30 Kasım 2016 Çarşamba
Kur’ân’ın İzâfileştirilmesi
Rûh Üzerine
“Sana rûhtan sorarlar; de ki: ‘Rûh, Rabbimin
emrindendir, size ilimden yalnızca az bir şey verilmiştir” (İsrâ 85).
İnsanlık târihinde belki de en kadim tartışma; madde-rûh,
beden-bilinç konusudur. İnsanın gerçekten de bir rûhu-bilinci var mıdır?, varsa
vücûdunun neresidir yada neresindedir?. Yoksa rûh/bilinç/öz-benlik denilen şey
bedenin bizzat kendisi midir?, bedenin yâni maddî varlığın içinde mündemiç
(özdeş) olarak mı vardır?. Yoksa ateist-materyâlistlerin dedikleri gibi öyle
bir meta-fizik, madde-ötesi bir varlık yok mudur?. (Epifonomonalizm=rûh
maddenin sonucudur diyen felsefe). İnsanlar farklı ve üstün yaratılışlarının
bir sonucu olan düşünme-duygu vs. özelliklerinden dolayı mı böyle bir varlık
inancını edinmişlerdir?. Atomcu
Demokritos da rûhu maddeden ayırmaz; “rûhu oluşturan atomlar daha ince, daha
hafif ve daha hareketlidir” der. İnce atomların birleşimine “rûh” dediği gibi
“akıl” da der. “Bunlar, evrenin her yerine dağılmıştır; öyleyse evren canlı ve
akıllıdır. Ancak Tanrı yoktur” der.
Bunların ayrı-ayrı hepsine
inananlar vardır. Tabi tatmin edici bir açıklama yoktur. Zâten tatmin edici bir
açıklama beklemek de yanlıştır. Çünkü idrâk etmeye çalıştığımız şey maddî bir
şey değildir. Aksi-hâlde çoktan bulunurdu. Sâdece hissedilebilen bir şeyden
bahsediyoruz. Buna “şudur” denecek bir şey yoktur. Bedenimizdeki bir organı
meselâ kâlbimizi hissettiğimiz gibi bir hissetme değildir rûhumuz-bilincimiz
hakkında hissettiğimiz şey. Gözümü kapayıp odaklandığımda karşımda-içimde bir
varlık duruyor. O şey sürekli olarak orada. Onu her zaman duyumsayabiliyorum. Kendimi
hissettiğim o şeyin bir öz-varlık olduğu kesindir. Fakat insanlık târihinde
kimsenin bilemediği gibi biz de onun ne olduğunu bilemiyoruz. Fakat şurası
kesin ki, hissettiğimiz bir varlık var. Ve o bizim bedenimizle aynı şey değil.
Bu nedenle tasavvuf câmiâsının Peygamberimizin hadisi diye söyledikleri:
“Ruhlarınız vücutlarınızdır, vücutlarınız ruhlarınızdır” sözünü hiç kâle bile
almıyoruz.
Eğer rûh, maddî vücûdun,
meselâ nöronların etkileşimim bir sonucu olarak zuhûr eden bir şey olsaydı, Kur’ân’da;
“size rûh hakkında az bir bilgi verildi” denmesi abes olurdu. Çünkü biz vücudun
işleyişi ve beyin organı hakkında epey bir bilgiye sâhibiz. Tabi buna rağmen
yine de o bilinç hakkında hiç-bir şey bilinmiyor.
Rûh, algılayan şeydir. Maddî
olmayan, kendine has olan o şeydir rûh, ve bilincimiz rûhumuz demektir. Maddî
olanı idrâk edebilecek olan şeyin maddî olmayan bir şey olması şarttır. Zîrâ
madde maddeyi idrâk edemez.
“Kadir gecesi, bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve
rûh, onda Rablerinin izniyle her bir iş için inerler” (Kadir 4-5).
Buradaki rûhun Cebrâil
olduğu söyleniyor ama Cebrâil de bir melek olduğundan, “melekler ve melek
Cebrâil” gibi anlamsız bir ifâde çıkıyor. Hem Kur’ân’da meleklerin
özelliklerinden üstü kapalı bir şekilde de olsa bahsedilir. “Hamd, gökleri ve yeri yaratan, ikişer,
üçer ve dörder kanatlı melekleri elçiler kılan Allah’ındır; O, yaratmada
dilediğini arttırır. Şüphesiz Allah, her-şeye güç yetirendir” (Fâtır 1). Bu
melekler hakkında bir bilgidir ve “az bir bilgi” değildir. Zîrâ şekillerinden
bahsetmektedir. En-âm 8’de meleklerin çok güçlü olduğundan; En-âm 9’da ise
insan şeklinde olmadığından vs. bahsedilir. O hâlde Kadir Sûresi’nde bahsedilen
rûh, olsa-olsa vahiydir. Cebrâil denmesinin nedeni de, vahyi taşıyan melek
olmasından olsa gerek. Netîcede bize az bir bilgi verilen şey, vahiydir.
İlginçtir ki, vahiy elimizde olmasına rağmen onun mâhiyetini tam olarak
kavrayamıyoruz. Rûh hakkında az bir bilgi verilmesi belki de bir rahmettir.
Belki de rûh hakkında fazla bilgi verilseydi o bilgi bizi aşırı zora sokacaktı
ve o ağır yükün altına girmek zorunda kalacaktık. Zîrâ rûh gaybın konusudur ve
gaybın konularını biz net olarak idrâk edemeyiz. Buna kudretimiz yetmez. Sâdece,
Allah’ın bizim idrâk edebileceğimiz kadarını bildirmesiyle bâzı gaybî konuları
bilebiliyoruz. Allah, gaybın konusu olan bilgileri idrâk edemeyeceğimiz için, “size
rûh hakkında az bir bilgi verildi, çünkü çok bilgi verilseydi bile
anlayamazdınız ve idrâk etmek için ömrünüz boyunca uğraşıp dururdunuz da yine
de idrâk edemezdiniz ve böylece ömrünüzü boşa tüketirdiniz” demeye getiriyor.
Allah’ın istediği, rûhun ne
olduğunu bilmek değil, rûh sâhibi olmamızdır. Rûh vahiydir. Vahyin vermiş
olduğu bir heyecan, idrâk ve şevktir. Vahiyle samîmi bir şekilde ne kadar ilgili
olursanız o derece rûh sâhibi olursunuz. İnsan rûh ile kemâlini bulur. Rûhtan
yâni vahiyden uzak olanlar ruhsuzlaşırlar ve Kur’ân tarafından; “hayvan gibi”
hattâ bâzen de “hayvandan daha aşağı” olarak görülürler. Kur’ân, vahye
uymayanları rûhtan mahrûm hayvanlara benzetiyor. İnsan beşer olmaktan bu rûha
ermekle yâni vahyi bilmekle kurtulabilir. İnsanlar vahye göre yaşamadıkları
için ruhsuzlaşırlar ve dolayısı ile rûha-vahye göre değil de güdülerine göre
yaşadıklarında aynen hayvanlar gibi olurlar. Kâinatta her-şey vahye göre
hareket ettiği için muazzam bir düzen ve âhenk vardır. Dünyâ’da da benzer bir
düzenin olmamasının nedeni, insanların rûha-vahye göre yaşamamalarıdır.
Ruhsuzlaşınca yâni vahye göre yaşamayınca her-şey sarpa sarmaya başlıyor ve
Dünyâ bir zindana dönmeye başlıyor.
Seyyid Kutup İsrâ 85. âyet hakkında şunları söyler:
“Bâzıları Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- rûhun
ne olduğunu soruyorlardı. Kur’ân’ın bu tür konularda izlediği metod, en
sağlıklı metoddur. Bu metoda göre, insanlar ihtiyaç duydukları konuları
araştırmalıdırlar. İnsanın kavrayabileceği ve bilgisine ulaşabileceği konular
üzerinde çalışmalıdırlar. Allah’ın kendilerine bağışlamış olduğu aklî gücünü
sonuç vermeyen, verimsiz alanlarda tüketmemelidirler. Vâsıtalarına sâhip
olmadığı ve algılayamadığı konulara dalmamalıdır. İşte bu nedenle müşrikler
Peygambere rûhun ne olduğunu sorduklarında Allah ona, rûhun Allah katında bir
olgu olduğunu ve Allah’ın dışında kimsenin onun hakkında bilgi-sâhibi
olmadığını bildirmesini istedi.
İnsan, bu yeryüzünde pek-çok şeyleri keşfetmiş ve önemli îcatlarda
bulunmuştur. Fakat o, gizli bir sır olan rûh karşısında hep başarısız
kalmıştır. Onun ne olduğunu, nasıl geldiğini, nasıl gittiğini, nerede olduğunu
ve nerede olacağını bir türlü kestirememiştir. Her-şeyi bilen ve her-şeyden
haberi olan Allah’ın Kur’ân’da bildirdikleri hâriç.
Bu âyet, insan aklını çalışmaktan alıkoyan, zihnî
donukluğu yürürlüğe koymuyor. Sâdece akla kendi sahası içinde çalışması
gerektiğini kavrayabileceği alanlara yönelmesini ifâde ediyor. Zîrâ boşu-boşuna
çöllerde dolaşmanın anlamı yoktur. Kavrama imkân ve araçlarına sâhip olmadığı
alanlara yönelip gücünü-enerjisini harcamasına gerek yoktur. Rûh da aklın
sınırları dışında kalan Allah’tan başkasının kavramasına imkân olmayan, Allah’ın
gayb konularından biridir”.
Rûh hakkında aşırı araştırma yapmak bir şey
kazandırmaz ama vahiy-merkezli bilgilenmek ve o bilgi ve bilinçle
amelde-eylemde bulunmak insana rûh kazandırır. Allah bu nedenle, “rûh hakkında
tartışmayın, ama size rûh kazandıracak işlerle uğraşın” demeye getiriyor. “Gaybı
araştırmak” üzere yapacağımız her teşebbüs bizi her zaman araştırma konusunun
inkârına götürecektir. O yüzden rûhu araştırmak ve sonunda doğal olarak maddî
bir şey bulamamak, rûhun inkârına sebep olmuştur ve olur. Zîrâ rûh gaybın
konusudur ve ona inanılır. Tabi rûh, özel bir şekilde bizim hissedebildiğimiz
de bir şeydir.
Peki rûh bâki midir?. Allah’tan
başka her-şey fânidir ve bir tek Allah’tır bâki olan: “Ve Allah ile berâber başka bir ilaha tapma!. O’ndan başka ilah yoktur.
O’nun yüzünden (zâtından) başka her-şey helâk olucudur. Hüküm Onun’dur ve siz O’na
döndürüleceksiniz” (Kasas 88)
Allah evrende zâtıyla ve fiilleriyle değil,
yasalarıyla ve sanatıyla vardır ve tüm âlemi bu şekilde kuşatmıştır. Allah
âlemde Bâkî yönüyle yoktur. Çünkü âlem fânidir ve âlem fenâ bulduğunda Allah da
-hâşâ- fenâ bulmuş olacağından, Allah kâinatta bâki olan yönüyle bulunmaz. Rûh
ise insandadır ve maddî olanlar gibi kâinâtın fenâ bulmasıyla fenâ bulmaz ama o
da bâki değildir ve âhirette yine fâni olarak yaşayacaktır.
İnsanın rûhu vardır, fakat bozulan şey rûh değildir. Bedensel
bir bozulmadır psikolojik bozulma. Zîrâ rûh bozulmaz. İnsanlar rûhlarını
beslemedikleri yâni ruhlarına yönelik şeyler yapmadıkları zaman psikolojik
işlevleri bozulur. Bu bozulma bedende korku, kaygı, endişe gibi sıkıntılar
meydana getirir. Zâten rûh-bilimi mümkün bir şey değildir. Çünkü rûh hakkında
bize az bir bilgi verilmiştir. (İsrâ 85). Rûh Rabbin emrindendir.
Psikolojik tedâvi rûhu
tedâvi etmez, zâten rûh bildiğimiz anlamda hastalanmaz. Rûh maddî olmadığı için
maddî ilaçlarla tedâvi edilemez. Psikolojik ilaçlarla, insanın zihin
karışıklığı ve beyin buhranı tedâvi edilmeye çalışılır.
Rûh, “yer kaplamayan”dır. O hâlde kâinat mekânına
insan ile bağlıdır. İnsan öldüğünde rûh da kâinattan sıyrılıp çekiliveriyor
(Allah-u âlem). Descartes, gerçeği ‘cismin dünyâsı’ ve ‘rûhun dünyâsı’ diye
ikiye bölmüştü: “Cisim ile rûh iki ayrı tözdürler, yapı ve özce birbirinden kökten
ayrılırlar: cisim yer kaplar, rûh düşünür. Bunlar da birbiriyle bağdaşamayan
niteliklerdir: Bilinçli olan (düşünen) yer kaplamaz, yer kaplayanın ise bilinci
yoktur. Ama bu iki ayrı töz, insan adını verdiğimiz varlıkta bir-arada
bulunmaktadırlar; insanın örgüsü bu ikisinden dokunmuştur” der.
Rûhun vahiy yâni Kur’ân
olduğunun delillerinden biri de şu âyettir:
“Böylece sana emrimizden bir rûh vahyettik. Sen,
kitap nedir, îman nedir bilmiyordun...” (Şura 52).
Clive
Staples Lewis; “sizin bir rûhunuz yok,
siz zâten ruhsunuz; sizin rûhunuzun bedeni var” der. Bizim “bedenimizin rûhu”
değil, “rûhumuzun bedeni” vardır. Çünkü aslolan beden değil, rûhtur. Biz
vahiyle ete-kemiğe bürünerek insan olarak görünmekle ve sâlih amel işlemekle yükümlüyüz.
Descartes rûh ile maddeyi
ayıran şeyin, düşünme ve yer kaplama olduğunu söyler ve cisim düşünemez, rûh
ise yer kaplamaz der. Peki düşünmek ne ile alâkalıdır?. Beyin ile alâkalı ise, o
hâlde beyne düşünme komutunu kim yada ne veriyor?. Allah-u âlem bu, “rûh” denilen şeydir.
Rûh, vahiy-Kur’ân yoluyla
bize geçiyor ve kâlbimizde îman olarak yerleşiyor. Yâni îman, vahyi idrâk
ettiğimizde fıtratımızla buluşuyor ve açığa çıkıyor. O îman bize hem kendi
içimizde hem de dışarıda mücâhede ve mücâdele etme gücü veriyor. Îmânın
derecesi ve şiddeti, bizi yeniden İslâm devlet ve medeniyetinin kurulmasına
yönlendiriyor.
An îtibâriyle müslümanlar
vahiyden uzak durdukları yada vahyin pratiğini hayatın tam ortasında
uygulamadıkları için, devlet ve medeniyetten yoksun bir şekilde Dünyâ’da “yeryüzünün
lânetlisi” olarak bulunmak (yaşamak değil) zorunda kalıyorlar.
Rabbimiz, rûh hakkında çok az
bir bilgi vermiştir. Bu nedenle rûh hakkındaki yazılar da kısa olmalıdır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2016
Lehû’l Mülk
Râbıta Şirki
Ahlâkın Kaynağı
“Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanif)
olarak dîne, Allah’ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine
yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiç-bir değiştirme yoktur. İşte dimdik
ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler” (Rûm 30).
Arapça bir kelime olan “ahlâk”; “güzel huy,
yaradılışa-tabiata göre davranmak (halâk)” anlamındadır. Ahlâk,
“insanların sürekli yaptığı davranışlar”a verilen isimdir. Sürekli olan
davranışlarınız sizin ahlâkınızdır. “Sürekli olarak” ne yapıyorsanız, sizin
ahlâkınız o davranış olmuştur.
Ahlâk
çoğunlukla “Etik” ile karıştırılıyor ve insan-merkezli düşünülüyor. Ahlâkın
kaynağının “insan” olduğu zannediliyor. “Etik”in kaynağı insandır ama “Ahlâk”ın
kaynağı “insan-üstü” olandır; Allah’tır. Çünkü ahlâk, “halâk” kökünden olarak “yaratılışla
ilgili olan, yaratıcının istediği gibi olan” anlamındadır. Bu nedenle “yaratan”
kim ise, ahlâkı veren de odur. Yaratmayı Allah yaptığına göre, yaratılışla
ilgili” demek olan ahlâk da Allah’tandır, Allah’tan neş’et eder, Allah’tan
kaynaklanır. İnsan, ya îmânından dolayı ahlâkı kullanır yada nefsinden dolayı
kullanmaz ve ahlâka göre değil de nefsine yâni “etik” olana göre hareket eder. Bir
de ne ahlâka ne de etiğe uygun davranmayanlar vardır ki; Allah muhâfaza..
İnsanın
doğuştan getirdiği şeye “ahlâk”, sonradan kazandıklarına “etik” denir. Etik “bâzen
doğru”dur. Çünkü mutlak olmayan insanın sentezlerinden doğmuştur. Fakat ahlâk,
mutlak doğrudur. Zîrâ “Mutlak Olan”dan gelmiştir.
Etik,
“ilâhi-merkezli olmayan, insan-merkezli olan” demektir. Töreye göre, yasaya
göre, kurallara göre olmak, bunlara uygun yaşamak anlamında. Dolayısıyla ahlâk,
“ilâhi-merkezli olan” iken; etik, “insan-merkezli olan” demektir ki ikisi aynı
şey değildir ve hattâ ikisi tam karşıt şeylerdir. Etik ve ahlâk aynı şey değildir. Etik, insanın
oluşturduğu ve değişken bir şeydir. Belli şartlar ve zorluklar karşısında
çözülüverecek olan şeydir. Zamâna ve mekâna göre etik değişebilir. Ahlâkı ise
sâdece din önerebilir ve sağlayabilir. Bu nedenle ahlâk “sonuna kadar” ve “ne
pahasına olursa-olsun” tâviz verilemeyen ve ertelenemeyen bir şeydir.
Ahlâk doğuştan bir potansiyele sâhiptir. Fakat bu
yeterli değildir. Ahlâk ancak eylem hâlindeyken kendini net gösterebilir.
İlâhi-merkezli
olanda yâni ahlâkta bir adâlet ve eşitlikten bahsedilebilir. Bu eşitlik tabî ki
“mutlak bir eşitlik” demek değildir. Zîrâ mutlak eşitlik hem Allah’ın
yaratmasına aykırıdır, hem de insanlar için de bir zulüm doğurur. Yine, ahlâkta
bir inanç vardır. Kişi inancından dolayı yapar yada yapmaz ve kaçınıp uzak durur.
Etik ise inanca gerek duymaz, yapması-yapmaması yasa ve kural korkusu
nedeniyledir. Bu nedenle etik olanda “kânun boşlukları” olurken, ahlâkta
herhangi bir boşluk olması mümkün değildir. Çünkü ahlâk insanın en derinliklerine
yer etmiştir. Vicdan sürekli ahlâkın baskısı ve kontrôlündedir. Bu nedenle etik
sınırlıdır, ahlâk ise sınırsız. Etik bir yerden sonra -nefisle mücâdele
etmediğinden dolayı- nefsin isteklerini dizginleyemez ve çıkarına göre işler
yapar. Ahlâkta ise kişiyi içinden zorlayan bir yapma-yapmama durumu vardır. Bu nedenle
ahlâklı kişi, adâleti sağlamak için en sevdiklerinin aleyhine olsa bile adâlet
üzerine karar verir. Zâten bu, Kur’ân’ın
bir emridir:
“Ey îman edenler!, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız
aleyhine bile olsa, Allah için şâhidler olarak adâleti ayakta tutun. (Onlar)
ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır.
Öyleyse adâletten dönüp hevâ (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker
(sözü geveler) yada yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi
olandır” (Nîsâ 135).
Modernizm her-şeyi
madde-merkezli yeniden yorumladığı için, ahlâkı da madde-merkezli yorumlamış ve
böylece ahlâkı da maddîleştirmiştir. Maddî bir anlama büründürmüştür. Bu nedenle
de ahlâkın kaynağını insanın maddî yanı zanneder. Oysa ahlâk, et ve kemikten
kaynaklanmaz. Modern ideolojiler olan liberâl-demokratik-lâik düşünceye göre
ahlâk, insan kaynaklıdır. Zâten bu ideolojiler her-şeyde insanı merkeze
alırlar. Bu ideolojilerde insan ilahlaştığı için insanı merkeze almadan bir
yorumda ve eylemde bulunamazlar. Bu-arada Dünyâ’nın ve insanların hâl-i pür
melâlinin nedeni de işte bu Allah-merkezlilikten, insan-merkezliliğe geçmiş
olmaktır. Modern insanın ahlâk zannettiği ve ahlâk olarak adlandırdığı şey,
“bir sınırı olan” “etik”ten başka bir şey değildir. “Etik insan”, sıkıştığında
etik-metik dinlemez. Bu nedenle etik, çıkar-merkezlidir, nefsîdir. Çıkara
dokunduğu an, “etik” denilen “sınırlı olumlu davranış” ânında terk-edilir.
Tabî ki etiği de tamâmen
yararsız saymıyoruz. Fakat etik-merkezli güzel davranışlar ilâhi-merkezli olan ahlâkta
zâten vardır. Etik, ahlâkın sınırlandırılmış ve sulandırılmış hâlidir. Fakat
ahlâk ne sınırlandırılmaya ne de sulandırılmaya gelir. Ahlâktan bir tâviz
verilmesi zinhar söz-konusu edilemez. İnsanlar-müslümanlar ahlâka uymuyorlar
diye bunun suçlusu ahlâk değildir, İslâm değildir, insanlardır-müslümanlardır. Bâzıları
müslümanlara bakarak İslâm’ı yargılıyorlar.
Etik, dünyâ-merkezli iken, ahlâk
hem dünyâ hem de âhiret-merkezlidir. Ama daha çok âhiret-merkezlidir. Âhiretteki
cezâ ve ödül, kişinin davranışlarını yönlendirir.
Etik, “sınırlı ahlâktır”
desek belki yerinde bir söz olur. Meselâ birini düşünün, çok dürüst olarak bilinen
biri. Fakat bu kişi ilâhi olana inanmayan biri olsun. Yâni ahlâkı değil, etiği
olan biri. Bu kişinin kimsenin malında-canında-nâmusunda gözü yoktur. Kimsenin
hakkını yemez, yalan söylemez, zarar vermez vs. Bu tabî ki iyi bir şeydir.
Fakat eğer bu kişi inançsız bir kişiyse ve doğal olarak ölümden sonraki hayâta
inanmıyorsa, etiği onu bir yerden sonra korumayacaktır. Meselâ, çok sevdiği
birisi; ana-babası yada eşi-kızı-oğlu çok büyük bir suç işlese, meselâ mâsum
birisini öldürmüş olsa ve olayı gören de sâdece bahsettiğimiz o etik kişi olsa;
bu kişi, çok sevdiği ana-baba-eş-çocuklarının îdam ile yada müebbet hapis ile
cezâlandırılmasına göz yumabilir mi?. Bu kişinin meselâ annesi yada oğlu, mâsum
birini öldürse ve cinâyeti de sâdece o görse, anasını yada oğlunu ihbâr eder
mi?. Çünkü sâdece o görmüştür ve eğer ihbâr etmezse hayat boyunca kimse
bilmeyecek ve icâbında 90 yaşına kadar yaşayacak. Âhiret inancı ve korkusu yoksa,
anasını yada oğlunu niye ihbâr etsin?. Onu ihbâr etmeye ne zorlayacak?. Toplumun
oluşturduğu töre için, birilerinin keyfinden çıkardığı yasalar için mi fedâ
edecek sevdiklerini?. Kesinlikle yapmaz bunu. Hattâ olay cinâyet değil de
meselâ hırsızlık olsa, yine de ihbâr etmez sevdiklerini. Ben şahsen inançsız
biri olsam, kesinlikle fedâ etmem sevdiklerimi. Niye edeyim ki?. Ne de olsa
ölünce her-şey bitiyor. Fakat gerçek bir “ölüm sonrası inanç” (âhiret) bunu
kesinlikle saklayamaz. Müslümanların güzel örnekliği olan Peygamberimiz,
hırsızlık yapan zengin birinin affedilmesi isteği üzerine; “hırsızlığı yapan
kızım Fâtıma da olsa vallâhi elini keserim” demiştir. İşte îman, âhiret bilinci,
inancı ve korkusundan kaynaklanan ahlâk bunu yaptırır. İnsan-merkezli olan etik
göz-ardı edebilirken, ilâhi-merkezli olan ahlâk zinhar göz-ardı edemez.
Şu da var ki, Allah’tan-din’den-îmandan
bağımsız olarak ahlâkî şahsiyet ve davranış bir noktaya kadar mümkün olsa bile,
şu kesindir ki, Allah’tan-din’den-îmandan bağımsız bir ahlâkî sistemin olması
mümkün değildir. Bir ahlâkî sistem ancak, Allah, din ve îmandan kaynaklanırsa
ve o merkezde olursa “sistemli” hâle gelebilir ve toplumun yada ülkenin
tamâmını kapsar ve kuşatır.
H. D. Thoreau gerçek
ahlâktan bahsederken bir misâl verir ve şöyle der:
“Batan bir gemiden sağ kalan yaralılardan biriyiz ve
yüzmekteyiz. O sıra bir tahta parçasına tutunmuş ve daha rahat yüzerek
ilerleyen ve bizden daha zayıf olan birinin elinden tahta parçasını çekip
aldık. O tahta parçasını geri verin!. Çünkü size âit değil!. O tahta parçasını
geri verebiliyorsanız, evet, siz ahlâklı birisiniz; yok veremiyorsanız, onu
verinceye kadar siz ahlâksız birisiniz ve cennet ahlâksızlara haramdır”.
İşte bunu
yapacak olan kişi, âhiret bilincine ve korkusuna sâhip olan kişidir.
Allah, peygamberliği toplumun
en ahlâklı olanına verir. Bu kişi, yaratılıştan kaynaklanan yâni ilâhi-merkezli
olan ahlâkını bozmamış ve tertemiz kalmış biridir. Zâten toplumun tamâmı da onu
ahlâk-timsali olarak tanır. İşte Peygamberimiz de böyle ahlâk-timsali bir kişiydi
ve toplum ona bu nedenle “el emin” diyordu. Peygamberimiz kendisine
peygamberlik verildiğinde içten içe sürekli olarak, “neden ben” diye sorup
duruyordu. Allah bu soru karşısında şu âyeti gönderiverdi:
“Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4).
Ahlâk, aslî olan bir duygu ve davranış şeklidir.
Ahlâkı aslî bir unsur olarak görmeyen Thomas Hobbes ise şöyle der:
“İstencin en ilkel öğesi “varlığımızı koruma” isteğidir. İnsanın
istediği bütün öteki şeyler, bu biricik ereğin az yada çok, incelmiş
araçlarından başka bir şey değildirler. Bundan dolayı “ahlâkî” “özgeci” (altruist) denilen duygular,
yâni türdeşlerimizin iyiliğini göz-önünde bulunduran eğilimler aslî değildirler, anlayış ve alışkanlıktan
meydana gelmiş olan bencilliğin (egoizm)
formlarıdır”.
Oysa ahlâk, sâdece ahlâklı
davranmak için değil, Allah rızâsı içindir de. Bu nedenle insan kendi
başınayken bile ahlâklı davranır. Ahlâk haz için de değildir, zîrâ ahlâk ile
haz hiç-bir zaman uzlaşamaz. Haz için mutlakâ ahlâktan tâviz vermek gerekir.
Ahlâk dinden neş’et eder ve dinden ayrılan ahlâk, acımasız bir bencilliğe varır.
İmam Mâturidî; “ahlâk eşittir din, din eşittir akıldır.
Ahlâken keşfettiğiniz her-şey dînin size önerdiği şeylerdir, din olarak
keşfettiğiniz şeyler aklınızla keşfedebileceğiniz şeylerdir” der. Bu söz, Peygamberimiz’i
akılsızlıkla ithâm etmektir. Çünkü Peygamberimiz mükemmel duyarlı ve ahlâklı
bir insan olarak toplumdaki sorunları görmesine rağmen ne yapacağını bilmez bir
durumdaydı ve zâten Kur’â da o’na: “Ne yapacağını bilmez bir hâldeydin” der.
Yâni kendisine peygamberlik verilen muhteşem bir ahlâka ve keskin bir akla
sâhip bir insan, aklı ile ne yapacağını bilmez bir hâldeymiş de, inen vahiyler
onu aydınlatmış ve yönlendirmiştir. Çünkü akıl sınırlıdır. Bu nedenle de, hem
dîni ve vahyi işe karıştırmadığı, hem aklı yetmediği hem de ahlâksız olduğu
için bir “akıl uygarlığı” olan modernizm, Dünyâ’nın en az yarısının perişanlık
içinde yaşamasına neden olmaktadır.
Potansiyel
ahlâk, ahlâk değildir. Ahlâk, “kanıtlanmış olan”dır. Ahlâk, “ortaya
konulduğunda” ahlâk olur. Ahlâk kişiyi amele-eyleme
sevk eder. Kötülüğü eliyle, diliyle yada en azından kâlbiyle düzeltmeye (buğz)
yönlendirir. Bunu etik yap(a)maz. Zîrâ etik bencildir, Ahlâk ise kendinden ödün
verir. Etik “toplum için”dir ama ahlâk “Allah için”dir.
Etik-merkezli beşerî sistemler
kendi aleyhine kânun çıkart(a)mazlar. Bu nedenle de hiç-bir zaman ahlâklı
olamazlar. Adâletli olamazlar çünkü. Bu nedenle meselâ işçiye üç kuruşluk zammı
çok görürlerken, kedilerine yarı-yarıya zam yapabilirler. Bunu etiğe
uydurabilirler ama ahlâka asla. Ahlâkın olmadığı yerde gerçek bir adâlet;
adâletin olmadığı yerde ise ahlâk olmaz.
Modernler ahlâkın kaynağını
insan zannede-dursunlar, ahlâkın kaynağı her zaman aynıdır ve “din”dir, “kutsal
olan”dır. Din ise Allah katında İslâm’dır. O hâlde ahlâkın kaynağı İslâm’dır.
İslâm tüm zamanlarda aynı şeyi söylemiştir. Aliya İzzetbegoviç bu bağlamda
şunları söyler:
“Ahlâk,
aklın mahsulü değildir; prensip olarak da, tatbikat olarak da. Akıl, yalnız
şeyler arasındaki münâsebetleri tetkik ve tespit edebilir; ahlâken tasvip veyâ
red mevzu-bahis olunca, akıl hakîkî mânâda hüküm veremez. Akıl tümüyle şeyler
arasındaki münâsebetleri keşfetmekten başka bir şey yapmağa muktedir değildir.
Ahlak dîne
bağlıdır, dinden neş’et eder, din olmasa ahlâk da olmaz. Bu pratikte ve
tatbikatta da böyledir. Şu çok önemlidir ki, ahlâk pratikte de dîne bağlıdır
fakat ‘dindara’ bağlı değildir. Ahlâk, yasaktan doğmuştur ve bugüne kadar yasak
olarak kalmıştır. Yasak ise dînîdir, hem mâhiyeti hem de menşei îtibârıyla.
Allah’ın on emri’nden sekizi yasaklardır. Ahlâk denilen şey dâima insan
tabiatının hayvânî iç-güdülerine karşı, sınırlandırıcı ve men-edici prensiptir.
Ahlâk da, insan gibi akıl-dışı, gayr-ı tabiî, tabiat-üstüdür. Tabiî insan ve
tabiî ahlâk mevcut değildir”.
“Nice ateistler vardır ki
ahlâklıdır ama nice dindarlar vardır ki ahlâksızdır” deniliyor. Aliya bu konuda
da özetle şunları söyler:
“Ahlâklı
ateist olabilir ama ‘ahlâklı ateizm’ olmaz. Çünkü ateizmden ahlâk çıkmaz. Bâzı
ateistlerin ahlâklı olması, onların çocukluğunda âileleri tarafından iyi
yetiştirilmesine ve bâzı dindarların ahlâksız olması da onların çocukken
âileleri tarafından kötü yetiştirilmesi nedeniyledir. Din-dışı insanın ahlâklı
olmasının kaynağı da dindir. Ancak geçmişteki eski bir dindir bu. Ve insanın ondan
haberi bile yoktur. Bu din; muhit, âile, edebiyat, film ve mîmârînin içinden
sayısız şekilde têsir icrâ etmeye ve ışımaya devâm etmektedir. Güneş’in çoktan
battığı yerde de gecenin bütün sıcaklığı yine Güneş’tendir. Ocakta ateşin
sönmüş olmasına rağmen oda sıcak olmaya devâm eder. Ateistin ahlâkı, zevâl
bulmuş dindendir. Dîne borçlu olduğumuz dünyâ vizyonundan ileri gelen davranış
tarzıdır bu. Ancak ve ancak geçmiş asırların mânevî mîrâsının tamâmen imhâ veyâ
bertarâf edilmesi sûretiyle bir neslin ateist olarak eğitilmesi için,
psikolojik şartlar tahakkuk ettirilebilir.
İnsanlık,
yirmibin sene aralıksız dînin têsiri altında yaşamıştır ve dolayısıyla din;
ahlâk, kânunlar, anlayış ve hattâ lîsan dâhil olmak üzere, hayâtın bütün
tezâhürlerine girmiş bulunmaktadır. Bu îtibarla burada şu soruyu sormak yerinde
olur: Bütün bu geçmişe rağmen yeryüzünde bugünkü şartlar altında tamâmen ateist
bir nesil yetiştirmek mümkün mü acaba?. Haddizatında bu kültür de onun hâmili
olan kuşakta olduğu gibi, din ve büyük ahlâkî prensiplerin devamlı ve fakat
farkına varılmayan, ama daha az hakîkî olmayan têsiri altında gelişmektedir.
Doğrusu, yeni kuşağın sâdece ideolojisi yenidir; terbiyesi ise ahlâkî
anlayışlardır. Din olmadan, prensip ve fikir olarak ahlâk olamaz; tatbikatta ise,
‘ahlâklılık’ mümkündür. Ne var ki, bu pratik ahlâklılık atâlet gibidir ve
hareket gücünü veren kaynaktan ne kadar uzaklaşırsa kendisi de o kadar güçsüz
kalır. Netîce olarak diyebiliriz ki; ahlâk, dînin öbür hâlidir”.
Din hayattan ne kadar
koparılırsa, Ahlâk da o oranda azalır. Lâiklik ve sekülerizmle hayattan
koparılıp vicdanlara hapsedilmiş olan dînin eksikliği, günümüzdeki mevcut
çirkeflikleri açığa çıkarmıştır. Zîrâ din sâdece kâlplerde yaşanabilecek bir
şey değildir. Ahlâk, din hayatta hâkim olunca hayâta hâkim olur. Vicdanlara
kilitlenmiş olan din bir ahlâk ortaya koyamaz.
Ahlâk “dünya”dan
kaynaklanmaz, vicdandan-merhâmetten-inançtan-âhiretten-Kur’ân’dan-Peygamberden,
yâni Allah’tan kaynaklanır. Allah’tan kaynaklanan bu ahlâk kullanıldığında ahlâklı
olunurken, kullanılmadığında da ahlâksız olunur, ahlâksızlık açığa çıkar ve
giderek tüm toplum ahlâksız olur çıkar. Toplum etik olsa bile ahlâklı olamaz.
Bu nedenle toplum hiç-bir zaman insan-merkezli olan etik ile düzelemez, ancak
ilâhi-merkezli olan ahlâk ile düzelebilir.
Ahlâkın kaynağı akıl da
olamaz. Çünkü akıl da sınırlıdır ve o sınırın bir adım ötesinde ahlâksız şeyler
yapabilir. Jean Isoule; “Sokrates döneminden bugüne kadar, akla dayalı bir ahlâk
sistemi oluşturma girişimlerinin tümü yenilgiyle sonuçlanmıştır” der.
Ahlâk bâzen kendi aleyhine
karar almayı da gerektir. Fakat etik hiç-bir zaman aleyhine bir karar almaya
yanaşmaz. Bu nedenle infâk yapmakta, zekât ve sadaka vermekte çok zorlanır ve
çoğu zaman vermez. Çünkü etiğe göre 40’tan 1 çıkarsa 39 kalır, fakat ahlâka
göre 40’tan 1 çıkarsa 400 kalır. Zîrâ Allah, kendi rızâsı için verilenin
karşılığını 10, 100 ve 1.000 kat fazla olarak geri verir cennette. İlâhi
olandan kaynaklanan ahlâk bu nedenle vermekten çekinmez. Etik, malını kolay-kolay
muhtaç olanla paylaşmaz, vermez. Verse bile sınırlı bir veriştir bu. Zîrâ
dediğimiz gibi, etik sınırlı olandır. Kimseyi kendine tercih edemez. Fakat ahlâk,
kendi ihtiyâcı olsa bile onu diğerine verebilir:
“Kendilerinden önce o yurdu (Medîne’yi) hazırlayıp
îmânı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara
verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde
bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler.
Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar felâh
(kurtuluş) bulanlardır” (Haşr 9).
Bunu yapmayı âhiret bilinci-korkusu ile yaparlar:
“Kendileri
istekli oldukları hâlde yemeklerini yoksula, öksüze ve esire verirler ve
onlara: ‘Bunu size Allah
rızâsı için yediriyoruz. Sizden karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Biz
Rabbimizin sert, belâlı bir gününden korkarız’, derler. Allah da onları o günün
fenâlığından korur. Yüzlerine parlaklık, gönüllerine sevinç verir” (İnsan 8-11).
Zâten Allah:
“Sevdiğiniz
şeylerden Allah yolunda harcamadıkça en iyiye eremezsiniz” (Âl-i İmrân 92) der
Kişinin gerçekten ne
olduğunu acıları ve korkuları ortaya çıkarır. Sıkıştığında etiğin kaynağı olan
insandan değil, ahlâkın kaynağı olan Allah’tan yardım ister:
“Karada ve denizde sizi gezdiren O’dur. Öyle ki siz
gemide bulunduğunuz zaman, onlar da güzel bir rüzgarla onu yüzdürürlerken ve
(tam) bununla sevinmektelerken, ona çılgınca bir rüzgâr gelip çatar ve her
yandan dalgalar onları kuşatıverir; onlar artık bu (dalgalarla) gerçekten
kuşatıldıklarını sanmışlarken, dinde O’na ‘gönülden katıksız bağlılar
(muhlisler)’ olarak Allah’a duâ etmeye başlarlar: Andolsun eğer bundan bizi
kurtaracak olursan, muhakkak sana şükredenlerden olacağız” (Yûnus 22).
Kant, yazdığı bir mektupta; “akıl tarafından
desteklenen ahlâki ilke ve değerlerin ilk olarak İncil tarafından ortaya
konulduğunu” söyler: “Eğer İncil, ahlâk kânunlarını salt bir biçimde daha önce
öğretmemiş olsaydı, akıl, bugün tanık olduğumuz yetkinlik içinde onları
anlayamayacaktı. Bu kânunlar (vahiy yoluyla) verildiği için, akıl, onların
doğru ve gerçek olduklarına başkalarını inandırabilir”.
Ahlâk
eyleme zorlayan şeydir. Ahlâk bir felsefe değildir. Ahlâkın
bilgisi Ahlâk değildir çünkü. “Din kültürü ve ahlâk bilgisi” dersi ne din
öğretir ne de ahlâk. Onun gerçeğini değil de bilgisini öğretmeye kalkarlar ama
bunu da doğru-düzgün başaramazlar. Başaramadıklarının delîli, mevcut sapkın
gençliktir. Çünkü artık zamânımızdaki insanların ahlâkı yoktur, “etik”i vardır
sâdece ama etik, güvenli-huzurlu bir ortam oluşturamamaktadır.
İnsan, İslâm fıtratıyla yaratıldığı için potansiyel olarak
“doğuştan” bir İslâm ahlâkına sâhiptir. Zâten peygamberler de, bu potansiyel
ahlâkı en iyi koruyan kişiler arasından seçilirler. İslâm ile alâkası
olmamasına rağmen ahlâklı işler yapan insanların ahlâklı eylemlerinin nedeni,
işte bu doğuştan gelen potansiyel İslâm ahlâkıdır. Fakat Allah bu potansiyel
ahlâkı yeterli bulmaz. Zîrâ ahlâk, “açığa çıkan ahlâk” olursa anlam kazanır.
Allah, Mekke toplumunun en ahlâklı insanı olan Peygamberimiz’i ahlâkından
dolayı peygamber seçmiş fakat mevcut ahlâkını kemâle erdirmek için onu “kalk”
ve “uyar” emirleriyle harekete geçirmiştir. İslâmî ahlâk 23 yıl sonunda
Peygamberimizde kemâline Kur’ân ile ulaşmıştır. Hz. Âişe, kendisine
Peygamberimizin nasıl bir ahlâka sâhip olduğunu soran Urve b. Hişam’a şöyle
cevap vermiştir: “Resûlullah (s.a.v.)’in ahlâkı Kur’ân idi” (Müslim, Müsâfirîn
139). Hz. Âişe, Peygamberimizin ahlâkını târif ederken, “o doğuştan ahlâklıydı”
dememiş, “o’nun ahlâkı Kur’ân idi” demiştir. Zîrâ gerçek ahlâk,
İslâm’dan-vahiyden neş’et eder.
İslâm
salt bir ahlâk-sistemi de değildir. “Ahlâklı yapmalar bütünü”dür İslâm.
Evet;
etik insandan neş’et ederken; ahlâk ise Allah’tan neş’et eder, ortaya çıkar. Bu
nedenle ahlâksızlık yâni etik, Allah’sızlıkken; Allah’sızlık da, etik, yâni ahlâksızlıktır.
Ahlâkın kaynağı ise, “kişiyi
ahlâklı davranmaya yönelten şey”dir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2016