21 Ekim 2016 Cuma

Sevgi ve Korku

 

“İnsanlar içinde, Allah’tan başkasını ‘eş ve ortak’ tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah’ı sever gibi severler. Îman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azâba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azâbın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi” (Bakara 165).

 

“Ey îman edenler, Allah’tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa öylece korkup-sakının ve siz, ancak müslüman olmaktan başka (bir din ve tutum üzerinde) ölmeyin” (Âl-i İmran 102).

 

Sevgi ve korku, insanların iki ana-duygusudur. Düşünceleri, sözleri, davranışları hep bu iki duyguya göre oluşur. Neye-kime sevgi duyulduğu ve neyden-kimden korkulduğu, kişinin düşüncesini ve inancını da ortaya çıkarır. Bu bağlamda insanlar, “ya Allah korkusu ve sevgisi üzerinden” bir tasavvur-düşünce ve eylem-amel ortaya koyarlar; “yada “dünyevî sevgi ve korku üzerinden” bir tasavvur-düşünce ve amel-eylem ortaya koyarlar. Âhiret inancı olmayan yâni “tek-dünyâlı” olanlar tabî ki de dünyevî sevgi ve korkulara sâhiptirler ve onlarda uhrevî bir sevgi ve duygu yoktur. Fakat Allah-âhiret-kitap-din inancına sâhip olanlar yâni “iki-dünyâlı” olanlar hem dünyevî korkulara ve sevgilere, hem de uhrevî korkulara ve sevgilere sâhiptirler. Fakat dünyevî ve uhrevî sevgi ve korkularının derecesi aynı değildir. Meselâ hiç-bir şeyi “Allah’ı sever gibi” sevmedikleri gibi; hiç-bir şeyden Allah’tan korkar gibi korkmazlar. Kur’ân’da dünyevî korku “havf”, uhrevî korku “haşyet” olarak ifâde edilir. Haşyet, “içi titreyerek korkmak” anlamındadır. Istılahta; “Allah’ın sevgisini kaybetme korkusu”dur ki, sevgi ve korku birbirinin neden sonucu-oluyor burada. Mü’minler dünyevî hiç-bir şeyden haşyet derecesinde bir korku duymazlarken, dünyevî hiç-bir şeyi de Allah’ı sever gibi sevmezler.

 

Sevgi

 

“Allah’a ve âhiret gününe îman eden hiç-bir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah’a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşîretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kâlplerine îmânı yazmış ve onları kendinden bir rûh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orada süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan râzı olmuş, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah’ın fırkası olanlar, felâh (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir” (Mücâdile 22).

 

Âyet, mü’mince olan sevgi şeklini anlatıyor. Bu tür sevgide mü’minler Allah’tan râzı, Allah da onlardan râzıdır. Çünkü mü’minler, sevginin bedelini ödemişler ve Allah-merkezli olmayan sevgilerden, -isterse yakınları olsun- uzak durmuşlardır. Öyleyse sevgi, bir çeşit vazgeçiş içeriyor. “Yaradılanı severim, Yaradan’dan ötürü” sözü burada eksik kalıyor o hâlde. Çünkü Allah yaratılan her-şeyi ve herkesi sevmememizi emrederken, sevilecek-sevilmeyecek olanları bildirerek sevgiyi terbiye ediyor. Allah, sevgisi ilâhi-merkezli olanlara bir sevgi kılacaktır:

 

“Îman edenler ve sâlih amellerde bulunanlar ise, Rahman (olan Allah), onlar için bir sevgi kılacaktır” (Meryem 96).

 

Peygamberimiz, “insanlarla çok yakınlaşmayın, bir-gün gelir aranız bozulur; çok da uzaklaşmayın, bir-gün gelir yakınlaşır dost olursunuz” der. Peygamberimiz bu sözüyle ölçülü bir sevgi ve nefretten bahsediyor. Kur’ân bu konuda şöyle der.

 

“Belki Allah, sizlerle onlardan kendilerine karşı düşmanlık besledikleriniz arasında bir sevgi-bağı kılar. Allah güç yetirendir. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Mümtehine 7).

 

Kur’ân’da aşırı mal sevgisi çirkin görülmüştür. Çünkü aşırı mal sevgisi kişiyi mutlakâ olumsuz etkiler:

 

“Muhakkak o, mal sevgisinden dolayı (bencil ve cimri tutumundan) çok katıdır” (Âdiyat 8).

 

Genellikle tasavvufçuların “ilâhi aşk” olarak kullandığı aşk, İslâm’da geçersizdir. Zîrâ aşk, olumlu bir yanı yoktur aşkın ve bir-nevî sarhoşluk hâlidir ve havf ve haşyetin yerine ikâme edilmiştir. Böylelikle sûni bir sevgi oluşturularak kimi sorumluluklar da göz-ardı edilebilmiştir. İslâm’ın önderleri ve örnekleri olan peygamberler içinde hiç âşık olan olmamıştır.

 

Allah, bırakın aşkı, kuru-kuruya olan sevgiye bile değer vermiyor ve bu sevginin hayattaki karşılığını eylemsel anlamda görmek istiyor:

 

“Ey îman edenler, içinizden kim dîninden geri döner (irtidât eder)se, Allah (yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği mü’minlere karşı alçak-gönüllü, kâfirlere karşı ise güçlü ve onurlu, Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir” (Mâide 54).

 

Görüldüğü gibi Allah bu âyette sevgi ve cihadı birbirinin neden-sonucu olarak göstermiştir. Bu tür bir sevgiye sâhip olanlar, mü’minlere karşı alçak-gönüllü iken, kâfirlere karşı şedidtirler. O hâlde Allah’ın bahsettiği sevgi, pasif değil “aktif bir sevgi”dir. Sevgi, aktif bir sevgidir.  

 

Sevgiyi bile abartmamak lâzım. “Sevgiyi (meveddet) ilahlaştırdınız” der âyet. Putları sevmek bir sevgi değil, isyândır ve bu isyânın sonu cehenneme çıkar:

 

“Dedi ki: ‘Siz gerçekten, Allah’ı bırakıp dünyâ-hayâtında aranızda bir sevgi-bağı olarak putları (ilahlar) edindiniz, (putlaştırıcı bir sevgi edindiniz). Sonra kıyâmet günü, kiminiz kiminizi inkâr edip-tanımayacak ve kiminiz kiminize lânet edeceksiniz. Barınma-yeriniz ateştir ve hiç bir yardımcınız yoktur” (Ankebût 25).

 

İslâm’da sevgi, aktif bir sevgidir. Kuru-kuruya olan bir sevgi-şekli değildir İslâm’daki sevgi şekli. Allah’ı sevmek demek, “Peygambere uymak” demektir:

 

“De ki: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun; Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir” (Âl-i İmrân 31)

 

Sevgi bile maddî olana olur. Maddî olmayana nasıl sevgi duyulabilir?. Maddî olmayana duyulan şey “saygı”dır. Sevilen bilinmediğinde, ona karşı hissedilen duyguya nasıl sevgi denebilir?. O’nun yaratışına karşı duyulan hayranlık başkadır. O yaratışa saygı duyulur ve hayret edilebilir. Dolayısı ile, sâdece yaratılmış olana sevgi duyulabilir. İnsan, dağ, deniz, toprak, çiçek, böcek vs. gibi şeylere karşı sevgi duyabilir ve bu doğaldır. Fakat bunlar maddî olanlardır. O hâlde O’na (Allah) sevgi duyulmaz, îmân edilir. Fakat Allah kullarını sevebilir. Sevgi, “üstün” olanın “düşük” olana, yada “aynı değerde” olanların bir-birlerine gösterdiği merhâmetten kaynaklanan bir duygudur. (Şehvetten kaynaklanana “aşk” denir). “Düşük” olanın “üstün” olana göstereceği duygu ise saygı ve îmandır. Îmân ise fiili olarak gösterilmedikçe ispatlanamaz. O hâlde Allah, kendisi için/adına bir şeyler yapıldığında “râzı” olur. İşte bu nedenlerle Allah’a aşk/sevgi duyulmaz, îmân edilir ve bu îmânın gereği olarak insana sevgi duyulur/duyulmalıdır. Özellikle mü’minlerin bir-birlerini sevmeleri gerekir. Gerçi kâfirlere karşı da şedid olmalıdırlar: (Mâide 54).

 

Sevgi boşlukta bir olgu değildir yâni. Aslında “korku”nun bir sonucudur. Kaybetme korkusunun. İnsan, kaybetmekten korktuklarını sever. Allah, “hiç-bir zaman kaybolmayacak Olan”dır. Sevgi eyleme-amele dönüktür ve ferâgat ile ispatlanır. Almaktan çok vermek ile alâkalıdır. Seve-seve vermekle.

 

Korku

 

“Allah’tan ‘içi titreyerek korkan’ (haşyet) öğüt alır-düşünür” (A’lâ 10).

 

Allah korkusu olmayanlar öğüt alamazlar. Öğüt, haşyetin bir sonucudur. Haşyet Allah’ın sevgisini kaybetme korkusudur. Bu korkuya sâhip olanlar vahye odaklanabilirler ve öğüt alırlar. Böyle bir sevgiye değil de dünyevî bir sevgiye ve korkuya sâhip olanların, bu sevgi ve korkudan dolayı algıları blôke olur ve öğüt alamazlar. Dünyevî sevgi ve korkular kişiye perde olurlar yâni. İlâhi sevgi ve korkularda ise böyle bir “perde” olmadığı gibi, tam-aksine, algıları açan bir korku ve sevgidir ilâhi sevgi ve korkular.

 

Dünyevî korkular, ilâhi korkuları yâni Allah korkusunu blôke etti öldürdü. Haşyetten ayrılanlar ve uzak kalanların kâlpleri katılaştı ve taş gibi oldu. Oysa nice taşlar vardır ki Allah korkusundan dolayı yarılıp içinden sular fışkırtırlar ve yuvarlanarak harekete geçerler:

 

“Bundan sonra kâlpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hattâ daha katı. Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır, ondan sular çıkar, öyleleri vardır ki Allah korkusuyla yuvarlanır. Allah yaptıklarınızdan habersiz (gâfil) değildir” (Bakara 74).

 

Allah korkusu, ilmin bir sonucu da olabilir ve hattâ Allah’tan en çok da âlimler korkarlar (haşyet). Çünkü âlimler hakkı tanırlar:

           

“Kulları içinde ise Allah'tan ancak âlim olanlar 'içleri titreyerek-korkar. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, bağışlayandır” (Fâtır 28).

 

 Kulları içinde ise Allah’tan ancak âlim olanlar içleri titreyerek-korkar”(haşyet) (Fâtır 28) diyen Kur’ân, Allah karşısında sevgiden ziyâde korkuyu öne çıkarmıştır. Bu nedenle “Allah korkusu”ndan bahsedilebilir fakat “Allah aşkı”ndan bahsedilemez. “Kulun Allah’ı sevmesi” anlamında bir Allah sevgisinden bahsedilebileceği bile bizce tartışma konusudur. Çünkü ne de olsa seven etken, sevilen edilgendir. Kulun Allah’ı sevmesi O’nu hâşâ edilgen durumuna sokmak anlamına gelebilir. Allah bizi sever, fakat kulun Allah’ı sevmesi konusu üzerinde konuşulmalıdır. “Hubb” kelimesi “sevgi”den ziyâde “bağlılık” anlamına gelir/gelmelidir. Kul Allah’a saygı duyabilir ve îman edebilir fakat sevgi duyamaz. Sevgi duyduğu şey, O’nun sanatı ve yarattıklardır. Zîrâ mahlûkat tam da bize göredir. Biz, bizimle aynı cevherden olanları ve bizimle aynı makamda yada daha düşük makamda olanları sevebiliriz. Peygamberimizin; “Uhud bizi sever, biz de Uhud’u severiz” sözü, bir sevgi-saygı” ilişkisidir. Yaratılışça daha düşük makamda olanlar bir üst makamda olanlara saygı duyabilirler sâdece. Taş-toprak-dağ-deniz gibi insana göre daha alt makamda olan varlıkların bize saygı duyması demek, “yaratılış olarak bize uygun yaratılması” demektir. Biz de, Allah’a “kul” olarak yaratılmış ve O’na îman etmek, O’ndan korkmak ve O’na saygı duymaya meyilli yaratıldık. Yaratılışımız buna uygundur yâni. Zâten aksi davranışlarda, yaratılışımıza aykırı davranmış olacağımız için günaha gireriz ve cezâya müstehâk oluruz. Yaratılışa aykırı davranmak bir-tek insana mahsustur. Meselâ hiç-bir cansız varlık yaratılışına aykırı davranmaz. Hiç-bir dağ, “artık bundan sonra ben dağ olmayacağım” diyemez. “Saygı da bir-tür sevgidir” diyenlere ise saygı duyuyoruz.

 

Züleyha, Hz. Yûsuf’un kendisine teslim olacağını düşünüyordu fakat bir şeyi ıskalıyordu: Allah korkusu. Şehvetten, aşktan, hattâ sevgiden bile önce gelen korku. Korkudur insanı takvâlı kılan ve bu nedenle de sakındıran. Haşyetten kaynaklanan bir tedirginlik. “Havf” değil, “haşyet”. Bu yüzden Yûsuf: “Rabbim, zindan, bunların beni kendisine çağırdıkları şeyden bana daha sevimlidir” dedi ve aşk yerine zindanı seçti. Tercihini birilerinin çok matah bir şeymiş gibi gösterdiği bir sapıklık hâli olan aşk lehine değil, “Yûsuf Medresesi” denilen zindan lehine kullanmıştı. Aleyhine gibi görünse de..

 

Mü’minler, haşyetten dolayı Allah yolunda mallarından ve canlarından vazgeçmekten çekinmezler ve bu bağlamda savaşmaktan korkmazlar:

 

“Onlar ki, insanlar onlara; “İnsanlar sizin için toplandılar; o hâlde onlardan korkun” dediklerinde bu, ancak onların îmânını artırır ve şöyle derler: “Allah bize yeter. O ne güzel vekildir” (Âl-i İmran 173).

 

İnsanlar âni bir hareketten, karanlıktan, yılandan-çıyandan, itten-köpekten korkabilirler bu korku doğal ve normâl bir korku olabilir. Bu korkular, bir refleksten yada yaşanmış kötü bir örneklik yüzünden olabilir. Bu korkular “havf” tâbir edilen refleksif korkular ise ve “haşyet” tâbir edilen derin korkular değilse çok da önemli değildir. Zâten çoğunlukla gelip geçicidir. Fakat bu korkular haşyet-vâri korkular ise orada büyük bir sorun var demektir. Zîrâ bu korkular nedeniyle şirke bile düşülme durumu olabilir. Bir şeyden Allah gibi korkmak, ona ortak koşmak anlamına geleceğinden, şirke düşülmüş olur. Nasıl ki Allah’tan başkasına güç vehmetmek şirk ise, Allah’tan başkasından haşyet derecesinde korkmak da şirke düşürür kişiyi.   

 

5 temel korku vardır. Bunlar: Ölüm korkusu; hastalanma korkusu; işsiz kalma korkusu; aç kalma korkusu; eleştirilme korkusu. Modern insan bu korkular ile güdümlenmiş ve kuşatılmış durumda. Bu 5 temel korku modern insana öğretilmiş ve öcü gibi gösterilmiş bir korkulardır. Modern insan bu korkuların kulu olmuş. Mü’min kişi ise, âhirete îmânından dolayı ölmekten; Şâfi olanın Allah olduğunu bildiğinden dolayı hastalanmaktan; rızkı verenin Rezzâk olan Allah olduğuna güvendiğinden dolayı işsiz kalmaktan; yediren ve içirenin Allah olduğuna kesin inanç duyduğundan dolayı aç kalmaktan; gerçek “bilen”in Allah olduğu ve bundan dolayı kendisinin “gerçek bilen” olmadığını kabûl ettiğinden dolayı da eleştirilmekten korkmaz. 

 

Modern zamanlarda müslümanlar da dâhil, insanlar çok korkak oldular. Nerdeyse gölgelerinden bile korkar hâle geldiler. Her-şeyden korkuyorlar. En çok da şiddetten ve savaştan. Durduk yerde hiç-kimse bir savaşın ve şiddetin olmasını istemez ve ölme riskinden dolayı da savaştan ve şiddetten korkabilir. Fakat, dîni-îmânı, şerefi-haysiyeti ayaklar altına alındığında da korkmaya devâm ediyor. Eskiden insanlar böyle aşağılanmaya kolay-kolay katlanamazlardı. O hâlde korku, delikanlılığı bitiren bir duygudur. Bu korkulara sâhip olanlar artık egemenlerin bir çeşit kölesi hâline gelebiliyorlar. Bu kölelik “açık Dünyâ köleliği” olduğu için kendilerini köle gibi görmeseler de, tâğutların (râhip ve ruhbanların) her dediğini yaparak, onların güdümüne girmektedirler bu korkular yüzünden. Onların istediği gibi yiyip-içmek, giyinip-kuşanmak, edip-eylemek, düşünmek-konuşmak, onlara köle olmak demektir. Üstelik bu kölelik bedâvaya yapılan bir kölelik. Tâğutların sorumluluğunu almadığı bir köleliktir. Çünkü eski köleliklerde, efendi, kölenin tüm ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlüydü. Köle kişi, hem kendisinin hem de âilesinin yeme-içme, giyim-kuşam, barınma vs. gibi ihtiyaçlarından emin idi. Zîrâ efendisi bu ihtiyaçların sigortasıydı. Modern zamanlarda ise kölelere (meselâ asgarî ücretlilere) kuru bir maaş veriyorlar ve “git ne yaparsan yap” diyorlar.

 

Savaş korkusu en büyük korkulardandır. Çünkü savaş demek, “ölüm riski” demektir. Fakat insanlar genelde ölümü akla getirirler de, zaferi yada şehâdeti akıllarına getirmezler. Zîrâ Allah’tan korkmadıkları ve âhirete îman etmedikleri için ölümden korkmaktadırlar:

 

“Kendilerine ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekatı verin” denilmiş olanlara bakmaz mısın?. Şimdi onların üzerine savaş farz kılınınca içlerinden bir grup Allah’tan korkar gibi hattâ daha şiddetli bir korku ile insanlardan korkuyorlar. Bunlar “Ey Rabbimiz; üzerimize şu savaşı niye farz kıldın?. Ne olurdu bizi yakın bir târihe kadar geri bırakaydın!” demektedirler. Onlara de ki: “Dünyâ’nın zevki pek azdır. Âhiret ise sakınanlar için elbette daha hayırlıdır. Ve kıl kadar haksızlığa uğratılmayacaksınız. Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde dâhi olsanız ölüm sizi bulacaktır” (Nîsâ 77).

 

Kur’ân boyunca bir-çok âyette Allah’tan başkasıyla değil, sâdece Allah’tan korkulması söylenir:

 

“Kavmi onunla tartışmaya girişti. Dedi ki: ‘Beni doğru yola iletmişken, Allah hakkında benimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz?. Hem sizin O’na ortak koştuklarınızdan ben korkmam; ancak Rabbimin bir şey dilemiş olması başka. Rabbimin ilmi her-şeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız?. Siz, Allah’ın size haklarında hiç-bir hüküm indirmediği şeyleri O’na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım?. Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki guruptan hangisi güvende olmaya daha layıktır?” (En-âm 80-81).

 

“Şeytan sizi kendi dostlarıyla korkutuyor, eğer îman etmiş iseniz onlardan korkmayın, benden korkun” (Âl-i İmran 175).

 

“…Sakın onlardan korkmayın. Yalnız benden korkun. Böylece size olan nîmetimi tamamlayayım da doğru yolu bulasınız” (Bakara 150).

 

“…Allah’tan korkun ve mü’minler yalnızca Allah’a güvensinler” (Mâide 11).

 

“İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer mü’minlerseniz, Ben’den korkun” (Âl-i İmran 175).

 

 “İslâm’da aşk yoktur, sevgi vardır” Bilinen hiç-bir şey Allah’ın zâtı, yâni “mutlak varlığı” ile ilgili değildir. Bu bağlamda “sevgi” de Allah’ın zâtı ile ilgili değildir. Allah sevgiyi de yaratmıştır zîrâ. Allah’ın niteliğini yâni ayırıcı özelliğini bilemeyiz. Meselâ yaratmanın nasıl olduğunu bilmiyoruz. Modern zamanda aşırı öne çıkarılan sevgi, bencil bir sevgidir. Bu nedenle de sağlam olmuyor. Ölene kadar sürecek olan “sevgi”ler, bedeli ödenen sevgilerdir. Sevgi, hayranlığa dönüşünce egoist ve saldırgan olur. Vatan sevgisi, Dünyâ sevgisidir. Aşırı Dünyâ sevgisi, âhiret sevgisizliğinden kaynaklanır.

 

İnsanlar-müslümanlar cennete gitmekten korkuyorlar. Çünkü ölmekten, “Allah yolunda ölmek”ten korkuyorlar. Ölmeyi göze almış birineyse kimse bir-şey yapamaz. Onu hiç-bir şeyle  korkutamaz. Zîrâ o sâdece Allah’tan korkmaktadır. Ölüm korkusu, “ebedî yaşam”dan korkarak ve çekinerek, “geçici olan”da kalma isteğidir. Ölüm, ölüm korkusudur. Ölümden bu kadar korkulmasının nedeni, “gerçek hayatlar” yaşayamayışımızdır.  Ölümden korkanlar, hayâtı somut olarak yaşayamazlar.  

 

Bir şeyi yada bir kimseyi çok sevenler, o şeyden yada kişiden korkmadıkları için severler. Bir şeyden çok korkanlar ise, o şeyi yada kişiyi sevmediklerinden ama ondan çekindiklerinden ve ona saygı duyduklarından dolayı korkarlar. Sevgi ve korku bu sebeple bir “neden-sonuç”tur. Alâkasız şeyler değildirler.

 

Sevgi mutluluktan ziyâde mutsuzluk getirir. Çünkü sevgide “kaybetme korkusu” içkindir. İnsan, sevdiği kişiyi yada şeyi kaybetmekten çok korkar ve onu ne kadar çok seviyorsa o oranda fazla korkar. Sevgi ne kadar fazlalaşırsa ve artarsa kaybetme korkusu da o oranda fazlalaşır ve artar. Kaybetme korkusu insanda bir endişe ortaya çıkaracağı için, insanın sürekli mutlu olması yada mutluluğun amaç olması mümkün değildir.  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2016

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder