“İnsanlar içinde, Allah’tan başkasını ‘eş ve ortak’
tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah’ı sever gibi severler. Îman
edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azâba
uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın
vereceği azâbın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi” (Bakara 165).
“Ey îman edenler, Allah’tan nasıl korkup-sakınmak
gerekiyorsa öylece korkup-sakının ve siz, ancak müslüman olmaktan başka (bir
din ve tutum üzerinde) ölmeyin”
(Âl-i İmran 102).
Sevgi ve korku, insanların
iki ana-duygusudur. Düşünceleri, sözleri, davranışları hep bu iki duyguya göre
oluşur. Neye-kime sevgi duyulduğu ve neyden-kimden korkulduğu, kişinin düşüncesini
ve inancını da ortaya çıkarır. Bu bağlamda insanlar, “ya Allah korkusu ve sevgisi
üzerinden” bir tasavvur-düşünce ve eylem-amel ortaya koyarlar; “yada “dünyevî
sevgi ve korku üzerinden” bir tasavvur-düşünce ve amel-eylem ortaya koyarlar. Âhiret
inancı olmayan yâni “tek-dünyâlı” olanlar tabî ki de dünyevî sevgi ve korkulara
sâhiptirler ve onlarda uhrevî bir sevgi ve duygu yoktur. Fakat
Allah-âhiret-kitap-din inancına sâhip olanlar yâni “iki-dünyâlı” olanlar hem
dünyevî korkulara ve sevgilere, hem de uhrevî korkulara ve sevgilere sâhiptirler.
Fakat dünyevî ve uhrevî sevgi ve korkularının derecesi aynı değildir. Meselâ
hiç-bir şeyi “Allah’ı sever gibi” sevmedikleri gibi; hiç-bir şeyden Allah’tan
korkar gibi korkmazlar. Kur’ân’da dünyevî korku “havf”, uhrevî korku “haşyet”
olarak ifâde edilir. Haşyet, “içi titreyerek korkmak” anlamındadır. Istılahta; “Allah’ın
sevgisini kaybetme korkusu”dur ki, sevgi ve korku birbirinin neden sonucu-oluyor
burada. Mü’minler dünyevî hiç-bir şeyden haşyet derecesinde bir korku
duymazlarken, dünyevî hiç-bir şeyi de Allah’ı sever gibi sevmezler.
Sevgi
“Allah’a ve âhiret gününe îman eden hiç-bir kavim
(topluluk) bulamazsın ki, Allah’a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi
(ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları,
ister kardeşleri, isterse kendi aşîretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle
kimselerdir ki, (Allah) kâlplerine îmânı yazmış ve onları kendinden bir rûh ile
desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orada
süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan râzı olmuş, onlar da O’ndan râzı
olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah’ın
fırkası olanlar, felâh (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta
kendileridir” (Mücâdile 22).
Âyet, mü’mince olan sevgi şeklini
anlatıyor. Bu tür sevgide mü’minler Allah’tan râzı, Allah da onlardan râzıdır.
Çünkü mü’minler, sevginin bedelini ödemişler ve Allah-merkezli olmayan
sevgilerden, -isterse yakınları olsun- uzak durmuşlardır. Öyleyse sevgi, bir
çeşit vazgeçiş içeriyor. “Yaradılanı severim, Yaradan’dan ötürü” sözü burada
eksik kalıyor o hâlde. Çünkü Allah yaratılan her-şeyi ve herkesi sevmememizi
emrederken, sevilecek-sevilmeyecek olanları bildirerek sevgiyi terbiye ediyor.
Allah, sevgisi ilâhi-merkezli olanlara bir sevgi kılacaktır:
“Îman edenler ve sâlih amellerde bulunanlar ise,
Rahman (olan Allah), onlar için bir sevgi kılacaktır” (Meryem 96).
Peygamberimiz, “insanlarla
çok yakınlaşmayın, bir-gün gelir aranız bozulur; çok da uzaklaşmayın, bir-gün
gelir yakınlaşır dost olursunuz” der. Peygamberimiz bu sözüyle ölçülü bir sevgi
ve nefretten bahsediyor. Kur’ân bu konuda şöyle der.
“Belki Allah, sizlerle onlardan kendilerine karşı
düşmanlık besledikleriniz arasında bir sevgi-bağı kılar. Allah güç yetirendir.
Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Mümtehine 7).
Kur’ân’da aşırı mal sevgisi
çirkin görülmüştür. Çünkü aşırı mal sevgisi kişiyi mutlakâ olumsuz etkiler:
“Muhakkak o, mal sevgisinden dolayı (bencil ve cimri
tutumundan) çok katıdır” (Âdiyat 8).
Genellikle tasavvufçuların
“ilâhi aşk” olarak kullandığı aşk, İslâm’da geçersizdir. Zîrâ aşk, olumlu bir
yanı yoktur aşkın ve bir-nevî sarhoşluk hâlidir ve havf ve haşyetin yerine
ikâme edilmiştir. Böylelikle sûni bir sevgi oluşturularak kimi sorumluluklar da
göz-ardı edilebilmiştir. İslâm’ın önderleri ve örnekleri olan peygamberler
içinde hiç âşık olan olmamıştır.
Allah, bırakın aşkı, kuru-kuruya
olan sevgiye bile değer vermiyor ve bu sevginin hayattaki karşılığını eylemsel
anlamda görmek istiyor:
“Ey îman edenler, içinizden kim dîninden geri döner
(irtidât eder)se, Allah (yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da
kendisini sevdiği mü’minlere karşı alçak-gönüllü, kâfirlere karşı ise güçlü ve
onurlu, Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir
topluluk getirir. Bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah
(rahmetiyle) geniş olandır, bilendir” (Mâide 54).
Görüldüğü gibi Allah bu
âyette sevgi ve cihadı birbirinin neden-sonucu olarak göstermiştir. Bu tür bir
sevgiye sâhip olanlar, mü’minlere karşı alçak-gönüllü iken, kâfirlere karşı
şedidtirler. O hâlde Allah’ın bahsettiği sevgi, pasif değil “aktif bir
sevgi”dir. Sevgi, aktif bir sevgidir.
Sevgiyi bile abartmamak
lâzım. “Sevgiyi (meveddet) ilahlaştırdınız” der âyet. Putları sevmek bir sevgi
değil, isyândır ve bu isyânın sonu cehenneme çıkar:
“Dedi ki: ‘Siz gerçekten, Allah’ı bırakıp
dünyâ-hayâtında aranızda bir sevgi-bağı olarak putları (ilahlar) edindiniz,
(putlaştırıcı bir sevgi edindiniz). Sonra kıyâmet günü, kiminiz kiminizi inkâr
edip-tanımayacak ve kiminiz kiminize lânet edeceksiniz. Barınma-yeriniz ateştir
ve hiç bir yardımcınız yoktur”
(Ankebût 25).
İslâm’da sevgi, aktif bir
sevgidir. Kuru-kuruya olan bir sevgi-şekli değildir İslâm’daki sevgi şekli. Allah’ı
sevmek demek, “Peygambere uymak” demektir:
“De ki: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun;
Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır,
esirgeyendir” (Âl-i İmrân 31)
Sevgi bile maddî olana olur.
Maddî olmayana nasıl sevgi duyulabilir?. Maddî olmayana duyulan şey “saygı”dır.
Sevilen bilinmediğinde, ona karşı hissedilen duyguya nasıl sevgi denebilir?. O’nun
yaratışına karşı duyulan hayranlık başkadır. O yaratışa saygı duyulur ve hayret
edilebilir. Dolayısı ile, sâdece yaratılmış olana sevgi duyulabilir. İnsan,
dağ, deniz, toprak, çiçek, böcek vs. gibi şeylere karşı sevgi duyabilir ve bu
doğaldır. Fakat bunlar maddî olanlardır. O hâlde O’na (Allah) sevgi
duyulmaz, îmân edilir. Fakat Allah kullarını sevebilir. Sevgi, “üstün” olanın
“düşük” olana, yada “aynı değerde” olanların bir-birlerine gösterdiği
merhâmetten kaynaklanan bir duygudur. (Şehvetten kaynaklanana “aşk” denir).
“Düşük” olanın “üstün” olana göstereceği duygu ise saygı ve îmandır. Îmân
ise fiili olarak gösterilmedikçe ispatlanamaz. O hâlde Allah, kendisi
için/adına bir şeyler yapıldığında “râzı” olur. İşte bu nedenlerle Allah’a
aşk/sevgi duyulmaz, îmân edilir ve bu îmânın gereği olarak insana sevgi
duyulur/duyulmalıdır. Özellikle mü’minlerin bir-birlerini sevmeleri gerekir.
Gerçi kâfirlere karşı da şedid olmalıdırlar: (Mâide 54).
Sevgi boşlukta bir olgu
değildir yâni. Aslında “korku”nun bir sonucudur. Kaybetme korkusunun. İnsan,
kaybetmekten korktuklarını sever. Allah, “hiç-bir zaman kaybolmayacak Olan”dır.
Sevgi eyleme-amele dönüktür ve ferâgat ile ispatlanır. Almaktan çok vermek ile
alâkalıdır. Seve-seve vermekle.
Korku
“Allah’tan ‘içi titreyerek korkan’ (haşyet) öğüt
alır-düşünür” (A’lâ 10).
Allah korkusu olmayanlar
öğüt alamazlar. Öğüt, haşyetin bir sonucudur. Haşyet Allah’ın sevgisini
kaybetme korkusudur. Bu korkuya sâhip olanlar vahye odaklanabilirler ve öğüt
alırlar. Böyle bir sevgiye değil de dünyevî bir sevgiye ve korkuya sâhip
olanların, bu sevgi ve korkudan dolayı algıları blôke olur ve öğüt alamazlar.
Dünyevî sevgi ve korkular kişiye perde olurlar yâni. İlâhi sevgi ve korkularda
ise böyle bir “perde” olmadığı gibi, tam-aksine, algıları açan bir korku ve
sevgidir ilâhi sevgi ve korkular.
Dünyevî korkular, ilâhi
korkuları yâni Allah korkusunu blôke etti öldürdü. Haşyetten ayrılanlar ve uzak
kalanların kâlpleri katılaştı ve taş gibi oldu. Oysa nice taşlar vardır ki
Allah korkusundan dolayı yarılıp içinden sular fışkırtırlar ve yuvarlanarak
harekete geçerler:
“Bundan sonra kâlpleriniz yine katılaştı; taş gibi,
hattâ daha katı. Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar
fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır, ondan sular çıkar, öyleleri vardır ki
Allah korkusuyla yuvarlanır. Allah yaptıklarınızdan habersiz (gâfil) değildir” (Bakara 74).
Allah korkusu, ilmin bir
sonucu da olabilir ve hattâ Allah’tan en çok da âlimler korkarlar (haşyet).
Çünkü âlimler hakkı tanırlar:
“Kulları içinde ise Allah'tan ancak âlim
olanlar 'içleri titreyerek-korkar. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır,
bağışlayandır” (Fâtır 28).
“Kulları içinde ise Allah’tan ancak âlim olanlar
içleri titreyerek-korkar”(haşyet) (Fâtır 28) diyen Kur’ân, Allah karşısında sevgiden ziyâde korkuyu
öne çıkarmıştır. Bu nedenle “Allah korkusu”ndan bahsedilebilir fakat “Allah
aşkı”ndan bahsedilemez. “Kulun Allah’ı sevmesi” anlamında bir Allah sevgisinden
bahsedilebileceği bile bizce tartışma konusudur. Çünkü ne de olsa seven etken,
sevilen edilgendir. Kulun Allah’ı sevmesi O’nu hâşâ edilgen durumuna sokmak
anlamına gelebilir. Allah bizi sever, fakat kulun Allah’ı sevmesi konusu
üzerinde konuşulmalıdır. “Hubb” kelimesi “sevgi”den ziyâde “bağlılık” anlamına
gelir/gelmelidir. Kul Allah’a saygı duyabilir ve îman edebilir fakat sevgi
duyamaz. Sevgi duyduğu şey, O’nun sanatı ve yarattıklardır. Zîrâ mahlûkat tam
da bize göredir. Biz, bizimle aynı cevherden olanları ve bizimle aynı makamda
yada daha düşük makamda olanları sevebiliriz. Peygamberimizin; “Uhud bizi
sever, biz de Uhud’u severiz” sözü, bir sevgi-saygı” ilişkisidir. Yaratılışça
daha düşük makamda olanlar bir üst makamda olanlara saygı duyabilirler sâdece. Taş-toprak-dağ-deniz
gibi insana göre daha alt makamda olan varlıkların bize saygı duyması demek,
“yaratılış olarak bize uygun yaratılması” demektir. Biz de, Allah’a “kul”
olarak yaratılmış ve O’na îman etmek, O’ndan korkmak ve O’na saygı duymaya
meyilli yaratıldık. Yaratılışımız buna uygundur yâni. Zâten aksi davranışlarda,
yaratılışımıza aykırı davranmış olacağımız için günaha gireriz ve cezâya
müstehâk oluruz. Yaratılışa aykırı davranmak bir-tek insana mahsustur. Meselâ
hiç-bir cansız varlık yaratılışına aykırı davranmaz. Hiç-bir dağ, “artık bundan
sonra ben dağ olmayacağım” diyemez. “Saygı da bir-tür sevgidir” diyenlere ise saygı
duyuyoruz.
Züleyha, Hz. Yûsuf’un kendisine
teslim olacağını düşünüyordu fakat bir şeyi ıskalıyordu: Allah korkusu.
Şehvetten, aşktan, hattâ sevgiden bile önce gelen korku. Korkudur insanı
takvâlı kılan ve bu nedenle de sakındıran. Haşyetten kaynaklanan bir
tedirginlik. “Havf” değil, “haşyet”. Bu yüzden Yûsuf: “Rabbim, zindan, bunların
beni kendisine çağırdıkları şeyden bana daha sevimlidir” dedi ve aşk yerine
zindanı seçti. Tercihini birilerinin çok matah bir şeymiş gibi gösterdiği
bir sapıklık hâli olan aşk lehine değil, “Yûsuf Medresesi” denilen zindan
lehine kullanmıştı. Aleyhine gibi görünse de..
Mü’minler, haşyetten
dolayı Allah yolunda mallarından ve canlarından vazgeçmekten çekinmezler ve bu
bağlamda savaşmaktan korkmazlar:
“Onlar ki, insanlar onlara; “İnsanlar sizin için toplandılar; o hâlde
onlardan korkun” dediklerinde bu, ancak onların îmânını artırır ve şöyle
derler: “Allah bize yeter. O ne güzel vekildir” (Âl-i İmran 173).
İnsanlar âni bir
hareketten, karanlıktan, yılandan-çıyandan, itten-köpekten korkabilirler bu
korku doğal ve normâl bir korku olabilir. Bu korkular, bir refleksten yada yaşanmış
kötü bir örneklik yüzünden olabilir. Bu korkular “havf” tâbir edilen refleksif
korkular ise ve “haşyet” tâbir edilen derin korkular değilse çok da önemli
değildir. Zâten çoğunlukla gelip geçicidir. Fakat bu korkular haşyet-vâri korkular
ise orada büyük bir sorun var demektir. Zîrâ bu korkular nedeniyle şirke bile
düşülme durumu olabilir. Bir şeyden Allah gibi korkmak, ona ortak koşmak anlamına
geleceğinden, şirke düşülmüş olur. Nasıl ki Allah’tan başkasına güç vehmetmek
şirk ise, Allah’tan başkasından haşyet derecesinde korkmak da şirke düşürür
kişiyi.
5 temel
korku vardır. Bunlar: Ölüm korkusu; hastalanma korkusu; işsiz kalma korkusu; aç
kalma korkusu; eleştirilme korkusu. Modern insan bu korkular ile güdümlenmiş ve
kuşatılmış durumda. Bu 5 temel korku modern insana öğretilmiş ve öcü gibi
gösterilmiş bir korkulardır. Modern insan bu korkuların kulu olmuş. Mü’min kişi
ise, âhirete îmânından dolayı ölmekten; Şâfi olanın Allah olduğunu bildiğinden
dolayı hastalanmaktan; rızkı verenin Rezzâk olan Allah olduğuna güvendiğinden
dolayı işsiz kalmaktan; yediren ve içirenin Allah olduğuna kesin inanç duyduğundan
dolayı aç kalmaktan; gerçek “bilen”in Allah olduğu ve bundan dolayı kendisinin
“gerçek bilen” olmadığını kabûl ettiğinden dolayı da eleştirilmekten
korkmaz.
Modern zamanlarda müslümanlar da dâhil, insanlar çok
korkak oldular. Nerdeyse gölgelerinden bile korkar hâle geldiler. Her-şeyden
korkuyorlar. En çok da şiddetten ve savaştan. Durduk yerde hiç-kimse bir
savaşın ve şiddetin olmasını istemez ve ölme riskinden dolayı da savaştan ve
şiddetten korkabilir. Fakat, dîni-îmânı, şerefi-haysiyeti ayaklar altına
alındığında da korkmaya devâm ediyor. Eskiden insanlar böyle aşağılanmaya
kolay-kolay katlanamazlardı. O hâlde korku, delikanlılığı bitiren bir duygudur.
Bu korkulara sâhip olanlar artık egemenlerin bir çeşit kölesi hâline
gelebiliyorlar. Bu kölelik “açık Dünyâ köleliği” olduğu için kendilerini köle
gibi görmeseler de, tâğutların (râhip ve ruhbanların) her dediğini yaparak,
onların güdümüne girmektedirler bu korkular yüzünden. Onların istediği gibi
yiyip-içmek, giyinip-kuşanmak, edip-eylemek, düşünmek-konuşmak, onlara köle
olmak demektir. Üstelik bu kölelik bedâvaya yapılan bir kölelik. Tâğutların
sorumluluğunu almadığı bir köleliktir. Çünkü eski köleliklerde, efendi, kölenin
tüm ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlüydü. Köle kişi, hem kendisinin hem de
âilesinin yeme-içme, giyim-kuşam, barınma vs. gibi ihtiyaçlarından emin idi.
Zîrâ efendisi bu ihtiyaçların sigortasıydı. Modern zamanlarda ise kölelere
(meselâ asgarî ücretlilere) kuru bir maaş veriyorlar ve “git ne yaparsan yap”
diyorlar.
Savaş korkusu en büyük korkulardandır. Çünkü savaş
demek, “ölüm riski” demektir. Fakat insanlar genelde ölümü akla getirirler de,
zaferi yada şehâdeti akıllarına getirmezler. Zîrâ Allah’tan korkmadıkları ve
âhirete îman etmedikleri için ölümden korkmaktadırlar:
“Kendilerine ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekatı verin”
denilmiş olanlara bakmaz mısın?. Şimdi onların üzerine savaş farz kılınınca
içlerinden bir grup Allah’tan korkar gibi hattâ daha şiddetli bir korku ile
insanlardan korkuyorlar. Bunlar “Ey Rabbimiz; üzerimize şu savaşı niye farz
kıldın?. Ne olurdu bizi yakın bir târihe kadar geri bırakaydın!” demektedirler.
Onlara de ki: “Dünyâ’nın zevki pek azdır. Âhiret ise sakınanlar için elbette
daha hayırlıdır. Ve kıl kadar haksızlığa uğratılmayacaksınız. Nerede olursanız
olun, sağlam kaleler içinde dâhi olsanız ölüm sizi bulacaktır” (Nîsâ 77).
Kur’ân boyunca bir-çok
âyette Allah’tan başkasıyla değil, sâdece Allah’tan korkulması söylenir:
“Kavmi onunla tartışmaya girişti. Dedi ki: ‘Beni
doğru yola iletmişken, Allah hakkında benimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz?.
Hem sizin O’na ortak koştuklarınızdan ben korkmam; ancak Rabbimin bir şey dilemiş
olması başka. Rabbimin ilmi her-şeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünüp öğüt almayacak
mısınız?. Siz, Allah’ın size haklarında hiç-bir hüküm indirmediği şeyleri O’na
ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl
korkarım?. Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki guruptan hangisi güvende olmaya
daha layıktır?” (En-âm 80-81).
“Şeytan sizi kendi dostlarıyla korkutuyor, eğer îman
etmiş iseniz onlardan korkmayın, benden korkun” (Âl-i İmran 175).
“…Sakın onlardan korkmayın. Yalnız benden korkun.
Böylece size olan nîmetimi tamamlayayım da doğru yolu bulasınız” (Bakara 150).
“…Allah’tan korkun ve mü’minler yalnızca Allah’a
güvensinler” (Mâide 11).
“İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz
onlardan korkmayın, eğer mü’minlerseniz, Ben’den korkun” (Âl-i İmran 175).
“İslâm’da aşk yoktur, sevgi vardır” Bilinen
hiç-bir şey Allah’ın zâtı, yâni “mutlak varlığı” ile ilgili değildir. Bu
bağlamda “sevgi” de Allah’ın zâtı ile ilgili değildir. Allah sevgiyi de
yaratmıştır zîrâ. Allah’ın niteliğini yâni ayırıcı özelliğini bilemeyiz. Meselâ
yaratmanın nasıl olduğunu bilmiyoruz. Modern
zamanda aşırı öne çıkarılan sevgi, bencil bir sevgidir. Bu nedenle de sağlam
olmuyor. Ölene kadar sürecek olan “sevgi”ler, bedeli ödenen sevgilerdir. Sevgi,
hayranlığa dönüşünce egoist ve saldırgan olur. Vatan sevgisi, Dünyâ sevgisidir.
Aşırı Dünyâ sevgisi, âhiret sevgisizliğinden kaynaklanır.
İnsanlar-müslümanlar cennete
gitmekten korkuyorlar. Çünkü ölmekten, “Allah yolunda ölmek”ten korkuyorlar. Ölmeyi
göze almış birineyse kimse bir-şey yapamaz. Onu hiç-bir şeyle korkutamaz. Zîrâ o sâdece Allah’tan
korkmaktadır. Ölüm korkusu, “ebedî yaşam”dan korkarak ve çekinerek, “geçici
olan”da kalma isteğidir. Ölüm, ölüm korkusudur. Ölümden bu kadar korkulmasının
nedeni, “gerçek hayatlar” yaşayamayışımızdır. Ölümden korkanlar, hayâtı somut olarak
yaşayamazlar.
Bir
şeyi yada bir kimseyi çok sevenler, o şeyden yada kişiden korkmadıkları için
severler. Bir şeyden çok korkanlar ise, o şeyi yada kişiyi sevmediklerinden ama
ondan çekindiklerinden ve ona saygı duyduklarından dolayı korkarlar. Sevgi ve
korku bu sebeple bir “neden-sonuç”tur. Alâkasız şeyler değildirler.
Sevgi mutluluktan ziyâde
mutsuzluk getirir. Çünkü sevgide “kaybetme korkusu” içkindir. İnsan, sevdiği
kişiyi yada şeyi kaybetmekten çok korkar ve onu ne kadar çok seviyorsa o oranda
fazla korkar. Sevgi ne kadar fazlalaşırsa ve artarsa kaybetme korkusu da o
oranda fazlalaşır ve artar. Kaybetme korkusu insanda bir endişe ortaya çıkaracağı
için, insanın sürekli mutlu olması yada mutluluğun amaç olması mümkün değildir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Ekim 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder