“Dediler
ki: ‘Eğer seninle birlikte hidâyete uyacak olursak, yerimizden (yurdumuzdan ve
konumumuzdan) çekilip-kopartılırız’. Oysa biz onları, kendi katımızdan bir
rızık olarak her-şeyin ürününün aktarılıp toplandığı, güvenli bir harem’de
yerleşik kılmadık mı?. Fakat onların çoğu bilmiyorlar” (Kasas 57).
İslâm, kapitâlist-liberâl-demokratik sistemin farklı
bir isimlendirilmesi değildir. O hâlde mevcut sistem İslâmî değildir.
Türkiye’de özellikle cumhuriyetten sonra, lâik sistemi
sağlamlaştırmak için, dîni kurumlar olan vakıf ve dernekler, tekke-zâviyeler, şeyhülislâmlık
vs. kapatıldı. Fakat mevcut sisteme en çok da kapatılan bu yerlerin
müdâvimlerinden eleştiri-îtirâz-isyân geliyordu. Bunun çâresi olarak 1924
yılında Diyânet İşleri Başkanlığı kuruldu. “Kendini bilenler” hâriç, kapatılan
hemen-hemen tüm dîni kurumlardaki yetkililer, imam, vâiz, müftü ve “diyânet
işleri başkanı” olarak diyânetin mêmuru olarak atandılar. Bu, başka kurumlarda
da aynı oldu. Devletin mêmuru, âmiri, vekili, müdürü vs. yapılanlar, artık “devletin
adamı” oldular ve böylece sistem-yanlısı olarak eleştirmeyi, îtirazda bulunmayı
bıraktılar. İsyân etmek ise “zinhar olacak iş değil”di ve düşünmesi bile günah
olan bir şeydi artık onlar için. Devletten geçinmeye başladılar, yâni sisteme
göbeklerinden bağlanmış oldular.
Seküler sistem, sistemin zengin kurucularını sistem
karşıtları ve gariban halka karşı korumak için bir mêmur kesim (orta-direk)
kurdu. Devlete yâni sisteme bağlı bir kesimdi bunlar. Devlet mêmurlarıydılar. Devlete
sırtlarını dayadıkları için mecbûren “devletin adamı” oldular ve böylece bu
kesim, zenginlerle yâni sistemin kurucuları ile, “vatanı asıl kurtaranlar”
olmalarına rağmen; yalnızlaştırılmış, ezilmiş, zayıf bırakılmış halk arasında
bir paravan oluyorlardı. Zîrâ ekonomik-psikolojik anlamda halkın bu çelişkili
duruma îtirazları vardı. “Hani bu yeni devlet ve yeni sistemde daha iyi
yaşayabileceklerdi ve inançlarına saygı duyulacaktı ve hattâ zâten inançları
için savaşmışlardı!”. İşte, “dîne bağlı” olan insanları susturmak, “gazlarını
almak” için “sisteme bağlı” bir kesim oluşturuldu ve ilk-başta diyânet
devletleştirildi yâni sistem-içi(n) yapıldı, daha sonra da tüm devlet-kurumları
ve devlet-kurumlarına mensup kişiler sisteme entegre edildi. Bu durum şu-anda
da böyledir. Her parti ve hizip, devlete kendi adamlarını yerleştirmek ister.
Fakat daha çok, devlette çalışanların “devlete-sisteme bağlı” olmasını isterler
ki “sistemi koruyacak” bir kitle oluşsun ve böylece iktidârı ellerinde tutanlar
da iktidarlarını devâm ettirebilsinler.
Günümüzde de görülebileceği üzere, insanlar devletin
yâni “sistemin adamı” olabilmek için yarışmakta ve yarıştırılmaktadır. Devlet
de sistemi ve dolayısı ile kendilerini korumak için bir-çok mêmur alarak bir orta-direk
kesimi oluşturmak ve bu kesimi güçlendirmek peşindedir. Zîrâ bu kesim büyük
ölçüde devletin sigortasıdır. Bu nedenle devlet, mêmurlarını korur, onların “hayat-standartları”nın
altına düşmemeleri için mücâdele eder, bir-çok “hak” tanır. Yâni bu kesimi sisteme
göbeklerinden sıkıca bağlar. Asgarî ücretliye “üç kuruş” zam yaparken, kendi adamları
olan mêmurlara yaptıkları zam ile sistemin adamı olan bu kesimin maaşları her
geçen gün artar. Böylece sistem, kendilerine “göbeklerinden” bağlı bir paravan
kurmuş olur.
İnsanlık târihinde her zaman 3 farklı sınıf
bulunmuştur: Zengin, orta ve fakir-yoksul sınıflar. Fakir-yoksul sınıf tüm
zamanlarda toplumun ve Dünyâ’nın en kalabalık kesimini
oluşturmuştur-oluşturuyor. Zengin sınıf her zaman işini bilir ve “gemisini”
yürütür. Bunlar çeşitli yollarla devletle de iş-birliği hâlinde olduklarından,
bir-birlerine muhtaçtırlar ve bu nedenle de deverân bu şekilde sürüp gidiyor.
Hem bu zengin sınıf, hem de iktidârının sürmesi için
bu zengin sınıfa muhtâç olan seküler devlet en çok neyden korkar?. Halkın büyük
çoğunluğunu oluşturan ve toplumun en yoksul kesimi olan en alttaki fakir
kesimin isyânından. Bu kesimin isyân etmemesi için, “uydurulmuş din” de dâhil,
çeşitli araçlara baş-vurur ve onları daha harekete geçmeden susturmanın yolunu
arar ve bulur çoğu zaman. İşte bu kesimin eleştiri, îtirâz ve isyânını daha
baştan önleyecek oluşumlardan birisi de bir “orta-sınıf” oluşturmaktır. Böylece
zengin sınıf ve devlet arasında, hâlinden memnun olan bu sınıf ile kendilerini
korumak isterler. Çünkü bu kesim, genelde hâlinden memnun olduğu için düzeninin
bozulmasını istemez. Düzeninin bozulmasını önlemek için devletin ve zengin
sınıfın da düzeninin bozulmaması gerektiğini bilir. Bu nedenle bu sınıfın kendi
düzenini koruması demek, devletin ve zengin sınıfın da düzenini koruması
anlamına gelir. Devlet ve zengin sınıf da kendi çıkarı için bu sınıfın
çıkarlarını her zaman düşünmek zorundadır ve bu kesimin, hem gelirini râzı
olacakları şekilde düzenler, hem de zamanla bu sınıfın sayısının artmasını
sağlar.
Devlet için bu kesimin sayısının artması çok
önemlidir. Zîrâ bu sınıf alt-kesimin aleyhine olan politikaları ve kararları
göğüsleyerek blôke edebilen bir söylem, eylem ve yapıda bulunurlar. Böylece
devletin ve zenginlerin çıkarları ve çarkları korunmuş olur. Alt-kesim çok zor
ve ağır şartlarda çalışmasına rağmen karnını zor doyurabilecek bir gelire
sâhiptir ve zâten onun isyân etmesini önleyen nedenlerden biri de budur. Seslerini
çıkarmaya mecâlleri yoktur zîrâ. Bu sınıftakiler sâdece “yaşamalarına yetecek
kadar” tüketecekler ama tükettiklerine göre çok-çok fazla üretimde
bulunacaklardır. Aşırı üretimi bu kesim yapacaktır kapitâlist-liberâl ekonomiye
göre. Peki devleti ve zâten zengin olan sınıfı daha da zengin edecek ve
büyütecek tüketimi kim yapacaktır?. İşte!; “profesyonel tüketici”
diyebileceğimiz kesim bu orta-sınıftır. Yâni bu kesim aynı-zamanda profesyonel
tüketicilerdir de. Alt-kesimin çok aşırı yaptığı üretimi tüketecek olanlar
bunlardır. Bu sınıf çokça tüketmelidir ki, devlet büyüyebilsin ve zenginler
zenginliklerini katlayabilsinler. İşte bu nedenle orta sınıf denen bu
profesyonel tüketici kesimin hem tüketmesine yetecek oranda bir gelire sâhip
olması, hem de bu kesimin zamanla çoğalması plânlanmıştır ve
uygulanmıştır-uygulanır. Bu kesimin tüketimini arttırmak için, en kalabalık
olan alt-kesimin hem çok çalışması hem de zamanla azalacak bir gelire râzı
olması gerekir ki, bunu kabûl ettirmek için çeşitli plânlar yapılır ve
uygulanır. Bu kesim çok fazla bir gelire sâhip olmamalıdır ki, iyi gelirin
rahatlığı ile aşırı üretim yapmak için ağır çalışma şartlarına îtirâz eder bir
duruma gelmesin.
İslâm’ı yeryüzünde hâkim kılmak için devleti “ele
geçirmek” şarttır. Buna îtirâz eden kişiler ya câhil yada …dir. Devleti ele
geçirmek ise, bürokrasiyi ve devlet kurumlarını ele geçirmekle olur. Fakat
şurası çok önemli ki, bu ele geçiriliş şekli, genel halkın yararına olmalıdır.
Ancak o zaman meşrû olur. İşte sistem bunu önlemek için kendilerine sisteme
göbekten bağlı olan bir kitle oluşturmuşlardır-oluşturuyorlar. Bu kitle zamanla
sistemle barışık olmak zorunda kalmıştır rahatını-konforunu bozmamak için.
Çünkü bu kesim halkın geneline göre iyi düzeyde bir hayat yaşamaktadır. Bu
nedenle sisteme göbeklerinden sıkıca bağlıdırlar. Bu bağlılık nedeniyle
sistemin adamları, bırakın herhangi bir eleştiride bulunmayı, sistemle en ufak
bir sorun bile yaşamak istemezler. Çünkü bir şeye göbeğinizden yâni mîdenizden-nefsinizden
bağlıysanız, geçimiz sistemden ise, artık sisteme karşı bırakın bir eleştiride
bulunmayı, bir îmâda dâhi bulunamazsınız. Sitem-içi ola-ola yâni ona göbekten
sıkıca bağlandıkça, artık “sisteme inanmaya” başlarsınız. Sistem sizin dîniniz
olur. İslâm’î yönde düşünceleriniz olsa bile, sistemden kopma pahasına yâni
göbek-bağını kesme pahasına o düşünceleri hayâta geçiremezsiniz. Tabî ki bu bir
îman-güven problemidir. Çünkü sisteme göbeklerinden bağlı olanlar zannederler
ki bu bağ koparsa perişân olup ölecekler. Hâlbuki gerçek perişanlık ve ölüm,
Allah’a bağlı olunmadığında olur. Sisteme bağlı olunduğunda “sâdece geçici
dünyâda” rahat edilebilir belki ama Allah’a bağlı olunca hem Dünyâ’da hem de
âhirette ebedî rahata kavuşulur. Dünyâ’da olmasa da âhiretteki “ebedî cennet”
az bir şey değildir. Mü’minler bunu için çalışmalıdır:
“Çalışanlar
bunun (cennet) için çalışsınlar” (Sâffât
61).
“İnsan yediğidir” derler. O hâlde insan yediğine göre
düşünür, konuşur, amel-eylemde bulunur. “Kimin ekmeğini yiyorsanız onun davulunu
çalarsınız” sözü vardır. Sistemden beslenenler mecbûren sistemin
davulunu-düdüğünü çalıyorlar yâni onların dinlerine uyuyorlar ve o dîni
destekliyorlar.
Bâtıl sisteme meftûn olmuş çağımız müslümanı,
doğrulardan rahatsız oluyor. Öyle ki, körü-körüne aşırı şekilde göbeğinden bağlı
olduğu sistemi-yapıyı eleştirmek için “doğru” bir söz söylenince bile yüzünün
rengi atıyor. Birinin yada birilerinin size verdiği sözde hak, sizi o kişiye-kişilere
bağımlı yapar. Fakat Allah’ın verdiği haklara göre yaşarsanız, Allah’a
bağımlı/bağlı olursunuz. Bu sizi, kula-kulluktan kurtarır.
Lâik-seküler-liberâl-kapitâlist-konformist-modernist
sistem insanları öyle bir hâle soktu ki; İslâm’ın bâtılı bile ondan daha
şereflidir. Mevcut Dünyâ’nın sistemini ve eserlerini beğenen yâni sisteme
göbekten bağlı olan insanlar “dinden nefret ediyor” demektir. Çünkü İslâm dîni,
seküler-lâik sistemi yıkmak için vardır. Bu anlamda din, sisteme göbeğinden
sıkıca bağlı olanların rahatını kaçırır. Bu nedenle müslüman olarak “mevcut
sistem” içinde bir şeyler yapmaktansa, hiç-bir şey yapmamak daha iyidir. Meselâ
sistemle barışık Kur’ân okumaları bile iyi bir sonuç vermez. Sistem-içi Kur’ân
dersi mi?.. Tövbe tövbe!. Olacak şey değildir. Zîrâ Kur’ân, seküler-profan “sistem”i
yıkmak için gönderilmiştir. O hâlde onunla nasıl iş-birliği edilebilir?. Dünyevî
haz, dinden verilen tâvizlere bağlıdır. Dinden ne kadar tâviz verirseniz, Dünyâ’dan-sistemden
o kadar haz alırsınız. Eğer kişi “dînine adanmış” değilse, o kişinin dîni,
sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik bağlılıklarıdır. Sistem bağlılıklarıdır. Beşerî
sistemler, “kula kulluk” sitemleridir.
“(Hiç
değilse kendilerini) Kureyş’i bir-araya getirip anlaştırdığı, yaz ve kış
yolculuğunda onları (güvenliğe kavuşturduğu yada başkalarıyla) ısındırıp
yakınlaştırdığı için, şu Ev’in (Kâbe) Rabbine kulluk etsinler; Ki O,
kendilerini açlıktan (kurtarıp) doyuran ve korkudan güvenliğe kavuşturandır” (Kureyş 1-3).
Ahmet Aslan’ın seslendirdiği “Minnet Eylemem” adlı
türküde Âşık Seyid Nesîmi şöyle der:
Hâr içinde biten gonca güle minnet eylemem,
Arâbiyi fârisiyi bilmem, dile minnet eylemem,
Sırâtim üzre müstakim gözettim rahîmi,
Zâlimin tâlim ettiği yola minnet eylemem.
Bir acâyip derde düştüm herkes gider kârına,
Bugün buldum bugün yerim, hak kerimdir yarına,
Zerrece tamahım yoktur şu dünyânın varına,
Rızkımı veren Hüdâdır kula minnet eylemem.
Oy Nesîmi, can Nesîmi ol gani mihmân iken,
Yarın şefaatlarım Ahmedî Muhtâr iken,
Cümlenin rızkını veren ol gani settâr iken,
Yeryüzünün halifesi hünkâra minnet eylemem.
Evet; rızkı Allah verir. Rızkın garantisi Allah’tır. Birileri;
“Allah rızkı çalışmadan verir mi?” diyor. Evet verir. Allah, tabiat aracılığı
ile bize çeşitli nîmetleri bedâvaya, adâletli ve eşit bir şekilde sunuyor. “O, yer-yüzüne, denge ve dayanıklık sağlayan
dağları yerleştirdi. Onda bereketler yarattı. Ve onda, azıklarını dört-günde
takdir edip düzenledi. İsteyip duranlar için eşit miktarda olmak üzere” (Fussilet
10). Bir araştırmaya göre doğa, hiç
çalışılmasa bile kişi başına 800 dolar değer üretiyor. Yâni, yağmur yağıyor,
Güneş açıyor ve ısı ve ışık veriyor, otlar-bitkiler büyüyor, hayvanlar çoğalıyor,
denizde balıklar oluyor, madenler oluşuyor vs. vs. Hem de bu değerler Allah
tarafından garantilidir. Ne biter ne de eksilir. Hava bedâva, su bedâva, ısı ve
ışık bedâva, yenebilecek hayvanlar bedâva, bitkiler bedâva, barınma yerleri
(meselâ mağaralar) bedâva. Bize sâdece tutmak ve toplamak kalıyor. Bu yüzden
bir mü’min, “yarın ne olacağım” diye endişelenmez/endişelenmemelidir. En başta
Allah’a güvenerek, çalışarak, paylaşarak, isrâf etmeyerek/dengeli tüketerek ve
rızkını arayarak, yaşamak için gerekli olan ihtiyâç karşılanabilir. Zâten açlığın,
yoksulluğun asıl nedeni Dünyâ’daki rızıkların yetersizliği değil,
adâletsiz/eşitsiz bir gelir/değer dağılımıdır.
İnsanlar maddî bir Dünyâ’da maddî bir bedenle
yaşadıkları için maddîyatın konusu olan ekonomiden bağımsız olamazlar. Bu-yüzden
de maddîyata ulaşmak için gerekli işleri/çalışmaları yapmalıdırlar. Fakat
buradaki esas sorun şudur ki; insanlar gayretlerinin karşılığını tam olarak
alamıyorlar. Adâletsiz/eşitsiz bir gelir-dağılımı var. Bunun nedeni, Allah tarafından
ortaya konan İslâm sistemine rağmen, şeytan/tâğut-merkezli beşerî
sistem(ler)dir. Bu sistemleri yaşatanlar, sisteme göbeklerinden bağlı olanlardır.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Ekim 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder