“İnsanlar
içinde, Allah’tan başkasını ‘eş ve ortak’ tutanlar vardır ki, onlar (bunları),
Allah’ı sever gibi severler. Îman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha
güçlüdür. O zulmedenler, azâba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin
tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azâbın gerçekten şiddetli
olduğunu bir bilselerdi” (Bakara 165).
“Ey îman
edenler, Allah’tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa öylece korkup-sakının ve
siz, ancak müslüman olmaktan başka (bir din ve tutum üzerinde) ölmeyin” (Âl-i İmran 102).
Sevgi ve korku, insanların iki ana-duygusudur.
Düşünceleri, sözleri, davranışları hep bu iki duyguya göre oluşur. Neye-kime
sevgi duyulduğu ve neyden-kimden korkulduğu, kişinin düşüncesini ve inancını da
ortaya çıkarır. Bu bağlamda insanlar, “ya Allah korkusu ve sevgisi üzerinden”
bir tasavvur-düşünce ve eylem-amel ortaya koyarlar; “yada “dünyevî sevgi ve
korku üzerinden” bir tasavvur-düşünce ve amel-eylem ortaya koyarlar. Âhiret
inancı olmayan yâni “tek-dünyâlı” olanlar tabî ki de dünyevî sevgi ve korkulara
sâhiptirler ve onlarda uhrevî bir sevgi ve duygu yoktur. Fakat
Allah-âhiret-kitap-din inancına sâhip olanlar yâni “iki-dünyâlı” olanlar hem
dünyevî korkulara ve sevgilere, hem de uhrevî korkulara ve sevgilere sâhiptirler.
Fakat dünyevî ve uhrevî sevgi ve korkularının derecesi aynı değildir. Meselâ
hiç-bir şeyi “Allah’ı sever gibi” sevmedikleri gibi; hiç-bir şeyden Allah’tan
korkar gibi korkmazlar. Kur’ân’da dünyevî korku “havf”, uhrevî korku “haşyet”
olarak ifâde edilir. Haşyet, “içi titreyerek korkmak” anlamındadır. Istılahta; “Allah’ın
sevgisini kaybetme korkusu”dur ki, sevgi ve korku birbirinin neden sonucu-oluyor
burada. Mü’minler dünyevî hiç-bir şeyden haşyet derecesinde bir korku
duymazlarken, dünyevî hiç-bir şeyi de Allah’ı sever gibi sevmezler.
Sevgi
“Allah’a ve
âhiret gününe îman eden hiç-bir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah’a ve
elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar;
bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi
aşîretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kâlplerine
îmânı yazmış ve onları kendinden bir rûh ile desteklemiştir. Onları,
altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orada süresiz olarak
kalacaklardır. Allah, onlardan râzı olmuş, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır.
İşte onlar, Allah’ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah’ın fırkası
olanlar, felâh (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir” (Mücâdile 22).
Âyet, mü’mince olan sevgi şeklini anlatıyor. Bu tür
sevgide mü’minler Allah’tan râzı, Allah da onlardan râzıdır. Çünkü mü’minler,
sevginin bedelini ödemişler ve Allah-merkezli olmayan sevgilerden, -isterse
yakınları olsun- uzak durmuşlardır. Öyleyse sevgi, bir çeşit vazgeçiş içeriyor.
“Yaradılanı severim, Yaradan’dan ötürü” sözü burada eksik kalıyor o hâlde.
Çünkü Allah yaratılan her-şeyi ve herkesi sevmememizi emrederken,
sevilecek-sevilmeyecek olanları bildirerek sevgiyi terbiye ediyor. Allah,
sevgisi ilâhi-merkezli olanlara bir sevgi kılacaktır:
“Îman
edenler ve sâlih amellerde bulunanlar ise, Rahman (olan Allah), onlar için bir
sevgi kılacaktır” (Meryem 96).
Peygamberimiz, “insanlarla çok yakınlaşmayın, bir-gün
gelir aranız bozulur; çok da uzaklaşmayın, bir-gün gelir yakınlaşır dost
olursunuz” der. Peygamberimiz bu sözüyle ölçülü bir sevgi ve nefretten
bahsediyor. Kur’ân bu konuda şöyle der.
“Belki
Allah, sizlerle onlardan kendilerine karşı düşmanlık besledikleriniz arasında
bir sevgi-bağı kılar. Allah güç yetirendir. Allah çok bağışlayandır, çok
esirgeyendir” (Mümtehine 7).
Kur’ân’da aşırı mal sevgisi çirkin görülmüştür. Çünkü
aşırı mal sevgisi kişiyi mutlakâ olumsuz etkiler:
“Muhakkak
o, mal sevgisinden dolayı (bencil ve cimri tutumundan) çok katıdır” (Âdiyat 8).
Genellikle tasavvufçuların “ilâhi aşk” olarak
kullandığı aşk, İslâm’da geçersizdir. Zîrâ aşk, olumlu bir yanı yoktur aşkın ve
bir-nevî sarhoşluk hâlidir ve havf ve haşyetin yerine ikâme edilmiştir.
Böylelikle sûni bir sevgi oluşturularak kimi sorumluluklar da göz-ardı
edilebilmiştir. İslâm’ın önderleri ve örnekleri olan peygamberler içinde hiç
âşık olan olmamıştır.
Allah, bırakın aşkı, kuru-kuruya olan sevgiye bile
değer vermiyor ve bu sevginin hayattaki karşılığını eylemsel anlamda görmek
istiyor:
“Ey îman
edenler, içinizden kim dîninden geri döner (irtidât eder)se, Allah (yerine)
kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği mü’minlere karşı
alçak-gönüllü, kâfirlere karşı ise güçlü ve onurlu, Allah yolunda cihad eden ve
kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah’ın bir
fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir” (Mâide 54).
Görüldüğü gibi Allah bu âyette sevgi ve cihadı
birbirinin neden-sonucu olarak göstermiştir. Bu tür bir sevgiye sâhip olanlar,
mü’minlere karşı alçak-gönüllü iken, kâfirlere karşı şedidtirler. O hâlde
Allah’ın bahsettiği sevgi, pasif değil “aktif bir sevgi”dir. Sevgi, aktif bir
sevgidir.
Sevgiyi bile abartmamak lâzım. “Sevgiyi (meveddet)
ilahlaştırdınız” der âyet. Putları sevmek bir sevgi değil, isyândır ve bu
isyânın sonu cehenneme çıkar:
“Dedi ki: ‘Siz
gerçekten, Allah’ı bırakıp dünyâ-hayâtında aranızda bir sevgi-bağı olarak
putları (ilahlar) edindiniz, (putlaştırıcı bir sevgi edindiniz). Sonra kıyâmet
günü, kiminiz kiminizi inkâr edip-tanımayacak ve kiminiz kiminize lânet
edeceksiniz. Barınma-yeriniz ateştir ve hiç bir yardımcınız yoktur” (Ankebût 25).
İslâm’da sevgi, aktif bir sevgidir. Kuru-kuruya olan
bir sevgi-şekli değildir İslâm’daki sevgi şekli. Allah’ı sevmek demek, “Peygambere
uymak” demektir:
“De ki:
Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun; Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir” (Âl-i İmrân 31)
Sevgi bile maddî olana olur. Maddî olmayana nasıl
sevgi duyulabilir?. Maddî olmayana duyulan şey “saygı”dır. Sevilen
bilinmediğinde, ona karşı hissedilen duyguya nasıl sevgi denebilir?. O’nun
yaratışına karşı duyulan hayranlık başkadır. O yaratışa saygı duyulur ve hayret
edilebilir. Dolayısı ile, sâdece yaratılmış olana sevgi duyulabilir. İnsan,
dağ, deniz, toprak, çiçek, böcek vs. gibi şeylere karşı sevgi duyabilir ve bu
doğaldır. Fakat bunlar maddî olanlardır. O hâlde O’na (Allah) sevgi
duyulmaz, îmân edilir. Fakat Allah kullarını sevebilir. Sevgi, “üstün” olanın
“düşük” olana, yada “aynı değerde” olanların bir-birlerine gösterdiği
merhâmetten kaynaklanan bir duygudur. (Şehvetten kaynaklanana “aşk” denir).
“Düşük” olanın “üstün” olana göstereceği duygu ise saygı ve îmandır. Îmân
ise fiili olarak gösterilmedikçe ispatlanamaz. O hâlde Allah, kendisi
için/adına bir şeyler yapıldığında “râzı” olur. İşte bu nedenlerle Allah’a
aşk/sevgi duyulmaz, îmân edilir ve bu îmânın gereği olarak insana sevgi
duyulur/duyulmalıdır. Özellikle mü’minlerin bir-birlerini sevmeleri gerekir.
Gerçi kâfirlere karşı da şedid olmalıdırlar: (Mâide 54).
Sevgi boşlukta bir olgu değildir yâni. Aslında
“korku”nun bir sonucudur. Kaybetme korkusunun. İnsan, kaybetmekten
korktuklarını sever. Allah, “hiç-bir zaman kaybolmayacak Olan”dır. Sevgi eyleme-amele
dönüktür ve ferâgat ile ispatlanır. Almaktan çok vermek ile alâkalıdır. Seve-seve
vermekle.
Korku
“Allah’tan
‘içi titreyerek korkan’ (haşyet) öğüt alır-düşünür” (A’lâ 10).
Allah korkusu olmayanlar öğüt alamazlar. Öğüt,
haşyetin bir sonucudur. Haşyet Allah’ın sevgisini kaybetme korkusudur. Bu
korkuya sâhip olanlar vahye odaklanabilirler ve öğüt alırlar. Böyle bir sevgiye
değil de dünyevî bir sevgiye ve korkuya sâhip olanların, bu sevgi ve korkudan
dolayı algıları blôke olur ve öğüt alamazlar. Dünyevî sevgi ve korkular kişiye
perde olurlar yâni. İlâhi sevgi ve korkularda ise böyle bir “perde” olmadığı
gibi, tam-aksine, algıları açan bir korku ve sevgidir ilâhi sevgi ve korkular.
Dünyevî korkular, ilâhi korkuları yâni Allah
korkusunu blôke etti öldürdü. Haşyetten ayrılanlar ve uzak kalanların kâlpleri
katılaştı ve taş gibi oldu. Oysa nice taşlar vardır ki Allah korkusundan dolayı
yarılıp içinden sular fışkırtırlar ve yuvarlanarak harekete geçerler:
“Bundan
sonra kâlpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hattâ daha katı. Çünkü taşlardan
öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır,
ondan sular çıkar, öyleleri vardır ki Allah korkusuyla yuvarlanır. Allah
yaptıklarınızdan habersiz (gâfil) değildir” (Bakara 74).
Allah korkusu, ilmin bir sonucu da olabilir ve hattâ
Allah’tan en çok da âlimler korkarlar (haşyet). Çünkü âlimler hakkı tanırlar:
“Kulları içinde ise Allah'tan ancak âlim
olanlar 'içleri titreyerek-korkar. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır,
bağışlayandır” (Fâtır 28).
“Kulları
içinde ise Allah’tan ancak âlim olanlar içleri titreyerek-korkar”(haşyet)
(Fâtır 28) diyen
Kur’ân, Allah karşısında sevgiden ziyâde korkuyu öne çıkarmıştır. Bu nedenle
“Allah korkusu”ndan bahsedilebilir fakat “Allah aşkı”ndan bahsedilemez. “Kulun
Allah’ı sevmesi” anlamında bir Allah sevgisinden bahsedilebileceği bile bizce
tartışma konusudur. Çünkü ne de olsa seven etken, sevilen edilgendir. Kulun
Allah’ı sevmesi O’nu hâşâ edilgen durumuna sokmak anlamına gelebilir. Allah
bizi sever, fakat kulun Allah’ı sevmesi konusu üzerinde konuşulmalıdır. “Hubb”
kelimesi “sevgi”den ziyâde “bağlılık” anlamına gelir/gelmelidir. Kul Allah’a
saygı duyabilir ve îman edebilir fakat sevgi duyamaz. Sevgi duyduğu şey, O’nun
sanatı ve yarattıklardır. Zîrâ mahlûkat tam da bize göredir. Biz, bizimle aynı
cevherden olanları ve bizimle aynı makamda yada daha düşük makamda olanları
sevebiliriz. Peygamberimizin; “Uhud bizi sever, biz de Uhud’u severiz” sözü,
bir sevgi-saygı” ilişkisidir. Yaratılışça daha düşük makamda olanlar bir üst makamda
olanlara saygı duyabilirler sâdece. Taş-toprak-dağ-deniz gibi insana göre daha
alt makamda olan varlıkların bize saygı duyması demek, “yaratılış olarak bize
uygun yaratılması” demektir. Biz de, Allah’a “kul” olarak yaratılmış ve O’na
îman etmek, O’ndan korkmak ve O’na saygı duymaya meyilli yaratıldık.
Yaratılışımız buna uygundur yâni. Zâten aksi davranışlarda, yaratılışımıza
aykırı davranmış olacağımız için günaha gireriz ve cezâya müstehâk oluruz. Yaratılışa
aykırı davranmak bir-tek insana mahsustur. Meselâ hiç-bir cansız varlık
yaratılışına aykırı davranmaz. Hiç-bir dağ, “artık bundan sonra ben dağ
olmayacağım” diyemez. “Saygı da bir-tür sevgidir” diyenlere ise saygı
duyuyoruz.
Züleyha, Hz. Yûsuf’un kendisine teslim olacağını
düşünüyordu fakat bir şeyi ıskalıyordu: Allah korkusu. Şehvetten, aşktan, hattâ
sevgiden bile önce gelen korku. Korkudur insanı takvâlı kılan ve bu nedenle de
sakındıran. Haşyetten kaynaklanan bir tedirginlik. “Havf” değil, “haşyet”. Bu
yüzden Yûsuf: “Rabbim, zindan, bunların beni kendisine çağırdıkları şeyden bana
daha sevimlidir” dedi ve aşk yerine zindanı seçti. Tercihini birilerinin
çok matah bir şeymiş gibi gösterdiği bir sapıklık hâli olan aşk lehine değil,
“Yûsuf Medresesi” denilen zindan lehine kullanmıştı. Aleyhine gibi görünse de..
Mü’minler, haşyetten dolayı Allah yolunda mallarından ve canlarından
vazgeçmekten çekinmezler ve bu bağlamda savaşmaktan korkmazlar:
“Onlar ki, insanlar
onlara; “İnsanlar sizin için toplandılar; o hâlde onlardan korkun” dediklerinde
bu, ancak onların îmânını artırır ve şöyle derler: “Allah bize yeter. O ne
güzel vekildir” (Âl-i İmran 173).
İnsanlar âni bir hareketten, karanlıktan, yılandan-çıyandan,
itten-köpekten korkabilirler bu korku doğal ve normâl bir korku olabilir. Bu korkular,
bir refleksten yada yaşanmış kötü bir örneklik yüzünden olabilir. Bu korkular
“havf” tâbir edilen refleksif korkular ise ve “haşyet” tâbir edilen derin
korkular değilse çok da önemli değildir. Zâten çoğunlukla gelip geçicidir.
Fakat bu korkular haşyet-vâri korkular ise orada büyük bir sorun var demektir.
Zîrâ bu korkular nedeniyle şirke bile düşülme durumu olabilir. Bir şeyden Allah
gibi korkmak, ona ortak koşmak anlamına geleceğinden, şirke düşülmüş olur.
Nasıl ki Allah’tan başkasına güç vehmetmek şirk ise, Allah’tan başkasından
haşyet derecesinde korkmak da şirke düşürür kişiyi.
5 temel korku vardır. Bunlar: Ölüm
korkusu; hastalanma korkusu; işsiz kalma korkusu; aç kalma korkusu; eleştirilme
korkusu. Modern insan bu korkular ile güdümlenmiş ve kuşatılmış durumda. Bu 5
temel korku modern insana öğretilmiş ve öcü gibi gösterilmiş bir korkulardır. Modern
insan bu korkuların kulu olmuş. Mü’min kişi ise, âhirete îmânından dolayı
ölmekten; Şâfi olanın Allah olduğunu bildiğinden dolayı hastalanmaktan; rızkı
verenin Rezzâk olan Allah olduğuna güvendiğinden dolayı işsiz kalmaktan;
yediren ve içirenin Allah olduğuna kesin inanç duyduğundan dolayı aç kalmaktan;
gerçek “bilen”in Allah olduğu ve bundan dolayı kendisinin “gerçek bilen”
olmadığını kabûl ettiğinden dolayı da eleştirilmekten korkmaz.
Modern zamanlarda
müslümanlar da dâhil, insanlar çok korkak oldular. Nerdeyse gölgelerinden bile
korkar hâle geldiler. Her-şeyden korkuyorlar. En çok da şiddetten ve savaştan.
Durduk yerde hiç-kimse bir savaşın ve şiddetin olmasını istemez ve ölme
riskinden dolayı da savaştan ve şiddetten korkabilir. Fakat, dîni-îmânı,
şerefi-haysiyeti ayaklar altına alındığında da korkmaya devâm ediyor. Eskiden
insanlar böyle aşağılanmaya kolay-kolay katlanamazlardı. O hâlde korku,
delikanlılığı bitiren bir duygudur. Bu korkulara sâhip olanlar artık
egemenlerin bir çeşit kölesi hâline gelebiliyorlar. Bu kölelik “açık Dünyâ
köleliği” olduğu için kendilerini köle gibi görmeseler de, tâğutların (râhip ve
ruhbanların) her dediğini yaparak, onların güdümüne girmektedirler bu korkular
yüzünden. Onların istediği gibi yiyip-içmek, giyinip-kuşanmak, edip-eylemek,
düşünmek-konuşmak, onlara köle olmak demektir. Üstelik bu kölelik bedâvaya
yapılan bir kölelik. Tâğutların sorumluluğunu almadığı bir köleliktir. Çünkü
eski köleliklerde, efendi, kölenin tüm ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlüydü.
Köle kişi, hem kendisinin hem de âilesinin yeme-içme, giyim-kuşam, barınma vs.
gibi ihtiyaçlarından emin idi. Zîrâ efendisi bu ihtiyaçların sigortasıydı.
Modern zamanlarda ise kölelere (meselâ asgarî ücretlilere) kuru bir maaş
veriyorlar ve “git ne yaparsan yap” diyorlar.
Savaş korkusu en
büyük korkulardandır. Çünkü savaş demek, “ölüm riski” demektir. Fakat insanlar
genelde ölümü akla getirirler de, zaferi yada şehâdeti akıllarına getirmezler.
Zîrâ Allah’tan korkmadıkları ve âhirete îman etmedikleri için ölümden
korkmaktadırlar:
“Kendilerine ellerinizi
savaştan çekin, namazı kılın, zekatı verin” denilmiş olanlara bakmaz mısın?.
Şimdi onların üzerine savaş farz kılınınca içlerinden bir grup Allah’tan korkar
gibi hattâ daha şiddetli bir korku ile insanlardan korkuyorlar. Bunlar “Ey
Rabbimiz; üzerimize şu savaşı niye farz kıldın?. Ne olurdu bizi yakın bir
târihe kadar geri bırakaydın!” demektedirler. Onlara de ki: “Dünyâ’nın zevki
pek azdır. Âhiret ise sakınanlar için elbette daha hayırlıdır. Ve kıl kadar
haksızlığa uğratılmayacaksınız. Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde
dâhi olsanız ölüm sizi bulacaktır” (Nîsâ 77).
Kur’ân boyunca bir-çok âyette Allah’tan başkasıyla
değil, sâdece Allah’tan korkulması söylenir:
“Kavmi
onunla tartışmaya girişti. Dedi ki: ‘Beni doğru yola iletmişken, Allah hakkında
benimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz?. Hem sizin O’na ortak koştuklarınızdan
ben korkmam; ancak Rabbimin bir şey dilemiş olması başka. Rabbimin ilmi her-şeyi
kuşatmıştır. Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız?. Siz, Allah’ın size
haklarında hiç-bir hüküm indirmediği şeyleri O’na ortak koşmaktan korkmazken,
ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım?. Şimdi biliyorsanız
(söyleyin), iki guruptan hangisi güvende olmaya daha layıktır?” (En-âm 80-81).
“Şeytan
sizi kendi dostlarıyla korkutuyor, eğer îman etmiş iseniz onlardan korkmayın,
benden korkun” (Âl-i İmran 175).
“…Sakın
onlardan korkmayın. Yalnız benden korkun. Böylece size olan nîmetimi
tamamlayayım da doğru yolu bulasınız”
(Bakara 150).
“…Allah’tan
korkun ve mü’minler yalnızca Allah’a güvensinler” (Mâide 11).
“İşte bu
şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer
mü’minlerseniz, Ben’den korkun” (Âl-i
İmran 175).
“İslâm’da aşk
yoktur, sevgi vardır” Bilinen hiç-bir şey Allah’ın zâtı, yâni “mutlak varlığı”
ile ilgili değildir. Bu bağlamda “sevgi” de Allah’ın zâtı ile ilgili değildir.
Allah sevgiyi de yaratmıştır zîrâ. Allah’ın niteliğini yâni ayırıcı özelliğini
bilemeyiz. Meselâ yaratmanın nasıl olduğunu bilmiyoruz. Modern zamanda aşırı öne çıkarılan sevgi, bencil bir sevgidir. Bu
nedenle de sağlam olmuyor. Ölene kadar sürecek olan “sevgi”ler, bedeli ödenen
sevgilerdir. Sevgi, hayranlığa dönüşünce egoist ve saldırgan olur. Vatan
sevgisi, Dünyâ sevgisidir. Aşırı Dünyâ sevgisi, âhiret sevgisizliğinden
kaynaklanır.
İnsanlar-müslümanlar cennete gitmekten korkuyorlar.
Çünkü ölmekten, “Allah yolunda ölmek”ten korkuyorlar. Ölmeyi göze almış birineyse
kimse bir-şey yapamaz. Onu hiç-bir şeyle korkutamaz. Zîrâ o sâdece Allah’tan
korkmaktadır. Ölüm korkusu, “ebedî yaşam”dan korkarak ve çekinerek, “geçici
olan”da kalma isteğidir. Ölüm, ölüm korkusudur. Ölümden bu kadar korkulmasının
nedeni, “gerçek hayatlar” yaşayamayışımızdır. Ölümden korkanlar, hayâtı somut olarak
yaşayamazlar.
Bir şeyi yada bir kimseyi
çok sevenler, o şeyden yada kişiden korkmadıkları için severler. Bir şeyden çok
korkanlar ise, o şeyi yada kişiyi sevmediklerinden ama ondan çekindiklerinden ve
ona saygı duyduklarından dolayı korkarlar. Sevgi ve korku bu sebeple bir “neden-sonuç”tur.
Alâkasız şeyler değildirler.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder