa, o kişinin müslüman sayılması için bizzat kendisinin
bilinçli bir şeçimle İslâm’ı seçmesi ve ona göre hareket etmesi gerekir. Zîrâ
Hz. Nûh’un oğlu da Hz.Nûh’un hânesinde doğmuştu ama İslâm’ı seçmemişti.
Bilindiği gibi müslümanlar çeşitli mezheplere,
meşreplere, târikatlara, îtikatlara, cemaatlere yâni çeşitli yollara
ayrılmışlardır. Peki bunlar da mı doğuştan oluyor?. Yâni “doğuştan müslüman”
olduktan sonra aynı-zamanda “doğuştan sünnî”, “doğuştan alevi”, “doğuştan
Mâturidi”, “doğuştan Nakşibendi”, “doğuştan Nurcu-Süleymancı” vs. mi olunuyor?.
Her-şey doğuştan oluyorsa o hâlde hiç-bir şeyden şikâyet edemeyiz, birilerine
karşı çıkamayız. “Doğuştan AKP’li” yada “doğuştan CHP’li” de olunur çünkü. Hattâ
o zaman, “doğuştan şerefsiz” olanlar da vardır ve onlar “doğuştan” olduğu için
yapacak bir şey yoktur. İşte bu, “kör bir kader inancı”dır.
“Doğuştan” olunca parçalanma kaçınılmazdır. Zîrâ
herkes doğuştan farklıdır. Nihâyet öyle bir yere gelinir ki, hem tüm insanlık
çeşitli parçalara ayrılır, hem de bu parçalanmalar en sonunda insanlığın ve
Dünyâ’nın da parçalanmasına neden olur. Çünkü aşırı farklılık mutlakâ tefrikaya
yol açar ve bu tefrika da parçalanmayı yanında getirir.
“Düşük” olan şey “yüksek” olan şeyi belirleyemez.
Kafa-yapısı, deri ve göz-rengi dinden yâni İslâm dîninden daha yüksek değildir
ki dîni belirlesin. Bu nedenle de din; deri-rengi, göz-rengi ve kafa-yapısına ve
şekline göre yâni ırka göre belirlenemez. Dolayısıyla, müslüman olmak için
herhangi bir ırktan olma şartı yoktur.
İnsan Genom Projesi de, “bir ırk-geni yoktur” der.
İnsan Genom Projesi’nin sonuçlarından birisi şudur:
“Yakın zamanda elde edilen veriler, DNA bilgisinin %99’undan
fazlasının, tüm insanlar için ortak olduğunu ortaya koymuştur. İnsan genomundaki bireysel
farklılıklar, %1’den azdır”.
Irk-geni diye bir şey olmadığı için “Türk-geni” diye
de bir şey yoktur. Yâni aslında “safkan bir Türk” yoktur. Safkan olan hiç-bir
ırk yoktur çünkü.
Irk-geni yoktur, bu nedenle de “Türk’üm” demek de
yanlış olur. “Türk kültüründenim” demek gerekir ki “Türk’üm” demek de bu olur
zâten.
Annem-babam Türk kavminden-kültüründen olduğu ve ben
de onlardan doğduğum için, sorduklarında “Türk’üm” diyorum/derim. Bu benim
hangi kültürden-kavimden olduğumu gösterir. Fakat bu kimlik benim için
“üst-kimlik” değildir. Üst-kimliğim İslâm/müslümandır. Çünkü ben “Türk fıtratı”
üzere değil, herkes gibi “İslâm fıtratı” üzerine doğdum ve zamanla bu fıtratın
içini Kur’ân’la doldurdum ve İslâm’ı benimseyip sindirdim. Müslüman olmak böyle
olur. Benim üst-kimliğim İslâm olduğu için, ben ancak müslüman olmakla
övünebilirim. Türk’lük benim için övünç-kaynağı değildir, bağlı olduğum ırkı-kültürü
gösteren, örfünde-kültüründe doğup-büyüdüğüm bir alt-kimliğimdir sâdece. Bu
nedenle kendimi yırtarcasına Türk’lüğümü haykırmam; sâdece, Türk olduğumu
söylerim. Benim için “Türk’üm” demek, “Türk kültüründenim” demekten başkası
değildir. Bu, vatanını-milletini sevmemek demek değildir.
Vatanıma-milletime yapılan bir saldırı karşısında elimden geleni yapmalıyım ve
de yaparım. Bu zâten İslâm’ın da emridir. Yaşadığım ülkeyi sevebilirim de. En
rahat edeceğim yer, doğal olarak doğup büyüdüğüm yerdir tabî ki de. Fakat
yaşadığım ülkeyi kutsallaştırmam, çünkü netîcede tüm Dünyâ benim vatanımdır.
Allah yer-yüzünü bize yaşama alanı olarak vermiştir. Müslümanca yaşamak için.
Sonsöz: Üst-kimlik kırlınca alt-kimliğe dönüşür. O
muazzam İslâmî üst-kimlikten yoksun kalanlar, alt-kimlikleriyle avunup teselli
bulurlar.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık
2016