“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü
umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek
vardır” (Ahzâb 21).
“Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’
denilse, onlar: ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe)
uyarız’ derler. (Peki) ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da
bulamamış idiyseler?” (Bakara
170).
Örnek almak yâni “güzel
örneklik”, “taklit etmek” demek değildir. Hele körü-körüne taklit etmek demek hiç
değildir. Zâten “örnek”, “benzer” demektir. Yâni “örnek”, bir şeyin aynısı
değil, benzeridir. Bu bağlamda Peygamberimizi örnek almak, o’nun
yapıp-ettiğinin tıpa-tıp aynısını yapmak demek değil, “o’nun metodunu kullanmak,
kişinin o metodu kendi çağında ve coğrafyasınnda diriltmek, o’nun gibi idrâk
etmek ve yaşamak” demektir. Sünnet budur zâten. Fakat taklitçilik bunun gibi
değildir. Taklitçilikte, diğerinin tıpa-tıp aynısını yapmak vardır. Diğerini
tıpa-tıp, moda-mod taklit etmektir. Hattâ taklitçilikte yâni mukâllitizmde bir
kişinin yada bir şeyin taklidi ne kadar iyi yapılırsa o kadar başarılı olunmuş
sayılır. Fakat burada bir şey ıskalanmaktadır. Bir şeyin tıpa-tıp aynısını
yaparsanız, yaptığınız o şey size âit olmaz. Üstelik kendinizi onunla dondurmuş
olursunuz ve bu şekilde yaptığınızda, mevcut durumunuzdan bir adım bile ileri gidemezsiniz.
Taklitçilik sınırlayandır. Çünkü
birinin yada bir şeyin taklidi yapılmaktadır Bu nedenle o şey aşılamaz. Dînî
alanda taklitçilik yapıldığında, meselâ giyim-kuşam konusunda aynen Peygamber
gibi giyinmek “iyi” olarak görülür ve tıpa-tıp onun gibi giyinilmeye çalışılır.
Fakat bu, dînî kıyafetlerin sâdece Arabistan coğrafyasına benzer coğrafyalarda
uygulanabileceği anlamına da gelir. Zîrâ çöl-iklimi olan arap yarım-adasındaki
giysiler incedir ve soğuk iklimlerde yaşayanlar, meselâ -abartırsak- Sibirya’da
yaşayan müslümanlar o elbiselerle dolaştıklarında hasta olurlar ve hattâ
soğuktan donar kalırlar. O hâlde taklitçilikte yanlışa düşmek, biraz sonra
kaçınılmazdır. Hâlbuki “güzel örnek”likte, “Peygamber gibi giyinmek” değil, “tesettüre
uygun giyinmek” önemlidir. “Tesettüre uygun olarak coğrafyanın şartlarına göre
giyinmek”tir önemli olan. Sünnet, Peygamber gibi giyinip-kuşanmak, yiyip-içmek,
oturup-kalkmak, konuşmak, onun gibi görünmek değil; vahye aykırı olmayacak
şekilde giyinmek, yiyip-içmek, konuşmak, yürümek, görünmektir. Güzel örneklik
budur ve bu, tüm zamanlarda ve tüm coğrafyalarda kolayca uygulanabilecek
olandır.
Zerdüştlükte de “örnek alma” vardır. Avesta Yasna
12.3.’de şöyle denir: “Zerdüşt yalancılardan ve doğru yoldan sapanlardan uzak
durdu, ben de Ahoramazda’yı ve dînini kabûl etmekteyim bu yüzden Zerdüşt’ü
kendime örnek alacagım”.
İnsanlar, peygamberleri
örnek almamak için ya pasif ve önemsiz gösterirler, yada onları ilahlaştırmaya
kadar giderler. Böylece ya ortada örnek almaya değer bir peygamber olmayacaktır
yada insanlar için peygamberi örnek almak imkânsızdır.
Tasavvuf ve târikatta, kişi
o kadar taklitçi olmalıdır ki, kendi irâdesini blôke etmelidir. Bir şeyhe
efendiye bağlanıp, “onun istediği gibi yaşamak” inancı vardır tasavvuf ve
târikatta. Çünkü o şey ve efendi, -hâşâ- bizzat Allah’ı temsil etmektedir ve
artık tam da onun dediği gibi yaşamak elzemdir. Bu bağlamda Beyazid-i Bistâmi: “Şeyhi
olmayanın şeyhi şeytandır” der. Bu, “taklitçilik yapmayanlar şeytanlaşır”
anlamına gelir. Hâlbuki taklitçilik, şeytanın insana kurduğu kadim tuzaklardan
biridir. Şeyhi olmayanın şeyhi şeytan değildir ama; “şeyhi olanlar dilsiz
şeytandırlar”. Zîrâ hiç-bir şeye hiç-bir ses çıkar(a)mazlar. “Şeyhi olmayanın
şeyhi şeytandır” sözünün modern şekli ise, “partisi olmayanın partisi
hizbuşşeytandır” sözüdür. Böylece kişi ille de bir partinin mukâllidi
olmalıdır. Tabi partilerin bâtıl olup-olmamasına bakılmaz. Şeytan ister ki, mutlakâ
bâtılın bir yerinden tutunmalısınız. Modern düşünceye göre de böyledir: Ya sağcı
olacaksınız yada solcu. Ya milliyetçi olacaksınız ya liberâl, ya kapitâlist, ya
sosyâlist vs. Yâni ille de modernizmin bir kenarından tutmalısınız. Yoksa terörist
falan olursunuz maazallah. Cemal Karakulak şöyle der:
“Militarize olmuş düşüncelerin insanı taşıyacağı yer
burasıdır. Aynı şey siyâsi partilerden birine mensup olmayan insanlar için de
söz-konusudur. Ya ondan ya bundan ama mutlakâ birisinden olacaksın. Sanki
bunların hepsini yanlış gören birinin; yanlışlardan bir yanlışı tercih etmek
zorunluluğu varmış gibi. Yanlışı tercih etmemenin doğruluğunu anlayamıyor
insanlar!. İnsanları öyle etkilemişler ki, zihinleri bile ipotek altına
alınmış. Hep özlediğimiz “hürriyeti” zihin dünyâmızda bile yaşayamaz
olmuşuz. Birilerinin düşündüğü gibi
düşünmek, inandığı gibi inanmak, yaptığı tercihi yapmak, sevdiği şeyleri
sevmek, anladığı gibi anlamak ilâ âhir… Merkeze konulan insanı taklit etmek
zorunluluğu getirilmiş. Bu anlayış insanları daha çok militanlaştırmış, kendi
mezhebinden, meşrebinden olmayanı ötekileştirmiştir.
Ebu Hanife’nin doğumu H. 80, vefâtı H. 150’dir.
Yaklaşık Peygamberimizden 100 yıl sonraya rastlamaktadır âlimliği müçtehitliği.
O güne kadar “mezhep” diye bir olay yok idi. Her müslüman Allah’ın kitabından,
Peygamberin sünnetinden anladığı ile amel ediyor, bilmediği konuda da bir “bilene”
sorup öğreniyor ve onunla amel ediyordu. Asıl olan da bu iken, birilerini
otorite kabûl eden insanlar, işi ekôlleştirerek bu hâle getirdiler. Bu sefer
ekôller arasında rekâbet ve adam kazanma yarışı başladı. Sonuç mâlûm…
Ebu Hanife içtihatları için şunu söylemiştir: “Bu
Nûman bin Sâbit’in bu konuda vardığı en son kanaâtidir görüşüdür. Dileyen alır,
dileyen almaz. Benim görüşüm bana göre doğrudur, yanlış olma ihtimâli ile berâber;
başkalarının görüşleri de bana göre yanlıştır, doğru olma ihtimâliyle berâber”.
Çünkü içtihatların hepsi de gâlip zandır. Hiç-biri kesinlik ifâde etmez. Bu
nedenle kimse kimsenin zannını almak zorunda değildir. işin başında durum bu
iken, üzerinden asırlar geçtikçe bu ekôller, tâbileri tarafından din hâline,
kesin bilgi hâline dönüştürülmüş; “benim mezhebim en doğrusu ve hak olanıdır,
sizinki bâtıl” demeye; “benim imamım senin imamını döver” muhabbetlerine
dönüştürülmüştür. Bu işler de artık sultanların elinde demokratik partiler gibi
politik kulvarlara evirilmiştir. Hâl böyle olunca elin gâvuru da bu yarayı
kaşıyıp fitne çıkarmak için aradığını bulmuş olmaktadır”.
Dinde “içtihad kapısı”nın
kapanması-kapatılması mukâllitçe bir inanç ortaya çıkarmıştır. Fakat bu durum
eski döngülerdeki anlayışın yeni döngülere uymayışını ortaya çıkardı mecbûren.
Sünnetullaha aykırıydı yâni içtihad kapısının kapatılması. Hâlbuki “güzel
örneklik”, içtihad kapısının yeniden açılması demektir. Peygamberler, kapatılan
içtihad kapılarını yeniden açmaya gelmişlerdir. İçtihad kapısını açmak
sünnettir yâni. Günümüzde bu sünnetin diriltilmesi çok elzemdir.
“Teknolojisini alıp kültürünü
almayalım” düşüncesi de bir çeşit taklitçiliktir. Yâhu o adamlar o teknolojiyi
mevcut kültürlerinden mülhemle yapmışlardır zâten. Siz nasıl teknolojisini alıp
da kültürünü almayacaksınız?. Zâten -bilindiği ve görüldüğü gibi- teknolojisi
alındığında dibine kadar kültürü ve dîni de alınmıştır-alınmaktadır. Hattâ
teknolojisi ne kadar alınmışsa kültürü de o oranda alınmıştır.
Dîni ve dünyevî alanda mukâllitliğin
bu kadar tutulmasının nedeni, taklitçilikte insanların kafa-konforunu bozmaya
gerek duymamaları nedeniyle mukallitçiliğin zor bir tarafının olmamasıdır. “Paket
programlar” vardır yapılacak. “Onları yapan, Dünyâ’da rahat eder ve âhirette de
cennete girer” anlayışı vardır. Onursuzca yaşamanın adına “iyi yaşam” demektedirler.
İnsanları âhirette o “paket programı” uyguladıklarında “cennete girecekleri
yalanı” ile oyalamaktadırlar.
Mukallitleri uyarmak da
mümkün olmuyor. Ne derseniz deyin düşünceleri değişmiyor:
“Onlara; ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denildiğinde,
derler ki; ‘Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ derler. Şâyet
şeytan, onları çılgınca yanan ateşin azâbına çağırmışsa da mı (buna uyacaklar)?” (Lokman 21).
Hâlbuki biz, müslümanlar
olarak Kur’ânî bilince ulaştıktan sonra sâdece sünneti örnek alırız. Peygamberimizin
Kur’ân’ı anlama-yaşama metodunu (aynısını değil, metodunu) yâni uygulama tarzını
esas alırız.
İçinde
yaşadığımız topluma “önder” olmak istiyorsak, ilk önce o topluma “güzel
örnekliğimiz” Peygamberimiz gibi, “örnek” olmak zorundayız. “Güzel örneklik”
sergileyemeyenler, “güzel bir önderlik” de sergileyemezler.
Güzel örneklik; kendi
çağında, zamânı ıskalamadan Allah ve Peygambere uymaktır. Bu, “vahyi ve sünneti
zamâna uydurmak” değil; tam-aksine, “zamânı vahye ve sünnete uydurmak”
şeklindedir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Ekim 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder